16 Ağustos 2016 Salı

Harold Agnew

Fizikçi Harold Agnew, Nagasaki'ye atılacak bombanın plutonyum çekirdeğini taşıyor.

2 Ağustos 2016 Salı

Hür İnsan Üzerine Bir Şiir, Kaya yazıtı, Epiktetos

Epiktetos ve Hür İnsan Üzerine Bir Şiir

Kaya Yazıtı (Hür İnsan Üzerine Şiir)“Hayırlı Uğurlu olsun”

Ey yolcu, yol hazırlığını yap ve koyul yola; şunu bilerek:Hür kişi sadece karakterinde hür olan kişidir.Kişi hürriyetinin ölçüsü bizzat kendi doğasında bulunurVe kararında içtenlikliyse hür kişi,Yüreğinde ise dürüstlüğü, işte bunlar asil yapar kişiyiVe bununla yücelir kişi hatalarla değil.Ana-babadan gelen uydurma bir asaletten tat almaz o;Zira ana-baba değildir hür insanı doğuran,Zeus’tur herkese ata olan ve de tek kök insanoğluna.Herkesin tek şansı vardır, o alır kader icabı beden güzelliğini,Budur say güzelliği ve hür olma hali gerçek anlamda.Ruhen köle olan ise sakınmaz kötü sözden, katmerli köle de olsaAşırılıktır şiarı bu kişinin, yüreğinde soysuzluk vardır.Ey yolcu, Epiktetos köle bir anadan doğmuştu amaYüceydi herkesten bir kartal gibi; bilgelikte ise takdire şayandı ruhu.Söylemem gerekirse, tanrısal bir varlık doğurdu onu. Keşke şimdi de (bu mümkün olsa)Böylesine yararlı ve sevinç kaynağı bir insan,Tüm ünlü kişiler arasında köle bir anadan dünyaya geldi.

 

Çeviren: Prof. Dr. Sencer Şahin  (05 Kasım 2000), 

Çeviriye katkı yapan: Okt. Çetin Meydan

28 Mayıs 2016 Cumartesi

Gelişen Komedya, Melih Cevdet Anday

Melih Cevdet Anday, Gelişen KomedyaTiyatro üstüne konuştuğumuz bir gün, Memet Fuat, o konuşma sırasında sözünü ettiğim yazılarda ileri sürülen düşünceler ilgisini çekmiş olacak ki, bana tiyatro üstüne bir kitap hazırlamamı öğütledi; bu kitapta, ona sözünü ettiğim yazılar ve daha başkaları bir araya getirilecek, bunlara yorumlar ve açıklamalar eklenecek, elden geldiğince bir bütün sağlanmıya çalışılacaktı. İşte elinizdeki kitabın ortaya çıkması böyle oldu. Beğenilirse başarısı Memet Fuat'ındır, beğenilmezse benim güçsüzlüğüme verilsin.

Tiyatro sevgisinin, özellikle gençler arasında, gün geçtikçe arttığını görüyoruz. Buna nice sevinsek yeridir. Ancak tiyatro gibi yüce bir sanata girerken yalnızca sevgi gücü ile yetinmek doğru olmadığına göre, bize şimdi tiyatro edebiyatı, tiyatro tarihi ve tekniği üzerine bilgi veren kitaplar çok gerekli. Şu basit kitapla ben de bu çabaya katılabilirsem ne iyi! «Basit kitap» derken, yersiz bir alçakgönüllülüğe özeniyorum sanılmasın.

Derlediğim yazılarda aydınlarımızın bilmedikleri bir şey yok. Bu bakımdan birçokları bu kitabı gereksiz bulduklarını söyliyebilirler. Ancak sevdikleri ve atıldıkları bu sanatı öğrenmek için durmadan kitap ariyan gençlerin sayısı onlardan çoktur. Ben daha çok o gençleri düşündüm. Eflâtun ile Aristo'nun tiyatro konusunda çatıştıklarını gösteren iki parça ile başladım kitaba, oradan Shakespeare'e geçerek dram üstüne bilgi veren üç yazı topladım, üçüncü bölümü de komedyaya ayırdım. Bu bölümün sonuna koyduğum bence çok ilginç olan yazıda, komedya ile tragedyanın kesiştikleri kuramı işlenmektedir. Böylece üç bölüm arasında ayrı gayrı kalmamakla bir çeşit uyumlu sonuca varılmış oldu. Tiyatroyu öğrenmek istiyenler, bu yazılarda, meraklarını büsbütün artıran birtakım ipuçları bulabilirler sanıyorum. Temel sorunlar her zaman gereklidir.

Kitabı tamamladıktan sonra elime alınca ona daha ne gibi yazılar ve konular eklenebilir diye düşündüm, gönlümce olan tasarı onu gözümde büsbütün küçülttü. Kaynak bilgilere ve çağdaş güçlü yorumlara dayanarak tiyatronun gelmişini geçmişini vermek gerçekten yararlı bir iş olacaktır. İlerde yapmak isterim.

Melih Cevdet Aııday

İLK ÇAĞDA

BİR TARTIŞMA

Bu bölümde Efîâtun'un Devlet'inden, Aristo'nun Poetika'suıdan alınma iki parça ile Francis Fergusson'dan çevrilmiş bir yazı yar. Devlet'de Sokrates konuşuyor, Poetika'da ise Aristo yazıyor. Eflâtun ile Aristo'nun tiyatro konusundaki düşünceleri, her parça sonunda özetlendi, böylece Francis Fergusson'un yazısına geçilmeden Önce onların çatıştıkları yerler belirtilmiş oldu. Her iki parçada da konumuzla ilgili olmıyan yerler atlanmıştır. Fergusson'un yazısı için ayrıca özetleme ve belirtme yoluna gidilmedi. Öteki bölümler için aynı yöntem uygulanmıştır, ilk parçada Sokrates, Adeimanthos'Ia karşı karşıya.

Devlet'ten

«Şairler, masalcılar olmuş, olan ya da olacak bir şeyi anlatırlar, değil mi?»

«Başka neyi anlatabilirler?»

«Anlattıklarını ya doğrudan doğruya,ya taklit yolu ile, ya da her iki türlü anlatmazlar mı?»

«Kavrıyamadım, daha açık konuş.»

«Benim hocalığıma da diyecek yok doğrusu. Bilmiyorum açık konuşmasını! Öyleyse meslenin bütününü bırakalım da, konuşmasını bilmiyenler gibi bir parçasını alalım. Ne demek istediğimi bir örnekle anlatmıya çalışayım: İlyada'nın başlangıcını bilirsin. Şair orada Khryses'in Agamemnon'a kızını serbest bırakması için yalvardığını, Agamemnon'un kızdığını, istediğini elde edemiyen Khryses'in Akhai'lılara beddua ettiğini anlatır, değil mi?»«Evet.»«Şunu da bilirsin öyleyse: «Birçok Akhai'lılara, en çok da öndeleri Atreus oğullarına yalvarıyordu» sözlerine kadar olan parçayı şair kendi ağzından anlatır. Bir başkasının konuştuğu sanısını uyandırmak istemez bizde. Ama sonrası için, kendi Khryses'miş, konuşan da Homeros değil, ihtiyar rahipmiş gibi davranır, bizde öyle bir sanı uyandırmıya çalışır. Ilion'da, Itaka'da, bütün Odyssea'da olup bitenler hep bu yoldan anlatılır.»«Öyledir.» ,« Şair bize başkalarının söylediği sözleri, bu sözlerin nerede, nasıl söylendiğini anlattığı zaman, yaptığı iş bir anlatmadır sadece.»«Tabî.»«Ama şair bu sözleri söylerken, kendisi değil, bir başkasıymış gibi davranırsa, nedir o zaman yaptığı şey? Bir başkasının yerine geçmek, sözünü bir başkasının kişiliğine elinden geldiğince uydurmak değil mi?»«Evet.»«Peki, bir insan sesini, davranışını bir başkasına uydurmıya çalıştı mı ne yapmış olur? Benzemek istediği kimseyi taklit etmiş olmaz mı?»«Olur.»«Demek ki Homeros da, bütün şairler de anlatmalarında taklide başvururlar.»«Evet.»«Ama şair kendini hiç gizlemezse, anlattıklarına taklit karışmaz. Gene, nasıl olur? Kavrıyamadım, dememen için anlatayım: Homeros, Khryses'in, kızı için kurtulmalık getirerek Akhailıların ayaklarına kapanmıya geldiğini söyledikten sonra, kendisi Khryses olmuş gibi değil de, Homeros olarak konuşsaydı, işe taklit karışmaz, bu.bir anlatma olurdu, örneğin şöyle (ama ben vezinsiz konuşacağım, şair değilim) «Rahip geldi, tanrılardan Akhailıların burunları kanamadan Troya'yı almalarnı diledi. Kurtulmalığı alıp kızını serbest bırakmalarını istedi. Sözlerini bitirince, Akhailılar rahibe saygılarını ve bu işe razı olduklarını bildirdiler. Fakat Agamemnon küplere bindi. Hemen kalkıp gitmesini, bir daha da oraya ayak basmamasını, yoksa ne anasının, ne de rahip kılığının kendisini koruyamıyacağını söyledi. Kızını bırakmak şöyle dursun, ihtiyarlayıncaya kadar, Argos'da yanıbaşında alıkoyacağını da ekledi sözlerine. Evine sağ salim dönmek isterse, kafasını kızdırmadan çekip gitmesini buyurdu, ihtiyar bunları duyunca ürktü, bir şey demeden kalkıp gitti. Ama ordudan uzaklaşınca Apollon'a bütün yüreği ile yalvarıp yakardı. Tanrı adlarını sayıp döktü, ona şimdiye kadar sunduğu adakları, kurbanları hatırlamasını, bunlardan hoşnut kaldıysa, oklarını Akhailıların üzerine yağdırıp döktüğü gözyaşlarının acısını çıkarmasını diledi.» işte dostum taklide başvurmadan düpedüz anlatma böyle olur.»«Anladım.»«Şunu da anla öyleyse, bir destandan kişilerin sözleri dışında, şairin dediklerini çıkarır da, yalnız konuşmaları bırakırsak, deminkinin tam tersi bir anlatma yapmış oluruz.»«Haaa! Şimdi anladım. Tragedyada gördüğümüz çeşit budur.»«Tam üstüne bastın. Demin anlatamadığımı kavradın şimdi. Demek şiirin iki türlü anlatma yolu varmış: Biri, dediğin gibi tragedya ve komedya'daki taklit yolu, öteki, şairin olanı biteni kendi anlatması. Bu çeşit de dithyrambos'larda görülür sanırım. Her iki çeşidin de bir araya geldiği olur, destanlarda ve başka şiirlerde olduğu gibi. Anladın mı şimdi düşüncemi?»«Evet, şimdi anladım ne demek istediğini.»

21 Mayıs 2016 Cumartesi

Kitap Yorumu: A Court of Thorns and Roses - Sarah J. Maas

The Iron Fey serisinden sonra genç yetişkin edebiyatı içinde şöyle güzel bir peri temalı kitap okuma fırsatı hiç bulamadım. Zaten karşıma çıkmadı da. Julie Kagawa'nın Talon'da yarattığı hayal kırıklığından sonra genç yetişkin türü içinde, çok merak ettiğim yeni kitapları okumaya bile korkar olmuştum açıkçası. Zira hâlâ o hayal kırıklığını hatırladıkça içim sızlar. Her neyse, Sarah J. Maas biliyorsunuz ki Türkçeye de çevrilen Cam Şato'nun yazarı. Cam Şato kütüphanemde duruyor uzun zamandır fakat henüz okumadım. O yüzden bu benim ilk Maas kitabım olacaktı. Esasen konu ilgimi çekmesine rağmen yukarıdaki nedenlerden ötürü okumak niyetinde değildim lakin Sevgili Kitap'ın feci etkili ısrarlarına dayanamadım. Neyse ki hiç pişman etmedi bu kitap beni.

Kitabın türüne genç yetişkin dedim ama pek çok genç yetişkin kitabından daha karanlık ve daha olgun. O yüzden Goodreads'de bir sürü okur, kitabı new adult, yani yeni yetişkin kategorisine sokmuş. Bir nevi haklılar aslında, bir yandan da değiller. Bana göre bu kitap tam ikisinin arasında, çok iyi bir yerde duruyor. Ve kitabın o normal genç yetişkinlerden çok daha karanlık havasını ve daha mantıklı, daha olgun karakterlerini sevdim ben. Tüm bunlar ve kitabın kurgusu harika bir okuma süreci yarattı, zevkle okudum kitabı. Hiç sıkılmadan, hiç bırakma isteği duymadan...

A Court of Thorn and Roses aslında günümüzün popüler teması retelling, yani masalların yeniden uyarlanmasına selam çakanlardan. Bunu belki gözünüze soka soka yapmıyor ama hangi masala göndermeleri olduğunu anlıyorsunuz ister istemez.

Kitap, Feyre'nin bakış açısıyla anlatılıyor. Feyre on dokuz yaşında, yaşamını avcılık yaparak yaşamını sürdürmeye çalışan, bir yandan da ailesinin tüm sorumluluğunu omuzlarında taşıyan bir kızcağız. Prythian'ın ölümlülerin yaşadığı kısmında kalıyorlar. Bu diyarda, insanlar ve periler farklı bölgelere ayrılmışlar ve aralarında bir sınır var. Yüz yıllar önce insanlar ve periler arasında bir savaş gerçekleşmiş ve o günden beri özellikle insanlar tarafı, karşı taraftan korkuyor ve onlardan olabildiğince uzak durmaya çalışıyorlar. Aralarında perilere dair pek çok mit dolaşsa da onlar hakkında kesin bir bilgi bulmak neredeyse imkansız. Periler ise tamamen farklı bir varlık içinde, yüz yıllardır kendi topraklarında hüküm sürüyorlar. 

Hayatında tek bir peri bile görmemiş olan Feyre, bir gün ormanda avlanırken dev bir kurda rast geliyor. Çok fazla düşünmeden o tuhaf kurdu öldürüyor ancak bunu yaptıktan sonra bile kurtta bu diyara ait olmayan şeylerin olduğunu biliyor. Çok fazla zaman geçmeden başka bir dev kurt evlerine geliyor ve Feyre'ye iki seçenek sunuyor: Ya ölecek ya da kurtla beraber Peri Diyarı'na gelip orada ölene kadar bu kurdun kölesi olacak. Elbette ikinci seçeneği tercih ediyor. Kurtla birlikte onun dünyasına gittikten sonra bu kurdun aslında bir peri, hem de soylu bir peri olduğunu ve Bahar Sarayı'ndan olduğunu öğreniyor. İşte bu kısımlarda kitap Güzel ve Çirkin sinyalleri göndermeye başlıyor. Genç kızı bir sebepten kendi yanına zorla alan bir "beast" yani "canavar"... Soylu Fae Tamlin'i zaman geçtikçe daha çok tanımaya başlıyor Feyre, aynı zamanda Peri Diyarı'nın korkutucu ve büyüleyici dünyasını da keşfediyor.

Periler arasında bir tür hastalık yayılmış, bu sebeple hepsi yüzlerinde birer maskeyle dolaşıyorlar. Aynı zamanda diyarda bir gizem kol geziyor. Kimse Feyre'ye tam olarak bir şey söylemiyor elbette. Tamlin'in ona giderek daha iyi davranması, hatta sürekli yanında gezen tilki maskeli Lucien'e bile ısınmaya başlaması ve diyarın güzellikleri Feyre'nin buraya ve Tamlin'e daha çok bağlanmasına ön ayak oluyor. 

Kitaptaki diyarı çok sevdim. Zaten haritalı fantastiklere ayrı bir zaafım var. Bu kitabın da özellikle Peri Diyarı'nı anlatışına hayran kaldım. Sarah J. Maas sadece perileri anlatmakla kalmamış, onlarla beraber yaşıyan çeşit çeşit yaratıkları da eklemiş kitabına. Dediğim gibi, kitabın karanlık atmosferini de çok sevdim. Perilerin pek çok kitapta olduğu gibi sadece güzellikleriyle değil, zalimlikleri ve vahşilikleriyle de anlatılmalarından memnun kaldım. Feyre, çok farklı olmasa da sevilesi bir karakter. Fazlasıyla fedakâr. Tıpkı "Güzel" gibi. Tamlin de bir o kadar bağlanılası bir karakter. Bir de muhtemel ikinci adam Rhysand var elbette. Kötü adam karizmasından fazlasıyla nasibini almış.

Eskiden olsa tıpkı Iron Fey serisine yaptığım gibi kitapa 5 unicorn verirdim. Fakat o zamandan bu zamana unicorn kriterlerim biraz değişti. Bu sebeple biraz puan kıracağım. Yoksa okuması çok keyifli, kendi türünde fazlasıyla başarılı bir kitap A Court of Thorn and Roses. Devam kitabını heyecanla bekliyorum. Ayrıca DEX Türkçe olarak çıkardığında da bir kopyasını edinmek isterim. 

Puan: 4,5

Tango, Zbigniew Rybczyński

14 Nisan 2016 Perşembe

Pesüs, E.Cansever

PESÜSI Ben denizin kumları üzerinde durdum Bir heykel tadında olan ve bunu geçen Bir şekilde denizin kumları üzerinde durdum Durdum ki, şehrin son kalıntısı onu unutmak olsa gerek Diyordum. Ve bütün ayrıntılarından sıyrılmış bir düzlüğün Ayrı bir nesne gibi, daha sonra da Hiç görmediğim bir yaratık gibi üstüme gelmeye başladığı Bir şey olsa gerek Ben bunu duyuyordum. Yalnız duymak mı? korktum ve her yerlerimle yalnız oldum Oldum ki, düzlük dediğim o korkunç varlık Bitmez tükenmez bir kaynaktan çoğalarak Üstüme aktıkça benim Ben kendimi koruyordum Sanki bir çaresizlikten ödünç aldığım kendimi Mesela ellerimi bir heykeli bozmayacak şekilde boşluğa uzatarak Bir anlam vermek istiyor gibiydim düzlüğe Ve birtakım görüntüleri üst üste yığaraktan Bir anlam Sonra alanlarda, ana caddelerde unutulmuş yırtıcı bir hayvan gibi işte ben Yapılması akla gelmedik Daha bir sürü şeyleri de hep yapıyordum ki Pek denenmemiş bir boğuşma şekli oluyordu bu da Sonra ben yoruluyordum. Yalnız yorulmak mı? giderek geri çekiliyordum biraz Pençesi asfaltlarda gezen, tüyleri camları ikileştiren Aşılır bir yer sanan o beton duvarları Mermerleri ve soğuk potrelleri tırmalayan Ben Geri çekiliyordum biraz Güçlenip saldırmak için düzlüğe yeniden Ama hiç bilmiyordum ki, neresinden vurulurdu bu düzlük Neresinden bozulur Bilmiyordum ki Bildiğim bir şey varsa, bana pek bir zararı dokunuyordu diyemem düzlüğün Diyemem, çünkü bir yerlerim hiç mi hiç acımıyordu ki Ne bir baş dönmesi, ne bir göz kararması Duymuyordum ki Olsa olsa benim kendime bir şeyler yapmam için zorluyordu beni Düzlük Ve gerçekten yaptırıyordu da Mesela giderek yenilmem gerekiyordu ki kendime, yenildim Uzanmam gerekiyordu ki yere, uzandım sonunda iyice Uzandım içimdeki o beyaz düzlüğün taşırdığı Bembeyaz taneciklerin üstüne Artık çağanozlar bir su gibi beni yalayarak Geçiyorlardı tek sesli yaradılışımdan Ve memeli balıklar ağır ağır doğuruyorlardı içimde Ben ve kumlar bir pesüs gibi ağırdan yanıyorduk Biz öyle yanıyorduk ki, dünya ise bu alevden Bir bağışlanmamış dünyaydı Artakalan dünyaydı eski bir tevrat plağından Gittikçe bizim olmayan bir Dünyaydı Ve düzlük bir peygamber ölüsü karşısında Bitmeyen bir düzlüktü ki... işte ben Gene de tam kendisi oldum diyemem düzlüğün Diyemem Çünkü bazı olaylar bunu doğruluyor Ve bazı düşünceler. Şöyle ki: Martılardan bir tanesi yalnız yaşıyormuşçasına boşlukta Dünyanın en heyecanlı çizgilerini çizdi Ve bulutlar doldurdu bu kıvrımları yavaştan Ve benim yarattığım tanrılar ki, geldiler Bir inip bir çıktılar çocuklar gibi Çığlık çığlığa Bu metalsi görünümler arasından Sonra ben belki de gözlerimi yumdum Her yerlerimle yalnız oldum ki, düzlük Etimi ve benim bütün boyutlarımı yemeye başladı Ve hayallerimi Yemeye Demek oluyor ki bir süre kalsam böyle - Ne kadar mı, bunun pek önemi olduğunu sanmıyorum - Kimseler tanımayacak beni. Deniz hayvanlarının Kurumuş iskeletlerine döneceğim Korktum Yani hiçbir şey değilim de ben, sadece bir konuyum Öyle mi Doğruldum işte yeniden Bir insan tadında olan ve Bunu geçen ben Denizin kumları üzerinde durdum. Ben denizin kumları üzerinde durdum Ben, diyorum, demek oluyor ki bir anlamım var benim de Değişen bir şey olarak ve değiştiren Bir anlamım var Peki öyleyse neden hep başkaları tanımladı beni şimdiye kadar Neden Gerçi sessiz ve ünü olmayan bir yaratıktım, biliyorum Ve onlar güçlüydüler, biliyorum Ne zaman biraz öfkelenmeye kalksam, bu bile Onların istediği bir öfke oluyordu ki Sonra ben susuyordum Ama bir suçluluk da duyuyordum ki, bu da bir başkaca düşmanımdı benim Ben neydim. II Hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim. Bir ara Hiç kimselerin tutmadığı oyunlara giderdim Tiyatrolar ki benim en sevdiğim boşluklarımdır. Maun tabutumda Her yerleri çok süslenmiş ölüler gibiyimdir Bir kurdelenin ya da gümüşten bir haçın altında sanki Geri çekilmiş yüzümle, geri çekilmişliğe dargın yüzümle Bir çelişki gibi ölümsüz Yaşamakta olurdum. İlkyazla birlikte kına çiçeklerinin de açtığı söylenir Kimi zaman da bir efsane gibi söylenir, kazılardan çıkarılmış kalıntı şehirleri Anlatır gibi Bana kalırsa açtıkları günden yıllarca sonra açar bu çiçekler İlkel bir coşkunluğu bir hayat kılığına Yıllarca sonra getirirler ki Tıpkı fırtınalardan kurtulmuş bir geminin Şimşekler, gökgürültüleri Ve yırtıcı deniz hayvanlarından Ve korkunç gıcırtılardan artakalan bir uğultuyu Bir sabah denizinde sütliman Güneşli, durgun bir gökyüzünün altında Dinlenen gemicilere unutturduğu zaman Derim ki, tam o zaman yaşanır fırtına Onca telaş, onca ölüm korkusu o zaman. Yani tiyatrolar ki benim en sevdiğim boşluklarımdır. Maun tabutumda Her yerleri çok süslenmiş ölüler gibiyimdir Bir kurdelenin ya da gümüşten bir haçın altında sanki Ölümün bir acıyla doldurulduğu yüzümle Geri çekilmiş yüzümle, geri çekilmişliğe dargın yüzümle Öyle bir çelişki gibi ölümsüz Yaşamakta olurum. Hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim. İşte ben Hiç kimselerin tutmadığı oyunlara giderdim Bir kedi ayaklarıma sürtünerekten geçerdi - ki benim yaşamımda Her zaman bir kedi bulunur, onu ben Bir imza gibi yazılarıma koyarım - Ve duvarlar yumuşardı, sarkardı Ellerimle ittiğim olurdu onları bu yüzden Terlerdim Sonra bir gazoz içerdim ki, yani ben Kısaca söylemek gerekirse, bazı şeyleri hep geciktirirdim Mesela bir mürekkep balığına, bir bahçe kapısının oymalı demir parmaklığına Saatlerce baktığım olurdu, orkideler satılan bir dükkanın Önündeki çiçek artıklarına Bir bira çekme makinesine, ne bileyim Yazısız bir kağıda günlerce baktığım olurdu Ve yıllarca bir saplantıya Giderek bakmanın tam kendisi olurdum. Yani ben Bakmanın düzlüğü ve hiçliği ve sonrasızlığındaki şey Olurdum ki, başkalarını hiç mi hiç ilgilendirmeyen Yapayalnız bir ben kurardım Yapayalnız bir ben kurardım ve kedi Salona girerdi birden, başlama saatini Bir o somutlardı sanki. (Hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydiler onlar da Biraz eşyaları vardı Bir gidip bir geliyorlardı o eşyalar arasında Biraz da susuyorlardı. Ve ağırca bir konsol Tüyleri dökülmüş bir halıyla beraber - Küllükleri, bir gece lambasını, duvardaki bir gravürü saymazsak - Onların aile resimleri gibiydiler Ve biraz da üç kişiydiler ki, ben onları buluyordum Biri bir banka afişinde veznedar Ben onu buluyordum Biriyse bir ilaç prospektüsünde acılı Ve hastalıklı bir kadın Onu da Buluyordum ki Olsa olsa bir heykeldi diyebilirim üçüncüsü de Gündelikçi bir kadın Tozunu alıyordu bazen, siliyordu onu iyice Böylece üç kişiydiler. Ben birdenbire buzdolabını gördüm Yaşayan bir şey olarak Diyebilirim ki, değişken bir yüzölçümü vardı yaşamasının Ve beyaz Ve mavimsi bir şekilde örtüyordu ki dünyayı Bir seramik gibi onu dondurarak Bir mine gibi Şunu da söylemeliyim ki, hiçbir şey kımıldamıyordu bu yüzden Bir tanrı yere düşse parçalanacak Ve pencerelerden upuzun inşaat demirleri giriyordu içeriye Gökler kalıplı ve kalın Duruyordu bir buz dağı gibi şehrin üstünde Ve dolap buzlanıyordu durmadan. Öyle ki Önce mutfağı donduruyordu bir buzdolabı mantığıyla Odalara giriyordu, sonra veznedarı Heykeli, hasta kadını, giderek Koltuğu, masanın altındaki kediyi - evet kediyi - Konsolla çatlak bir aynayı da donduruyordu Bu böyle olunca, yani evin her köşesi donmakta oldu mu Birden bir örümcek düşüyordu yere, çıt diye bir ses İncecik gövdesiyle kırılıp bölünüyordu Örümcek Ve ayna hep gösteriyordu. Ben solgun Yüzümle buzlanaraktan içimi gezdiriyordum orada Ve konsolda bir kadını kaydırıyordum, o kadın ki İyiliği artık çağımıza uymayan Bir kadın ki Cinsiyeti belirsiz bir resim gibi duruyordu Ellerim arasında Ve tuhaf yüzler duruyordu, ben bunu görüyordum Anlamları hiç değişmeyen Mesela gülmek sonsuzca uzanıyordu. Anılar Bir buz bitkisi gibi renksiz, yabansı Acılar ki en kalıcıydı ve nasıl Yeni bir insan haritasını çiziyorlardı buzların altında Ve insan nasıl da daha çok benzeyerekten insana Durmuştu ki, şöyleydi: Sanırım bir soru vardı öyle sorulacak Bir soru, evet, hiç olmazsa Biz tarihin hangi döneminde yaşadık? Bir insan müzesi gibi... Kedi Çıkardı birden salondan. Ve bitiş saatini Bir o somutlardı sanki.) III Sanırım hiçbir şeyin öyle pek tamamlanmadığı Bir çağda yaşıyordum. Ve bütün eksik kalmaların Sessiz ve ünü olmayan bir tanığıydım ben Ben, diyorum, demek oluyor ki bir anlamım vardı benim de Düşünen bir şey olarak ve düşündüren Ama korkarak söylüyorum, çok ağır bir yük gibi taşıyordum bunu da Ve biraz da pek kullanılmayan Ya da hiç bırakmadıkları kullanılmaya Çok ağır bir yük gibi Onu ben taşıyordum, düşündüklerimi Ve bu durumda ne beni etkileyen Ne de ben etkilendikçe bir başkasını Etkileyen ve bizi geçen Bir ben kurmuş oluyorduk ki, o zamanda diyordum Yani hiçbir şey değilim de ben, sadece bir konuyum Öyle mi? Yeniden, yeniden, yeniden doğruluyordum Bir insan tadında olan ve Bunu geçen ben Bir dram gibi sonsuz Kumları üzerinde sonsuzluğun.

31 Mart 2016 Perşembe

Aralık,Ahmet Oktay

ARALIK

Karda yürü bir akşam, üzgün, hafif, içkiliucuz basma giyimli nice sıkıntılardanve hep aynı, aynı şehirlerden yorulur kişiyalnız kendine çıkmayı ister her mısradan.

Parklarda yalnızlığını gezmeye götürmekçocukça konuşmak, kestane yemek yanyana.Bir bulutu eskiyen ölülere benzetmekanılardan çizmek bir paketin arkasına.

Akılda yokken nelerden özlenir yolculuk?Örneğin pencereye çarpan bir kuş kanadı,yağmur sonrası bir sinema önü, bir çocukne kadar zengin kendince düşünmenin tadı.

Bütün bunlar kedi gözü avunmalar içinbazı unutmak da güzel her günkü yüzlerikapalı odaların, kapalı kişilerinbıktırır hiç ay ışığı görmemiş yerleri.

Hatırlamak için aşkları şaraplarunutmalı ölmek ve yitirmek korkusunu.Kapılar arkasında, gül ağacı kapılarkadınlar yaşar gözlerinde bir göl uykusu.

3 Mart 2016 Perşembe

Bir saatliğine sağır ve dilsiz oldum

Karanlıkta Diyalog'dan sonra merakla beklenen ‘Sessizlikte Diyalog' sonunda açıldı. Bir saat süren sessiz deneyim, katılımcıları sağırların dünyasına dair farkındalık, empati ve kullanmadığımız duyuları keşif yolculuğuna çıkarıyor.

Sessizlikte Diyalog, yaklaşık iki sene önce Gayrettepe metro istasyonunda açılan ve büyük ilgi gören Karanlıkta Diyalog sergisinin devamı niteliğinde bir sosyal farkındalık girişimi. Amaç basit: Bir saatliğine sağır olmak ve o dünyaya dair bilinmeyenleri deneyimlemek. İşitme Engelliler ve Aileleri Derneği desteğiyle ve Turkcell ana sponsorluğunda gerçekleşen sergi, aslında en fazla 13 kişilik grupla girilen ve bir saat süren sessiz bir deneyim. Projede çalışanların tamamına yakını ya sağır dilsizlerden ya da KODA'lardan (sağır dilsiz anne-babaların duyan çocukları) oluşuyor. Rehberler sağır dilsiz, KODA'lar ise rehberlerle katılımcılar arasında tercümanlık yapıyor. Tabii serginin en sonunda. Çünkü sergi alanına girdiğiniz andan itibaren konuşmanız yasak.

Söz eller ve yüzlerde

Bizim rehberimiz Mahir. İçeri adım atar atmaz hareketlerinden gözümüzü bir an olsun ayırmıyoruz. Konuşmamızın yasak olduğunu havada bir çarpı çizmesinden anlıyoruz. Kulaklıkları işaret etmesi ile bizi sessizliğe gömecek aletleri takmamız da tamam. Sonrası yabancı dili Türkçe bilmeyen bir öğretmenin dersine girerek öğrenmek gibi. Belki daha zor. Ama neyse ki Mahir, o ‘soru sormasın diye göz göze gelmekten kaçındığımız' öğretmenler gibi değil. Sürekli gülümsüyor, şaka yapıyor ve ilerleyen vakitlerde kendimizi bilmediğimiz bir dilde yapılan esprileri anlarken buluyoruz. Sergi ‘ellerin dansı, yüz galerisi, işaret oyunu, şekiller forumu ve diyalog odası' olmak üzere 5 bölümden oluşuyor. ‘Ellerin dansı'nda Mahir, çeşitli şeyler ima edip onu ellerimizle göstermemizi istiyor. Herkesin kolaylıkla yaptığı tek şey çocukken gölge vuran duvar gördüğümüzde ellerimizle yaptığımız kanat çırpan kuş oluyor.

Ardından en keyif alınan kısım olan yüz galerisine giriyoruz. Mahir, bir projektör yardımıyla fotoğraflar gösteriyor. Einstein'ın meşhur dil çıkartan pozu, Marilyn Monroe, Kemal Sunal gibi karakterlerin yüz ifadesini taklit etmeye çalışırken şekilden şekle giriyoruz. Ardından korkunç bir köpek fotoğrafı, matematiği temsil eden formüller, tatil ya da köpek balığı fotoğrafları karşısında hissettiklerimizi mimiklerle ifade etmemizi istiyor Mahir. Matematiğe hemen herkes yüzünü ekşitirken tatil fotoğrafında ağzımızı toplamakta zorlanıyoruz.

Sessiz film oynamak gibi

İşaret oyunu, sessiz film oynamak gibi. İki gruba ayrılarak rehberin istediği sözcükleri karşı tarafa anlatmaya çalıştık. Mahir ‘nasılsın, iyiyim, evet, hayır güzel, zor' gibi basit düzeyde işaret dili öğretti bize. Diyalog odasından önceki son kısım da zor olduğu kadar keyifliydi. Bir kutunun içinde yer alan şekilleri belli bir sıraya göre dizmesi gereken takım arkadaşımıza ipuçları vermekti görevimiz.

Son olarak tercümanların da dahil olduğu diyalog odasına giriyoruz. Mahir ile aramızdaki sessizlik duvarını yıkan kişi kendisi de bir KODA olan tercüman. Onun aracılığıyla Mahir'e sorular soruyoruz. “Günlük hayatta en çok nerelerde zorluk çekiyorsun, burada rehberlik yapmanın sana hissettirdikleri, doğuştan mı sağırsın?” gibi konular en çok merak edilen şeyler. Çoğumuz ilk defa bir sağırla karşı karşıya kalmışız. Mahir, hepsini gülümseyerek cevaplandırıyor: “En çok hastanelerde, devlet dairelerinde güçlük çekiyoruz. Bir de televizyon izlemek sıkıcı oluyor. Sizleri bu bilmediğiniz dünyada misafir etmek çok güzel.” Bu arada işaret dilinde en zorlandıkları şey birbirlerine isimle hitap etmeleri imiş. Özel isim, işaret dilinin en büyük handikabı. Bir saatin ardından iletişimde en zayıf halkanın aslında konuşmak olduğunu anlıyorum. Ve mimiklerimizi epeydir ne kadar az kullandığımızı... En çok da sağırların dünyasına ne kadar uzak olduğumuzu...

‘Zamanda Diyalog' da yakında

Projenin kurucusu İstanbul Social Enterprise Direktörü Hakan Elbir, Sessizlikte Diyalog'un 2 yıllık bir çalışmanın ürünü olduğunu anlatıyor. Karanlıkta Diyalog hayata geçirilirken temelleri atılmış. 2017 ya da 2018'de projenin üçüncü ayağı olan Zamanda Diyalog da gerçekleşecek. Zamanda Diyalog, adı üstünde kişilere yaşlılık deneyimini aktarmak üzere şekillenecek bir proje. Hakan Elbir, 7 yıllık bir deneyimsel müzecilik geçmişinin ardından bu girişimi kurmaya karar vermiş. Sosyal meselelerde kamunun yetersiz kaldığı yerlerde devletin yükünü hafifletmek üzere bu projeyi hayata geçirmek istediklerini söyleyen Elbir, “Amerika'yı yeniden keşfetmeye gerek yok.” diyerek, dünyada başarılı olmuş bİr projeyi alıp adapte ettiklerini anlatıyor. Ve Zamanda Diyalog ile birlikte sonunda burayı bir sosyal laboratuvara dönüştürmek istediklerini aktarıyor. Sessizlikte Diyalog içinse özetle şunları söylüyor Elbir: “Hem farkındalık, hem empati hem de kullanmadığımız duyuları keşif yolculuğu.” Bunu yaparken de projenin özellikle ajitasyona ya da eğlence aracına dönüşmemesi için özel çaba sarf etmişler. “Engellilerle ilgili projesi olan insanlara da kapımız açık.” diyor Elbir.

25 Şubat 2016 Perşembe

Uçuşlar sessiz moda alınıyor

Uçakla seyahat eden yolcu sayısındaki artış, havayolu şirketleri ile havalimanı işletmecilerini çok sevindiriyor. Ancak artan yolcu sayısı, özellikle havalimanlarındaki yoğunluk ve koşuşturmaca yüzünden gürültü kirliliğine de neden oluyor.

Her yerde o kadar çok gürültü oluyor ki, uçuş öncesi dinlenmek için gidilen özel salonlarda dahi ‘sessizliğe' hasret kalınıyor. Bu ciddi sorunu ortadan kaldırmak için seferber olan şirketler ise çoğu zaman çaresiz kalıyor. Yolcuları daha sessiz bir ortamda uçuşa hazırlamak amacıyla havalimanı ve uçaklarda yeni uygulamalar devreye girmeye başladı. Yolcu kapasitesi yüksek havalimanlarında başlatılan ‘Sessiz Havalimanı Projesi' ile gürültü kirliliğinin en aza indirilmesi hedefleniyor. 7 ülkede 14 havalimanı işleten TAV Havalimanları, projeyi, Atatürk Havalimanı ve İzmir Adnan Menderes Havalimanı'nda geçen yıl, Ankara Esenboğa Havalimanı'nda ise bu yıl başlattı.

Havayolu şirketleri ve resmi otoritelerle koordineli gerçekleştirilen uygulamayla, terminalde sesli anonslar asgari düzeye indirildi ve yolcuların doğru bilgiye hızlı erişimi için görsel yönlendirmeler artırıldı. Uygulamayla, gelen uçakların iniş anonsu kaldırılırken, gidiş katında uçağa geçişteki kapılar için yapılan değişiklik anonsunun da sadece pasaport kontrol noktası arkasında gerçekleştirilmesi kararlaştırıldı.

FRANKFURT'TA SESSİZ KOLTUK!

Yolculara daha sessiz bir ortam hazırlamak amacıyla Frankfurt Havalimanı'nda da yeni bir uygulama başlatıldı. Transit (aktarma yapan) yolcuların kullanması için geçen hafta Terminal 1'de A58 ve Z58 kapılarında, Terminal 2'de ise D4 ve E5 kapılarında ‘Sessiz Koltuk-Silent Chairs' hizmete sunuldu. Yolculardan büyük beğeni gören yarım kubbe şeklindeki etrafı camla kaplı koltuklar, özellikle ortam sesini en aza indirerek daha fazla konfor sunuyor. Koltuklarda yolcular akıllı telefonları, tabletleri veya diğer dijital cihazlarla kendi müziklerini dinleyebiliyor. Koltuklarda bilgisayarlar için mini bir masa da bulunuyor.

SESSİZ KULAKLIK

Sessiz seyahat konusunda bir hamle de THY'den geldi. Şirket, business class'taki yolcuları için noise cancelling (ses kesici) Denon Globe Cruiser AH-GC20 kulaklıkları dağıtmaya hazırlanıyor. Kulaklıklar, şirketin uzun menzilli uçuşlarını gerçekleştirecek geniş gövdeli uçaklarında kullanılacak. Uçak içi eğlence sistemine entegre ilave aparatıyla da kullanılabilen bu özel kulaklık, yolcuların kişisel cihazlarında kablosuz özelliğiyle sessiz bir yolculuk yapmasına imkan tanıyor.

EN SESSİZ UÇAK

Airbus 350-900, 21 desibel ses limitiyle dünyanın en sessiz uçağı sertifikasını almaya hak kazandı. Fiyatı 261 ile 341 milyon dolar arasında değişen uçağın Trent XWB motorları, Rolls Royce tarafından üretildi. Dünya çapında büyük ilgi gören Airbus 350'ye 41 ülkeden 778 sipariş geldi. Bunlardan 80'i Katar Havayolları'na teslim edilecek. Bu sessiz hava aracı, yüzde 53'ü plastik malzemeden yapıldığından ‘plastik uçak' olarak da tanımlanıyor.

UÇAKLARA GÜRÜLTÜ SERBEST!

Sessiz seyahat için sevindirici adımlar atılırken ilginç bir haber geldi. Havalimanlarındaki gürültü sertifikası olmayan uçakların iniş ve kalkışında alınan ‘tazminat' sona erdi. Tepkiler üzerine açıklama yapan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, uçakların gürültü tazminatı belirleme esaslarının Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı uhdesinde olduğunu belirtti. Açıklamada uçakların sertifikalı olması nedeniyle bu maddenin uygulanamadığı ve yönetmelikten çıkarılarak tamamen ilgili bakanlığa bırakıldığı kaydedildi.

Yzur, Tuzdan Heykel, Lugones (Babil Kitaplığı, J.L.Borges Tarafından hazırlanan Fantastik Edebiyat Dizisi'nden)

Lugones, Tuzdan Heykel, Babil Kitaplığı Jorge Luis BorgesHer büyük yazar işe iyi bir okur olmakla başlar ve yıllar geçtikçe, tercih ettiği ya da dışladığı okumalarıyla kişisel bir kitaplık yaratır. Buenos Aires'teki Ulusal Kitaplık'ın (ki burada dünyanın başka yörelerinde bulunmayan kitapların olduğu söylenir) yöneticisi Jorge Luis Borges bu kitap bolluğundan yararlanmasını bildi: Zaten büyüfenmiş okurlarına, derin bilgi ve neşesiyle, şaşırtıcı derecede ilginç derlemeler hazırlayıp sundu. Düşsel edebiyatın mücevherlerini oluşturan metinleri bir araya getirdi ve onun en güzel hikayelerinden biri olan Babil Kitaplığı, aynı zamanda dizinin adı oldu. 1975 ile 1985 arasında yayımlanan bu dizi, daha şimdiden bir edebiyat klasiğidir. Bir araya gelen bu kitaplar aynı zamanda Buenos Aires'in bu büyük kütüphanecisine adanmış en duygusal anıtlardan da birini oluşturur.

İyi okumalar.

F. M. Ricci

Babil Kitaplığı

Tuzdan HeykelLeopoldo Lugones 

ÖnsozJorge Luis Borges

İspanyolcadan Çeviren:Banu Temel 

Önsöz, İspanyolcadan Çeviren:Mukadder Yaycıoğlu

Önsöz

Tüm Arjantin edebiyatını tek bir yazara indirgemek zorunda kalsaydık (aslında bizi böyle tuhaf bir indirgerneye zorlayan bir durum yok) bu yazar tartışmasız Lugones olurdu. Dünümüzü, bugünümüzü ve belki de yarınımızı onun yapıtlarında bulmak mümkündür. Geçmişimizi El imperio jesuitico'da (Cizvit İmparatorluğu), El payador'da (Ozan) ve La Historia de Sarmiento'da (Sarmiento'nun Öyküsü); yazarın yaşamış olduğu Modernizm dönemini ise Las monta:fias del o ro' da (Altın Dağlar) ve Los crepusculos del jardin' de (Karanlık Bahçe) bu la biliriz. 1909 'da yazdığı Lunario sentimental (Duygusal Ay), bu tarihten sonra yazdığımız her şeyi önceden şekillendirmiş ve hatta onları aşmıştır. Martınez Estrada'nın ve Güiraldes 'in yapıtları Lugones 'i tanımadan anlaşılamaz. Bu, onun olumlu yanıdır. Olumsuz yanı ise, edebiyat yapmayı sözel bir oyun, daha açık bir deyişle, sözlükte yer alan tüm sözcüklerle oynanan bir oyun olarak görme eğilimidir. Bu, Ultraizm akımının çok zengin ve gizemli şiir sanatını yalnızca tek bir biçime, yani eğretilemeye indirgemek istemesinden on beş yıl önce ortaya çıkmış bir eğilimdir. Sözün kısası, bu dogmayı geçersiz kılmak için eğretileme olmayan tek bir dize aktarmak yeterlidir: Beni öperken tir tir titriyordu dudakları.

Lugones için dört önemli şair vardı. 1897' de yazdığı Altın Dağlar'ın ilk şiirine bakacak olursak, bu şairlerin Homeros, Dante, Hugo ve Walt Whitman oldukları anlaşılır; 1909' da yazdığı Duygusal Ay'ın önsözünü göz önüne aldığımızdaysa, Whitman'ın adını çıkarmak gerekir, çünkü Whitman, Lugones 'in modern şiir için elzem olduğuna inandığı uyağı kullanmıyordu. Hiçbir İspanyol şairinin adının geçmemesi anlamlı. Lugones 'in çok amaçlı ve büyük emeği üzerine henüz etrajlı bir çalışma gerçekleştirilmedi. Lugones, neredeyse anonim bir yalınlık gösteren Kuru Nehir Romansları (1938) dışında kalan tüm yapıtlarını Fransız dilinde ya da sözlük İspanyolcası'yla tasarladı. Şair, öykü yazarı, eleştirmen, tarihçi, sözlükçü, hatip ve pek de başarılı olmayan bir Yunan dili ve edebiyatı uzmanı ve Homeros çevirmeniydi. Genç şairleri keşfetmek ve onları cesaretlendirmekten hoşlanırdı.

Hiç kimse mutluluğu gizleyemez; gururlu ve ketum olmasına karşın Lugones'in kederi apaçık ortadaydı. Kırk yıl kadar önce, intihar ettiğini bana telefonla haber verdiklerinde şaşırmadım ama üzüldüm, çünkü vazgeçme ve yadsımalarla dolu tüm yaşamının gecikmiş bir intihar olduğunu düşündüm. Seneca'nın bile kayıtsız kalamayacağı bir azdeyişinde, Lugones, "Yaşamının efendisi olan insan, ölümünün de efendisidir," demişti. Lugones 1874 yılında, bir Akdeniz Şehri olan Cordoba' da doğdu, 1938 yılında, Buenos Aires 'in birkaç kilometre kuzeyinde bulunan Tigre (Kaplan) takımadalarından birinde canına kıydı. Birinci cildine A harfi bile sığmayan ve sık kullanılmayan sözcüklerle dolu Diccionario del castellano usual (Güncel ispanyolca Sözlüğü ) başlıklı çalışması tamamlanamadan kaldı. EI tamaiio del espacio (Uzamın Hacmi) başlıklı denemesinde Einstein'ın kurarnlarını inceledi. Yazarlığının yanı sıra öğretmen ve gazeteciydi, askeri geleneğe sahip bir aileden geliyordu. Miyop olması askerlik yapmasını engelledi ve edebiyat çalışmalarının önünü açtı; yine de her zaman etik bir disipline sahip oldu. Politik kararsızlıkları kınandı, ancak 1890'lı yıllarda anarşist olması, 1914'te müttefiklerin tarafını tutması, 1930'lu yıllarda ise faşist olması, aynı sorunla ilgilenen,ancak bu soruna zaman içinde çelişkili çözümler öneren bir adamın farklı içtenlikleri olarak kabul edilebilir. Onunla çok az görüş tüm, bunda benim çekingenliğimin de payı oldu. Kendisine söylenenlere karşı çıkmaya eğilimli ve bu tutumunu haklı çıkaracak zekice nedenler arayan, yalnız ve ağırbaşlı bir adamın imgesini hala zihnimde koruyorum.  

Düzyazılarıyla da dikkat çeken Lugones'in başlıca uğraşı şiirdi; kimi zaman adı anımsanmasa bile, Lugones'in dizeleri, bunları mırıldanan Arjantinlilerin belleğinde yer etmiştir: "Biberiye kokuludur mavi tepeler 1 ve ormanın derinlerinde bir keklik ıslık çalar." Bu önsözde, Lugones 'in 1906 yılında yazdığı, bilimkurgu dediğimiz türü önceleyen birkaç fantastik öyküsünü incelemekle yetineceğiz. Edgar Allan Poe ve Wells'in etkisinde kaldığı açıktır, bu yazarların yapıtları elden ele dolaşıyordu ama Yzur'u ancak Lugones yazabilirdi. Yzur, bu seçkinin ilk öyküsü. O yıllarda düzyazı düşsel ve ağdalıydı. Lugones, bir bilimadamına atfettiği bu öyküyü dizginlenmiş bir ihtirastan yoksun olmayan, bile isteye kuru bir üslupla yazar. Bizim dilimizde yazılmış bilimkurgu türünün ilk örneği olan Yzur'un başarısı, kısmen, öykünün bir gerçeklikle mi yoksa maymunuyla aklını yitiren anlatıcının sanrı yüklü tutkusuyla mı sonlanacağını asla bilemememizden kaynaklanır. Ateş Yağmuru, vadi yerleşimlerinde yaşanması mümkün olayları canlı ve kesin bir biçimde imgeler; bu öyküde ilginç olan, belki de, Lugones'in yarattığı İbranilerin açıkça Yunanlı Epikurosçular olduklarını gözlemlemektir. Aynı şekilde, Tuzdan Heykel de İncil kökenlidir, ancak Lugones hepimizin bildiği öyküyü eşsiz bir gizemle zenginleştirir. Lugones için okuma eylemi diğer deneyimler kadar yoğun bir etkinlikti. Abdera'nın Atları öyküsünün Heredia'nın Fuite des centaures adlı sonesinden esinlendiği açıktır; ancak esin kaynağını aştığı da o denli belirgindir. Şu acemice yazılmış dizeyi yazarımızın kapanış türncesiyle birlikte anımsamak yeterlidir: "Dev bir ürküdür Herkül'ün gölgesi." Öykünün başlangıcı oldukça hoştur, bu hoşluk daha sonra acımasızlığa, acımasızlıktan da mitolojik bir mucizeye dönüşür. Lugones, özellikle uzdilli olması düşünülmü başlığının ruhsuz bir anlatıcıyla bire bir örtüştüğü Açıklanamayan Bir Olay' da, kısmen Wells tarzında, sade ve ağır bir üslupla, ne görülmüş ne de duyulmuş bir olayı anlatır. Lugones, daha önce, Alma venturoso başlıklı hayranlık uyandırıcı sonesinde birbirini seven ama bunun farkında olmayan, birbirleriyle aynı zamanda ve aniden aşklarını keşfeden iki insanı konu almıştı; Francesca'da Cehennem'in V. Şarkısı'yla boy ölçüşmeye niyetlenir; bu serüvenin farklılığı, içten vurgusunda yatar. Jülyet Nine de en incelikli aşk öykülerinden biridir. Geri getirilemez zamanın hüznü, Ay'ın varlığı ve nazik tavırların gizlediği ölçülü heyecan, bu öyküyü Lugones 'in en başarılı yapıtlarından birine dönüştürür.

O zamanlar çok uzak sayılan bir ülkede doğmuş olduğu için Avrupa'da hiçbir zaman tanınmayan Lugones, yapıtlarım ilk kez o çok sevdiği İtalya' da günışığına çıkarmakla, bana sessizce vermiş olduğu sözü tuttu.

Jorge Luis Borges

Tuzdan Heykel

Yzur

Maymunu iflas etmiş bir sirkin açık artırmasından satın aldım.

Bu satırlarda anlatılan deneyimi ilk yaşadığımda bir öğle vaktiydi; bir yerlerde Java yerlilerinin maymunlardaki sözle ifade etme eksikliğini yetisizlikle değil sakınımla açıkladıklarını okuyordum. "Konuşmazlar deniyordu"zira işe koşulmak istemezler.

İlk başlarda hiç de derin görünmeyen benzer bir düşünce önce kafanı kurcalayıp sonunda şu antropolojik önermeye dönüştü: Maymunlar  şu ya da bu sebeple konuşmaktan vazgeçen insanlardı. Bu durum ses üreten organlarının ve beyindeki konuşma merkezlerinin körelmesine yol açtı; maymun ırkının dilini anlaşılmaz bir hırıltıya dönüştürerek birbirleri arasındaki ilişkiyi zayıftattı ve sonunda yok etti böylece ilk insan bir hayvan olup çıktı."

Açıkça görülüyor ki, eğer bunlar kanıtlanırsa, maymunu bu kadar ayrıksı bir canlı yapan tüm anomaliler açıklanmış olacak, ama bunu yapmanın olası tek bir yolu var : Maymunu tekrar konuşturmak. 

Bu arada benim afacanla birlikte bütün dünyayı dolaştım; talih ve yaşadığımız serüvenler beni her defasında ona biraz daha yakınlaştırdı. Avrupa'da çok büyük bir ilgi gördü, hatta ona Konsül unvanı vermek isteyenler oldu; ne var ki, ciddi bir işadamı olarak bu tür saçmalıklardan kötü yönde etkilenrneye başladım.

Maymunların dili hakkında sahip olduğum sabit fikirle birçok kaynakçayı didik didik aramama rağmen, ortaya kayda değer hiçbir sonuç çıkmadı. Tek bildiğim, ve bundan adım gibi emindim, maymun un konuşmaması için hiçbir bilimsel gerekçenin olamayacağıydı. Bu düşünceler içinde beş sene geçti.

Yzur (bu adın kökeninin ne olduğu asla anlaşılamadı, zaten bir önceki sahibinin umrunda bile değildi) kesinlikle dikkate değer bir hayvandı. Sirkte aldığı eğitim, tümüyle taklit yeteneğine indirgenmiş olsa da, yetilerini bir hayli geliştirmişti; ilk bakışta saçma gibi gelen teorimi onun üzerinde sınamak konusunda beni cesaretlendiren de buydu zaten.

Öte yandan, şempanzenin (yani Yzur'un), tüm maymunlar içinde en gelişmiş beyin yapısına sahip olduğu ve kolay eğitildiği de unutulmamalı, bu da teorimin olabilirliğini artırıyordu. Onu iki ayağının üstünde tıpkı sarhoş bir denizci gibi yürüyüp ellerini arkasında kavuşturarak dengesini sağlarken her gördüğümde, onun ket vurulmuş insanlığına beslediğim inanç daha da güçleniyordu. Gerçekten de, maymunun tane tane hecelememesi için herhangi bir sebep yok. Doğal dili, yani benzerleriyle iletişim kurarken çıkardığı bütün o homurtular, yeterince almaşık. Gırtlağı, insanoğlununkinden çok farklı olarak, basbayağı konuşabilen papağanın gırtlağına hiç benzemez; beynine gelince, papağan beyniyle yapılan bir karşılaştırmanın tüm kuşkuları gidermesi bir yana, bir gerizekalının beyninin de asgari yetiye sahip olduğunu anımsamak yeter, kaldı ki kreten hastaları bile basit birkaç kelime konuşabilmektedir. Broca kıvrımının işlevi, beynin bütüncül gelişimi üzerine kuruludur; her ne kadar konuşma merkezinin kesinlikle bu bölgede olduğu henüz kanıtlanmamışsa da. Eğer bu sorun anatomide daha iyi açınlanırsa, çelişkili olgular o andan itibaren hükümsüz olacaktır.

Neyse ki maymunlar, tüm olumsuz koşullara rağmen, taklit etmeye yönelik eğilimlerinin de gösterdiği gibi öğrenmeye karşı heveslidir; esenlikli bir bellek, esaslı bir kılık değiştirmeye kadar varabilen yansıtım ve çocuktakine kıyasla daha gelişmiş bir dikkat. Bu yönleriyle, tüm pedagojik öznelerin en başta geleni olduğu söylenebilir. Üstelik benimki gençti, maymunun en entelektüel yaşam evresinin gençlik olduğu da bilinir, bu yönüyle siyahlara benzer. Temel güçlük, onlarla sözlü iletişim kurmak için izlenecek yöntemin kendisinde yatıyor.

Benden öncekilerin tüm yararsız girişimlerinden haberdardım. Dahası yetkinliğine rağmen tüm gayretleri boşa çıkan kimi girişimler karşısında benim denemelerim de birçok kez başarısız oldu. Bu konu üzerinde düşününce şu sonuca vardım: Aslolan, maymunun ses düzeneğini geliştirmek. Gerçekte sağır ve dilsizlerin hecelemeyi öğrenmesi de bu yolla sağlanır. Bu konu üzerine adamakıllı kafa yorunca sağır dilsizler ve maymunlar arasında birçok benzerlik olduğunu gördüm. 

Her şeyden önce konuşulan dili ikame eden olağanüstü taklit mahareti konuşmuyor olmanın düşünmüyor olmak anlamına gelmediğini gösteriyor; birinin iş görmemesi yüzünden diğerinin işlevi de en aza indirgenmiş durumda hepsi bu. Ayrıca tuhaf olduğu kadar özgün başka özellikler de var: İşte sebatkarlık bağlılık cesaret ve varlıklarından hareketle neredeyse bir kesinlik kurmaya yarayan gerçekten de açınlayıcı iki özellik: Denge egzersizleri konusundaki hüner ve can sıkıntısına karşı gösterilen direnç.

Bunun üzerine eserime maymunumun dudakları ve dili üzerindeki esaslı bir beden egzersiziyle başlamaya karar verdim ona bir sağır dilsiz gibi muamele edecektim. Sonra da dolaysız bir sözlü iletişim kurmak için işitme duyusundan yararlanacak dokunma duyusuyla pek ilgilenmeyecektim. Okur bu noktada gereğinden fazla iyimser olduğumu ilerleyen bölümde görecek.

Neyse ki şempanze tüm maymunlar içinde dudaklarını en rahat hareket ettirebilen hayvan; bir defasında anjine yakalanan Yzur doktorlar boğazını muayene edebilsin diye ağzını açmayı becermişti.

İlk gözlemim kuşkularımı doğruladı. Dili ağzının derinlerindeydi, hareketsiz bir topak gibi duruyor, yutkunmaktan başka bir işe yaramıyordu. Egzersizler etkisini göstermeye başladı, iki ayın sonunda muziplik yapmak için dilini çıkarmayı öğrenmişti. Dilinin devinimiyle zihni arasında bir bağıntı olduğunu gözlediğim ilk durum buydu, öte yandan, yaradılışıyla da kesin biçimde örtüşüyordu.

Dil egzersizinin güçlükleri de vardı, bazen dilini pensler yardımıyla çekip uzatmak zorunda kalıyor, ama bu tuhaf uğraşı -belki de benim izlenimim bu- önemsiyor ve buna dört elle sarılıyordum. Ben ona taklit edeceği dudak hareketlerini gösterirken oturuyor, elini sırtına götürüp sağrısını kaşıyor ve kuşkulu bir tavırla dikkat kesilip göz kırpıyor ya da uyumlu devimler le düşüncelerini anlaşılır kılmaya uğraşan bir insan gibi yanağındaki tüyleri düzeltiyordu. Sonunda dudaklarını hareket ettirmeyi öğrendi.

Ama konuşma egzersizi, çocukların uzun yıllar süren ve zihinsel gelişimleriyle koşut yol alan kekelemelerinin de gösterdiği gibi, zor bir sanat ve edinilmesi güç bir alışkanlık. Gerçekte, sesleri yapılandıran merkezin konuşma merkeziyle bağlantılı olduğu ve ikisinin gelişiminin de armonik tekrarlara bağlı olduğu kanıtlanmıştır. Felsefi bir soruşturma sonucunda sağır dilsizlerin sözcül eğitimi için bir yöntem geliştiren Heinicke, bunu daha l785'te öngörmüştü. Derin anlaşılırlığıyla birçok çağdaş ruhbilimciyi şad eden bir şeyden, 'düşüncelerin zincirleme bağlantısından' söz ediyordu.

Yzur, dil konusunda, konuşmadan önce birçok kelimeyi anlayabilen bir çocukla aynı durumda bulunuyordu; ancak yaşamı daha iyi tanıdığı için, şeyler üzerinde bir yargıya varmakta daha beceriliydi.

Bu yargılar sadece birer duygulanım değil, ayırıcı özellikleri muhakeme etmeye dayanan soruşturma ya da incelemelerdi, böylece soyut bir uslamlama geliştiriyor, bu da ona, en azından benim fıkrimce, kesinlikle daha üstün bir zihinsel yeti katıyordu. Eğer teorilerim fazlaca cüretkar görünüyorsa, tasıının ya da temel mantıksal tartışmanın birçok hayvanın zihni için hiç de yabancı olmadığını anımsamak yeterlidir. Zira tasım, kökeninde, iki duygulanım arasında yapılan bir kıyaslamadır. Eğer öyle değilse, neden insanoğlunu tanıyan hayvanlar ondan kaçıyor da tanımayanlar kaçmıyor? . . .

Derken, Yzur'un ses eğitimine başladım.

İlk olarak mekanik kelimeleri öğretip daha sonra duyumsal kelimelere geçmek gerekiyordu.

Maymun ses yetisine sahip olduğu için, sağır dilsizlere göre daha iyi durumdaydı, yani başlangıç düzeyindeki hecelemeleri daha anlaşılırdı; maymuna sadece fonem ve hecelemenin temelini oluşturan ve hecelerin sesli ya da sessiz olmasına göre eğitmenler tarafından statik ya da dinamik olarak adlandırılan çeşitlerneleri öğretmek yetecekti. Sağır dilsizler üzerinde Heinicke'nin uyguladığı yöntemi ve maymunun oburluğunu da dikkate alarak, her sesi bir yiyecekle ilişkilendirmeye karar verdim: Patatesin 'a'sı, ekmeğin 'e'si, incirin 'i' si, kokonun 'o'su, kuskusun 'u'su örneklerinde olduğu gibi söz konusu sesli harfin o besinin içinde geçmesine dikkat ettim; bazen ekmek ve incirde olduğu gibi yalnızca bir seslinin tekrarı üzerinde durdum, bazen de patateste olduğu gibi vurgulu ve tecvite dayalı iki heceyi temel ses olarak aldım.

Özellikle seslileri ya da ağzın iyice açılmasıyla elde edilen sesleri çalışırken her şey yolunda gitti. Yzur bunları on beş günde öğrendi, en çok zorlandığı harf ise 'u' oldu.

Sessiz heceler beni tam anlamıyla deliye döndürdü. Diş ve dişetlerinin yardımıyla elde edilen sesleri asla çıkaramayacağını kısa sürede anladım. Uzun ve sivri dişleri bunu yapmasına engel oluyordu.

Böylece tüm alfabe beş sesliden ibaret hale geldi; 'b' , 'k' , 'm' , 'g' , 'f ' ve ' c ' gibi , dil ve damak yardımı olmadan çıkarılamayan sessizler alfabede yoktu. İşitme duyusunun yeterli olmadığı görülüyordu. Dokunma duyusuna baş vurmaktan başka çare yoktu, elini önce benim göğsüme sonra da kendi göğsüne koyarak, bir sağır dilsiz gibi sesin titreşimlerini hissedecekti.

Tek bir kelime kuramadan üç yıl geçti. Her şeye, sanki asıl ismi oymuş gibi, söylenişindeki en baskın sesin adını veriyordum. Tüm yaptığım buydu. Sirkte birlikte çalıştığı köpekler gibi havlamayı öğrenmişti; ve ağzından tek bir kelime almak için boş yere çırpındığımı gördükçe, bana tüm bildiklerini anlatmaya çalışırcasına can havliyle havlıyordu. Sesli ve sessiz heceleri ayrı ayrı telaffuz ediyor ama ikisini bir araya getiremiyordu. Dahası, başdöndüren bir hızla 'p' ve 'm'leri tekrarlıyordu.

Yavaş yavaş da olsa, kişiliğinde büyük bir değişim gerçekleşmişti. Yüz hatları daha az hareket ediyor, daha derinden bakıyor ve düşünceli tavırlar takınıyordu. Örneğin, yıldızları seyretme alışkanlığı edinmişti. Duyarlılığı da gittikçe artıyor, sık sık gözünden yaş geldiği görülüyordu.

Dersler, çok başarılı olmamasına karşın, sarsılmaz bir azimle devam ediyordu. Bu, acı verici bir saplantıya dönüşmeye başlamıştı ve kendimi gittikçe zor kullanmaya daha eğilimli hissediyordum. Kişiliğim, bu bozgun yüzünden, Yzur' a karşı acımasız bir düşmanlık besliyecek denli hırçınlaşıyordu. Bu ketum isyanın derinliklerinde Yzur durmadan düşünüyor ve ağzından tek bir kelime bile alamayacağım konusunda beni ikna etmeye başlıyordu ki, birden, canı istemediği için konuşmadığını anladım.

Aşçı, bir akşam, maymunun 'gerçek kelimeler kullanarak konuştuğunu' görünce şaşkına döndüğünü söylemek için, dehşet içinde yanıma geldi. Anlattığına göre, Yzur, bahçedeki bir incir ağacının dibine diz çökmüş; ama tanık olduğu şeylerin özünü, yani kelimeleri, korkudan anımsayamıyordu. İkisi dışında: Yatak ve pipo. Aptallığı yüzünden onu neredeyse tekmeleyecektim.

Geceyi büyük bir heyecan içinde geçirdiğimi; üç yıl boyunca, tedirginliğimin ve aşırı merakımın sonucu olan ve her şeyi mahveden bir hata işlememiş olduğumu söylememe gerek yok.

Maymunun kendiliğinden gelip konuşmasını beklemek yerine, ertesi gün onu çağırdım ve zorla konuşturmaya çalıştım.

Artık bıkmış olduğum 'p' ve 'm'ler, ikircikli göz kırprnalar ve -Tanrı beni bağışlasın- eciş bücüş yüz çizgilerinin altındaki küstahça alaycı ifade dışında tek bir şey geçmedi elime. Öfkeden kudurdum ve kendimi kaybederek onu kırbaçladım. Tek yapabildiğim onu ağlatmaktı; iniltilerini saymazsak, her yere mutlak bir sessizlik hakimdi.

Üç gün sonra, menenjit belirtileriyle karışık ağır bir bunama yüzünden yatağa düştü. Sülükler, soğuk su tedavileri, müshiller, deriyle ilgili kan ilaçları, alkollü şeytan şalgamı, bromür; korkutucu hastalığın tüm tedavi yöntemleri denendi. Bense, vicdan azabı ve korkuyla, umutsuz bir cesaretle savaştım. Belki bu hayvan benim zulmümün kurbanı olduğu için; belki kendisiyle birlikte mezara girecek olan sırrın azizliği yüzünden.

Yataktan kımıldayamayacak kadar zayıf düşse de, uzun bir süre sonunda iyileşti. Ölüme bu kadar yakın olmak, onu soylu ve insancıl yapmıştı. Minnettarlık dolu gözlerini benden ayırmıyor, odanın neresinde olursam olayım, arkasında bile olsam, durmadan dönüp duran gözleriyle beni izliyordu; iyileşmenin verdiği bir mahremiyetle ellerimi arıyordu. Büyük yalnızlığıının içinde bir insanın boşluğunu dolduruvermişti.

Bununla birlikte, bir tür sapkınlık da denebilecek araştırma hastalığı, beni deneylerimi yinelemek için kışkırtıyordu. Gerçekte, maymun konuşmuştu. Bu iş böyle bitemezdi.

Bir süre sonra, ondan bildiği kelimeleri telaffuz etmesini istemeye başladım. Tık yok! Onu duvarın deliğinden gözetleyerek saatlerce yalnız bıraktım. Tık yok! Bağlılık ya da oburluğunu ima ederek kısa kısa konuştum. Yine tık yok! Dokunaklı sözler ettiğimde, gözleri ağlamaktan şişiyordu. Ona bütünlüklü bir gerçeği amınsatmak için, derslere başlarken söylediğim gibi, ""Ben senin efendinim," desem ya da bu onamanın devamında yaptığım gibi, '"Sen benim maymunumsun," diye seslensem, gözlerini kapatarak oturuyor, hiç ses çıkartmıyor, hatta dudaklarını oynatmaya bile yanaşmıyordu.

Benimle iletişim kurmasının tek yolu buymuş gibi, yeniden el kol hareketleri yapmaya başladı; bu ayrıntı, sağır dilsizlere olan benzerliği de hesaba katılınca, beni iyiden iyiye önlem almaya zorluyordu. Hiç kimse, sağır dilsizlerin akıl hastalıklarına ne kadar meyilli olduğunu görmezden gelemez. Kimi zaman, belki de sayıklaması bu sessizliğe bir son verir diye, delirmesini istiyordum. Nekahat dönemi ağır ilerliyordu. Aynı zayıflık, aynı hüzün. Aklından hasta olduğu ve acı çektiği çok açıktı. Organik bütünlüğü, olağandışı beyin yapısından gelen bir dürtüyle parçalanmıştı; bir gün fazla bir gün eksik, nasılsa çoktan kaybedilmiş bir vakaydı o.

Dahası, hastalık onu gittikçe daha uysal bir varlık yapsa da, sessizliği, benim aşırı öflkemin kışkırttığı o umutsuz sessizliği son bulmuyordu. Damarlarına işlemiş bir geleneğin karanlık özünde varlığının köklerindeki ezeli direnci besleyen maymun ırkı hayvana bu binlerce yıllık suskunluğun yükünü vuruyordu. Ses sizliği yani zihinsel intiharı körükleyen barbar adaletsizliği iyi tanıyan ormanın ilk insanları ağaçların gizemi ve tarihöncesindeki sonsuzlukların sırrını, bilincini çoktan yitirmiş ama zamanın bitimsizliği kadar görkemli bir kararlılıkla koruyordu.

Evrimi ağır bir seyir izleyen ve öncülleri tarafından insanoğlunun barbar bir karanlığın baskısına hapsedildiği ilkellerin başına gelenler, kuşkusuz, dört elli bu kalabalık aileleri, en eski cennetlerdeki ağaçlıklı tahtlarından etti. Saflarını dağıttı, daha anne karnındayken köle ruhlarına gem vurmak için dişilerini tutsak etti, hatta yenilmişlerin güçsüzlüğüne çare olarak o ölümcül saygınlığı dayattı, düşmanla aralarındaki üstün ama uğursuz bağı koparıp atmayı, gerçek kurtuluş için hayvanlığın karanlığına sığınmayı telkin etti.

Kazananlar ise, bu evrimin en can alıcı yerinde hayvansı yabaniliklerini takınıp, kutsal kitapların cennetlik meyvesi olan entelektüel büyüyü tadan bu ırk ezilmişlerin aşağılayıcı eşitliğine hapsolsun diye ne korkunçluklar, ne dehşet verici zulümler yapmadı ki; zekasını bir akrobatın hareketlerine has özdevimde sonsuza dek billurlaştıran o çekince; suretinin derinlerine işleyen o melankolik ürküyü sırtına yükleyip, galip gelenin hayvana vurduğu bir damga gibi, bedenini iki büklüm yapan o yaşam korkusu.

İşte tam da istediğimi elde edeceğim o an, geçmişin arafında saklı kalan hırçınlığım depreşti. Söz, tüm lanetiyle, bu memelinin antik ruhunu milyonlarca yıldır altüst ediyor, fakat içgüdüsel bir dehşetin tüm ırka mal ettiği ezeli bellek, esirgeyen yabanlıklarının karanlığını aydınlatmaya çağıran bu dürtüye karşı, bir sur gibi kat kat örülen çağlar boyunca direniyordu.

Yzur, bilincini yitirmeksizin, acıyla kıvranmaya başladı. Sadece iç paralayıcı bir sonsuzluk ifadesiyle bana doğru döndüğünde hafifleyen mutlak bir yalnızlık, zayıf bir soluma, belli belirsiz bir nabız, kapalı gözlerine inen tatlı bir acı ve o bildik melez hüznüyle dolu yüzü. Bütün bunları anlatmama yol açan o olağanüstü şeyin gerçekleştiği öğleden sonra, Yzur'un öldüğü öğleden sonraydı. Başucunda, taze alacakaranlığın sıcaklığı ve sessizliğiyle uykuya dalmışken, aniden birilerinin bileğimi kavradığını hissettim.

Sıçrayarak uyandım. Gözleri faltaşı gibi açılan maymun bu kez gerçekten de ölüyordu ve yüz ifadesi öylesine insancıldı ki dehşete kapıldım; ama eli ve gözleri beni öylesine anlamlı bir şekilde kendisine doğru çekiyordu ki o an yüzüne doğru eğilrnek zorunda kaldım; son nefesi, umudumu hem taçlandırıp hem yok eden son nefesi, filiziendi ve -bundan eminim- bir mırıltıya dönüştü. On binlerce yıldır konuşmayan bir sesin vurgusu, insancıllığına tüm ırkları sığdıran şu sözler nasıl anlatılır?

EFENDİ, SU. EFENDİ, BENİM EFENDİM.

23 Şubat 2016 Salı

Tanışma I

TanışmaImerhaba sevgibir filmden çıkıp geldimelimde bir kitaplasenin içinbir başka adın daha vardı bahsettiğimerhaba sevginerelerdeydinen son sustuğumda görmüştüm senimerhaba sevgikelimeleri düzgün söylemene gerek yokağzının çukurları yeterhem sen nasılsa atlarsın merdivendenkaşındaki yaradan benim şiirim kanar usulcamerhaba sevgibir adam düzlüğe saldırıyor bizim adımızave biz düzlükte yaşayanlaronu onaylıyoruzneresinden vuracağına bakıyorbu düzlüğü-neresinden vurulur ki bir düzlük bu çay ocağında açan iki çiçekortalığı karştırıyoruz belki oradayız ve ona el sallıyoruzmerhaba sevgiben nereden gelmiştimbirer çay daha içeceğiz kesinçağırsam gelir misin sana yaptığım yemekler kötü olacakayın on dördünden bahsedeceğiz gelmeyeceksin diye korkuyorumne kadar az şey biliyorum merhaba sevgigeldin bilmiyordumbilmiyordum ama seviyordum senibirazdan annem ölecek hiç bilmiyordumsonra bir odaya kapatacağız bizigöğsünde ağlayacağımbaşımı okşayacaksınboğmak istercesine bir yalınlığıbastıracaksın  sana ömrümce söyleyemeyeceğim bir şey aklıma gelecekbir şişe brandy içeceğizsarhoş bir dostun bıraktığıyatacak bir yer arayan ve bize saygısındanbaşını sallayarak geceye dönenbenhile yapacağım kart çekerkenodayı ıslatacağız kutsal sularlaçıldıracağızmerhaba sevgiişte buldum geldimsakladığın armudubombalanmış köylerdenmerhaba sevgibazı sokakları ne güzelmiş bu kentinben hiç sokak sokak gezmemiştim sen yokkenve ben kayboluyordumsen bana yol tarif ederken yaşadığım bu kentteaslında ben yaşamıyordum seni ilk öptüğüm yerikinci ve üçüncühep kendiliğindeneminim bizimle daha güzelve bir güzellik kalacak buralara bizden merhaba sevgiadımı söylemiştimbir adım da sende gizlihiç duymayacağımmerhaba sevgine çok evimiz oldu böylehepsini yıkacağız amamerak etmemerhaba sevgibu izlediğimiz kaçıncı filmdisevişmek için yarım bıraktığımızkaçıncı şarkıuykuya daldığımızmerhaba sevgibiz yolcuyuzgidemiyoruz çünkü kedimiz bir parktabizi hiç tanımamakta çevrilmiş büyük apartmanlarlaşaşkın şaşkın bakmakta gümüş geceleri tek başına yaşamaktaönce onu kucağımıza almamız gerekyatacak bir yerimiz olmayan bir akşamdabir dostun evine yönelerek

17 Şubat 2016 Çarşamba

Kubat: Müzik hobim, asıl işim insan olma sanatı

Kubat, kariyerinin yirminci yılını, onuncu albümü ‘Al Ömrümü' ile kutluyor. Albümünde hem türkülere hem de yeni eserlere yer veren müzisyen, hırslı olmadığını ama başarı hastası olduğunu söylüyor. Yakında bir kız bebekleri olacağını müjdeleyen sanatçıya göre kadınlar bir medeniyet ve onları yeterince anlayamıyoruz.

‘Al Ömrümü', yirminci yıl özel albümü. 20 yıl öncesine dönelim. Kubat, gurbetten hangi duygularla gelmişti İstanbul'a?

Belçika'da gurbetçi ailenin çocuğu olarak doğdum. Afyon Emirdağlıyım. Yaz tatillerinde memlekete geliyordum ama hiç İstanbul'a gelmemiştim. Müziğe Türkiye'de başlamadım. 8 yaşında elime mikrofonu aldım. Gurbetçiler arasında oldukça popülerdim ve herkes ‘Albümün ne zaman çıkacak?' diye sorup duruyordu. Kendimi yirmi yaşımda hazır hissettim ve İstanbul'a geldim. Benim asıl korkum albüm çıkarmak değildi. İstanbul'a alışıp alışamayacağımdan emin değildim. Çünkü ben huzurumu her şeyin önünde tuttum. İlk on gün kalamayacağımı sandım. Son beş gün güzel insanlarla tanıştım ve tamam dedim.

Yirmi yıl öncesinde Kubat'ın bugününü hayal edebiliyor muydunuz?

Benim hayallerim uzak değildi. Kendimi bilen bir insanım. Kendi kapasiteme göre hayaller kurarım. Şımarıklığı sevmem, hırs da yoktur bende. Benim için farkındalık önemli. Öte yandan yalanla dolanla sanat olmaz. Samimi duygularla yapılırsa ve duygularını yansıtabilirsen başarıyorsun. Kendime ve samimiyetime inandığım için güzel yerlere geleceğimi biliyordum.

O dönemde sizinle birlikte çıkan isimlerden çoğu meydanda yok. Kubat'ın kalıcılığının sırrı nedir?

Ben bu işi samimiyetle yapıyorum. Bir de kendi değerlerimizi ortaya koymaya çalışıyorum. Bize ait olan asırların birikimi olan ezgileri ortaya çıkarmaya çalışıyoruz ve bugünün sesiyle birleştiriyoruz. Hem yenilikçi hem de gelenekçi bir anlayışla, gençlerimize ve büyüklerimize bunları gösterme sevdasındayım. Var olanın üstüne bir şeyler katabilir miyim derdindeyim.

‘Al Ömrümü' onuncu albümünüz. Çok farklı bir çalışma olmuş sizin adınıza.

Evet acayip bir çeşni oldu. Türküler var, yeni besteler var. Mesela ‘Gözümden Cemalin Çok Irak Oldu' diye bir Bolu türküsü var. Ben bu türküyü hiç duymamıştım. Gevheri'den ‘Ey Benim Nazlı Cananım'ı okudum. Bestesi İhsan Güvercin'e ait. Derya Yılmaz'dan üç şarkı var.

Neşet Ertaş ve Cem Karaca şarkıları nasıl girdi albüme?

İkisinin de hayranıyım. Bu albümde mutlaka olmaları lazımdı. ‘Gel Efendim Gel' çocukluğumda söylediğim bir şarkısıydı Cem Karaca'nın. Her albüme koymak istediğim ama bir türlü nasip olmayan bir eserdi. Neşet Ertaş'tan ‘Doyulur mu?' da aynı şekilde yıllardır albümüme koymak istediğim bir eserdi. Sahne versiyonunu buraya kaydettik.

‘Ay Beri Bak' şarkısı da çok dikkat çekiyor…

Evet sanki Brooklyn'de yapılmış gibi değil mi? (Gülüyor) Evet vokaller altyapı. Gençler çok hasta oldu. Beni arıyorlar bu nasıl bir aranje, bu nasıl bir yorum diye. Bunu benden önce de birçok büyüğümüz okudu. Biz bu türküleri yeni nesillere taşımak istiyorsak böyle farklılıklar yapmalıyız. Bazı klasikçiler bunu yaptığım için beni eleştirebilir ama hiç tanımamaları daha kötü değil mi? En azından ben işaret ediyorum. Buna vesile olunca zaten özüne iner. Bu zenginliği göstermemiz gerekir. Benim farkım bu. Yirmi yaşımda da bu böyleydi.

Mesela birçok müzisyen bu yıllarda bir best of albüm yapar. Siz neden düşünmediniz?

Kırkıncı yılda ya da emeklilikte belki olur (Gülüyor). Ben yeni şeyler üretmeye inadına devam edeceğim. Hem de bu piyasa şartlarına rağmen. Bu şartlarda böyle bir proje yapmak o kadar zor ki. Onuncu albüme ve yirminci yıla yakışır bir albüm olsun istedim. Bir gönül işiydi ve bütün sevdiklerim bu albüm için birleşti.

Müzik camiasında genelde herkes birbirinin ardından konuşur ve kötüler. Sizin hakkınızda hiç olumsuz yorum yapan birine rastlamadık. Bunu nasıl başardınız?

Müzik benim hobim, işim ise insan olma sanatı. O tarafa ağırlık veriyorum. Gönül kırmama, aynı zamanda hakkını da yedirmeme zor iş. Aileden gelen bir terbiyem var. İçimden gelen bir şey. Ben artık koleksiyoner oldum. Dost koleksiyonu yapıyorum. En iyi koleksiyoner dost biriktirendir. Bugün bir yere gidiyorsun, dört beş sanatçı bir araya zor geliyor. Ama çok şükür geçenlerde yirminci yıl galası yaptım, koşup geldi tüm dostlarım. Dostluğu korumak zor iş. İstismar, baskı ve çıkarcılığa hiç gelmiyor. Onların kıymetini bilmek gerek.

Kariyeriniz boyunca kötü bir olayla ya da magazinsel bir sansasyonla da anılmadınız.

Ben insanların hayatını boş şeylerle meşgul etmeyi sevmem. Albüm yapmışsam ve bir mesaj vermek istiyorsam çıkıyorum anlatıyorum. İyilik kazansın diyen bir yapım var. Ben hastalandığımda bile kimseye söylemem. Kendim düzelmeye çalışırım. İnsanları yormak istemem. Ama bunun çok hassas bir çizgisi var. İstemek zorunda olduğunda da isteyeceksin. Zira kimsin sen? Her zaman pozitif olmayı seviyorum.

İyi ki evlenmişim

Bugüne kadar keşke yapmasaydım dediğiniz bir pişmanlığınız var mı?

Yok, çok şükür olmadı.

40 yaşımda doğum günümde evleneceğim demiştiniz ve dediğinizi yaptınız. Neden bu yaş?

Evlenmeseydim belki pişman olacaktım. 40 yaş insanın en olgun yaşı. Bir de kırkı geçirmeyeyim dedim. Çünkü geçen ve evlenmeyen arkadaşlar var. Yani bu yaştan sonra da hiç olmayabilir. Bunu kendime söz vererek yaptım. Bir de eşim olmasaydı belki yine evlenemezdim. Doğru insanın olduğunu anlayınca kararı verdim.

Sanırım bir bebek bekliyorsunuz…

Evet. Çok şükür. Eşim altı buçuk aylık hamile. Bir kızımız olacak.

Kızınız için medeniyet geliyor diyorsunuz. Kadını bir medeniyet olarak mı görüyorsunuz?

Yanlış anlaşılmasın, ismi medeniyet değil. Daha karar vermedik. Evet kadın bence medeniyet demek. Ana yahu, daha ötesi var mı? Onlardan çok şey öğreniyoruz. Kadına değer vermeyenleri anlayamıyorum. Kadınlara daha çok şans vermeliyiz.

Evlilik sizi değiştirdi mi?

İşin açıkçası bazı korkularım vardı ama eşim çok anlayışlı. Çok doğru kişiyle evlenmişim. İyi ki evlenmişim diyorum. Benim kişiliğime ve mesleğime çok saygı gösteriyor. Evlenince her şey değişir diyorlar. Bizde de değişti ama olumlu yönde. Daha çok sevgi ve anlayış oldu. Anlayış oldukça her şey yoluna girer.

14 Kubat'ın üstüne zor çıkarlar!

Bugüne kadar yapmak isteyip de yapamadığınız bir şey var mı?

Çok şükür istediğim her şeyi yaptım. Huzurluyum. Bende hırs yok. Ama başarı hastasıyım. Birisi başarılıysa önünde saygıyla eğilirim. Kendimde de öyle. Kendimi başarılı buluyorum. Bunun için çok çalışıyorum.

14 Şubat Sevgililer Günü bugün. Neler söylemek istersiniz?

14 benim uğurlu rakamım. Herkesin Sevgililer Günü'nü kutluyorum. 14 Kubat yani (Gülüyor). Öncelikle herkese hayırlı 14 Kubatlar diliyorum.

14 Kubat demişken Yıldız Tilbe de bir reklam çekti. Ama sizinki de hâlâ akıllarda…

Evet. Geçenlerde ajanstan çocuklar beni gördü, mesaj istediler. “Yıldız bizim canımız ciğerimiz ama 14 Kubat'ın üstüne biraz zor çıkarsınız.” dedim. Çünkü 14 Şubat/14 Kubat ismi bir defa olayı bitiriyor (Gülüyor). Seneye ikimizi bir tartışma ortamına sokmayı düşünüyorlar. Yıldız'ın şarkısı da çok güzel.

Sevgi ve aşk kavramlarının içini yeterince boşaltmadık mı sizce?

Aşk ve sevgi ayrı kavramlar. Aşk kontrolsüzlük. Kontrolsüz güç güç değildir. Senin olsun o zaman bu aşk. Hani Tatlıses diyor ya yere batsın bu lahmacun. O kafa yani. Böyle bir aşk istemiyorum ben. Aşkı kontrollü bir şekilde de yaşarsın. Sevgi marmelatı, anlayış, hassasiyet çeşnilerini kavura kavura bir de o ilişki meyve veriyorsa alın size esas aşk. O sevgiyi ve saygıyı besleye besleye kontrollü bir aşk elde edersiniz. Kontrolsüz aşk yıllar önce bir kere başıma geldi. Şimdi kontrollü olsun istiyorum.

14 Şubat 2016 Pazar

İzci

yaşadığımızbir -çağdaş yanılmışlık mıdırürkütücü bir şiirden aşırılmıştertemiz bir bardaktan şarap içerkenkiak bezlerle parlatılmış dudak izleri biraz titreşimsanki tanburlar hepderin bi hüzne bağlanmışyaşadığımız cağnım yaşadığımızhiç kimselerden sorulmamışbüyük anlamlarla süregelengördükçe kör duydukça sağırbütün yanılmışlıklarınısürmekten almışgörünen izler üzer

11 Şubat 2016 Perşembe

...

Bir ülke düşünün, O ülkede sevmek imkansızdır. Bunu başardığınızı düşünün Sizden alacaklardır. Öldüğünüzle kalacaksınızdır. Bu ülke Kundakta bebeklerin patlama sesleriyle ninnilediği kendini Saçlarından sürüklenen bir ülke. Küçük bir doğru bile bulursanız Ansızın ve süregelen bir biçimde Özenle hazırlanmış bir bomba ile imha edileceğiniz ülkedir. Haftanın hangi günü olduğu önemli değil Elinizde ne olduğu önemli değil. Bir demet karanfil Yahut dosta yazılmış bir mektup bir şiir Kalanlar okur o şiirleri Rakıların soğuyamadığı akşamlarda Kalemler düşer Bardaklar yükselir bu ülkede. Köyünden sürülmüşlerin Ulu orta dövülmüşlerin Ruhu sökülmüşlerin Ve siz ne kadar ansanız da tozlu masalarda Hatırası silinmişlerin ülkesidir bu ülke. Bu ülkede bilmek başınıza gelebilecek en büyük felakettir Sevmek ki başarabilirseniz üzerine tuz biber eker Çünkü asla kendinizi sevemeyeceksiniz Ve kendini sevemeyenlerin ülkesinde birini severseniz Sizden nefret edecektir. Oyun bellidir. Bundandır nice büyük oyuncunun Oyundan vazgeçmesi ve susması Söyleyeceği tek bir sözle yırtacakken Bütün atlasları En çok sevgi yaşar çizilmiş sınırlar içeri. Ormanlar her mevsim tutuşuyor artık. Ve zamanımızda sadece nefret var Saat kaç olursa olsun

İyi bir CV hazırlarken dikkat: Film izlemek, kitap okumak hobi değil!

İş aramaya başlamadan önce boş vakitlerde neler yaptığınızı gözden geçirdiniz mi? Zira artık hobileriniz de altın değerinde. Hangi hobinin CV'de puan kaybettireceğini, ne tür faaliyetlerin sizi öne geçireceğini araştırdık.

Eskiden diploma geçer akçeydi. Üniversiteyi bitirince gerisi kolaydı. En kötü ihtimalle orta halli bir memurluk garantiydi. Şimdi öyle mi? Etraftaki yüzlerce üniversiteli işsize bakınca durumların eskisi gibi ilerlemediğini görmek zor değil; üniversite diploması yetmiyor. Sizi diğerlerinden bir adım öne çıkaracak yeteneklere, kazanımlara ihtiyacınız var. Öğrencilik döneminde gittiğiniz faydalı bir kurs, öğrendiğiniz yabancı dil hatta hobileriniz bile iş yaşamında çok değerli. Çünkü artık hobiler eskisi gibi; ‘kitap okumak, müzik dinlemek, film izlemek' gibi sıralandığında işveren için bir şey ifade etmiyor. Kaldı ki bu eylemler hobi kategorisinden çıkalı uzun zaman oldu. Bugün hobi dendiğinde işveren gerçekten neye alâka duyduğunuzu ölçüyor, sıraladığınız faaliyetler üzerinden karakter analizinizi bile yapıyor.

Damla İnsan Kaynakları Eğitim ve Danışmanlık Şirketi'nin yöneticisi Vural Şeker, “Kitap okumak, müzik dinlemek, gezmek… gibi klasik ve hobi olmayan şeyler yazılmamalıdır. Bundan, CV'nizin ciddiyetsizce hazırlandığı anlamı da çıkartılabilir.” diye ilk cümlede uyarısını yapıyor. Bunun yerine profesyonelce yapılan hobileri yazmayı öneriyor. Örneğin lisanslı bir sporcu ya da yarışmalarda dereceye giren bir satranç ustası gibi. Eğer böyle bir hobiniz yok ise bu alanı boş bırakmak bile daha anlamlı olabilir.

Takım sporları

Aslında hobiler kişilik özelliklerini ortaya çıkarmada önemli birer ölçü. Bu ölçüden sıkça faydalanan insan kaynakları uzmanlarının en çok vurguladığı faaliyet ise takım sporları. Bu bir futbol turnuvası olabileceği gibi folklor çalışması da olabilir. Nihayetinde ikisi de ekip arkadaşlarıyla uyumlu çalışmayı gerektiriyor. İşverenler de bu tip sporlarla ilgilenenlerin diğer çalışanlarla işbölümü konusunda daha başarılı olduğunu gözlemliyor.

Motor sporları, dağcılık...

Bazı iş türleri, rekabeti ve pes etmeden çalışma arzusunu diğerlerinden daha fazla gerektirir. Bu tür alanlarda motor sporları, dağcılık, dalış sporları gibi hobilere sahip kişiler işverenin ilgisini kolayca çekebilir. Çünkü bu sporlar da tıpkı bazı ‘acımasız' iş alanları gibi zorludur. Bu yüzden sürekli başarma arzusunu, bireysel başarıyı ve azmi besledikleri varsayılır. Ayrıca kuralların dışına çıkmanın ölümcül sonuçları olabileceğinden bu sporların kişiyi disipline ettiği düşünülür. Dalış sporlarının bir artısı daha var; vücuda sağladığı dinlendirici etkisiyle performansı artırdığı beklenir.

El sanatları, fotoğrafçılık…

Eğer bir fotoğraf kulübüne üyeyseniz ya da resim atölyesi gibi aktiviteleri takip ediyorsanız bu işvereninizi iki kat daha fazla etkileyecektir. Çünkü bu tür faaliyetler kişinin üreticiliğini artırdığı gibi gerçekten bir ilgi alanının oluştuğunun da göstergesidir. Çalışma hayatında işin dışında bir uğraşı, ilgi alanı olan kişiler ise her zaman daha karizmatik bulunur.

İyi bir CV için…

Vural Şeker, iş arayan adayları diğerlerinden öne çıkaracak CV'yi hazırlarken şunlara dikkat edilmesi gerektiğini söylüyor.

-CV standartlarına uygun bir formda olmalıdır. Google'da bu konuda birçok örnek bulabilirsiniz. Özel bir tavsiye isteyenlere ise Europass CV kalıbını incelemelerini öneririm.

-Eğitim ve çalışma bilgileri ters kronolojik sıralamayla yazılmalıdır.

-CV'niz en fazla 2 sayfa uzunluğunda olmalıdır.

-CV'de en küçük bir imla hatası bile olmamalıdır. Bu, görüştüğünüz kişinin sizin iş aramanın/bulmanın ilk adımı olan CV hazırlama aşamasında bile özensiz ve/veya beceriksiz biri olduğunuzu düşünmesine yol açabilir. Vakıf olduğunuzu iddia ettiğiniz bir teknik veya mesleki teknolojinin ismini yanlış yazmamaya özellikle dikkat edin.

-CV'nize mutlaka fotoğraf ekleyin, aksi takdirde çok güçlü bir aday değilseniz değerlendirmeye bile alınmayabilirsiniz.

-Genel bir anlatım diliyle kısa, net, yeterince bilgi veren, nokta atışı yapan, kariyer hedefinizi de içeren tutarlı bir CV oluşturun.

-Kitabevine ya da kültür sanatla ilgili bir yere müracaat etmiyorsanız hobileriniz bölümüne kitap okumak, sinema tiyatroya gitmek yazmayın. İşverenler için bunlar zaten olması gerekenler. Diğer adaylara göre fark oluşturacak bir hobiniz varsa yazmalısınız.

3 Şubat 2016 Çarşamba

Trompet

Yüzünde gezdirdiğin hüznü veboynundaki beyazlığıhep içerimde taşıyacağım.Sabah uyanıp yanıbaşımdabulduğum soğuk bedeninibir çınar ağacına emanet ediyorum.Seni çok seviyorum.

Hangi kaplıcaya gitsek?

Türkiye'nin hemen her ilinde hastalıklara şifalı sular var. Kış mevsiminin kaplıca zamanı olmasından mülhem mekânları araştırdık.

Türkiye, termal sular açısından zengin bir coğrafyada konumlanıyor. “Artık doktor reçetesine bile yazılıyor.” diye anlatılan kaplıcalar, tesis yönünden de gün geçtikçe gelişiyor. Birçok şehirde bulunan doğal alanlarda hem sağlık kürü hem de civardaki turistik yerlerde tatil yapabilirsiniz.

İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Ekoloji ve Hidroklimatoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nergis Erdoğan, yılda 15-20 gün kaplıcaya gitmenin kalbi koruduğunu ve kalp krizi riskini azalttığını söylüyor. Erdoğan, ilk çağ filozofu Thales'in ‘Her şeyin kaynağı sudur' sözünü hatırlatıyor: “Toprakta ve kaplıca sularında, insan vücudunda olan minerallerin birçoğu bulunur.”

Kimler kaplıcaya gidemez?

Uzmanlara göre şu hastalıkları bulunanlar kaplıcalardan uzak durmalı: Ameliyat geçirmiş ve henüz yarası kapanmamış olanlar, ateşli hastalıklara tutulanlar, kanamalı hastalığı olanlar, kanserliler, akciğer tüberkülozuna yakalananlar, hamile ve lohusa olanlar, regl dönemindeki kadınlar, idrar zorluğu çekenler, saralılar, astım hastaları.

İşte, her yanı termal sularla çevrili ülkemizde gidilebilecek kaplıcalardan birkaçı...

Türkiye'nin termal başkenti: afyon

Kaplıca dendiğinde akla ilk gelen şehirlerden biri Afyon Karahisar. 12 binin üzerindeki yatak kapasitesiyle yerli ve yabancı turistlere hizmet veriyor. Şehirdeki termal su, romatizma, eklem bozuklukları, çeşitli solunum yolları ve kalp hastalıkları, obezite, kısırlık, damar sertliği, kadın hastalıkları, böbrek taşları, sedef, idrar yolları rahatsızlıkları, sırt ve eklem ağrıları gibi sağlık sorunlarının tedavisinde tercih ediliyor. Yedi tane beş yıldızlı termal oteli içinde barındıran Afyon Karahisar'da ailecek gidebileceğiniz mekânlardan biri Oruçoğlu Termal Otel. 420 odası ve bini aşkın yatağıyla misafirlerini karşılıyor. 1992'den bu yana faaliyet gösteren Oruçoğlu Thermal Resort'un en büyük avantajı otelin her noktasında misafirlerinin termal sudan yararlanabilmesi. Üç adet kapalı termomineral su havuzu, bir adet açık termomineral su havuzu olan otelde kişi başı konaklama ücreti 285 TL'den başlıyor.

Pamukkale'de kaplıca ve doğa iç içe

Denizli'deki 4 yıldızlı Ninova Termal Hotel, su mineral içeriği bakımından yüksek bir tesis. Pamukkale Karahayıt'da hizmet veren hotel, ferah ortamıyla sağlıklı yaşamı misafirlerine vaat ediyor. 103 odasında 4 farklı kategoride suit, family, corner, corner suit, handicapped odalarıyla farklı bütçelerde konaklama imkânı sunuyor.

3 bin yıldır şifaya vesile oluyor

Balıkesir'deki Gönen Kaplıcaları, her yıl yerli ve yabancı binlerce misafiri ağırlıyor. İlçenin farklı noktalarında bulunan kaplıcaların romatizmal, ortopedik ve nörolojik başta olmak üzere solunum yolu ve kalp damar hastalıklarına da iyi geldiği söyleniyor. Türkiye'de kaplıca turizmi açısından önemli bir konuma sahip olan Gönen'in geçmişi 3 bin yıl önceye dayanıyor. Suların sıcaklığı ise 60 ile 94 derece arasında değişiyor.

Doğubayazıt'ta kaplıca keyfi

Diyadin Kaplıcaları; şifalı termal havuzları, kır lokantaları ve yıldızlı otelleriyle sağlık turizmi için önemli bir merkez. Dünyadaki yedi önemli şifalı sudan biri olduğu biliniyor. Davut, Köprü ve Yılanlı adı verilen üç farklı kaplıcadan oluşuyor. Yakın çevresinde konaklama seçenekleri de bulunan kaplıcaların romatizmadan deri hastalıklarına, stresten mide rahatsızlıklarına kadar pek çok şikâyete deva olduğu söyleniyor. Kaplıcanın yakınlarındaki Meya Vadisi ise 3 bin yıllık kaya evleriyle dolu. Özetle, Ağrı'nın Doğubayazıt ilçesine gitmek için sebep çok…

Çorum'un ilk ve tek kaplıcası

Çorum'un ilk ve tek termal oteli Anvatar Termal Hotel'deki şifalı suların romatizma, bel ağrısı, böbrek sorunlarına iyi geldiği söyleniyor. Çorum-Samsun karayolunun 2. kilometresinde Sıklık Ormanları içinde yer alan tesis, 4 yıldıza sahip. Termal tesis 08.00'den 23.00'e kadar açık. Kişi başı konaklama ücreti ise 85 TL'den başlıyor.

Son yılların gözdesi: Sivas

Kaplıcalarıyla son yıllarda dikkat çeken bir başka il de Sivas. Şehrin popülaritesini artıran ise modern zaman hastalıklarından sedefi iyileştiren Kangal Balıkları Kaplıcası. Dünyada bir başka yerde bulunmayan bu balıklar, sedef hastalığına şifa oluyor. Tedavinin haricinde balıkları görmeye gelenler için de mekânın turizm cenneti olduğunu söyleyebiliriz.

31 Ocak 2016 Pazar

Güzel gece, Giuseppe Ungaretti

güzel geceDevetaclıi 24 Ağustos 1916Ne şarkıydı bu gece ağan ve dokuyan yüreğin kristal yankısıyla yıldızlarınNe şenlik pınarıydı düğün dernek yürekSığ durgun suyu oldum karanlığınIsırıyorum şimdi memedeki bebek gibi uzamıAcunla sarhoşurm şimdi

27 Ocak 2016 Çarşamba

Türkiye'ye sığınan ünlü mülteciler

Anadolu toprakları kanlı olayların tesir ettiği bir coğrafya. Uzak ya da yakın ülkelerde yaşanan kavga ya da savaşlar pek çok insanı buranın huzur ve güvenli ortamına göç ettirdi. Şimdi Suriyelilerin misafir olduğu Türkiye'den kimler gelmiş, kimler geçmiş?

Suriye'den kaçan mülteciler soluğu Türkiye'de alıyor. Bu durumun bugüne ait olmadığını, bir diplomat olan Ender Arat'ın “Türklere Güvendiler, Tarih Boyunca Türk Topraklarına Sığınanlar” isimli kitabında net şekilde görüyoruz. Budapeşte'de ifa ettiği büyükelçiliği sırasında bir anıt üzerindeki detayın peşine düşen Arat, arşivler ışığında Türklere sığınan meşhur isimleri bulup kitabında toplamış. Kitapta, Türkiye'de müzeleri dahi bulunan kimi yabancı devlet adamı, siyasi, mütefekkir, ilim erbabı, hanedan mensubu, sanatçı ve sair tanınmış kimselerin kısa tarihçesi bir araya getirilmiş. Kitaba alınan isimler arasında Müslüman olup Türkler adına çalışanlar da bulunuyor. Muhtelif resim ve fotoğrafları ihtiva eden kitaptan öne çıkan isimlerden bazıları şöyle...

Azerbaycan Cumhuriyeti'nin kurucusu Mehmet Emin Resulzade

1905 senesinde atıldığı siyaset sahnesinde, henüz Sovyet Rusya tesis edilmemişken Bağımsız Azerbaycan fikrini savunanların başında gelmişti. Tazyikata uğrayınca ilk gideceği yer Sultan II. Abdühamid Han'ın idaresindeki Osmanlı İmparatorluğu oldu. Sonra hakkında af çıkınca Çarlık Rusyası'na geri döndü. 1917'de kurulan ve iki sene yaşayabilen Cumhuriyet rejimi Kızıl Ordu'nun hışmına uğrayınca Almanya'ya gitti. II. Dünya Harbi'nde tekrar Türkiye'ye geldi. 1955'te Ankara'da vefat etti.

İsveç Kralı 12. Karl (Demirbaş Şarl 1709)

Şarl, birçok defa askerî seferlere çıkmış ve muzaffer bir komutan olmuştu. Ancak 1707 senesindeki Rusya saldırısı onu tahtından edecekti. Demirbaş lakaplı Şarl, 4 bin kişilik maiyetiyle Osmanlı toprakları içerisindeki Dimetoka'ya sığındı. Padişah III. Ahmed'den yardım istedi. Kabul gören yardım talebi, Demirbaş'ı her daim muhafaza edecekti.

Macar bağımsızlık hareketi öncüsü Ferenc Rakoczi

Macaristan'ın Habsburglar tarafından ilhakı sırasında vatanından uzaklaşmak durumunda kalan Ferenc Rakoczi, 1718 senesinde kendi maiyetindekilerle beraber Osmanlı topraklarına iltica etti. 18 sene Tekfurdağı'nda (Tekirdağ) yaşayan Macar lider, burada vefat etti ve sonra Macar yetkililerin talebi doğrultusunda kabri kendi memleketine taşındı. Mezar taşı Karaköy'deki St. Benoit Lisesi girişinde bulunuyor.

İmam Ayetullah Humeyni

İran İslam Cumhuriyeti'nin kurucusu ve ilk önderi olan Ayetullah Humeyni, Şah Pehlevi rejimine karşı yürüttüğü muhalefet nedeniyle cezaevine girdi. Bir süre tutuklu kalan Humeyni kendi rızasıyla sürgüne yollandı. İlk adresi ise Bursa'ydı. Burada üç ay kaldıktan sonra Irak'ın Necef şehrine, oradan da Fransa'ya geçerek devrimin olacağı 1979'a kadar sürgün hayatı yaşadı.

Avusturyalı ünlü mimar Clemens Holzmeister

Nazi Almanya'sının hışmından kaçarak Türkiye'ye sığınanlar bilim ve sanat adamından biri de ünlü mimar Clemens Holzmeister idi. Bizzat Mustafa Kemal'in gözetiminde yeni Cumhuriyet'in kurumlarını inşa etti. TBMM, Milli Savunma Bakanlığı, Cumhurbaşkanlığı Köşkü, Merkez Bankası, Kızılay Meydanı'nda Güven Anıtı ve pek çok binayı o tasarlamıştır. Almanların Viyana'ya girmesinden sonra Holzmeister kendi memleketini geride bırakmış ve Türkiye'ye gelerek İstanbul Teknik Üniversitesi'nde ders vermişti.

Seyyid Cemaleddin Muhammed Afgani (1891)

İran'da başvezir iken Şah'ın siyasetini tenkit etmekten dolayı 1891'de sınır dışı edildi. Şah'a karşı girişilen suikasta adı karıştığı için İranlı makamlar iadesini talep etseler de Sultan Abdülhamid kendisini vermedi. Mısır, Kuzey Afrika, Rusya ve Hindistan'ı dolaşarak Panislamizm fikrinin kuvvet bulmasına çalıştı. Çok sayıda konferans verdi. 9 Mart 1897'de İstanbul'da vefat etti. Nişantaşı'ndaki Şeyhler Mezarlığı'na defnedildi. Daha sonra Afganistan'ın talebi üzerine naaşı Kabil'e götürüldü.

Adam Mickiewicz (Polonya milli şairi)

“Polonya'nın komşu ülkeler tarafından bölünmesine hiçbir devletin ses çıkarmadığı günlerde, tek dostumuz Türkler olmuştur… Onlar bunu kabul etmediği için üstün bir millet olarak severiz.” diyen Adam Mickiewicz, ülkesinin Rusya karşısında giriştiği bağımsızlık mücadelesini kaybetmesinin ardından Osmanlı topraklarına sığınmış ve 1855 senesinde vefat edene kadar İstanbul'da yaşamıştı.

Rus lider Joseph Stalin (1910)

Bolşevik devriminden sonra Rusya'dan Türkiye'ye gelen lider olarak Troçki bilinir. Troçki, 1933 yılında Stalin'den kaçıp Türkiye'ye sığınmış ve dört yıl Büyükada'da ikamet etmişti. Oysa Stalin de 1910 yılında Rus Çarı'na karşı yürütülen başarısız bir darbe girişiminden sonra genç subay iken, soluğu ilk fırsatta Osmanlı topraklarında almış. O zaman Osmanlı sınırları içinde bulunan Batum'da tabakhanelerde çalışıp, deri alım satımında bulunmuş. Daha sonra I. Cihan Harbi sırasındaki Bolşevik ihtilaline katılan Stalin'in Batum'da “Beriyaşvili” ismini kullandığı biliniyor.

Anadolu topraklarına gelen diğer önemli kimseler

Çeçen Mücahid Şeyh Şamil (1869)

Romen General Christian Tell (1848)

Gürcistan Başbakanı Noe Jordanie (1921)

Gürcü İmereti Kralı II. Solomon (1810)

Çerkes Giranduk Berzeg (1882)

Hintli Şehzade Baysungur Mirza (17. asır)

Erdel Prensi İmre Thököly (1697)

Macar düzyazısının mucidi Mikes Keleman,

Macar Anayasası'nı yazan Kossuth Lajos (Kütahya Müze Evi)

Janos Bangya İstanbul Asayiş Müdürü-1853 (Karabatır Mehmet Bey)

Macaristan Başbakanı Miklos Kallay (1943)

Polonyalı Prens Adam Jerzy Czartarski

Leh Konstantin Borzecki-1855 (Mustafa Celaleddin Paşa)

Ressam Nikola Kalmikof-1920 (Naci Kalmukoğlu)

Rus Akim Tamiroff-1921 (Hollywood yıldızı)

Balerin Lydia-1921 (Krassa Arzumanova)

Nadenja Vasilyevna Plevitskaya, 1921 (Ses sanatçısı)

Troçki-Leon Davidoviç Borenstein (1933)

Seyyid Cemaleddin Muhammed Afgani (1891)

Afgan Bağımsızlık Hareketi lideri Mahmud Tarzi (1929)

Cezayir bağımsızlık mücadelesi başlatan Emir Abdulkadir (1852)

Zambaklı Padişah, Ece Ayhan

 

 

 

ZAMBAKLI PADİŞAH

Ne zaman elleri zambakh padişah olursam

Sana uzun heceli bir kent vereceğim

Girilince kapıları yitecek ve boş!

Azizim, güzel atlar güzel şiirler gibidirler

Öldükten sonra da tersine yarışırlar, vesselam!

I

Ey imece ile başsız gömülecek derviş

Sen kendin o zamandan değilsin

Ya bu hikâyeyi nereden bilirsin?

Ey ustalıkla taşaronluğu birbirine karıştıran

Yaşayan okur!

Sen yabana değilsin bense bir fakir derviş.

II

Ve bir derviş ... atını saldı salar.

III

Karartma benizli bir sözcük kırıntısından bile.

Kesekâğıdı yapıyor, yapabiliyor.

IV

Hava gırçımadır

iki çocuk da bir gömlek içinde

Valde külhandadır

Hafız! Sence çocuklar

Çiçeklerin koynunda uyumalıydı değil mi!

V

"Sizde ölüm var mıdır?"

VI

Yedi kez görünmeyen denizin üzerinde, i k i açık deniz evliyası

Tabuttaş'tan Üsküdar Sultanlığı'na bir konsol aynası taşır.

VII

Eski bir göç yolu, izlenmektedir.

VIII

Devlet ve şairleri, iki kaşık gibi içice uyurlarken

Geldiği kapkara denize Karpiç'den gönderilmiş bir gemi

IX

Duyduk k i , bir daha

Kuş getirmek sınıfa

intihar olmuş cezası

Hal ve gidiş tüzüğünde

Biz kuşları tutmuyoruz ki

Kapıda koyveriyoruz

Dönüp onlar ceplerimize giriyorlar

N'apalım?

X

İnsan gözünün soldan sağa okuma alışkanlığı!

XI

Unutulmuş bir çocukluk hastalığından da bilinebilir

ikinci Savaş'da Galata'da geçimıiş bir kedi merdiveni.

XII

Şiir de, duraklarda, dinlenirdir dinlenir.

XIII

Yenilmiş, geri çekilmededir bir gizli yol

Muvazzaf şairler de...

XIV

Geceleri, aydan, evlere girilemiyordur.

XV

Devletin cüceleri nasıl iki kez ayağa kalkmak zorundaysalar

Tabiatın cüceleri de bir dehliz bulmuşlardır kendi içlerinde.

XVI

Portakallarla donanmış selâtin meyhaneleri, kapalıdır.

XVII

Ustasından geçmiyen bir deniz

Gittikçe uzaklaşıyor, okunmuyor.

XVIII

Mühründe şiir kazılıdır bir padişah.

XIX

Kuşlar havada, insan karada

Ölmek istemezler!

XX

Beş aydan bu yana, ilk bir insan görüyorum...

XXI

Kışı ve Üsküdar'ı, atkısıyla geçirecek bir kadın

Yazmışım, nedense, deftere.

XXII

Sarışın Osmanlı tarihçileri...

XXIII

"Bak bre çirkin!"

Karanfilinde bir ... basılıdır.

XXIV

Beyaz kargalarlı, aykırı düşüncelerdir.

XXV

Biliyorsun; ölüm

Artık uyakta karşılanmıyor, karşılanmaz!

XXVI

Akıl , yürütülüyor, yürüttüm bu kentte.

XXVII

Bir erkeğe gerilmiş bir kadın,

karşıdadır.

XXVIII

Ebru ile bir yazı arası.

XXIX

"Şiir, ölüm ve yaşam dolayısıyla,

Şimdi ve daima, açıktır."

XXX

İşkence!.. Bu sözcüğü, ilk Karagümrük'de

Duyduk duyuldu.

XXXI

Camında sabun kurutulan evler

Beyoğlu'nun yıkılacağını bildiriyorlar.

XXXII

Ey gemileriyle birlikte yiten denizler

Ve bağlı limanlarıdır! ki unutulmasın

Gerçeklikte, gemiler terketmektedir fareleri.

(BALABAN ONU BESLEMEDEN ÖNCEDİR.)

İki keşiş; külleri karıştırıyorlardı. Avluda dikelmiş duran

çocuğa bakıyorlar ve aralarında konuşuyorlardı:

— Saçları uzadığı zaman bu çocuğa tapılır!

Başkeşiş:

— Geceyi birlikte geçirelim, diyor.

Çocuk şaşırmış, kekeliyor.

Başkeşiş ona altın bir cep saati armağan etmek istiyor.

Çocuk:

— Olmaz! diyor ve o gece hiç uyumuyor.

* * *

Ertesi sabah avluda rasladığı bir keşiş ona:

— Saatin kaç? olduğunu soruyor

21 Ocak 2016 Perşembe

in memoriam, Giuseppe Ungaretti

in memoriamLocvizzo 30 Eylül 1916AdıMoammed Sceab'tıSoyuemir ve göçebelerintihar ettiçünkü yoktu artıkVatan'ıFransa'yı sevdive adını değiştirdiMareel'diFransız değildi amave bilmiyordu artıkKuran'danezgiler dintenilenhalkının çadırındabir kahvenin tadıylayaşamayıVe bilmiyorduçözmeyikendini bırakmışlığınşarkısınıBen aldım onuotelci kadınlaParis'tekaldığımızCarmes sokağı 5 numaradansolmuş daracık bir yokuştulvry mezarlığındayatıyorbir varoşsökülmüş bir panayırgünündeher an sankiVe yalnız benim belkihala bilenyaşadığını

19 Ocak 2016 Salı

Devlet Dersi'nde yok yazılan çocuklar

Gazeteci-yazar Gökçer Tahincioğlu, ‘Devlet Dersi'nde hak ihlaline uğrayan çocukların hikâyesini anlatıyor. En huzurlu ortamda büyüyenler bile sahillere vuran, çatışmalarda ölen, istismara uğrayan çocukları izleyerek mağdur oluyor.

“Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında / Bir teneffüs daha yaşasaydı / Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür / Devlet dersinde öldürülmüştür.” der şair Ece Ayhan. ‘Meçhul Öğrenci Anıtı' şiiri kaleme döküldüğü günden beri ne değişti? Hiç. Hâlâ onlarca çocuk can veriyor bu ‘zorunlu ders' uğruna. Sokağa çıkma yasağı olan kentlerde ya da cezaevlerinde ölümle tanışan onlarca çocuk var. İstismara uğrayan, iş cinayetine kurban giden, okuldaki güvenlik şartlarının yetersizliği nedeniyle hayatını kaybeden çocuklar… Aklın sınırlarını zorlayan hak ihlalleriyle karşı karşıyalar.

Tecrübeli gazeteci Gökçer Tahincioğlu, ‘Devlet Dersi'nde yok yazılan çocukların hikâyelerini kaleme aldı. Notabene-Gündem Çocuk dizisinin ilk yayını olan ‘Devlet Dersi' kitabı, bu dersin çocukların hayatında nasıl tezahür ettiğini anlatıyor ve cezasızlık öyküleriyle yüzleşmemizi sağlıyor.

‘Çocuklar için daha iyi bir dünya mümkün' anlayışını benimseyen Gündem Çocuk Derneği'nin 10 yıldır takip ettiği davalar ve cezasız biten yargılama süreçlerinin anlatıldığı bu kitap tüm çocuklara ve çocukların avukatı olan Tahir Elçi'ye adandı.

Gazeteci-yazar Tahincioğlu, kitabın Elçi'ye adanma sürecini şöyle anlatıyor: “Tahir Elçi, tanıma ve arkadaşı olma onuruna eriştiğim, Türkiye'deki en önemli insan hakkı savunucularından biriydi. Çocukların yaşadıkları travmalara hep çare aradı, yargılanan çocukların gönüllü avukatı oldu, o çocukların da arkadaşıydı. Elçi'yi maalesef, kitabın sonuna yaklaştığımız bir aşamada kaybettik. Bu nedenle, Gündem Çocuk Derneği'ndeki arkadaşlarla birlikte kitabın Tahir Elçi ismiyle de birlikte anılmasını istedik. Bu kitaptaki birçok öykünün avukat olarak, aktivist olarak da öznelerinden biriydi zaten.”

POLİTİKALAR MAĞDUR EDİYOR

Tahincioğlu'nun ifadesiyle Devlet Dersi, hak ihlaline uğramış çocukların hikâyesi, belki bir yönüyle hak ihlaline uğrama ihtimali bulunan binlerce çocuğun da hikâyesi. Devletlerin cezasızlık politikaları, dönemlere, iktidarlara göre çok farklılık göstermeden gelişiyor ve büyüyor. Bu politikanın yükseltildiği, alçaltıldığı dönemler olabiliyor. Bu politika, devletin ‘öteki' olarak kodladığı kişilere yönelik failin devlet olduğu konularda gözlerin kapatılmasını, görmezden gelinmesini içeriyor.

Tahincioğlu, “Bu politikaların mağdur ettiği önemli bir kesim var. Çocuklar da burada ayrı bir başlık ve neredeyse merhamet, vicdan vb. duygular dışında sözü edilmiyor. Devlet Dersi, işte o çocukları, başka çocukların hikâyeleri onlara benzemesin diye anlatıyor.” diye konuşuyor.

‘ÖTEKİ' OLARAK KODLANIYORlar

“Türkiye, bir yönüyle çatışmaların ortasında, bir yönüyle çatışmalardan uzak, bir yanıyla gerilimin ortasında, bir yanıyla gerilimden uzak, bir yanıyla müthiş geride, bir yanıyla ileride bir ülke. Karmaşık ve fazlasıyla arada kalmış. Bütün bu çelişkiler arasında büyük uçurumlar var. Çocuklar da bu uçurum diplerinde büyüyor.” diyen Tahincioğlu'na göre iktidarlara göre değişen ve bir başka kesimin asla benimsemediği eğitim politikaları, toplumsal ahlâktan bir adım öteye gidemeyen kanunlarla uyumsuz mahkeme kararları, cezasızlık politikaları çocukları hedef alıyor. ‘Öteki' kimliğiyle doğmamış bir çocuk da başına gelenlerden sonra bir anda ‘öteki' olarak kodlanabiliyor. En huzurlu ortamda büyüyen çocuk, ekranlardan sahillere vuran, çatışmalarda ölen, iş cinayetine kurban giden, istismar mağduru çocukları izleyerek hak ihlaline maruz kalıyor.

ÇOCUK ODAKLI POLİTİKA YOK

Tahincioğlu, çocuk hakları odaklı bir politika yürütüldüğünü düşünmüyor. Zira çocuklar genellikle genel sistemin bir tarafında konumlandırılıyor. Ailenin parçası, ceza hukukunun parçası, medeni hukukun parçası… Fakat bütüncül bir politikadan söz etmek ve çocukların hakları özelinde bir politika geliştirildiğini söylemek mümkün değil.

Peki, hak ihlallerini giderebilmenin yolu ne? Tahincioğlu, “İlk adım bu yönde irade geliştirmektir.” diyor ve ekliyor: “İhlalleri görünmez kılarak, cezasız bırakarak önlemek elbette mümkün değil. Bu sadece sistemin kendisini yeniden üretmesi ve gelecek kuşaklara da bu sistemi nakletmesi anlamına geliyor. Bu yönde bir iradenin gelişmesi sadece çocuklar açısından değil, bütün toplum açısından cezasızlık politikasının minimize edilmesini sağlar. Ancak topyekün bir irade geliştirmek, hele ki böylesine gelenekselleşmiş bir cezasızlık anlayışı varken çok mümkün değil. Burada siyasetin mesaj vermesi ya da yasal düzenleme yapmak yetmiyor. Devletin bütün hücreleriyle bu iradeyi taşıması gerekiyor ki maalesef buradan çok uzağız. Siz ihlalden söz ettiğinizde bütün kesimler sadece ve sadece sizi de farklı biçimde kodluyor. Bırakın ihlallerle mücadele için irade oluşmasını, bugün hâlâ bu noktayı aşabilmiş değiliz.”

Her gün çocuklar ölüyor

Uğur Kaymaz, Ceylan Önkol, Berkin Elvan, Mahsum Mızrak, Abdullah Yaşa, Çağdaş Gemik, Ahmet Yıldız, Yasin Akyüz, Lütfullah Tacik ve Roboski Çocukları'nın hikâyeleri ‘Devlet Dersi'nde hikâye edilerek anlatılıyor. Yazar Gökçer Tahincioğlu, “Kitapta en zorlandığımız bölüm, çatışma bölgesinde ölen çocukların isimleri ve nasıl öldürüldükleriyle ilgili son kısımdı. Kitap basılırken geride kalmış, eksik kalmış bir liste söz konusuydu. Her gün çocukların öldüğü bir çatışma ortamı, buna tanıklık eden, okula gidemeyen, sokağa çıkamayan çocuklar... Bütün bunların her biri elbette ki hak ihlali. Telafi eğitimiyle giderilemeyecek bir ihlalden söz ediyoruz. Çocuklar bütün yaşananların en büyük mağduru.” diye konuşuyor.

İnsan, Vladimir Mayakovski

İnsan

(1916)

O bütün günahları bağışlayan, o dünyayı kutsallaştıran güneşavucunu başıma koydu.Bütün rahibelerin en dindarı gece de örtüsünü omuzlarımakoydu. Öpüyorum sevdamın bin sayfalı İncilini.Acı ve çın çın öten dualar ettim aşka,ruhum bir başkagelişi beklerken,duyuyorum yeryüzüsenin«Esenlikle git şimdi!»*ni ben.Gemisinde geceninben yeni Nuhbekliyorumaba dalgalan arasmdagelsinler,gelsinler de beni götürsünler diye,bölsünler diye tan kılıçlarıylayeryüzü düğümünü ikiye.Geliyor tan.İşte!Büsbütün açıla yayıla.Her yere ışıkları girmiş detırmalıyorlar her yeri.* ihtiyar Yahudi Simeon’un tapmakta çocuk İsa’yı gördükten sonrasevinerek söylediği sözler. (Luka İncili, n , 25).Ötüyor büklümlerive günler yavaşça kayıyor içlerineçalkanıp duran bağa kabuklarıyla.Güneş çağırıyor yineateşten voyvodalarını.Trampet çalıyor tanileri,yeryüzü çamurunun üzerine!Güneşunutma sakınhiç yoktançığırtkanınolduğumu.MAYAKOVSKİ’NÎN DOĞUŞUÇağdaşlarından yüz bulmuş budala tarihçiler şunu yazsınlarvarsın: «Bu ilginç ozanın hiç de ilginç olmayan, sıkıcı bir yaşamöyküsü var.»Bilirimgünahkârlarinlerken cehennemdeadımı anarak yalvarmaz,inmez Golgota*nın üstüne perdem depapaz alkışlarıyla.Ben efendi efendi yinegiderim içmeye kahvemiYaz bahçesi*ne.Beytüllahm*ımın göğündeparlamazdı hiç bir işaret,bozmazdı hiç kimseuykusunumezarlarındasaçları lüle lüle çoban kıralların* elbet.Size doğru indiğim gün isebir umutsuz,bir kesin,bir ötekilere benzeyen gündüve hiç kimseninaklına gelmemişti kınamak komşu yıldızısavgısız eksik diye :«Yıldız.nedir bu üşenme parıldamaktan?Kutlamayacaksan eğerdoğuşunu bir insanınyalnızşeytanolmaz mı yıldızövüp ululadığın?»Düşünün :alsak ağların içinden* Golgota, İsa’nın çarmıha gerildiği tepe.* Yaz bahçesi, Sen Petersburg'un büyük parklarından biri.* Beytüllahm, Filistin’de İsa’nın doğduğu yer.* Çoban kırallar, çocuk İsa’nın önünde bağlılıklarını bildiren çoban krallar.konuşan, ufak bir balığı* dipdiri,övgüler düzer,türküler yakarız bütünbu altından mucizeye.Ya ben nasıl göklere çıkarmamkendimi,inanılmaz bir harikaysambaştan aşağı,anlaşılmazkoskoca bir mucizeysedavranışlarımın her biri.Bakın ne güzel,bakın da hayran olun her yandanbu beş kat ışıltıya.Bunlara «el> derler işte.Harika bir çift el!Bakın görün :oynatabiliyorum sağdan sola,soldan sağa.Bakın görün :seçebiliyorumen güzel boynusarılıp dolanmağa.Açançekmecesini kafatasımıngöriir kıvılcımlar saçaneşsiz bir aklı.Var mı dersinizelimden gelmeyen şey?İstersenizyaratabilirim deyeni bir hayvan.* Slav mitolojisindeki altın balık. Puşkln’in «Balıkçı ile küçükbalığm masallarında geçer.Hem de iki kuyruklu,üç bacaklı.Beni öpensöylemez mi kivar mı, yok mutükrüğümden daha tatlı bir içki?Ayrıcaeşsiz bir dil var bendekıpkırmızı.Bir bağırsam «ha-ha-ha» diyeyankılanır sesim yükseklerde, çok yükseklerde.Bir bağırsam «HA-HA-HA»iner usul usul süzülüpava çıkmış ozanın şahini gibialçaklara perde perde.Ne söyleyeyim daha!En sonra dadönüştürebileyimdiye kışlarıyazave şaraba suyu,yeleğimin yünü altındaduyulur çarpışlarıufacık, eşsiz bir yumrunun.Sağa vurması — bir evlenme.sola vurması — titreyen seraplar bunun.Gene kimi örtmem gerekaşk uğruna benim?Kim tekmelemeye geleceksarhoş,geceyle maskeli, kim?Bir çamaşırhane.Çamaşır yıkayan kadınlar.Çok insan, çok ıslaklık.Sabun köpüklerinden de ne zevk alırlar?Bakın bakın,yağlı kırkayaklar kayboldu artık!Peki bunlar da ne?Gök ve şafak kızları mı?Bir ekmekçi fırını.Bir ekmekçi.Ekmek pişirmeye çalışır.Nedir bir ekmekçi?Una bulanmış bir sıfır.Tam o anörülen ekmekleroluyor mu sana bir keman!Keman çalıyor ekmekçi.Her şey ekmekçiye sevdalı.Bir kunduracı dükkânı.Bir kunduracı.Bir sefil birikinti.Üç beş çivi dahaçakması gerekbir çizmeye şimdi.İşe bakın siz :harp gibi açılıyor çizmenin konçları giderek,başında da bir taç kunduracının.Usta ve şenbir prenstir şimdi o.Görün beni iştebir bayrak gibi yükselmiş yüreğimle.Akıl almaz mucizesi yirminci yüzyılın!Ve uzaktan, efendimizin mezarından hacılar gelmekte.Müminler ayrıldı da boşaldı eski Mekke.

MAYAKOVSKİ'NİN YAŞAMI

Böğürmelerimle telaşa düştü büyükler, bankacdar, nazırlar.Ortaya çıkıyoryaldızlızırhlar.«Yürekse her şeyin başıne demeye,ne haltetmeye topladımparacıklarını, sizi ben?Nerden geliyor bu çalım,kim bu hakkı veren?Kim temmuz havasına çeviren her günü?Kapatın gökyüzünü telgraf telleriyle!Sokaklarla kıvırın yeryüzünü!Kim ki övünmüştürelleriyle,tüfek verin!Okşadığı mı var onu sıcak günlerin?Hepsi olsunkirpi gibidikenli.Kirletin dilini ağız dalaşlarıyla onun!»Yeryüzü ağılına kapatılmışım nasılsa,boyunduruğunu sürüklüyorum günlerin.Beynimin içindedörtnala at sürüyor«yasa».Yüreğimi bir zincir sıkıştırıyor :«din».Yan ömür geçti bile, elden ne gelir.Fenerler gözetliyor beni her yerde, fenerler bir bir.Tutsağım çoktan beri.Kurtaramaz beni hiçbir şey;yok olası yeryüzü tutuyor beni prangasında.Yetse de yıkayıp arıtmağa sevgim sizlerigönlümün okyanusu çepçevre evler arasında.Bağırıyorum...Duyduğum dahep anahtar gürültüsü!Zindancının sırtarması.Fırlatıyor önümebir ışının ucundaçürümüş bir et parçası.Sırıtıyorlar :«oh. oh!»bense başıboş dolaşıyorum işteateşler içinde, sayıklayarak.Gümbürdüyor yeryüzü güllesiayağıma zincirlenmiş de.Gözlerimi anahtarla kapattıaltınBir körü kim tutar elinden?Sonsuzluğa dekbenkapatılmışım demeksaçmasapan bir serüvene!İşte başkaldırıyorbağımlı suçlunun esin perileri.Yere batsın yüce varsayımların yükü!Sîzler, Brem'in uydurduğutavuslara inananlar,sizler, bitki uzmanı kuşkafalılarm zırvaladığıgüllere inananlariletin, e mi,kuşaktan kuşağabenim bu eşsiz yeryüzü betimlememi.Meridyenlerdenve atlas kemerlerden fışkırıpköpük köpükçınlamada altın kasırga :franklar,dolarlar,rubleler,kuronlar,yenler,marklar.Boğuluyor içinde her şey, kemanlar, tavuklar, atlar, cinlerve fillerve yaşamın ıvır zıvırı.Burun deliklerinive boğazı tıkıyorbu yapışkan gürültü.«İmdat!»Bu inilti bile çıkamıyor dışarı.Ve ortadakımıltısız, büyük bir ada,çiçekli halılardan yapılmış.İşte oradayaşıyor o benimher şeyin efendisihasmım,yenilmez düşmanımın ta kendisi. • Alfred Edmond Brem (1829-84) Alman hayvanbilimclsi ve gezgini.Zar yok çoraplarından daha ince.Şık pantolonları en göz alıcısından yollu kumaşın.Alaca bulaca renklikıravatına gelince,kalın mı kalın boynundan sarkıpkümbetine sürünüyor işkembesinin.Ölüyor insanoğlu çevrede.Ama yükseliyor göğe bir orman gibikutlamayaululuğunu :Yaşa!Bravo!Aferin!Hurra!Viva!Hoh!Hosanna!Maşallah!Peygamberlerin gücüne verirler yıldırımı.Aptallığa bak!Ama ookumuş Lokke*yihem de pek hoşlanarak!Üzerinde işkembesiningülüşüışıldatıyor,çınlatıyor kösteğinin zincirlerini.* William John Lokke (1863-1930), romanları mutlu sonlarla biten İngiliz romancısı.Tutulurdilimizşu Yunanlının eserine bakınca.Düşünürüz :«Kimnerede,ne zamanyaptı bunları?»Amakendisidir ısmarlayan merhum Fidyas’a :«Kadınlar istiyorumetli butlu,mermerden.»İyi bir bahanedört s a a t:«Canım bir şeyler yemek istiyorköleler, yine!»Onun acar ahçısıtanrı dasülün eti pişirir efendisinekille.Gerinirbir dişiyi okşadıktan sonra da.«İster misinstoklarımdaki en umulmaz yıldızı bile?Bu aradaonun içinbir sürü Galileteleskop gözleriyle araştırırlar göğü.İmparatorlukların altın danasını sarsıyor devrimler,çoban değiştiriyor insan sürüleri,amagönüllerin taç giymemiş sultanısenin kılını bile kıpırdatmıyor hiç bir ayaklanma.Mayakovski, F: 7

MAYAKOVSKİ'NİN TUTKUSU

Duyuyor musunuz?Duyuyor musunuz bu at kişnemelerini?Duyuyor musunuz?Duyuyor musunuz otomobillerin ulumasını?Bunlaryıkanmaya giden kentlilerdir Onun bereketinde.Bir insan bataklığı tüm.Sürüklüyor beni kalabalıkrasgele bir yereşaşkın, süklüm püklüm.Dizginlere asılıyorum bense,eteklere,etekliklere.Bu gördüğüm de ne?Sen misin?Oraya mı götürüyorlar?Yalan, zındıkça bir küfür!Gözümün bebeğini kan bürümüştürkızıl feneri gibikerhanelerin.Niçin sen ama?Dur!bildiğim daha tatlı zevkler var!Ulu ormanında kirpiklerin yok bir kırmldama.Dur!Geçti gitti bile...İşte oralarda, başı başlar üstünde.Işıldıyor kafatası,bir kundura dense yeri,dazlak,pırıl pırıl cilalı deri.Ancakson boğumu üstündeyüzük parmağınınüç pırlanta yanındabir iki tüy vardikilmiş.Yaklaşıyor yosma, görüyorum.Eğiliyor öpmek için elini.Dudakları fısıldıyorküçük tüyler arasındabirine «küçük flütüm» deyip,birine «küçük bulutum*»,üçüncüsüne deişitilmemiş, ünlü bir ad vererekyaratmakta olduğum.

MAYAKOVSKİ’NİN GÖĞE ÇIKIŞI

Ozanım ben. Hani çocuklara belletirsiniz ya: «Güneş pelinlerüstünden doğar stepte» . Sevilen kadının başıdır aşk yatağında,bu küçük tüyler arasında beliren.Ok fırlatıyor o gözler.Sil gözlerinden bu gülümsemeyi.Yüreğin isteği tabanca,gırtlak usturayı özler.»Büyüyor gönülsemem tutarsız ve şeytancabir sayıklamaya gömülüp.* Küçük flüt ve Küçük bulut, Mayakovski’nin Omnrga’nın flütüve Pantolonlu bulut adlı uzun şiirlerini simgeliyor.Geliyor ardımdan kadın,suya doğru çekiyor beni,ya da eğimine doğru damın.Ortalıkta kar.Kar veriyor baskın.Kıvrılıp donarak,aynanın üzerineyenidendüşüp konarak,kımıltısız bir zümrüt gibi.Ruh ürperiyoraynaların eline düşüp,kaçmasına yok bir olanak.Ve büyülenmişbir adam gibi zorarşınlıyorum Neva rıhtımlarını.Yürüyorum,bir de bakıyorum hep aynı yerdeyim,kaçmak istesem deboşuna.Burnumun dibinde bir ev beliriyor,donmuş pencereler ardındançekiliyor şiş karınlı bir şafak.Orası!Bir kedi miyavlıyor acı acı,tütüyor yanarakbir idare lambası.Bir zili çalıyorum.Eczacı!Eczacı!Asılıyorum bacaklarımın direklerine.Büyüyor düşüncelerim,birbirine dolanarakgeyikboynuzları.Gözyaşlanm ıslatıyoryerde buzlan.Anıyorum o yitikcennetimi, yere yatıp boylu boyunca.Eczacı!Eczacı!Nerde diner,neyle dineryürektekibu onmaz acı?Gökyüzünün sınırsız ovalarında,çılgınlığında Büyük Sahra’nın,çölün o kupkuru deliğindekıskançlara yer var mı peki?Kavanozların ne sırlar saklar?Bilirsin yüce tüzeyi.İzin ver şunaeczacı:fırlatayım ruhumuhiç üzülmedengök boşluğuna.Uzatıyor bana gereken!Bir kafatası.«Zehir».İki de çapraz kemik.Benim için mi bu?ölümsüzüm ben ama,benzemem başka müşterilere!Gözlerim kör,konuşmam yok,aklım örtmüş kapısını bir kere.Ne buluriçimdeparçalamayabenim bu zehir?Azbuçuk anlıyor zavallı.Meraklılar doluşuyor pencerelere,dimdik oluyor saclar.BirdenbireDükkânın ortasında yüzmeye başlıyorum.Tavan açılıyor kendi kendine.Çığlıklar.Gürültü.«Evin üstüne vardı bile!»Süzülüyorum yukarda enikonu.Batan gündekor kesilmiş bir odun gibi kilisenin haçı.Aşıyorum onu!Ormanın üstündeçığlık çığlığa kargalar.Onları da aşıyorum.Sözde çırağım daha!Bütün bildiklerimiz, bütün öğrendiklerimizhiçlik kırıntısı,fiziği, kimyası, gökbilimi hep saçma!Bir istemek yetiyor ama,ben de süzülüyorumarasında bulutların.Dilediğim yere gidebilirim şimdi!Her yere.Baladların şiirsel çamurunu çalkalayın datürküsünü yakın şimdi, türküsünü yakınAmerikan ceketli,cilalı sarı papuçluyeni şeytanın.

MAYAKOVSKİ GÖKTE

Geldik bile!Konuyorum bir bulutun üstüne,yükümlüyorumişlerimleve yorgun bedenimle bulutu.Gönülaçıcı bir ver, ilk kez geldiğim.Bakıyorum sağına soluna.İşteiyice yalanmış bir yüzey,öve öve bitiremediğimiz gök.Görürüz enine boyuna!Bir kıvılcım,bir parıltı,bir ışıldamavebir gürültü —ya daruh gibi bir şeyler midirki usul usul kaymada.«Kadın oynaktır, değişir...*** Verdi’nin Rigoletto operasından bir arya: La donna t mobile.Burada,g ö k k u b b ed emüziğini dinlemek Verdi’nin!Yarığından bir bulutunbakıyorum gizli gizlişarkı söyleyen meleklere,öyle sevimli, dingin,öyle yollu yordamlı yaşayan meleklere.İçlerinden biri çıkıptatlı tatlı bozuyoruykulu dilsizliğini:«Hoşunuza gitti miVladimir Vladimiroviçbu sonsuzluk, uzayıp giden?»Aynı tatlılıkla karşılık veriyorum :«Sevmez olur muyum hiçbu hoş sonrasızlığı ben!»Önce sinirleniyor adam :ne bir köşe varkendine,ne çay,ne içerken okunacak gazete.Yavaş yavaş alışıyorum gök törelerine.Yeni gelenler oldu mubakmaya gidiyorum ötekilerle birlikte.«Ne! siz misiniz!»Sevinçle kucaklaşıyoruz ikimiz.«Merhaba, Vladimir Vladimiroviç!«Abraham Vasiliyeviç, merhaba!Şanına yaraşırbir ölümle geldi mibu ölü buraya acaba?»Ne ince şakalar, değil mi?Çok hoşuma gidiyor bu iş,iyice tadını çıkarıyorumhep kapının dibinde kalıp.Bir bakıyorum eşikteölü tanıdıklar belirmiş,yanıma alıpgösteriyorum burçlara varan yokuşu,o gözalıcı süsünü dünyaların.Bütün olayların merkez istasyonu,bir düğmeler, manivelalar, levyeler kumkuması.Burası—dünyalar eriyip gidiyor tembel tembel—burası—daha güçlü, daha hızlı çeviriyor bir sürü el.«Böyle dönmeli hep —budur istedikleri—dünya batıp gidinceye dek.Nedir anlamı bunun?Kanla sulamak mı yeryüzünü?»Canı cehenneme topunun.«Gülüyorum telaşlarına, öfkelerine.Sularlarsa sulasınlar,bana ne?»Olabilecek bütün ışınların baş ambarı.Sönmüş yıldızların atıldığı yer.Eski bir taslak,—kimbilir kimden kalmış—balinalarla ilgili, yarım kalmış bir tasan.Burada herkes ciddi.Herkesin işi başından aşkın.Kimisi bulutları ütülüyor,güneşin fırınını besliyor kimisi.Her şeyde korkunç bir uyumyatkın,rütbe sırasına göre.İlişip kakışan yok.Daha ötesini de gerektirmiyor bu durum.Önce homurdandılar bana karşı.«Aylak, boşgezenin biri!» dediler.Ama yürektir bence her şeyin başı.Yürek ne gezer gövdesi olmayanlarda?Ben de şunu ileri sürdüm :«İstemiyorsanız siz burda beni,bir kenardagüzelce uzanıpüzerinde bir bulutunoradan seyredeyim olan biteni.»«Ama pek yakışık almaz bu dedikleriniz.»«Ya, öyleyse bana siz bir şeyler öneriniz.»Körükler iç çekiyor zaman, fırınında,bitmiştir hazırlığıbiryeni yılın.Yılların öd patlatan çığıgeçmektedirgümbürtülerle.Sayıya vurmuyorum haftaları.Bizler kizaman kadranına kapatılmışız,aşkı neden bölmüyoruz günlere peki,değiştirmiyoruz sevilen adları?Büyük bir durgunluk.Serilmişimay ışınlarının dibine,içim yatışsın diye düşlere eğilmişim.Bir güney plajında vatmışım desem yeri.Ama daha bir uyuşuk, daha bir sersem.Aşıp gidiyor her dembeni okşayışlara gömerekbaşımın üstünden sonsuzluk denizleri.

MAYAKOVSKİ'NİN DÖNÜŞÜ

1, 2, 3, 4, 8, 16 yıl, binlercesi, yüzbinlercesi.Ayağa kalk!Yeter!Güneşe bak!Böyle dilsiz, böyle miskin yatmak da neyin nesi?Mırıldanıyorum uykulu uykulu :«Bu böyle ne kükremesi?Yüreğimi yerinden oynatmağa yeltenen de kim?»Sabah mı,akşam mı?Göklerin solgun aydınlığı hep o bildiğim.Nice,nicenice yüzyıl geçti gittigünlerin uzaklığında parçalanıp toz olmaya.Saman yoluna göz gezdirincebelki diyorumkırçıl sakalım yayılmıştır uzaya.Düşüyor bir sürü yıldız.Gözlerimle izliyorum.Yeryüzüne doğrugitmedebu hız!Unutulmuş istekleri canlanıyor gönlümünve hastabeynimdüş yapıları kurmakta.—Şimdiyenidir elbet dedimne varsa yeryüzünde.Ağırlıklar takınır köyler mis kokulu baharla bütün.Kentler pırıl pırıldır elbet.Al yanaklı bir ailenin türküsü duyulur bu mutlu günde.Büyüyor özlemim.Özlemim gitgide daha sert, daha yaman.Gözalıcı bir sis yükseliyor görmeyim,bir bulut geçmesin öteden,beliriyor sanıyorumzaman zamanbir yerlerden yeryüzü.İyice kendimi veriparıyorumdünyayıöteki noktalar arasında,işte, işte!Diktim oraya gözümü.Seziyorum denizleri,kartal sesi içindeki dağlan.işte orada babam.Hep bildiğim gibi, hiç değişmemiş adam.Daha ağır işitiyor kulakları yalnız,biraz da aşınmışkolcubaşı ceketinindirsek bükümü.O da sinirli.O da gözlerini dikmiştoprağa.Neler gcçiyordur kafasından kimbiMırıldanır kendi kendine :«Belli geldi Kafkasya'yabahaı dönemi.»Ruh sürüleri deduyuyorsıla özlemi.Kentli haydutun öfkesi çınlıyor kaba kaba.Baba,canım sıkılıyor!Canım sıkılıyor, baba!Ozanların aptalını çekermiş gökyıldız nişanlarınıniğneleriyle!Ne yayarsın kendini papaz cüppeleri gibi,tutarsın kendini bir kardinale eş?Yaladığın yeter uykulu ışınlarını.Düş arkama!Ayaksız mı böyle yalnız?— Demek kirletecek şeyin yok senin?!Yeryüzü çamurunda gereği yok demek çizmenin?Bırakın örmeyiyıldızlarçevresindeyeryüzününişkence tacını!Onlarsa yıkanıyor kan renginde batan günün.Kanadını parıldatankim ötede bilmiyorumyakınında yeryüzünün.Olmasın ağaran tan?Dur!Bu yol benim de yolum.Kimi uzanıyorum kuyrukluyıldız gibi,kimi ebemkuşağmca büzülüyorum.Yay biçimleriyle bu oyun da ne?Nedir kıvrılışlarındaki iç daralması? jKuleler,kuleler gösteriyorumdünyaya, kuleler kiinanılmaz bir hızla geçer.Çoktan beribaşıboş ruh düşünüyoreskigünleri.Görüyorum avuçlarımkentlerle dopdolu /yarımkürelerin.Kulak ayırt ediyor bazı sesleri şimdi.Tam yolla!«Günaydın nine!»Kaydım asfalt üzerine.Dikildim.Alışılmamış gücünden şaşırıyor herkesbu gök yolcusunun.Bir sürü ses :«Bakın bakın,dam aktaran bir adamçatıdan düştü.Herifin şansı varmış!Ekmek parasını çıkarmak çok zor».Kalabalıkitiş kakışuğultulu gününe dalıyorişlerinin tasmasıyla artık.Ah! öyle bir gırdakolmalı,olmalı da daha beter,daha korkunç bir kükreme salmalıkentin gürültüsünü bastırmak için.Sokakların çılgınca koşusunu kim durduracak?Trenlerin yeraltı çilesini kim çözebiür?Kim durduracakhavaya kapkara is salanları,ki delip geçer her uçako dumanları!Ekvator boyuncaŞikago’lardanTombov’lara değinyuvarlanıyor rubleler.Herkes kovalıyor onlarıboyunları gergin,çiğneyerek uçtan ucadağları,denizleri,yollan.Yönetense hep aym dazlak,hep aynı görünmez varlık onları,yeryüzünde kankan dansı oynayan büyük efendi,Kimi bir düşünce kılığına bürünüp,kimi şeytan,kimi de bulutlar arkasından parlayan tanrı.Susun artık filozoflar!Bilirim niçin—bırakın tartışmayı—niçin verilmiştir onlara yaşam.Koparmakve yok etmek içintakvim yapraklarım.Acımak mı onlara?Onlar bana acır mı?Bulvarlar, bahçeler,dış mahalleleryedi yuttu beni.Burda antikacı var mı?Gösterin bana!Almak istiyorum bir hançer.Ne güzelduymak yaklaştığınıöç saatinin.

MAYAKOVSKİ YÜZYILLARDA

Nereye gidiyorum,niçin hem?Koşuyorum her yöneinsan kalabalığınınuğultusu arasındadöne döne.Petek pencereleri dolaşıyor gözlerim.güçtür onlaratemmuz,yabancı, tiksinç.Söndürdü kentcamlarını, camekânlarım bu ara.Yorgun ve başı düşük.Yalnız iştebatan güneş, o kanlı kasapbulut cesetlerinin karnım deşmekte.Sürüklenip gidiyorum.Masalsı bir köprü.Çıkıyorum üstüneve garip bir coşkunlukla bakıyorum yukardaıi.Oradaydım, iyi anımsıyorum yeri,Tam bu parıltıydı gördüğüm.BuyduöyleyseNeva dedikleri.Bir kent vardı burada,fabrika bacalarının tüten ormanına batmışçılgın bir kent.Ve bu kenttenerdeyse başlayacakelbettesolukve camsı geceler.Temmuzun ölümü.Mayakovski, F: 8Kor kesilmiş bembeyaz, yok artık gecesi.Kaçıyor ağzından sayıklamaları fısıltılarla.Kimi bir hasta arabasının haçı geçmede,kimi duyulmadan bir el ateş sesi.Ve yenidensessizlik.Bir evin üstündeha düştü ha düşecek saçaktanışınlar arasında yürüyorsun, görüyorum,bunları bir güzel demetliyorsun.Ben eKmi uzattığım ankaçıverdin burnumun dibinden sis gibi.Oradayım yinetaş kesilmişcesine.Dağıldı geceleyin aylak gezenler,teninin dokusunu duyuyorum sanki,soluğunu sanki,sesini sanki,ansızın yenidenhortladın sanki.Kaçıp gidiverdi büsbütün,kurtuldu havanın incecik bağlarından.Gitgide—yapayalnız—eridi bir topluluğun içinde.Dirilen yüreğim titredi ağırdan ağırdan.Tanıdı beni yeryüzü işkenceleri.Çok yaşadeliliğimçok yaşa!Ne iyiydi lambalar böylesokak ortalarına dikilmiş.Evler de öyle.Bir debu kabartma at kafası*,üzerindegirişin.«Jukovski sokağı mı bu sokakyolcu?»Yüzüme bakıyornasıl bakarsa bir çocuk bir iskelete,kocaman açılmış da gözleri;savuşmak istiyor elbette.«Mayakovski sokağı derler bu sokağa bin yıldan beri.Canına kıydığı yer burası işte sevgilisinin kapısında.»Kim?Ben mi? Canıma mı kıydım ben?Lafa bak!İnce ince oy sevincini, işle yüreğim!Uçuyorumpencereye doğru.Gök alışkanlığı, ne olacak.Pencere yukarda.Yükseliyorum kattan kata.Pencere perdeyle örtülü.İpeğin ardından seçtim,odabildiğim oda benim.* Lili Brik’in Leningrad’da, Jukovski sokağındaki 7 no. lu evinincümle kapısı üstünde kabartma bir at kafası varmış.Bin yıl geçmiş aradan, kalmışsın yine gencecik.Uzanmışsın ışıldayan aydan mavileşmiş saçlarınla.Bir an...Ne var kiaysaçsız bir pembelik.Sonunda geldim.Uyuyorlar daha.Elimsıkıyor hançeri.Kayarakbir göz atıyorum içerive başlıyor bende aşkyeniden,aşkve acıma.Merhaba!Elektrik yanıyor.Yuvalarından uğramış iki çift göz.«Kimsiniz siz?»«Kim olacak, Nikolayev’im,mühendis.Bu ev de kendi evim.Peki ama siz kimsiniz?Ne diye karımı tedirgin ettiniz?»Başka bir oda butitreştiği sabahın.Çırpıntılı dudak uçlanve çırçıplak gövdesiyleyabancı bir kadm.Dar attım kendimi dışarı.Tüylü,kocaman,cam yanmış bir gölge gibiiniyorum ay ışığı örtülüduvardan aşağı.Kiracılar koşuyor savurarak geceliklerini.Taşlara çarpıyorum küt diye.Kapıcı bir köşede sıkıştırıyor beni.«Nereye gitti yoldaşkırk iki numaradaki kadın?»«Bakarsan söylentiyefırlatmış pencereden kendinierkeğe doğru.Yatarlarmışsarmaş dolaş.»Nereye gitmeli şimdi?Ne çıkarsa bahtımıza,ha kır, ha deniz.Nasıl isterseniz!Tralya-ya, dzin-dza,tralya-ya, dzin-dza,tralya-ya-ya.Boynumda ışıkların akan düğümü sımsıkı,sürükleneceğim kavrulan yazda!Şakırdayacak ellerimdekelepçeler gibi tıpkıaşk yüzyılları.Yok olacak her şey.Hiçliğe dönüşecek.Ve devindiren varlıkyaşamıson ışığını kullanacakson güneşin artıkkaranlığına karşı gezegenlerin.Daha sert,daha keskinacım sürecek yine,beııse kalakalacağımgömülüp alevlerin içinesönmeyen odun yığınındayasak aşkın.SONYeniden toplanıyorsonsuzlukcezaevineserseri!Hangi göğe doğru gitmeli,hangi yıldıza doğru gitmeli yine?Altımdayeryüzü,o binlerce kiliseliyeryüzü başladıölüm duasına.