25 Şubat 2016 Perşembe

Yzur, Tuzdan Heykel, Lugones (Babil Kitaplığı, J.L.Borges Tarafından hazırlanan Fantastik Edebiyat Dizisi'nden)

Lugones, Tuzdan Heykel, Babil Kitaplığı Jorge Luis BorgesHer büyük yazar işe iyi bir okur olmakla başlar ve yıllar geçtikçe, tercih ettiği ya da dışladığı okumalarıyla kişisel bir kitaplık yaratır. Buenos Aires'teki Ulusal Kitaplık'ın (ki burada dünyanın başka yörelerinde bulunmayan kitapların olduğu söylenir) yöneticisi Jorge Luis Borges bu kitap bolluğundan yararlanmasını bildi: Zaten büyüfenmiş okurlarına, derin bilgi ve neşesiyle, şaşırtıcı derecede ilginç derlemeler hazırlayıp sundu. Düşsel edebiyatın mücevherlerini oluşturan metinleri bir araya getirdi ve onun en güzel hikayelerinden biri olan Babil Kitaplığı, aynı zamanda dizinin adı oldu. 1975 ile 1985 arasında yayımlanan bu dizi, daha şimdiden bir edebiyat klasiğidir. Bir araya gelen bu kitaplar aynı zamanda Buenos Aires'in bu büyük kütüphanecisine adanmış en duygusal anıtlardan da birini oluşturur.

İyi okumalar.

F. M. Ricci

Babil Kitaplığı

Tuzdan HeykelLeopoldo Lugones 

ÖnsozJorge Luis Borges

İspanyolcadan Çeviren:Banu Temel 

Önsöz, İspanyolcadan Çeviren:Mukadder Yaycıoğlu

Önsöz

Tüm Arjantin edebiyatını tek bir yazara indirgemek zorunda kalsaydık (aslında bizi böyle tuhaf bir indirgerneye zorlayan bir durum yok) bu yazar tartışmasız Lugones olurdu. Dünümüzü, bugünümüzü ve belki de yarınımızı onun yapıtlarında bulmak mümkündür. Geçmişimizi El imperio jesuitico'da (Cizvit İmparatorluğu), El payador'da (Ozan) ve La Historia de Sarmiento'da (Sarmiento'nun Öyküsü); yazarın yaşamış olduğu Modernizm dönemini ise Las monta:fias del o ro' da (Altın Dağlar) ve Los crepusculos del jardin' de (Karanlık Bahçe) bu la biliriz. 1909 'da yazdığı Lunario sentimental (Duygusal Ay), bu tarihten sonra yazdığımız her şeyi önceden şekillendirmiş ve hatta onları aşmıştır. Martınez Estrada'nın ve Güiraldes 'in yapıtları Lugones 'i tanımadan anlaşılamaz. Bu, onun olumlu yanıdır. Olumsuz yanı ise, edebiyat yapmayı sözel bir oyun, daha açık bir deyişle, sözlükte yer alan tüm sözcüklerle oynanan bir oyun olarak görme eğilimidir. Bu, Ultraizm akımının çok zengin ve gizemli şiir sanatını yalnızca tek bir biçime, yani eğretilemeye indirgemek istemesinden on beş yıl önce ortaya çıkmış bir eğilimdir. Sözün kısası, bu dogmayı geçersiz kılmak için eğretileme olmayan tek bir dize aktarmak yeterlidir: Beni öperken tir tir titriyordu dudakları.

Lugones için dört önemli şair vardı. 1897' de yazdığı Altın Dağlar'ın ilk şiirine bakacak olursak, bu şairlerin Homeros, Dante, Hugo ve Walt Whitman oldukları anlaşılır; 1909' da yazdığı Duygusal Ay'ın önsözünü göz önüne aldığımızdaysa, Whitman'ın adını çıkarmak gerekir, çünkü Whitman, Lugones 'in modern şiir için elzem olduğuna inandığı uyağı kullanmıyordu. Hiçbir İspanyol şairinin adının geçmemesi anlamlı. Lugones 'in çok amaçlı ve büyük emeği üzerine henüz etrajlı bir çalışma gerçekleştirilmedi. Lugones, neredeyse anonim bir yalınlık gösteren Kuru Nehir Romansları (1938) dışında kalan tüm yapıtlarını Fransız dilinde ya da sözlük İspanyolcası'yla tasarladı. Şair, öykü yazarı, eleştirmen, tarihçi, sözlükçü, hatip ve pek de başarılı olmayan bir Yunan dili ve edebiyatı uzmanı ve Homeros çevirmeniydi. Genç şairleri keşfetmek ve onları cesaretlendirmekten hoşlanırdı.

Hiç kimse mutluluğu gizleyemez; gururlu ve ketum olmasına karşın Lugones'in kederi apaçık ortadaydı. Kırk yıl kadar önce, intihar ettiğini bana telefonla haber verdiklerinde şaşırmadım ama üzüldüm, çünkü vazgeçme ve yadsımalarla dolu tüm yaşamının gecikmiş bir intihar olduğunu düşündüm. Seneca'nın bile kayıtsız kalamayacağı bir azdeyişinde, Lugones, "Yaşamının efendisi olan insan, ölümünün de efendisidir," demişti. Lugones 1874 yılında, bir Akdeniz Şehri olan Cordoba' da doğdu, 1938 yılında, Buenos Aires 'in birkaç kilometre kuzeyinde bulunan Tigre (Kaplan) takımadalarından birinde canına kıydı. Birinci cildine A harfi bile sığmayan ve sık kullanılmayan sözcüklerle dolu Diccionario del castellano usual (Güncel ispanyolca Sözlüğü ) başlıklı çalışması tamamlanamadan kaldı. EI tamaiio del espacio (Uzamın Hacmi) başlıklı denemesinde Einstein'ın kurarnlarını inceledi. Yazarlığının yanı sıra öğretmen ve gazeteciydi, askeri geleneğe sahip bir aileden geliyordu. Miyop olması askerlik yapmasını engelledi ve edebiyat çalışmalarının önünü açtı; yine de her zaman etik bir disipline sahip oldu. Politik kararsızlıkları kınandı, ancak 1890'lı yıllarda anarşist olması, 1914'te müttefiklerin tarafını tutması, 1930'lu yıllarda ise faşist olması, aynı sorunla ilgilenen,ancak bu soruna zaman içinde çelişkili çözümler öneren bir adamın farklı içtenlikleri olarak kabul edilebilir. Onunla çok az görüş tüm, bunda benim çekingenliğimin de payı oldu. Kendisine söylenenlere karşı çıkmaya eğilimli ve bu tutumunu haklı çıkaracak zekice nedenler arayan, yalnız ve ağırbaşlı bir adamın imgesini hala zihnimde koruyorum.  

Düzyazılarıyla da dikkat çeken Lugones'in başlıca uğraşı şiirdi; kimi zaman adı anımsanmasa bile, Lugones'in dizeleri, bunları mırıldanan Arjantinlilerin belleğinde yer etmiştir: "Biberiye kokuludur mavi tepeler 1 ve ormanın derinlerinde bir keklik ıslık çalar." Bu önsözde, Lugones 'in 1906 yılında yazdığı, bilimkurgu dediğimiz türü önceleyen birkaç fantastik öyküsünü incelemekle yetineceğiz. Edgar Allan Poe ve Wells'in etkisinde kaldığı açıktır, bu yazarların yapıtları elden ele dolaşıyordu ama Yzur'u ancak Lugones yazabilirdi. Yzur, bu seçkinin ilk öyküsü. O yıllarda düzyazı düşsel ve ağdalıydı. Lugones, bir bilimadamına atfettiği bu öyküyü dizginlenmiş bir ihtirastan yoksun olmayan, bile isteye kuru bir üslupla yazar. Bizim dilimizde yazılmış bilimkurgu türünün ilk örneği olan Yzur'un başarısı, kısmen, öykünün bir gerçeklikle mi yoksa maymunuyla aklını yitiren anlatıcının sanrı yüklü tutkusuyla mı sonlanacağını asla bilemememizden kaynaklanır. Ateş Yağmuru, vadi yerleşimlerinde yaşanması mümkün olayları canlı ve kesin bir biçimde imgeler; bu öyküde ilginç olan, belki de, Lugones'in yarattığı İbranilerin açıkça Yunanlı Epikurosçular olduklarını gözlemlemektir. Aynı şekilde, Tuzdan Heykel de İncil kökenlidir, ancak Lugones hepimizin bildiği öyküyü eşsiz bir gizemle zenginleştirir. Lugones için okuma eylemi diğer deneyimler kadar yoğun bir etkinlikti. Abdera'nın Atları öyküsünün Heredia'nın Fuite des centaures adlı sonesinden esinlendiği açıktır; ancak esin kaynağını aştığı da o denli belirgindir. Şu acemice yazılmış dizeyi yazarımızın kapanış türncesiyle birlikte anımsamak yeterlidir: "Dev bir ürküdür Herkül'ün gölgesi." Öykünün başlangıcı oldukça hoştur, bu hoşluk daha sonra acımasızlığa, acımasızlıktan da mitolojik bir mucizeye dönüşür. Lugones, özellikle uzdilli olması düşünülmü başlığının ruhsuz bir anlatıcıyla bire bir örtüştüğü Açıklanamayan Bir Olay' da, kısmen Wells tarzında, sade ve ağır bir üslupla, ne görülmüş ne de duyulmuş bir olayı anlatır. Lugones, daha önce, Alma venturoso başlıklı hayranlık uyandırıcı sonesinde birbirini seven ama bunun farkında olmayan, birbirleriyle aynı zamanda ve aniden aşklarını keşfeden iki insanı konu almıştı; Francesca'da Cehennem'in V. Şarkısı'yla boy ölçüşmeye niyetlenir; bu serüvenin farklılığı, içten vurgusunda yatar. Jülyet Nine de en incelikli aşk öykülerinden biridir. Geri getirilemez zamanın hüznü, Ay'ın varlığı ve nazik tavırların gizlediği ölçülü heyecan, bu öyküyü Lugones 'in en başarılı yapıtlarından birine dönüştürür.

O zamanlar çok uzak sayılan bir ülkede doğmuş olduğu için Avrupa'da hiçbir zaman tanınmayan Lugones, yapıtlarım ilk kez o çok sevdiği İtalya' da günışığına çıkarmakla, bana sessizce vermiş olduğu sözü tuttu.

Jorge Luis Borges

Tuzdan Heykel

Yzur

Maymunu iflas etmiş bir sirkin açık artırmasından satın aldım.

Bu satırlarda anlatılan deneyimi ilk yaşadığımda bir öğle vaktiydi; bir yerlerde Java yerlilerinin maymunlardaki sözle ifade etme eksikliğini yetisizlikle değil sakınımla açıkladıklarını okuyordum. "Konuşmazlar deniyordu"zira işe koşulmak istemezler.

İlk başlarda hiç de derin görünmeyen benzer bir düşünce önce kafanı kurcalayıp sonunda şu antropolojik önermeye dönüştü: Maymunlar  şu ya da bu sebeple konuşmaktan vazgeçen insanlardı. Bu durum ses üreten organlarının ve beyindeki konuşma merkezlerinin körelmesine yol açtı; maymun ırkının dilini anlaşılmaz bir hırıltıya dönüştürerek birbirleri arasındaki ilişkiyi zayıftattı ve sonunda yok etti böylece ilk insan bir hayvan olup çıktı."

Açıkça görülüyor ki, eğer bunlar kanıtlanırsa, maymunu bu kadar ayrıksı bir canlı yapan tüm anomaliler açıklanmış olacak, ama bunu yapmanın olası tek bir yolu var : Maymunu tekrar konuşturmak. 

Bu arada benim afacanla birlikte bütün dünyayı dolaştım; talih ve yaşadığımız serüvenler beni her defasında ona biraz daha yakınlaştırdı. Avrupa'da çok büyük bir ilgi gördü, hatta ona Konsül unvanı vermek isteyenler oldu; ne var ki, ciddi bir işadamı olarak bu tür saçmalıklardan kötü yönde etkilenrneye başladım.

Maymunların dili hakkında sahip olduğum sabit fikirle birçok kaynakçayı didik didik aramama rağmen, ortaya kayda değer hiçbir sonuç çıkmadı. Tek bildiğim, ve bundan adım gibi emindim, maymun un konuşmaması için hiçbir bilimsel gerekçenin olamayacağıydı. Bu düşünceler içinde beş sene geçti.

Yzur (bu adın kökeninin ne olduğu asla anlaşılamadı, zaten bir önceki sahibinin umrunda bile değildi) kesinlikle dikkate değer bir hayvandı. Sirkte aldığı eğitim, tümüyle taklit yeteneğine indirgenmiş olsa da, yetilerini bir hayli geliştirmişti; ilk bakışta saçma gibi gelen teorimi onun üzerinde sınamak konusunda beni cesaretlendiren de buydu zaten.

Öte yandan, şempanzenin (yani Yzur'un), tüm maymunlar içinde en gelişmiş beyin yapısına sahip olduğu ve kolay eğitildiği de unutulmamalı, bu da teorimin olabilirliğini artırıyordu. Onu iki ayağının üstünde tıpkı sarhoş bir denizci gibi yürüyüp ellerini arkasında kavuşturarak dengesini sağlarken her gördüğümde, onun ket vurulmuş insanlığına beslediğim inanç daha da güçleniyordu. Gerçekten de, maymunun tane tane hecelememesi için herhangi bir sebep yok. Doğal dili, yani benzerleriyle iletişim kurarken çıkardığı bütün o homurtular, yeterince almaşık. Gırtlağı, insanoğlununkinden çok farklı olarak, basbayağı konuşabilen papağanın gırtlağına hiç benzemez; beynine gelince, papağan beyniyle yapılan bir karşılaştırmanın tüm kuşkuları gidermesi bir yana, bir gerizekalının beyninin de asgari yetiye sahip olduğunu anımsamak yeter, kaldı ki kreten hastaları bile basit birkaç kelime konuşabilmektedir. Broca kıvrımının işlevi, beynin bütüncül gelişimi üzerine kuruludur; her ne kadar konuşma merkezinin kesinlikle bu bölgede olduğu henüz kanıtlanmamışsa da. Eğer bu sorun anatomide daha iyi açınlanırsa, çelişkili olgular o andan itibaren hükümsüz olacaktır.

Neyse ki maymunlar, tüm olumsuz koşullara rağmen, taklit etmeye yönelik eğilimlerinin de gösterdiği gibi öğrenmeye karşı heveslidir; esenlikli bir bellek, esaslı bir kılık değiştirmeye kadar varabilen yansıtım ve çocuktakine kıyasla daha gelişmiş bir dikkat. Bu yönleriyle, tüm pedagojik öznelerin en başta geleni olduğu söylenebilir. Üstelik benimki gençti, maymunun en entelektüel yaşam evresinin gençlik olduğu da bilinir, bu yönüyle siyahlara benzer. Temel güçlük, onlarla sözlü iletişim kurmak için izlenecek yöntemin kendisinde yatıyor.

Benden öncekilerin tüm yararsız girişimlerinden haberdardım. Dahası yetkinliğine rağmen tüm gayretleri boşa çıkan kimi girişimler karşısında benim denemelerim de birçok kez başarısız oldu. Bu konu üzerinde düşününce şu sonuca vardım: Aslolan, maymunun ses düzeneğini geliştirmek. Gerçekte sağır ve dilsizlerin hecelemeyi öğrenmesi de bu yolla sağlanır. Bu konu üzerine adamakıllı kafa yorunca sağır dilsizler ve maymunlar arasında birçok benzerlik olduğunu gördüm. 

Her şeyden önce konuşulan dili ikame eden olağanüstü taklit mahareti konuşmuyor olmanın düşünmüyor olmak anlamına gelmediğini gösteriyor; birinin iş görmemesi yüzünden diğerinin işlevi de en aza indirgenmiş durumda hepsi bu. Ayrıca tuhaf olduğu kadar özgün başka özellikler de var: İşte sebatkarlık bağlılık cesaret ve varlıklarından hareketle neredeyse bir kesinlik kurmaya yarayan gerçekten de açınlayıcı iki özellik: Denge egzersizleri konusundaki hüner ve can sıkıntısına karşı gösterilen direnç.

Bunun üzerine eserime maymunumun dudakları ve dili üzerindeki esaslı bir beden egzersiziyle başlamaya karar verdim ona bir sağır dilsiz gibi muamele edecektim. Sonra da dolaysız bir sözlü iletişim kurmak için işitme duyusundan yararlanacak dokunma duyusuyla pek ilgilenmeyecektim. Okur bu noktada gereğinden fazla iyimser olduğumu ilerleyen bölümde görecek.

Neyse ki şempanze tüm maymunlar içinde dudaklarını en rahat hareket ettirebilen hayvan; bir defasında anjine yakalanan Yzur doktorlar boğazını muayene edebilsin diye ağzını açmayı becermişti.

İlk gözlemim kuşkularımı doğruladı. Dili ağzının derinlerindeydi, hareketsiz bir topak gibi duruyor, yutkunmaktan başka bir işe yaramıyordu. Egzersizler etkisini göstermeye başladı, iki ayın sonunda muziplik yapmak için dilini çıkarmayı öğrenmişti. Dilinin devinimiyle zihni arasında bir bağıntı olduğunu gözlediğim ilk durum buydu, öte yandan, yaradılışıyla da kesin biçimde örtüşüyordu.

Dil egzersizinin güçlükleri de vardı, bazen dilini pensler yardımıyla çekip uzatmak zorunda kalıyor, ama bu tuhaf uğraşı -belki de benim izlenimim bu- önemsiyor ve buna dört elle sarılıyordum. Ben ona taklit edeceği dudak hareketlerini gösterirken oturuyor, elini sırtına götürüp sağrısını kaşıyor ve kuşkulu bir tavırla dikkat kesilip göz kırpıyor ya da uyumlu devimler le düşüncelerini anlaşılır kılmaya uğraşan bir insan gibi yanağındaki tüyleri düzeltiyordu. Sonunda dudaklarını hareket ettirmeyi öğrendi.

Ama konuşma egzersizi, çocukların uzun yıllar süren ve zihinsel gelişimleriyle koşut yol alan kekelemelerinin de gösterdiği gibi, zor bir sanat ve edinilmesi güç bir alışkanlık. Gerçekte, sesleri yapılandıran merkezin konuşma merkeziyle bağlantılı olduğu ve ikisinin gelişiminin de armonik tekrarlara bağlı olduğu kanıtlanmıştır. Felsefi bir soruşturma sonucunda sağır dilsizlerin sözcül eğitimi için bir yöntem geliştiren Heinicke, bunu daha l785'te öngörmüştü. Derin anlaşılırlığıyla birçok çağdaş ruhbilimciyi şad eden bir şeyden, 'düşüncelerin zincirleme bağlantısından' söz ediyordu.

Yzur, dil konusunda, konuşmadan önce birçok kelimeyi anlayabilen bir çocukla aynı durumda bulunuyordu; ancak yaşamı daha iyi tanıdığı için, şeyler üzerinde bir yargıya varmakta daha beceriliydi.

Bu yargılar sadece birer duygulanım değil, ayırıcı özellikleri muhakeme etmeye dayanan soruşturma ya da incelemelerdi, böylece soyut bir uslamlama geliştiriyor, bu da ona, en azından benim fıkrimce, kesinlikle daha üstün bir zihinsel yeti katıyordu. Eğer teorilerim fazlaca cüretkar görünüyorsa, tasıının ya da temel mantıksal tartışmanın birçok hayvanın zihni için hiç de yabancı olmadığını anımsamak yeterlidir. Zira tasım, kökeninde, iki duygulanım arasında yapılan bir kıyaslamadır. Eğer öyle değilse, neden insanoğlunu tanıyan hayvanlar ondan kaçıyor da tanımayanlar kaçmıyor? . . .

Derken, Yzur'un ses eğitimine başladım.

İlk olarak mekanik kelimeleri öğretip daha sonra duyumsal kelimelere geçmek gerekiyordu.

Maymun ses yetisine sahip olduğu için, sağır dilsizlere göre daha iyi durumdaydı, yani başlangıç düzeyindeki hecelemeleri daha anlaşılırdı; maymuna sadece fonem ve hecelemenin temelini oluşturan ve hecelerin sesli ya da sessiz olmasına göre eğitmenler tarafından statik ya da dinamik olarak adlandırılan çeşitlerneleri öğretmek yetecekti. Sağır dilsizler üzerinde Heinicke'nin uyguladığı yöntemi ve maymunun oburluğunu da dikkate alarak, her sesi bir yiyecekle ilişkilendirmeye karar verdim: Patatesin 'a'sı, ekmeğin 'e'si, incirin 'i' si, kokonun 'o'su, kuskusun 'u'su örneklerinde olduğu gibi söz konusu sesli harfin o besinin içinde geçmesine dikkat ettim; bazen ekmek ve incirde olduğu gibi yalnızca bir seslinin tekrarı üzerinde durdum, bazen de patateste olduğu gibi vurgulu ve tecvite dayalı iki heceyi temel ses olarak aldım.

Özellikle seslileri ya da ağzın iyice açılmasıyla elde edilen sesleri çalışırken her şey yolunda gitti. Yzur bunları on beş günde öğrendi, en çok zorlandığı harf ise 'u' oldu.

Sessiz heceler beni tam anlamıyla deliye döndürdü. Diş ve dişetlerinin yardımıyla elde edilen sesleri asla çıkaramayacağını kısa sürede anladım. Uzun ve sivri dişleri bunu yapmasına engel oluyordu.

Böylece tüm alfabe beş sesliden ibaret hale geldi; 'b' , 'k' , 'm' , 'g' , 'f ' ve ' c ' gibi , dil ve damak yardımı olmadan çıkarılamayan sessizler alfabede yoktu. İşitme duyusunun yeterli olmadığı görülüyordu. Dokunma duyusuna baş vurmaktan başka çare yoktu, elini önce benim göğsüme sonra da kendi göğsüne koyarak, bir sağır dilsiz gibi sesin titreşimlerini hissedecekti.

Tek bir kelime kuramadan üç yıl geçti. Her şeye, sanki asıl ismi oymuş gibi, söylenişindeki en baskın sesin adını veriyordum. Tüm yaptığım buydu. Sirkte birlikte çalıştığı köpekler gibi havlamayı öğrenmişti; ve ağzından tek bir kelime almak için boş yere çırpındığımı gördükçe, bana tüm bildiklerini anlatmaya çalışırcasına can havliyle havlıyordu. Sesli ve sessiz heceleri ayrı ayrı telaffuz ediyor ama ikisini bir araya getiremiyordu. Dahası, başdöndüren bir hızla 'p' ve 'm'leri tekrarlıyordu.

Yavaş yavaş da olsa, kişiliğinde büyük bir değişim gerçekleşmişti. Yüz hatları daha az hareket ediyor, daha derinden bakıyor ve düşünceli tavırlar takınıyordu. Örneğin, yıldızları seyretme alışkanlığı edinmişti. Duyarlılığı da gittikçe artıyor, sık sık gözünden yaş geldiği görülüyordu.

Dersler, çok başarılı olmamasına karşın, sarsılmaz bir azimle devam ediyordu. Bu, acı verici bir saplantıya dönüşmeye başlamıştı ve kendimi gittikçe zor kullanmaya daha eğilimli hissediyordum. Kişiliğim, bu bozgun yüzünden, Yzur' a karşı acımasız bir düşmanlık besliyecek denli hırçınlaşıyordu. Bu ketum isyanın derinliklerinde Yzur durmadan düşünüyor ve ağzından tek bir kelime bile alamayacağım konusunda beni ikna etmeye başlıyordu ki, birden, canı istemediği için konuşmadığını anladım.

Aşçı, bir akşam, maymunun 'gerçek kelimeler kullanarak konuştuğunu' görünce şaşkına döndüğünü söylemek için, dehşet içinde yanıma geldi. Anlattığına göre, Yzur, bahçedeki bir incir ağacının dibine diz çökmüş; ama tanık olduğu şeylerin özünü, yani kelimeleri, korkudan anımsayamıyordu. İkisi dışında: Yatak ve pipo. Aptallığı yüzünden onu neredeyse tekmeleyecektim.

Geceyi büyük bir heyecan içinde geçirdiğimi; üç yıl boyunca, tedirginliğimin ve aşırı merakımın sonucu olan ve her şeyi mahveden bir hata işlememiş olduğumu söylememe gerek yok.

Maymunun kendiliğinden gelip konuşmasını beklemek yerine, ertesi gün onu çağırdım ve zorla konuşturmaya çalıştım.

Artık bıkmış olduğum 'p' ve 'm'ler, ikircikli göz kırprnalar ve -Tanrı beni bağışlasın- eciş bücüş yüz çizgilerinin altındaki küstahça alaycı ifade dışında tek bir şey geçmedi elime. Öfkeden kudurdum ve kendimi kaybederek onu kırbaçladım. Tek yapabildiğim onu ağlatmaktı; iniltilerini saymazsak, her yere mutlak bir sessizlik hakimdi.

Üç gün sonra, menenjit belirtileriyle karışık ağır bir bunama yüzünden yatağa düştü. Sülükler, soğuk su tedavileri, müshiller, deriyle ilgili kan ilaçları, alkollü şeytan şalgamı, bromür; korkutucu hastalığın tüm tedavi yöntemleri denendi. Bense, vicdan azabı ve korkuyla, umutsuz bir cesaretle savaştım. Belki bu hayvan benim zulmümün kurbanı olduğu için; belki kendisiyle birlikte mezara girecek olan sırrın azizliği yüzünden.

Yataktan kımıldayamayacak kadar zayıf düşse de, uzun bir süre sonunda iyileşti. Ölüme bu kadar yakın olmak, onu soylu ve insancıl yapmıştı. Minnettarlık dolu gözlerini benden ayırmıyor, odanın neresinde olursam olayım, arkasında bile olsam, durmadan dönüp duran gözleriyle beni izliyordu; iyileşmenin verdiği bir mahremiyetle ellerimi arıyordu. Büyük yalnızlığıının içinde bir insanın boşluğunu dolduruvermişti.

Bununla birlikte, bir tür sapkınlık da denebilecek araştırma hastalığı, beni deneylerimi yinelemek için kışkırtıyordu. Gerçekte, maymun konuşmuştu. Bu iş böyle bitemezdi.

Bir süre sonra, ondan bildiği kelimeleri telaffuz etmesini istemeye başladım. Tık yok! Onu duvarın deliğinden gözetleyerek saatlerce yalnız bıraktım. Tık yok! Bağlılık ya da oburluğunu ima ederek kısa kısa konuştum. Yine tık yok! Dokunaklı sözler ettiğimde, gözleri ağlamaktan şişiyordu. Ona bütünlüklü bir gerçeği amınsatmak için, derslere başlarken söylediğim gibi, ""Ben senin efendinim," desem ya da bu onamanın devamında yaptığım gibi, '"Sen benim maymunumsun," diye seslensem, gözlerini kapatarak oturuyor, hiç ses çıkartmıyor, hatta dudaklarını oynatmaya bile yanaşmıyordu.

Benimle iletişim kurmasının tek yolu buymuş gibi, yeniden el kol hareketleri yapmaya başladı; bu ayrıntı, sağır dilsizlere olan benzerliği de hesaba katılınca, beni iyiden iyiye önlem almaya zorluyordu. Hiç kimse, sağır dilsizlerin akıl hastalıklarına ne kadar meyilli olduğunu görmezden gelemez. Kimi zaman, belki de sayıklaması bu sessizliğe bir son verir diye, delirmesini istiyordum. Nekahat dönemi ağır ilerliyordu. Aynı zayıflık, aynı hüzün. Aklından hasta olduğu ve acı çektiği çok açıktı. Organik bütünlüğü, olağandışı beyin yapısından gelen bir dürtüyle parçalanmıştı; bir gün fazla bir gün eksik, nasılsa çoktan kaybedilmiş bir vakaydı o.

Dahası, hastalık onu gittikçe daha uysal bir varlık yapsa da, sessizliği, benim aşırı öflkemin kışkırttığı o umutsuz sessizliği son bulmuyordu. Damarlarına işlemiş bir geleneğin karanlık özünde varlığının köklerindeki ezeli direnci besleyen maymun ırkı hayvana bu binlerce yıllık suskunluğun yükünü vuruyordu. Ses sizliği yani zihinsel intiharı körükleyen barbar adaletsizliği iyi tanıyan ormanın ilk insanları ağaçların gizemi ve tarihöncesindeki sonsuzlukların sırrını, bilincini çoktan yitirmiş ama zamanın bitimsizliği kadar görkemli bir kararlılıkla koruyordu.

Evrimi ağır bir seyir izleyen ve öncülleri tarafından insanoğlunun barbar bir karanlığın baskısına hapsedildiği ilkellerin başına gelenler, kuşkusuz, dört elli bu kalabalık aileleri, en eski cennetlerdeki ağaçlıklı tahtlarından etti. Saflarını dağıttı, daha anne karnındayken köle ruhlarına gem vurmak için dişilerini tutsak etti, hatta yenilmişlerin güçsüzlüğüne çare olarak o ölümcül saygınlığı dayattı, düşmanla aralarındaki üstün ama uğursuz bağı koparıp atmayı, gerçek kurtuluş için hayvanlığın karanlığına sığınmayı telkin etti.

Kazananlar ise, bu evrimin en can alıcı yerinde hayvansı yabaniliklerini takınıp, kutsal kitapların cennetlik meyvesi olan entelektüel büyüyü tadan bu ırk ezilmişlerin aşağılayıcı eşitliğine hapsolsun diye ne korkunçluklar, ne dehşet verici zulümler yapmadı ki; zekasını bir akrobatın hareketlerine has özdevimde sonsuza dek billurlaştıran o çekince; suretinin derinlerine işleyen o melankolik ürküyü sırtına yükleyip, galip gelenin hayvana vurduğu bir damga gibi, bedenini iki büklüm yapan o yaşam korkusu.

İşte tam da istediğimi elde edeceğim o an, geçmişin arafında saklı kalan hırçınlığım depreşti. Söz, tüm lanetiyle, bu memelinin antik ruhunu milyonlarca yıldır altüst ediyor, fakat içgüdüsel bir dehşetin tüm ırka mal ettiği ezeli bellek, esirgeyen yabanlıklarının karanlığını aydınlatmaya çağıran bu dürtüye karşı, bir sur gibi kat kat örülen çağlar boyunca direniyordu.

Yzur, bilincini yitirmeksizin, acıyla kıvranmaya başladı. Sadece iç paralayıcı bir sonsuzluk ifadesiyle bana doğru döndüğünde hafifleyen mutlak bir yalnızlık, zayıf bir soluma, belli belirsiz bir nabız, kapalı gözlerine inen tatlı bir acı ve o bildik melez hüznüyle dolu yüzü. Bütün bunları anlatmama yol açan o olağanüstü şeyin gerçekleştiği öğleden sonra, Yzur'un öldüğü öğleden sonraydı. Başucunda, taze alacakaranlığın sıcaklığı ve sessizliğiyle uykuya dalmışken, aniden birilerinin bileğimi kavradığını hissettim.

Sıçrayarak uyandım. Gözleri faltaşı gibi açılan maymun bu kez gerçekten de ölüyordu ve yüz ifadesi öylesine insancıldı ki dehşete kapıldım; ama eli ve gözleri beni öylesine anlamlı bir şekilde kendisine doğru çekiyordu ki o an yüzüne doğru eğilrnek zorunda kaldım; son nefesi, umudumu hem taçlandırıp hem yok eden son nefesi, filiziendi ve -bundan eminim- bir mırıltıya dönüştü. On binlerce yıldır konuşmayan bir sesin vurgusu, insancıllığına tüm ırkları sığdıran şu sözler nasıl anlatılır?

EFENDİ, SU. EFENDİ, BENİM EFENDİM.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder