29 Ekim 2014 Çarşamba

Yoksulları Gebertelim! ( Paris Sıkıntısı ), C. Baudelaire

XLIX

Yoksulları Gebertelim!

On beş gün boyunca odama kapanmış, çevremi o sıralarda (on altı, on yedi yıl oluyor) moda olan kitaplarla doldurmuştum; toplumları yirmi dört saat içinde mutlu, bilge ve zengin  etme sanatını ele alan kitapları söylemek istiyorum. Böylece tüm bu halk mutluluğu aracılarının -tüm yoksullara köle olmalarını öğütleyenlerin, onları tahtlarını yitirmiş krallar olduklarına inandıranların- tüm o özenle  hazırlanmış yapıtlarını sindirmiştim - yutmuştum, demek istiyorum. Bu nedenle, o sıralarda baş dönmesine ya da alıklığa yakın bir ruhsal durum içinde bulunmam kimseyi şaşırtmayacaktır.

Yalnız, sözlüğünü yenilerde gözden geçirdiğim tüm kocakarı düzmecelerinden daha üstün bir düşüncenin karanlık filizlerinin aklımın derinliklerinde yeşerdiğini duyar gibi olmuştum. Ama bir düşüncenin düşüncesinden başka bir şey değildi bu, alabildiğine belirsiz bir şeydi.

Büyük bir susuzlukla dışarıya çıktım. Öyle ya, kötü kitapların tutkulu hazzı kendisiyle oranlı bir açık hava ve ferahlama gereksinimi doğurur.

Bir meyhaneye gireceğim sırada, bir dilenci, şapkasını uzattı bana, şu unutulmaz bakışlardan biriyle baktı, akıl maddeyi kımıldatsaydı, manyetizmacının gözü üzümleri oldursaydı, bu bakışlar tahtlara takla attırırdı.

Aynı zamanda, kulağımda bir sesin fısıltısını duydum, tanıdım bu sesi; her yerde bana yoldaşlık eden iyi bir Melek'in ya da iyi bir Şeytan'ın sesiydi. Sokrates'in iyi Şeytanı olsundu da neden benim iyi Meleğim olmasındı, neden ben de Sokrates gibi, incelik dolu Lélut ile çok akıllı Baillarge'ın imzasını taşıyan bir delilik belgesi elde etme onuruna erişemeyecektim?

Sokrates'in Şeytanı ile benimki arasında şöyle bir fark var yalnız: Sokrates'inki yalnız kendisini korumak, gözünü açmak, durdurmak için çıkardı karşısına, benimkiyse öğüt verir, esin verir, inandırır. Zavallı Sokrates'in yasaklayıcı bir Şeytanı vardı; benimki hep hak verir bana, benimki bir eylem Şeytanıdır, ya da bir savaş şeytanı.

Sesi şunu fısıldıyordu kulağıma: "Ancak eşit olduğunu kanıtlayan kişi eşittir bir başkasına, özgürlüğü ancak onu kazanan hak eder."

Dilencinin üzerine atıldım birden. Bir yumrukta, bir gözünü açılmaz ettim, top gibi büyüyüverdi bir saniyede. İki dişini kırarken benim de bir tırnağım kırıldı, doğuştan zayıf olduğumdan, yumruk atmaya da fazla alışkın olmadığımdan, bu yaşlı adamı çabucak tepelemek için kendimi yeterince güçlü bulmayınca, bir elimle yakasına yapıştım, öbür elimle de gırtlağına sarıldım, başını duvara vurarak var gücümle sarsmaya başladım. Şurasını da söylemeliyim ki, ilkin çevremi bir gözden geçirmiş, böyle kent dışında, ıssız bir yerde, epey bir süre hiçbir polis memurunun eline düşmeyeceğimi anlamıştım.

Sonra sırtına kürekkemiğini kıracak kadar zorlu bir tekne indirerek bu zayıf düşmüş altmışlığı yere serdim, yerde duran iri bir ağaç dalını kaptım, biftekleri yumuşatmak isteyen bir aşçı inadıyla, var gücümle dövdüm onu.

Birdenbire -Ey tansık! Ey kuramının doğruluğunu gören filozofun ergisi!- bu kocamış iskeletin dödüğünü, böylesine bozuk bir makineden hiç ummayacağım bir güçle doğrulduğunu gördüm, sonra bana iyi bir belirti gibi gelen, kin dolu bir bakışla bakarak üzerime atıldı düşkün haydut, iki gözümüde şişirdi, dört dişimi kırdı, aynı ağaç dalıyla da zorlu bir dayak çekti bana. Böylece, güçlü ilacımla, ona gururu ve yaşamı geri vermiştim.

Kavgaya son verdiğimi anlatabilmek için bir sürü işaretler yaptım ona, sonra da bir Atina sofistinin hoşnutluğuyla kalktım, "Beyefendi, benim eşitimsiniz!" dedim, "Cebimdeki parayı benimle paylaşmak onurunu benden esirgemeyin, bir de, gerçekten insanseversiniz, sizden sadaka istedikleri zaman, tüm meslektaşlarınıza, benim sizin sırtınızda deneyerek acısını çektiğim kuramı uygulamak gerektiğini unutmayın."

Yeminle söyledi bana: kuramı anlamıştı, öğütlerime de uyacaktı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder