29 Ekim 2014 Çarşamba

Yoksulları Gebertelim! ( Paris Sıkıntısı ), C. Baudelaire

XLIX

Yoksulları Gebertelim!

On beş gün boyunca odama kapanmış, çevremi o sıralarda (on altı, on yedi yıl oluyor) moda olan kitaplarla doldurmuştum; toplumları yirmi dört saat içinde mutlu, bilge ve zengin  etme sanatını ele alan kitapları söylemek istiyorum. Böylece tüm bu halk mutluluğu aracılarının -tüm yoksullara köle olmalarını öğütleyenlerin, onları tahtlarını yitirmiş krallar olduklarına inandıranların- tüm o özenle  hazırlanmış yapıtlarını sindirmiştim - yutmuştum, demek istiyorum. Bu nedenle, o sıralarda baş dönmesine ya da alıklığa yakın bir ruhsal durum içinde bulunmam kimseyi şaşırtmayacaktır.

Yalnız, sözlüğünü yenilerde gözden geçirdiğim tüm kocakarı düzmecelerinden daha üstün bir düşüncenin karanlık filizlerinin aklımın derinliklerinde yeşerdiğini duyar gibi olmuştum. Ama bir düşüncenin düşüncesinden başka bir şey değildi bu, alabildiğine belirsiz bir şeydi.

Büyük bir susuzlukla dışarıya çıktım. Öyle ya, kötü kitapların tutkulu hazzı kendisiyle oranlı bir açık hava ve ferahlama gereksinimi doğurur.

Bir meyhaneye gireceğim sırada, bir dilenci, şapkasını uzattı bana, şu unutulmaz bakışlardan biriyle baktı, akıl maddeyi kımıldatsaydı, manyetizmacının gözü üzümleri oldursaydı, bu bakışlar tahtlara takla attırırdı.

Aynı zamanda, kulağımda bir sesin fısıltısını duydum, tanıdım bu sesi; her yerde bana yoldaşlık eden iyi bir Melek'in ya da iyi bir Şeytan'ın sesiydi. Sokrates'in iyi Şeytanı olsundu da neden benim iyi Meleğim olmasındı, neden ben de Sokrates gibi, incelik dolu Lélut ile çok akıllı Baillarge'ın imzasını taşıyan bir delilik belgesi elde etme onuruna erişemeyecektim?

Sokrates'in Şeytanı ile benimki arasında şöyle bir fark var yalnız: Sokrates'inki yalnız kendisini korumak, gözünü açmak, durdurmak için çıkardı karşısına, benimkiyse öğüt verir, esin verir, inandırır. Zavallı Sokrates'in yasaklayıcı bir Şeytanı vardı; benimki hep hak verir bana, benimki bir eylem Şeytanıdır, ya da bir savaş şeytanı.

Sesi şunu fısıldıyordu kulağıma: "Ancak eşit olduğunu kanıtlayan kişi eşittir bir başkasına, özgürlüğü ancak onu kazanan hak eder."

Dilencinin üzerine atıldım birden. Bir yumrukta, bir gözünü açılmaz ettim, top gibi büyüyüverdi bir saniyede. İki dişini kırarken benim de bir tırnağım kırıldı, doğuştan zayıf olduğumdan, yumruk atmaya da fazla alışkın olmadığımdan, bu yaşlı adamı çabucak tepelemek için kendimi yeterince güçlü bulmayınca, bir elimle yakasına yapıştım, öbür elimle de gırtlağına sarıldım, başını duvara vurarak var gücümle sarsmaya başladım. Şurasını da söylemeliyim ki, ilkin çevremi bir gözden geçirmiş, böyle kent dışında, ıssız bir yerde, epey bir süre hiçbir polis memurunun eline düşmeyeceğimi anlamıştım.

Sonra sırtına kürekkemiğini kıracak kadar zorlu bir tekne indirerek bu zayıf düşmüş altmışlığı yere serdim, yerde duran iri bir ağaç dalını kaptım, biftekleri yumuşatmak isteyen bir aşçı inadıyla, var gücümle dövdüm onu.

Birdenbire -Ey tansık! Ey kuramının doğruluğunu gören filozofun ergisi!- bu kocamış iskeletin dödüğünü, böylesine bozuk bir makineden hiç ummayacağım bir güçle doğrulduğunu gördüm, sonra bana iyi bir belirti gibi gelen, kin dolu bir bakışla bakarak üzerime atıldı düşkün haydut, iki gözümüde şişirdi, dört dişimi kırdı, aynı ağaç dalıyla da zorlu bir dayak çekti bana. Böylece, güçlü ilacımla, ona gururu ve yaşamı geri vermiştim.

Kavgaya son verdiğimi anlatabilmek için bir sürü işaretler yaptım ona, sonra da bir Atina sofistinin hoşnutluğuyla kalktım, "Beyefendi, benim eşitimsiniz!" dedim, "Cebimdeki parayı benimle paylaşmak onurunu benden esirgemeyin, bir de, gerçekten insanseversiniz, sizden sadaka istedikleri zaman, tüm meslektaşlarınıza, benim sizin sırtınızda deneyerek acısını çektiğim kuramı uygulamak gerektiğini unutmayın."

Yeminle söyledi bana: kuramı anlamıştı, öğütlerime de uyacaktı.

28 Ekim 2014 Salı

İşçi ölümlerinde çözüm ‘kan parası’ mı?

Soma’da ölen 301 işçinin ardından bölgeye din görevlileri gönderildi, halkın öfkesini yatıştırsınlar diye. Bol ‘şehit’li cümleler kuruldu. Ardından yüklü miktarda para yardımı yapıldı. Mecidiyeköy’de ölen işçilerin aileleri de aynı ‘büyük para’ teklifleriyle karşılaştı. Ancak mağdurlar maddî manevî sakinleştirilirken ne sorumlular yargılanıyor ne de denetimler artıyor.Türkiye, iş kazalarında Avrupa’da ilk sırada. Son dönemde yaşanan işçi ölümleriyle birlikte zihnimize iyice kazınan bu gerçek, yakın zamanda değişeceğe de benzemiyor. Daha cuma günü Kadıköy’deki bir rezidans inşaatında iskelenin parçalarının düşmesi sonucu bir işçi öldü. Neredeyse her gün yenisini duyduğumuz bu ölümleri işçi hakları için mücadele edenler ‘cinayet’ olarak niteliyor. Öte yandan güvenli çalışma ortamını sağlamaktan sorumlu işverenlerin davası ya takipsizlikle sonuçlanıyor ya da komik cezalara çarptırılıyor. Bu duruma karşı tepkisini giderek daha sesli dile getiren işçi aileleri için geliştirilen çözüm ise yüksek tazminatlar, başka bir deyimle ‘kan parası.’ Öyle ki, insanların hayatını kaybettiği kazalardan sonra iş güvenliğinin artırılmasından çok ailelerin şikâyetini geri çekmesi için ödenen paralar konuşuluyor.Bunun son örneği de Mecidiyeköy’de 10 işçinin ölümüyle sonuçlanan asansör faciası. Geçtiğimiz günlerde sonuçlanan davada Torunlar İnşaat’ın sahiplerine takipsizlik kararı çıktı. Bu tartışmalı karara tepkiyi daha da büyüten ise ölen işçilerin ailelerine teklif edilen paralar. Şirketin, ailelere şikâyetlerinden vazgeçmeleri karşılığında verdiği kan parasını kimi kabul etti, bazıları ise ahlaksız buldukları bu duruma isyan etti. Bir nevi ‘sus payı’ olarak da görülen parayı kabul etmeyenlerden biri de ölen işçilerden İsmail Sarıtaş’ın kardeşi Ferit Sarıtaş. “Ağabeyimin kan parasıyla hayatımı geçindiremem.” diyen acılı kardeş, yaşanan benzer kazaların artık olağan bir şeymiş gibi algılanmaya başladığını söylüyor.Hatırlanacağı üzere inşaat işçileri için bulunan bu çözüm Soma’da denenmişti. Maden şehitlerinin ailelerine de yüklü miktarda paralar ödenerek şikâyetçi olmalarının önü alınmıştı. Öyle ki Somalı bir genç kız yardım gönderen gönüllülere, “Bize artık yardım göndermeyin. Olayı idrak edemeyen küçük kardeşimiz neredeyse babamızın öldüğüne sevinecek.” diye bir mesaj göndererek durumun vahametini anlatmıştı. Nitekim Soma’nın Kurtuluş Mahallesi Muhtarı Nihat Şehit de, “Yardımlar ayyuka çıktı. Gıdadan tutun, parasına kadar… Bunlar artık biraz kapanmalı.” diyor. Nihat Şehit, yardımları oluk oluk akıtmak yerine başka işçilerin ölmemesi için madendeki denetimlerin ilerlemesi gerektiğini düşünüyor.Taraf Gazetesi yazarlarından Nusret Ezer de Soma sonrasında bile iş cinayetleri konusunda hiçbir şeyin değişmediğini düşünenlerden. Ezer, hükümetin üzerindeki baskıyı hafifletmek adına torba yasada kesenin ağzını Soma mağdurları için açtığını düşünüyor. Ancak bu yapılırken daha önce Zonguldak’ta ölen işçi yakınlarının acımasızca hiçe sayıldığını söylüyor. Bu tip vakaların kamuoyunun dikkatini çekmesi için illa çok sayıda kişinin ölmesi gerektiğini belirten Ezer, “Ateş düştüğü yeri yakıyor. 2013 yılında 1425 işçimiz ölmüş. Ama biz sadece Soma’da ağladık.” diyor.Yasalar uygulansa ölümlerin yüzde 95’i gerçekleşmezdiAdalet Arayan İşçi Aileleri Platformu’nun gönüllü hukukçuları ise işçi ölümleriyle ilgili davalardaki gidişatın durumu gözler önüne serdiğini savunuyor. “Mesela, ihmali bulunan kamu görevlilerinin yargılanmasında alınan tutumlara bakabiliriz. Yetkililer yargılama sürecini engelliyor mu, destekliyor mu?” diyen avukatlar, Davutpaşa, Ostim ve Kozlu davalarını hatırlatıyor. Soma ve Mecidiyeköy davasında şirket sahiplerinin yargılanmasını engelleme ise bu konudaki samimiyetsizliğin son örnekleri.Platformun hukukçuları, idarecilerin ilk adımda iş güvenliği ile ilgili yazılı mevzuattaki hükümleri uygulaması gerektiğini anlatıyor. “Hâlihazırda mevcut ‘işçi sağlığı ve iş güvenliğine’ dair mevzuatın gerekleri yerine getirilirse, ‘iş kazası’ olarak tanımlanan bu cinayetlerin yüzde 95’i gerçekleşmezdi.” diyor. İşverenlerin maddî ve manevî tazminatları peşinen vererek aileyi adalet mücadelesinden alıkoymaya çalıştığını söyleyen avukatlar, “İşveren bu tazminatı verse de dava kapanmıyor. Ancak aileler ve vekilleri tarafından gereken önemde takip edilmemiş oluyor.” görüşünde.İşçiysem günahım ne!Adalet Arayan İşçi Aileleri Platformu’nun takip ettiği bazı örnek davalar:Davası 3 yıl sonra açılabildi10.9.2010’da BEDAŞ’a bağlı taşeron Alkama’da çalışan, bayram günü arızayı gidermek için çıkarıldığı elektrik direğinde akıma kapılarak hayatını kaybeden işçi Erkan Keleş’in (31) ceza davası 3 yıl sonra açılabildi. Erkan Keleş, hiçbir işçi sağlığı ve iş güvenliği alınmadığı, kendisine hiçbir iş güvenliği malzemesi, hatta elektrik olup olmadığını kontrol edebileceği ıstanka bile verilmediği için hayatını kaybettiği halde sorumlu kurumlar BEDAŞ ve Alkama birbirlerini ve Erkan Keleş’i suçladılar. Ailesinin ve avukatlarının isteği üzerine Aralık 2012’de olay yerinde yapılan keşifte Keleş’in ölümüne neden olan ihmal ve eksikliklerin hiçbirinin giderilmediği görüldü. Davanın 3. duruşmasında haklarında zorla getirilme kararı olduğu halde hiçbir sanık duruşmaya gelmedi. 4. duruşma, 25 Aralık 2014’te görülecek.Ölen 20 işçi için adalet arayışı sürüyor3 Şubat 2011’de Ankara Ostim ve İvedik Organize Sanayi Bölgelerinde meydana gelen patlamalarda 20 işçi hayatını kaybetti, 43 işçi yaralandı. 18 kişinin sanık olarak yargılandığı davada aileler ve avukatları denetim sorumluluğu bulunan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, OSB yetkilileri, Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK) yetkilileri, Ankara Büyükşehir Belediyesi yetkilileri, Yenimahalle Belediyesi yetkilileri ve Sanayi ve Ticaret Bakanlığı yetkililerinin yargılanması yönünde ısrar ederek adalet mücadelesini sürdürüyor. İşçi ailelerinin avukatları İTÜ’den alınan ve sadece gaz firması yetkililerini kusurlu gösteren birinci bilirkişi raporuna ve heyetine itiraz etmişlerdi. İTÜ’lü öğretim üyelerinin hazırladığı ikinci bilirkişi raporu da ilk rapordan farklı çıkmadı. 24 Ekim 2014’te görülecek 23. duruşmada yeni bir bilirkişi raporu alınıp alınmayacağına karar verilecek. Aileler 3,5 yıldır tüm sorumluların yargılanmasının önünü açacak, bilim, hukuk ve vicdana dayanan bilirkişiler arıyor.50 liralık gaz maskesini esirgediler 7 işçi hayatını kaybetti17 Haziran 2013’te Muğla/Milas Güllük’teki Akfen’e ait atık su arıtma sistemi işletmesi terfi merkezinde yapılmayan gaz ölçümleri ve esirgenen 50 TL’lik gaz maskeleri nedeniyle 7 işçi hayatını kaybetti. Akfen’in şikâyetçi olmamaları karşılığında teklif ettiği “kan parası”nı 5 aile kabul etmeyerek, şirket yönetim kurulu üyeleri ve yetkilileri, bu işyerlerinin denetiminden sorumlu olan bütün kurum ve kişilerin yargılanması için adalet mücadelesini sürdürüyor. 3. duruşma 28 Kasım 2014’te görülecek.18. yaşını göremeyen çocuk işçi için 5 ay sonra olay yeri keşfi!31 Ekim 2013’te TDS Reklam hiçbir etüt çalışması yapmadan, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemi almadan, tabela montajı için hastaneye 2 işçisini gönderdi. Çocuk işçi Eren Eroğlu (17) elektrik akımına kapılarak hayatını kaybetti. Ailenin çabalarıyla iş cinayetinin basına yansıması sonucu bilgi alma isteğini bile reddeden hastane yönetimi aileyi ziyaret etmek istedi. TDS Reklam’ın sahibi Erol Mutlu ise aracıyla “kan parası” önerdi. Aile teklifleri reddederek adalet mücadelesine başladı. Cumhuriyet savcılığı 5 ay aradan olay yeri keşfi gerçekleştirdi. Eroğlu cinayetinden, yüksek gerilim hattı geçen bir arsada, yönetmelikte belirtilen kesinlikle girilmeyecek alanı ihlal ederek bina inşaatına ruhsat ve kullanıma izni verdiği için Esenyurt Belediyesi yetkilileri, kesinlikle girilmeyecek 5 metre mesafeyi tapuya şerh ettirmediği için TEİAŞ yetkilileri, bu ihlale rağmen binaya hastane binası ruhsatı verdiği için İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü yetkilileri ve gerekli önlemleri ve eğitimleri aldırmadan binaya çıkaran işveren şirketleri TDS Reklam ve Özel Doğa Hastanesi yetkilileri sorumlu olduğundan yargılanması isteniyor.

25 Ekim 2014 Cumartesi

24 Ekim 2014 Cuma

Seniha'nın Günlüğünden IV, E.Cansever

SENİHA'NIN GÜNLÜĞÜNDEN IV                                     'Ve ölüm bahçesini buldu'Oteller imzamdır benim—Ah güzel yaşam! sevgilim ölüm!—Şimdi bir otelin apacı sevinciyim.Ey bardak taşıyanlar, kış ustalarıSonbaharda ne yaparsınızBen ne yaparımKendime başka biriymiş gibi bakmaktanArta kalan bir çift gözü deKimbilir nerde bıraktım.Ah güzel yaşam! sevgilim ölüm!Göğsümden bir düğme daha çözdümSaçlarımı taradımYüzümdeki beni koyulaştırdımPudra süründüm biraz —hayır, iğrenmiyorum artık-Kırıştı göz kenarlarım çoktanÇantamı açtım kapadım —neler yoktu ki—Bir aynaBir katedral fotoğrafı —renkli—Sonbahardan da büyükBoş bir tabut deseniAnahtarsız bir anahtarlıkAdresler —hepsini yırttım attım—Bir şiir kitabı Nerval'den—Ölünce tanrınınBir ikinci yaşamınıYaşamayı uman Nerval'den—Telefonu açtım —bilmem ki neden—Rastgele çevirdim: iğrenç bir kadın sesiTanrım!Hemen kapadım.Ah güzel yaşam! sevgilim ölüm!Ben yalnız ikinize hayranımBilin ki gitmiyorum 'başka evler'e artıkO günden bugüne hiç çağrılmadımKapandım kapandım kapandımKabuklu bir deniz hayvanı gibi deminYağmurluğumun içineFırladım caddelere çıktımGünaydın, dedim, sütünü esirgemeyenEski bir mezar taşınaGünaydın!Ne güzel bir duruşun var seninDoğayı kımıldatmadanIslandımKıyılara indim, ıslak kumlara bastımAyak izlerimi sevdim, okşadımDolaştım dolaştımBir bankaya girdim çıktımBiri bacağımı elledi tramvaydaSes çıkarmadımAh güzel yaşam! sevgilim ölüm!Seniha!Seni bugün kıskandımOtele döndüm akşama doğru.Not: Ben bugün birazYaşamı kımıldattımBir bardak konyak içtim veÖlüme kurulandım.

23 Ekim 2014 Perşembe

Şaşıran Adam, A.Kadir

ŞAŞIRAN ADAM                                   (Dünyaya ikinci gelişinde)Ne biçim dünya bu?Kalmamış kendini satan tek bir kadın.Sıska çocuklar çalıştırılmıyor izbelerde.Bir tek işsiz yok.Ya hapisaneler? Hapisaneler nerde?Kimse kimseye bakmıyor kuşkuyla.Korkmuyor kimse kimseden.Kimse kimseyi izlemiyor.Geçinmiyor kimse kimsenin sırtından.Korkulu düşler görmüyor hiç kimse.Kimse kimseye düşman değil.Kazmıyor kimse kimsenin kuyusunu.İçmiyor kanını kimse kimsenin.Gülümsüyor herkes herkesebir demet çiçek sunar gibi.İnsanlar nasıl yaşıyorlar böyle?                                                     1984

20 Ekim 2014 Pazartesi

Kolları Bağlı Odysseus, Dördüncü Bölüm, M.C.Anday

KOLLARI BAĞLI ODYSSEUS  DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 1.  Kara gemi Okeanos ırmağının Akıntısından kurtulup tanrısal Denizde Ayaye adasına varınca Onu kumsala çektik ve uykuya Dalarak tanrısal şafağı bekledik. Sabah sisi içinde doğan Gül parmaklı şafak Elpenor' un yüzüstü yatan ölüsünü Bulmuştu ilk önce kıyıda. Martı leşleri ve deniz kabukları arasına Törenle gömdük onu kederli Gönülle ve yanık yüzle şaraptan İçerek dinledik Kirke'yi. 2.  Tanrıçaların en tanrısalı Güzel belikli Kirke eyitti: "Sen Odysseus iki ölümlüsün Hades'i gördün daha yaşarken Güneş doğmayan neşesiz ülkeyi Günlerce karanlıkta kaldın Çünkü İthaca yaşatıyordu seni Tanrısal denizde ordan oraya Bin yıldır aradığın ada... Konağının sarsılmaz temeli İkarios kızı Penelopeia Ve erdemli dölün Telemakhos Bütün ülkün ve sevgin olan İthaca." 3.  "İyi dinle söyleyeceklerimi Her şeyi olduğu gibi anlatacağım sana Ki yeni uğursuzluklar yüzünden Denizler ortasında kalma bir daha. Önce Sirenlere rast geleceksiniz Koruyun onlardan kendinizi Yabansı ezgilerle büyüleneceksin Ordan çarçabuk uzaklaşmalı ki Büsbütün yok olmasın İthaca. Sirenleri aştıktan sonra kürekçilerin İki yol çıkacak karşına birden Acaba bunlardan hangisi? Artık onu orda sen bileceksin!" 4.  Oysa İthaca'yı hiç görmemiştim Penelopeia yoktu, Telemakhos da, Ama İthaca kafamda onlardan kurulu idi. Tanrıçaların en tanrısalı Kirke'nin bile söyleyemediği Bu yolu bulup geçeceğim; Ama ne denli güç olursa olsun Bilerek varmak istiyorum şimdi Sirenlerin ezgilerini dinleyeceğim Dedim ve büyük bir mum peteğini Tunç hançer ucu ile ezdim çabucak Tıkadım kürekçilerin kulaklarını bir bir Orta direğe bağlattım kendimi. 5.  Kürekçilerim hasatsız denizi Köpürttüler kürekleriyle, Tez yürüyüşlü gemi gün batarken Ulaştı Sirenlerin adasına, Yüreğim kopacak gibiydi Kanatlanıp uçacak gibiydi, ama Sirenlerin izi bile yoktu ortada. Yalnız bir ezgi, ta derinden Ta içerimden gelen bir ezgi Başladı yavaş yavaş yükselmeĞe; O yabansı, o büyülü türküleri ben Söylüyordum sağır gemicilere Yalnız ben duyuyordum sirenleri. Kirke, bilge tanrıça, selam sana! Sağ salim geçtim kendimi.

Sultanahmet’in ıssız sokakları

Onlar, dört bir yanı otel ve restaurant olan Sultanahmet’tin son sakinleri. Komşularının evlerini bir bir satılık ilanı asarak terk etmelerine inat, el ayak çekilince ıssızlaşan mahallelerinde yaşamaya devam ediyorlar. Ama evlerine 'yüksek' fiyat teklif eden müteahhitlere ne kadar daha 'hayır' diyeceklerini kendileri de bilmiyor. On yıl önce yaklaşık 15 bin kişinin yaşadığı semtte kalmaya direnen bin 380 Sultanahmetli'nin hikâyesi.Her gün milyonlarca kişinin meraklı adımlarla gezdiği Sultanahmet Meydanı’nın az ötesinde birkaç ailenin yaşadığı sokaklarda sükûnet hakim. Semtte ikamet edenlerin sayısı son on yılda 15 binden bin 380’e düştü. Tarihî yarımadada bir bina yıkılmaya görsün anında otele, restorana dönüşüyor. Sultanahmet’in son aileleri de semti terk etmek üzere.“Çiçek ve temizlik kokan evleri, sanki bu evler hayat sahibi insanmış da cemiyet nizamlarına başı bağlı her adam gibi ta atalardan dedelerden sürüklenip gelen huzur, sükun ve rahat miraslarını kendi ahenkleri içine serpip yerleştirmişlerdi. Öyle ki aile, buluttan henüz düşmüş bir damla gibi temiz, duru ve saftı. Cemiyet seli, cemiyete istikamet veren istidatların yetişme zemini de işte bu tertemiz damlacıkların çevresi olmuştu. İstanbul, her neslin bir yeni halka ilave ederek başka nesle teslim ettiği bu müstesna aile zinciriyle dolanmış bir bütünü müydü? Belki öyle idi fakat öyle kalmadı.”Sâmiha Ayverdi 1952 yılında kaleme aldığı İstanbul Geceleri kitabında böyle anlatıyor İstanbul’u ve içinde yaşayan aileleri… Bu satırlar Sultanahmet’in bugün ulaşacağı halin sinyalini veriyor adeta. Ayverdi’nin 1952’de dediği gibi dünyanın göz bebeği tarihi yarımadanın son aileleri de semti terk etmek üzere. Tarihi yarımadada bir bina yıkılmaya görsün anında otele, restorana dönüşüyor. Her gün milyonlarca kişinin meraklı adımlarla gezdiği semtte ikamet edenlerin sayısı gün geçtikçe azalıyor. Sultanahmet Meydanı’nda telaşlı turist kalabalığı varken birkaç ailenin yaşadığı sokaklarda sükunet hakim. Semtin otel sayısı bin 500’ün üzerinde. Selatin caminin etrafındaki bazı sokak ve caddelerin neredeyse barlar sokağına döndüğü söylenebilir. Sultanahmet Camii’nin yanı başındaki Akbıyık Caddesi de onlardan biri. Caddede 41 tane otel, cafe, bar bulunuyor. 8 yıl öncesine kadar ailelerin yaşadığı caddede şimdi 3 hanede aile var. Ailelerin yaşadığı son binalara ise satılık ilanları asılı. Caminin etrafındaki diğer cadde ve sokaklarda da durum farksız. Küçükayasofya Caddesi’nde 16 hotel, cafe, bar bulunuyor. Camiye çıkan Divan Yolu’nun ara sokaklarında ise şimdilik 36 restoran, otel ve bar var.Sultanahmet Camii, Ayasofya Camii, Topkapı Sarayı, Yerebatan Sarnıcı, Dikilitaş, Yılanlı Sütun gibi üç büyük medeniyete ait tarihi eserlerin bulunduğu tarihi yarımadanın son sakinleri, buradaki aile hayatının bitmesini hüzünle karşılıyor. Sultanahmet Camii’nin komşusu olan Cankurtaran’da Erol Taş, Cüneyt Arkın, Fatma Girik, Adile Naşit, Kemal Sunal filmlerine ev sahipliği yapan mahallede artık in cin top oynuyor. Mahallede ikamet eden nüfus, son on yılda 15 binden bin 380’e düştü. Sultanahmet Camii’nin bulunduğu Sultanahmet Mahallesi’nde de durum farksız. Evlerini otel, restoran olması için satan sakinler birer birer mahalleden ayrıldı. Meydanda, Cankurtaran Caddesi’nde ve Akbıyık Caddesi’ndeki son ailelerden bazıları evlerini satacaklarını söylese de bazıları ölünceye kadar evlerinden çıkmayacaklarını aktarıyor. Onlar Sultanahmet ve çevresinde büyüyen ve bu semtlerde hâlâ yaşamaya devam eden aileler. Çocukluklarının geçtiği mahallelerinde zaten birçok şeyi kaybetmişler. Şimdi ise inşaat ve turizm rantı arasına sıkışmış şehircilik anlayışının son kurbanı olacaklar...HERKES GİTTİ, BİZ KALDIKCankurtaran Caddesi’nin sonundaki tek katlı evlerden birinde 42 yıldır yaşayan Zülfikar Kaya “Burası önceden hep evdi. Otel oldu şimdi. Eskiden hep aileydi. Herkes gitti, dağıldı. Süzüle süzüle bir biz kaldık burada. Biz de iki yaşlı olarak kaldık. Gitmeyi düşünüyoruz ama biraz daha kalmamız lazım.” diyor. Güler Hanım ise mahallenin eskiye nazaran sakin bir hal aldığını anlatarak “Herkes gitti, taşındılar. Ölene kadar biz buradayız. Mahallemiz çok iyi, artık biz öldükten sonra ne yaparlar bilmiyorum.” diye konuşuyor.‘DOĞDUĞUM MAHALLENİN YABANCISI OLDUM’Hayrettin Çövener: “68 yaşındayım ve doğma büyüme buralıyım. Kendi doğduğum büyüdüğüm mahallede şimdi yabancı olduk. Gazetecilikten emekli olunca bir dükkan açtım ama bırakacağım. Çocukluğumda burası cennet gibiydi şimdi ise cehennem. Ailesi kayboldu, dokusu kayboldu, yapısı, her şeyi kayboldu. Oteller semti oldu ve bana göre her şeyimizi kaybettik. Burada doğdum ama maalesef bu semtte yabancı olduk. Sabretmeye çalışıyoruz, nereye kadar gider bilmiyorum. Teslim olduk. Biz de satıyoruz. Eskiden burası film platosuydu. Günde 3-4 ekip gelip çalışırdı. Bir ara dizilere de ev sahipliği yaptı ama eski canlılığı kayboldu. Çocuklarım da burayı seviyor ama yapacak bir şey yok.”‘MAHALLENİN SON BERBERİ DÜKKÂNI KAPATACAK’Eski Sultanahmet Cezaevi’nin karşısında 25 yıldır berberlik yapan Mehmet Uslu’nun (78) dükkanının bulunduğu bina otel olması için satılmış. Çevrede kiralık dükkanların aylık 6-7 bin liradan başladığını anlatan Uslu, “Yeşilçam burada çekim yaparken 5 dakika dinlenecek zaman bulamazdım. Şimdi günde birkaç müşterim oluyor, onlar da zaten arkadaşlarım. Burası da satıldı. Geçenlerde boşalttım burayı. Yeni dükkan da açamam, ben o parayı bir ayda kazanamam ki kira ödeyeyim. Binayı satın alandan rica ettim, bina yıkılana kadar çalışacağım ama birkaç aya kalmaz mecburen gideceğim buradan.” şeklinde konuşuyor.‘BURADA TURİZM RANTI VAR’Sultanahmet Mahalle Muhtarı Ahmet Kaman (47): “Mahallemizin ismi büyük ama alan olarak küçük bir yer. Sultanahmet Camii’nin kıble tarafından yaklaşık 100 metre sağından ve solundan sahile doğru alanı kapsıyor. Mahallede ben ilk muhtar olduğumda (1999) 5 bin kişi civarında nüfusumuz vardı. Şimdi bin 500’e düştü. Aslında bu normal. Çünkü burada turizm rantı var. İnsanlar binalarını gelir getirsin diye yüksek fiyatlara satıp gidiyor. Geçmişi özlüyoruz ama yapabilecek bir şey de yok. Komşu kalmadı diyenler var ama komşunun kalmaması herkesin kendisiyle alâkalı bir problem. Burada bir binaya otel olması için 10 bin lira kira veriyorlar. Normal bir vatandaşa verse o binadan en fazla 5 bin lira alır. Tabii ki otele veriliyor daha çok kazanmak için. Böylece insanlar yalnızlaşıyor.”‘AMCAMIN ZAMANINDA BURASI ÇOK GÜZELDİ’Cankurtaran Mahalle Muhtarı Nevin Taş: “Mahallemiz eskiden gerçekten çok güzeldi. Şu anda 1380 nüfusumuz var. Doğma büyüme buralıyım. 15-20 yıl önce aileler, işyerleri çok fazlaydı. Burada kazanıp burada harcıyorlardı. Trenimiz vardı. Adliye buradayken yine daha iyiydi. Oteller çoğaldıkça evler satılmaya başladı. Otel semtine döndük. Bir avuç yerlisi kaldık. Kültürümüzü sürdürmeye çalışıyoruz. Çok kötü değil ama eski günlerdeki gibi değil hiçbir şey. Turistler çok tabii. Anzaklar geldiği zaman tam rezillik oluyor. Bu yıl fazla turist yok Allah’tan. Geçen yıla kadar gürültüler gece yarıları bile bitmezdi. Kızım çok istiyor buradan taşınmamızı. Kendi mahallemizde sıkıntı yaşıyoruz. Artık burada ailenin barınacağı bir ortam kalmadı. Güvenlik yok. Hırsızlık, kapkaç gibi olaylar yaşanmaya başladı. Otellerin bize bir faydası da yok. Sadece bir otel mahallenin sakinlerinden çalıştırıyor. Duvarlar Ötesi, Susuz Yaz’ın bir bölümü de burada çevrildi. Amcam Erol Taş’ın birçok filmi, Cüneyt Arkın, Efkan Efekan’ın filmleri burada çevrildi. Akbıyık Caddesi’ne barlar sokağı deniyor artık. Barlar açılınca insanlar rahatsız olup orayı terk etti. Cevri Kalfa İlköğretim Okulu var. 50 öğrencisi var. Bu yıl kapanacak. Aslında bu yıl imar durumları biraz durgun. Tarihî eser çıkan inşaatlar durduruldu hep.”‘EVİMİ MECBUREN SATACAĞIM’Sultanahmet Camii’nin hemen alt tarafında yer alan Akbıyık Caddesi turistlerin eğlence mekanı haline geldi. Buradaki tüm binalar otel veya bar olmuş. Caddenin ortasında yer alan iki katlı evin sahibi Nuran Hanım da evini satmaya karar verenlerden. Nuran Hanım “Şişli’de oturuyorduk eskiden. Babam burayı satın alınca taşındık. 40 yıldır burada oturuyorum. Eşimi 14 yıl önce, annemi de 3 yıl önce kaybettim. Şimdi tek başımayım. Aslında kalabalık olması benim için iyi oluyor. Garsonlar sağ olsun bir gün kapıya çıkmayayım gelip sorarlar. Tabii eski günler gibi değil hiçbir şey. Şimdi bu kalabalıkta tek başımayım. Buradan gitmeyi hiç istemesem de mecburen satacağız.” diye konuşuyor.‘GİDENLER ÇOK PİŞMAN’Cankurtaran Caddesi sakinlerinden Ali Ordu (68): “Burası bırakılıp gidilir mi? Buradaki aileler evlerini yüksek meblağlara satınca mutlu olup gittiler ama gittikleri yerde buradaki huzuru bulamadılar. Benim üç tane dairem var bırakıp gitmeyi hiç düşünmüyorum. Gidenlerden kiminle konuşsak çok pişman. Dönmek istiyorlar ama buradaki evlere güç yetiremiyorlar. Gidenlerden üzüntüden ölenler oldu. Burayı çok seviyorum. Aşağısı sahil, yukarısı Sultanahmet. Göztepe’de bile dairem var ama gitmeyi düşünmüyorum. Semtin eski halleri öyle güzeldi ki. Tabii zamanla değişti. Şimdi birkaç aile kaldık. Biz de gitmemek için direniyoruz.”‘Geleneksel ruh kayboluyor’“Sultanahmet’teki değişiminin tek olumlu yanı yapılardaki fiziki değişimin estetik yönden daha çekici olmasıdır. Ama beri yandan, bu konutların içindeki ‘geleneksel ruh’ kaybolmakta. Geleneksel mahalleler, içindeki konutlar ve aileler bu estetik çerçevede yeniden yapılandırılarak Sultanahmet koruma alanının çekiciliğine dahil edilebilirdi. Burası turizm merkezi ama ‘turistik’ sözcüğünü İstanbul’umuz için kullanırken, şehrimizin manevi ve fiziki değerleriyle ilk olarak ‘bizim için’ ne kadar değerli olduğunu idrak edebilmemiz gereklidir. İbadet mekanlarının çevresinde yapılan düzenlemelerde, geleneksel yaşamın özelliklerini tahrip etmemeye ve korumaya azami dikkat edilmesi yerinde olur.”

18 Ekim 2014 Cumartesi

Kolları Bağlı Odysseus, Üçüncü Bölüm, M.C.Anday

KOLLARI BAĞLI ODYSSEUS  ÜÇÜNCÜ BÖLÜM1.Us iki akımlıdır. Ben doğayıNesneleştirdim ve sayılarınıBuldum. Şimdi ne olacak idiyseHer şey onun zorunu içindedir.Ağaca yeşil  bakmak lazımYanyana getirmeli yedi rengiSessizliği yoğunlaştırmalı kiYeri katılaştırsın ayaklarım...Ey bilinç! Sevgim de, hüznüm deEski bir zamandan gelmedirŞimdi saltanatımda yapyalnızım.2. Bulut bir biçim değildir artık, birTasarı, bir ent'acte, bir istektir;Olumsuz bir tanımdır gökyüzüBoyuna ilkel ve matemeatiksizSıkar durur tanrıları boş yere...Çünkü eski bahçelerde değilizEskidendi elmanın ağaçtan düştüğüŞimdi yıldız kaymalarınıAyıklamalı evren görütünüUsa uygun bir düzene koymalı3.Ben bu ellerimi hiç görmemiştimÇünkü onlar benim ağaçlarımdıŞimdi ışığı söndürsem veKalkıp tutsam ağaçlarımıEllerim midir, yoksa elleriminAdları mı? Çünkü şimdi ben deBir ararenk, bir bildiriyim;İlkyaz, ilkyazın gerçeğindenBaşka nedir? Olağan biçimlerinYerce yenilenmelerindenOlağanüstü yabancılıkları.4.Kaç sabah var, yazık, onca güneş varSayısızlıkta başım dönünceye kadarGördüm denizi, ama ad verdim ona.Durdurdum. Unutkan kuşlariyle yarınDeniz değildir artık o, uğultuluBir varsayım, arcaïque bir duyu...Çoğul! Tekdüze tür! Sen bir kadınsınİstediğince kendini tekrarlaAnımayın ey ölümlü anılar!Evrenin karşı durmasıdır buKarşı durması usumuza.5.Kara bastın mı üşümeliÜşümek bir sözcüktür, üşümeye benzer.Gecedir diye bakmalı geceyeTıpkısıdır gecenin, bir sessiz bir sesli.İçtenliği kökünden yok etmeliÇünkü sen bir nesneye karşılık değilsin;Yapaysın ve güçlüsün artık. Benze,Benzet, yakıştır, doğamsı göster!Ölümsüzlüğünü yaratmak içinKoru kendini bir gerçeğinYanı başında sözcüklerle.6.Ah olacağı buydu oldu,Duygularla öyle çok uğraştım kiArtık aramızda ne bir sırNe güven, ne inan, ne uyum...Sonunda tükettim ruhumu:Sevinirken sevincimi seyrediyorumKorkumla korkmuyorum şimdi.Madem bir kapı aralıktır,Sen sonuna kadar aç onu.Artık bendeki insandan kurtuldumSevgisiz yaşayacağım sevgiyi.7.Kıpısızsa yörüngenin ortasında sözDevinisiz gelişim ne kiThis is the mythology of modern deathBiçimden ayrı düzen, kalıptan ayrı biçimBir yanda uygunluk, bir yanda uyumVarlık değil, ölüm değil, öteki.Sesle sessizlik arasındaki sesBilgisiz inanım, insansız bilimTöz bir yerde, bir yerde özDuyumsuz duygu, duyusuz duyumGerçekle ülkü arasındaki.8.Sende martılardan kalma bir şey varEllerin gece bir denize yağmur yağandakiIssızlığı sürdürüyor ellerinde(İlkel ya da çocuksu hep bir) Issızlığı ve ululuğu kiBilinçsiz özgürlüğün kalıntısıdır belki de(Kapımayın ey ölümsüz kapılar)Eski bilgiler saklı belleğindenUyandır o gücü uyandırabilirsen(Usul ya da tutkulu hep bir)Bilinçli tutsaklığını tekmele.9.Ey doğa, büyük doğa, güzel ana!Sen varsın, de bana, gözlerin de var,Deniz var deniz, onu kim tüketebilir!Bırakmaz beni tek başımaAğacın gövdesine güveniyorumArı gün bak işte değişiyorumYeniden yaşamağa başlıyor ellerimTanrımayın ey ölümsüz tanrılarAh güvercin gibi kanatlarım olaydı birEn kardeş yerlerimi tek başımaUçardım ve rahat ederdim.10.Hatırlar mısın? Eski kokuları hatırla!Ben bu çiçekleri dererdimHangi çiçekleri? O değil, şarkılardıŞarkılar vardı can sıkıntısında...Ağlayan kim? Ben değilim.Vardığım kupkuru bir kıyıDeniz kabukları, martı leşleri...Eskiden ben bu denize girerdimHangi denize? Ölüm sessizliğiVe cırlak güneş aydınlığıİçinde dağa taşa benzemişim.

15 Ekim 2014 Çarşamba

Kolları Bağlı Odysseus, İkinci Bölüm, M.C.Anday

KOLLARI BAĞLI ODYSSEUS İKİNCİ BÖLÜM 1.  Büyüdük çocukluğumuzdanBüyüdük tarihe usulcaBiz bir yana, doğa bir yanaDoğanın yanında bir başka doğaKarşından bize gözlerimiz mi bakan?Ve güneş altındaki ölümlü tanrılaraHâlâ şaşkınlık içindeki yontulardaSusar doğadan ayrı düşmüş insanİnsanın boşluğunda doğa.2.Belli değil biz mi, doğa mıKimdi kim bu ayrılığı isteyen?Belki kör bir çocuk küstü ağladıİlk karın çılgın geyiğinden;Belki de bir sakar büyücü karıAşımıza tanyeri ağarırkenAğulu, esrik bir göktaşıDüşürdü bileziğindenÇıldırmış evrenler artığı3. Kaşla göz arasında oldu olanBirdenbire ilk göz süreksiz ve anısızİlk kuş kanadınca ürkek ve yalnızAğaçtan önceki ağaçlarla tek bir anTüyleri diken dikendir hayvanınIşığın püsküllü atları şaşkınGözün gözü daha kocamanVe hiç göz değmemiş ormanınTembel devi boş bulundu apansız 4.  İşte o zaman bir akarsuGeçtiği yerlerden bir daha geçtiİsteyerek ikiledi kendiniGök bir daha, bulut bir dahaSaklı bir deniz denizin altındaYaprağının altında yaprakGöründü görünecek ucuUçan kuş gene uçuyorduKendi gibi olmaya çalışarak5.Oysa giden bulut değil, yaprak değildirRenk bir düşünce gibi büyür çünküTutamam tuttuğum dalda belki elim varBakıp unutmuşum gözlerimi denizdeGökyüzü belleğim olur çünkü gittikçeNe duyu, ne görü, sade yıldızlarBütün müyüm, parça mıyım, kim bilir?Yitmiş gitmişim güneşlerle yüklüYiten güneş değil, toprak değildir.6.Bağlantısız bir düzende ordan orayaKoştukça artıyordu yalnızlığımBir dinothorium'un gözünden baktımKendime -Ne çılgınlık!- yabancı ve uzakDenizi gözlerinden çıkarmış daSallıyordu gagasında bir martıRüzgâr tüyleniyordu bir kuştaYavaş yavaş yoğunlaşarakGök gürültüsü az sonra artık ağaçtı.7. Kaç kez unuttum sevinciYağmurlu bir gezegendi çiçekKulaklarım çiçek sesleriyle doluKokusunu gördüm onun giderekGeceler, gündüzler yaratıyorduGecenin gündüzün yardımı ileMadenlerin, rüzgârın, göğün yardımiyleMadenleri, rüzgârı, gökyüzlerini,Çiçegi yaratıyordu kendi kendine. 8. Kendi kendine geçip giden maviKanatlı atında dalganınYarıya indirgemiş daireyiSallanın maviler sallanınVarabilir misiniz yayın ötesine?İki nokta arasında sürekliVe sonsuz bir koşu ki tanrımGökler de yarım, dalgalar da yarımDalgaları gökler tamamlıyor, geçtikçe. 9. Esriktim artık çalkantıdanBirlikte var olmanın rastlantısıAldı götürdü beni bir anDeğişen biçimler içinde...Artık üçgen yağmurları mıGök piramitleri iç içeDeğirmi denizler mi istersin yansıyanKüsuf konilerinde sapsarıGel birliği yeniden kur ey gece! 10. Ama saat kaç, kim bu başucumdaki?Saf olayın yenilenmesi mi su?Ağaçlar gerisin geri eski yerineAçılarla aralıklar tıpatıp doğruAma saat kaç, kim bu başucumdaki?Kim ölçüyor, soran kim, neye göre?Düzen sevgisi mi, yoksa korku mu?Düşünülmeyenden düşünülene?Ama saat kaç kim bu başucumdaki?

13 Ekim 2014 Pazartesi

‘Büyük Savaş’tan beyazperdeye yansıyanlar

II. Dünya Savaşı, soykırım temalı filmlerin sinema endüstrisini fazlasıyla işgal etmesinden olsa gerek, savaş sinemasının kalbi gibi. I. Dünya Savaşı konulu filmler ise hep onun gölgesinde. Büyük Savaş’ın 100. yıl dönümünde bu filmleri derledik.“Avusturya-Macaristan veliahdının bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi üzerine...” diye başlayan cümle, I. Dünya Savaşı’na dair en iyi bildiğimiz şey. Bir de Almanlar yenilince bizim de yenilmiş sayıldığımız. Resmî tarihin; birincisini neden, ikincisini sonuç olarak sunduğu ve bizim en çok bunlarla hatırladığımız 1. Cihan Harbi’nin başlamasının üzerinden tam 100 yıl geçti. Zırhlı araçlar, paletli tanklar ve kimyasal silahların ilk kez kullanıldığı savaşta yaklaşık 17 milyon kişi öldü. Sırp gencinin öldürdüğü veliahdın hayatı, uğruna 17 milyon kişinin öleceği kadar kıymetli değildi elbet. Zaten savaşın hakiki sebebi bu değildi. Gerçek sebepler de çok mantıklı değildi hoş. İçinde emperyalizm, sanayi devrimi, milliyetçilik gibi kelimelerin geçtiği süslü cümlelerle anlatılan nedenleri vardı. Birileri sömürgecilikte geç kalmıştı, birileri Slavları egemenliği altında birleştirmek istiyordu. Bir başkası falanca ülkenin güçlenmesinden rahatsızlık duyuyordu vs. Sebep her ne ise sonuç her harpte olduğu gibi yıkıcı oldu. Kâğıt üzerinde birileri mağlup oldu, birileri galip. Savaşın asıl kaybedeni ise mağlup tarafta da olsa galip tarafta da olsa cephede vuruşan milyonlarca gençti. O cephelerde neler yaşandığını tam olarak bilemiyoruz. Kitaplar en çok da filmler biraz bahsediyor. II. Dünya Savaşı’nı konu edinen filmler kadar olmasa da ‘Büyük Savaş’a dair de önemli filmler var. Almanların ünlü sinema platformu Moviepilot.de’nin araştırmasına göre İkinci Dünya Savaşı’na dair 506 film varken birincisini konu edinenlerin sayısı sadece 89. Çoğu savaş karşıtı mesajlar içeren filmleri I. Cihan Harbi’nin 100. yılı dolayısıyla hatırlayalım istedik. ‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’All Quiet on the Western Front (Batı Cephesi’nde Yeni Birşey Yok), savaş karşıtı filmler söz konusu olduğunda belki de ilk sırayı hak eden yapım. Erich Maria Remarques’in aynı adlı kitabından 1930 yılında uyarlanan film, yönetmeni Lewis Milestone’a en iyi yönetmen Oscar’ını kazandırmış. Konusunu; savaşa heyecanla, coşkuyla katılan vatansever gençlerin cephede savaşın anlamsızlığını kavratacak olaylarla karşılaşmasının acı öyküsü diye özetlemek mümkün. Birçok sinema eleştirmenince ‘bu zamana kadar çekilmiş en iyi savaş karşıtı yapım’ olarak değerlendirilen filmin, askerlerden birinin bir kelebeğe dokunmak için uzandığı anda vurulmasını gösteren finali, unutulmaz sahneler arasına çoktan girmiş durumda. Büyük İllüzyon ya da ‘Harp Esirleri’Türkçeye ‘Harp Esirleri’ olarak çevrilen ‘La Grande Illusion’, 1937 Fransa yapımı bir film. I. Dünya Savaşı sırasında Almanlara esir düşen iki Fransız askerinin diğer esirlerle karşılaşması ve onlarla ilişkilerini anlatan filmde de çok güçlü savaş karşıtı mesajlar var. Jean Renoir’in yönettiği film, gerçekçi öğeler barındırmasıyla dikkat çekiyor. Hatta film ‘şiirsel gerçekçilik sinema akımının başyapıtı’ sayılıyor. ‘Zafer Yolu’nda idam TEFERRUATTIR!Türkçeye ‘Zafer Yolları’ adıyla çevrilen Paths of Glory, 1957 yapımı bir Stanley Kubrick filmi. O da tıpkı ‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’ gibi romandan beyazperdeye aktarılan bir yapım. 1935’te basılan kitap, Humphrey Cobb imzasını taşıyor. Kubrick’in çocukken okuyup etkilendiği romanın sinemaya uyarlanması ise 1957 yılını buluyor. Başrolünde Kirk Douglas’ın olduğu film, gerçek olaylardan yola çıkılarak çekilmiş, çok çarpıcı anti militarist mesajlar içeriyor. Askeri disiplini ve hiyerarşik düzeni cesur bir şekilde sorgulayan ve savaşın anlamsızlığı üzerinde duran film, özetle Fransız komutanların savaşmak istemeyen askerlere gözdağı vermek amacıyla rastgele seçtiği suçsuz askerleri kurşuna dizmesini konu ediniyor. İdam sahneleri oldukça dramatik olan film, 1970’li yıllara kadar Fransa’da yasaklıymış. ‘Aslan Yürekli Çavuş’ Almanlara karşı! 1941 yapımı Sergeant York, Türkçeye Aslan Yürekli Çavuş adıyla çevrilmiş bir Amerikan filmi. Görünürde savaşın kötülüğünü anlatırken aslında inceden inceye militarist propaganda yapan klasik savaş filmlerinden biri olarak biliniyor. Howard Hawks’ın yönettiği film için 2 milyon dolar harcanmış. Alvin York adlı askerin günlüklerinden yola çıkılarak çekilen film biyografik bir yapım olarak biliniyor. İlk başta dini gerekçelerle savaşa karşı çıkan daha sonra ise cephede yüzlerce Alman askerini esir alarak bir savaş kahramanına dönüşen asker Alvin’i Gary Cooper canlandırmış. Film çok sayıda Oscar ödülünün de sahibi. ‘Gelibolu’ya objektif bakış 80’lere doğru geldikçe bizi de ilgilendiren bir film çıkıyor karşımıza: Gallipoli. 1981’de çekilen Avustralya yapımı filmin oyuncuları arasında Mel Gibson ve Mark Lee gibi ünlü isimler var. Ernest Raymond’un Anlatın İngiltere’yi adlı kitabından beyazperdeye uyarlanan filmin yönetmeni Peter Weir. I. Dünya Savaşı sırasında Avustralyalı iki sporcunun Anzak birlikleri safında Gelibolu’ya gönderilmeleri ve burada sürdürdükleri dostluklarının anlatıldığı film, savaş karşıtı yapımlarla propaganda filmleri arasında bir yerde duruyor. Çanakkale Savaşı’na dair sahneler ise olabildiğince objektif ele alınmış. BİR PARÇA AŞK BİR PARÇA SAVAŞ!Zaten sayısı oldukça az olan I. Dünya Savaşı temalı filmlerin oranı 80’lerden sonra özellikle düşmüş. Bu gerileme dönemini kapatan film ise Audrey Tatoou’nun başrolünü oynadığı ve Türkiye’de ‘Kayıp Nişanlı’ ismiyle bilinen film. Orijinal adı ‘Un long dimanche de Fiancailles’ (Çok Uzun Nişanlılık) olan çekimleri 2004 yılında tamamlanmış ABD-Fransa ortak yapımı bir film. Jean-Piere Jeunet’in yönettiği yüksek bütçeli film, 1. Dünya Savaşı’na katılan ancak dönmeyen nişanlısını arayan Fransız bir kadının hikâyesini anlatır. Kayıp Nişanlı, yüksek dozda aşk hikayesi içeren savaş filmleri arasında önemli bir yer tutuyor.Başrolde atlar var ‘Büyük Savaş’a dair çekilen en yeni film ise 2011 yapımı, Steven Spielberg imzalı ‘War Horse’. Türkiye’de bilinen ismiyle Savaş Atı. İngiliz yazar Michael Morpurgo’nun 1982’de yazdığı aynı adlı çocuk romanından uyarlama olan film, Spielberg’in II. Dünya Savaşı için çektiği ‘Er Ryan’ı Kurtarmak’ kadar olmasa da çarpıcı savaş sahneleri ile atların merkezde olduğu duygusal sahnelerle savaş filmleri arasında şimdiden önemli bir yere oturuyor.Silahlara Veda’dan Doktor Jivago’ya Türkçeye ‘Silahlara Veda’ olarak çevrilen A Farewell to Arms, Amerikalı yazar Ernest Hemingway’ın savaştan bir yıl sonra yazdığı kült romanlardan biri. Sinemaya ilk uyarlanışı 1932’de olmuş. İtalyan ordusunda görev yapan Amerikalı ambulans şoförünün Catherina adlı bir hemşireye duyduğu aşkı konu edinen romanda savaşın acımasızlığı da çarpıcı bir şekilde anlatılıyor. Doğrudan Birinci Dünya Savaşı’nı konu edinen filmlerin yanı sıra bu çok mühim tarihsel dönemece dolaylı olarak temas eden filmler de var. 1965 ABD yapımı Doktor Jivago onlardan biri. Doktor Jivago, Bolşevik İhtilali sırasında yaşanan bir aşkı konu ediniyor ancak Türkiye’de başka bir özelliği ile daha biliniyor. Filmin başrol teklifinin Ömer Şerif’ten önce Ayhan Işık’a verilmesi ile. 3,5 saat süren ve Türkiye’de aylarca gösterimde kalan film 5 dalda Oscar ödülünün de sahibi.

10 Ekim 2014 Cuma

Kitap Yorumu: Duman ve Kemiğin Kızı - Laini Taylor

Kitabı bitirir bitirmez soluğu burada almış bulunuyorum. Galiba geri dönüşüm için muhteşem bir bahane olacak Duman ve Kemiğin Kızı. Çünkü kitabı okurken içimden sürekli hakkında bir şeyler yazmak geliyordu. Kuşkusuz son dönemde okuduğum en iyi genç yetişkindi. Keşke bitmeseydi dedirten, "Ne olacağını biliyorum" dediğinizde birkaç sayfa sonra lafınızı suratınıza yapıştıran, beni benden alan bir kitap. Galiba bunları yorumun sonunda söylemem gerekiyordu. Neyse, Laini kuralları yıktıysa biz de yıkarız arkadaş! En iyisi geyiğe bağlamadan geleyim fasulyenin faydalarına.Kitabı bu yaz D&R indiriminden almıştım. Aslında İngilizce okuyacaktım ancak herhalde elime almamış olsam okuyana kadar aylar yılları kovalardı. Bu yaz, blogda Western filmlerindeki uçuşan çalıları görenler pek kitap okuyamadığımı, okuduklarıma da her ne hikmetse yorum yazamadığımı anlamışlardır. Durum böyle olunca bu güzelim kitabı da elimde az süründürmedim değil. Ne zaman uzun sürecek bir yolculuk göründü ufukta, o zaman tekrar bana el sallamaya başladı. Özellikle karayolu üzerinden yaptığım yolculuklarda deli gibi kitap okurum ben. Duman ve Kemiğin Kızı da güzel bir yakalayınca beni, işkencesi falan kalmadı o yarım günden fazla süren yolculuğun. Daha sonra da zaman buldukça okudum. Beş dakika bile olsa elime almadan duramadım. Sonuçta bugün itibariyle kitabı bitirmiş bulunmaktayım.Duman ve Kemiğin Kızı'nın methini duymuştum elbet. Bir hayli de merak etmekteydim. Ne var ki aklımda şekillendirdiğim Duman ve Kemiğin Kızı ile gerçeği pek bir farklıymış. Bundan memnun muyum? Hem de nasıl! Gidip Laini Taylor'un yanaklarından öpebilirim. Young Adult/Genç Yetişkin edebiyatına yeni bir soluk getirmiş. Kitabın melekler-şeytanlarla ilgili olduğunu düşünenleri zevkle dumur edip arkasından nanik yapmış. (Yani beni.) Karakterleri ile, betimlemeleriyle türünün başarılı birçok yazarına taş çıkartmış. Ne güzel de yapmış pembe saçlı tatlı kadın! Dur bak, yine övmekten bir şey anlatamıyorum. Konuyu özet geçecektim güya.Ne diyorduk? Hah, evet. Bir adet Karou'muz var. Masmavi saçları, kara gözleri ile Prag sokaklarında dolanan, elinden çizim defterini eksik etmeyen on yedi yaşında bir kızcağız. Saçlarının maviliği, çizdiği tuhaf yaratıklar ve gizemli hayatını hesaba katmayanlar onu son derece normal bir kız olarak görebilir. Ama işin aslını biz biliyoruz. Karou'nun çizdiği o yaratıklar aslında gerçek. Ve Karou o yaratıkların elinde büyümüş, sihrin var olduğunu bilen ve gizemli geçmişinden esasen kendisi bile bihaber olan biri. Prag'ın eşsiz sokaklarında dolaşırken, ya da Zehir'de Gulaş'ını yerken var olan o diğer dünyanın güçleri ve tehlikelerinden, ve de pek yakında karşılaşacağı eşi benzeri görülmemiş bir adamdan habersiz.Karou'nun "yaratıklar"ı yarı hayvan-yarı insan bedeninde, güya şeytanı temsil eden Kimeralar. Karou'muz onlardan yalnızca dördünü tanıyor. Onlar gibi başkaları olup olmadığını bile bilmiyor. Çünkü sihrin sahibi, koç başlı, iri yarı Brimstone ona bir şey anlatmamakta kararlı. Her şeye rağmen Karou, sahip olduğu tek aile olan bu dört Kimera'yı çok seviyor. Brimstone onu ayak işlerine koşturup, toplattığı dişlerin ne işe yaradığını söylemese ya da dükkanındaki diğer kapının yanına yaklaştırmasa da ne onları yadırgıyor ne de yargılıyor. Ta ki Fas'ta "onun" ile karşılaşana kadar.Akiva ise bu şeytani yaratıkları avlamak için yetiştirilmiş bir melek. Alev saçan gözleri ve insandışı güzelliği normal insanların olduğu kadar Karou'nun da şaşkına dönmesine yol açsa da bir şekilde onun, düşmanı olduğunu biliyor. Ve ilk karşılaşmalarında ondan kurtulmayı başarabiliyor. Ama o günden sonra Akiva için değişen bir şeyler oluyor, Karou'yu göz hapsine alıyor ve beklediği cevapları alana kadar peşini bırakmamakta kararlı.Buraya kadar her şey normal görünebilir ama Duman ve Kemiğin Kızı'nın başı ve sonu çok çok farklı. Başında Prag havasıyla, gizemiyle oldukça ilgi çekiciyken sonlara geldiğinde çok farklı bir havaya büründü. Yeni bir dünya ortaya çıktı ve fantastik unsurları oldukça arttı. Bu da benim gibi koyu fantastik sevdalıların içini gıdıkladı. Özellikle Kimeralar'ın dünyasına bayıldım! Melekler'i çok sevdiğimi söyleyemem, distopik bile sayılabilecek koyu bir rejime sahipler. Kimeralar da öyle ancak onlar yaradılışları dolayısıyla ve anlatılan mitleri ile bana daha bir çekici geldi.Kitabın her sayfasına bir gizem varlığını sürdürüyor. Tam çözüldü derken yeni bir tanesi ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Mesela Karou'nun geçmişi ile kısmı az çok tahmin etmiştim. Fakat daha sonra eklenen yeni hikâyeler ve sırıtan yeni sırlar suratıma bir tokat gibi çarptı. Son sayfaya kadar diken üstünde okudum ve o beklenen sayfaya geldiğimde başımdan aşağı adeta kaynar sular döküldü. Kalbim ağrıdı, canım yandı... Ah Laini vah Laini! Reva mı bu yaptığın?!Kitabın en sevdiğim yönlerinden biri Karou'nun kişiliği oldu. O kadar şeyin arasında bile kendinden ödün vermeyen bir karakter kendisi. Kendisinden çok şey saklasalar bile ailesi için Akiva'yı bir kenara atabiliyor. Ve sonundaki seçimi ile de ayrıca benden takdir topladı. Ne yalan söyleyeyim, Akiva'dan çok daha fazla sevdim Karou'yu. Tüm fangirllük duygularım onun için yerlere saçıldı. Aradığım genç yetişkin kadın karakteri galiba o.Eh, anladınız işte; ben çok sevdim Duman Kemiğin Kızı'nı. Şimdiden özledim bile. İkinci kitap için "Daha fazla Kimera! Daha fazla Karou! Kimeralar için özgürlük!" sloganlarıyla yazıyı bitiriyorum. Bana bu uzun yorumu yazdırdığı için de ekstra sevgilerimi sunuyorum.Puan: 5

Kolları Bağlı Odysseus, Birinci bölüm, M.C.Anday

KOLLARI BAĞLI ODYSSEUS

Sözlerin varsa

Var demeksin

BİRİNCİ BÖLÜM1. 

Ağır bir zamandı sürekli ve anısızGözden önceki göz içinde yalnızSomut hayvanlar yürürdü hayvanlarlaAğaçtan önceki ağaçlar büyürdüAçardı hasatsız gökyüzünüUstan önceki sabah kanlarlaBulut tapınağında bir yıldız2.

Evreni tostoparlak uyur böcekDüşünde gökleyin kocamanGök mü yoksa böcek mi önceDuruşur bir anda geçmişle gelecekGeyik akarsuları özlediğinceHem su hem geyiktir akanDüşle gerçekleyin iç içe3.

Bildik bakışları ile süzerdi beniAynasında sarılaştığım nehirÇekirgelerle büyürdüm üç adımda birÇekirgeler kuru yıldızları yerdiAcıkmış bir güneşin öğle dikenleriÇıngıraklarla havayı titretirTanrısal uykularımı bilerdi4.

Ey çocukluk, mutluluk simyacısı!Alevini bul getir yanmış bakırınBatı bulutundaki alı indir yereNe oldu tomurcuğun içindeki ısıKırmızı yaldızla mı damladı altınSaydam sapın özündeki ambere?Bul getir korkusuz büyücü, gizci başı!5.

Yerin üstünde gördük bunu unutmaHerkes yeniden yaşadı ve unuttuKalıntılarla uzak anılarla yakınKendi görütünde bir kırmızı karacaNe güzel yangındı o yangınHerkes yeniden yaşadı ve unuttuYaktığımız mutluluğu unutma6.

Ey doğa, büyük doğa, sağır kral!Tasında mermer yaz yağmuruKesik bacağında güneş halhalÇağırıyorsun eski bahçene çocukluğuSendin senin mutlu uyruğunduSonra baktım pencereme vuran dalGörünüp yok oldu7.

Ekşi salkımdan şarabı çıkaran kimToprağı ateşten, ateşi sudanBitkiyle, böcekle, benimle oluşanSonra kitaplarda okuyup öğrendiğimGörünmez ışınlar, iç içe yörüngelerBensiz mi yanar, bensiz mi dönerYasaların içgüdümdü benim8.

Unutamam o güz ikindisiniHer yanda alı al bir mutlulukTerli bir at gibi gülümseyiverdiDüşle gerçek arası dörtnalaBir koşudan sanki çoğala çoğalaGelip yitivermişti çarçabukBeyaz kulelerle bayraklar ortasında9.

Şimdi ondan ne ki kaldıUnutulmuş bir kapı belki kaldıDeğişmez biçim, arı renk, ölümsüz birlikO zorunlu kendiliğindenlikAnılarla geldi gitti kaldıDuyularda bir ürperti kaldıArtık eski bahçelerde değildik10.

Duyular eski ağaçlarım benimHer gece bütün kuşlarını yiyenAlaca bulaca fener alayıUnutup gidilmiş körebelerimBilinçsiz bir inatla yeniden Yeniden boyuna yenidenKurup kaldırıyorsunuz bu sofrayı

6 Ekim 2014 Pazartesi

Doymazsan falafele gel!

Ortadoğu’nun humustan sonra en meşhur lezzetlerinden biri var bu hafta podyumda. Falafel yani nohut köftesi. Yapımı kolay tadı “olay”. İster atıştırmalık, ister doymalık.Yeni bir köşe, yeni bir heyecan... Bundan böyle her pazar dünya mutfaklarına bir pencere açacağım bu köşeden. Erişimi kolay ya da muadili malzemelerle kısa sürede yapabileceğiniz pratik “dünyalık tatlar”la şenlenecek sofralarınız. Bazısını görmüş, duymuş ya da tatmış olduğunuz ama önceden yapmadığınız bu lezzetleri evinizde “kendiniz pişirecek kendiniz yiyeceksiniz”.“Nasıl yapacağım?” kısmını dert etmeyin. Her hafta işin ustalarından önce ben öğrenecek, ardından sizinle paylaşacağım. Ayrıca reçetesi ve her aşamasını A’dan Z’ye gösteren ve zaman.com.tr’de yayınlanacak bir fotoğraf galerisi de yetişecek imdadınıza. İlk haftamızda Ortadoğu’ya götürüyorum sizleri. Arap dünyasında en az humus ve künefe kadar bilinen bir yemekten, falafelden bahsedeceğim.Telaffuzu dile zor gelse de yemesi son derece basit bir yiyecek. Arapça ‘biber’ anlamına gelen ‘filfil’ kelimesinden türetilse de biberle ilgisi yok. Dışı çıtır çıtır, içi sıcak ve yaş, yuvarlak, altın-kahve renkli nohut köftesine deniyor falafel.Tarifine geçmeden önce tarihçesine dair kısa bir bilgi paylaşayım. Tıpkı Türk-Yunan yemekleri gibi Filistin-İsrail ve hatta Lübnan arasında tartışmalara neden olmuş bir lezzet. Hepsi bu yiyeceğin kendisine ait olduğunu iddia ediyor anlayacağınız. Oysa falafel bin yılı aşkın süredir var olan, tarihi firavunlar dönemi Mısır’ına kadar dayanan bir yiyecek. Mısır’dan diğer ülkelere yayıldığı söyleniyor. Zaman içinde ise her medeniyet farklı tatlar ve baharatlar (kakule, kimyon, kırmızıbiber vs.) katmış, kendine göre yorumlayarak farklı bir kimlik kazandırmış. Hatta Mısır’da nohut ile değil bakla ile de yapılıyor. Arap mutfağının vazgeçilmezi falafel günümüzde yalnızca Ortadoğu’da değil, dünyada da biliniyor. Tüketimi o kadar yaygın ve sevilen bir yiyecek ki her sene Haziran’ın 12’si Dünya Falafel Günü olarak kutlanıyor. Türkiye’ye girişi henüz üç beş yılı geçmese de mutfağımızda kendine kolayca yer buldu. Zira damak tadımıza son derece uygun bir lezzet. Daha önce birçok kafe ve restoranda tattığım falafeli işin ehlinden öğrenmek için adı gibi sadece falafel yapan ve dünyanın birçok ülkesinde şubesi bulunan (İstanbul’da sadece falafel satan ilk ve tek mekân) Just Falafel’in mutfağını ziyaret ettim. Lübnanlı şef Jihad Abou Zammar ile beraber girdim mutfağa ve “yeni başlayanlar için falafel” havasında başladı dersimiz. Tezgâhın üzerinde duran çeşit çeşit sos gözüme çarptı ilk. Farklı damakları yakalamak için falafel sandviçleri bu soslarla tatlandırılıyormuş meğer. (Meksikalılar için salsa, Japonlar için teriyaki, İtalyanlar için pesto, bizim için Anadolu yani sucuk, sos vs.) Orijinalinde ise tahin sosu kullanılıyor. Bir sokak yemeği olan nohut köftesi için sağlıklı bir fast food diyebilirim. Tat olarak alakası olmasa da yapılış itibarıyla mücveri anımsatıyor. Vejetaryenler ve et ile arası pek iyi olmayanlara kesinlikle tavsiye ederim. Ara sıcak statüsünde bir yiyecek olmasına rağmen tortilla denilen buğday ekmeği (bizdeki dürüm ekmeğine benziyor) ve içindeki garnitürlerle ne yese “dişimin kavuğuna” yetmez diyecekleri bile doyuracak türden. Çok da lezzetli. E ne duruyorsunuz? Bana kalırsa hiç beklemeyin, bugün deneyin. Bilimsel bir dayanağı var mıdır bilemiyorum ama farklı mutfaklara açık olmanın hoşgörüyü artırdığı, önyargıları kırdığı kanısındayım. Unutmadan, haftaya Meksika’ya uzanacağınız, haberiniz olsun.FalafelMALZEMELER:Yarım kilo nohut (6 kişilik)4 diş sarımsak (arzuya göre daha az da konulabilir)Yarım demet maydanoz (Orijinal tarifinde taze kişniş kullanılıyor)7 baharat karışımıTuzKarbonat (Çıtır çıtır olması için katılıyor)Soğan (bir adet soğanın dörtte biri)Servis için: Dürüm ekmeği ve garnitür (domates, maydanoz, nane, salatalık turşusu, tahin)Yapılışı:Nohutlar bir gece öncesinden ya da sabahtan ılık suda bekletilir (sadece suda bekletilecek, haşlanmayacak). Maydanoz, sarımsak ve soğan ile birlikte mikserden geçirilir. Bir kaba alınır. Baharat, karbonat ve tuzu eklenerek 2-3 dakika iyice yoğurulur. Harç kısa bir süre dinlendirildikten sonra yassı minik toplar haline getirilir ve kızgın yağda kızartılır. Dürüm ekmeğinin ortasına önce ince ince kıyılmış bir miktar maydanoz sonra nane şerit halinde yerleştirilir. Ardından sırasıyla turşu ve domates... Falafeller dikey tutularak ortasından bastırılır ve hafif çatlatılır (rahatça yenilebilsin diye). Falafellerin üzerine gelecek şekilde 2 kaşık (arzuya göre daha az ya da daha fazla) tahin dökülür. Son olarak dürüm gibi sarılarak servise hazır hale getirilir.Püf noktası: Nohut suyu süzüldükten sonra iyice sudan arındırılmalı. İçinde bir gram su kalmamalı. Falafel toplarının büyük ve yuvarlak olmamalı. Zira içi çiğ kalabilir.Not: Falafel’i illa da ekmeğe sararak yemek zorunda değilsiniz. Diyet yapan ve salatayla karın mı doyar diye dert yananlar bu tavsiyem size. Yapın bir yeşil salata, üzerine de 3-5 falafel hem mideniz hem de gözünüz bayram edecek benden söylemesi.

3 Ekim 2014 Cuma

Chauvet Mağarası

“Mağara devrinden beri düşüşte resim”

Gördüğünüz resimler M.Ö. 30000-35000 yıllarına aittir.

2 Ekim 2014 Perşembe

Tersine Giden Yol, N.S.Örik

Nahid Sırrı Örik, Tersine Giden Yol

Arka Kapak:

"Seviyorum seni Cezmi! Yavrum, seviyorum seni!" 

Bu sözleri ateş gibi yanan dudaklarla kulağının ta yanına ağzını dayayarak fısıldarken erkek tehlikenin savuşturulmuş olduğuna, kabahatini ona tamamıyla affettirdiğine kanaat getirdi. Fakat sevda yatağında bir saat vardır ki bunda erkekler kadını tamamıyla minnettar ettiklerinden ve dinlenmeye hak kazandıklarından emin, uykuya dalarlar ve bunun üzerine kadınlar, sevdaya doymayan, yorgunluk tanımayan kadınlar uyanık kalarak muhasebelere kalkar, eski kabahatlerini incelemeye ve bazen birtakım mukayeselere, yeni uykuya dalmış olanın daima lehine çıkmayan mukayeselere girişirler.Cezmi uykuya dalınca işte o saat hemen gelip çattı ve Şayan Hanım, Mahmure'nin zaferini haber verdiği anda duyduğu ıstırabın, onu apartman kapısından merdiven sahanlığına fırlattıktan sonra holün duvarına gözleri kararmış bir hâlde başını dayadığı anın, aşkı için en yüksek noktayı teşkil etmiş bulunduğunu...... kabul etti, ilk günlere ait daha ateşli geceler hatırladı.

Eğer Cezmi kendisini kaybetmeye dayanamayacak kadar âşıksa arkasından koşup gelir ve yalvarırdı. Bu koşup gelmenin ve yalvarmanın, aşktan mı yoksa menfaat endişelerinden mi ileri geldiğini sezmek kudretini Şayan Hanım kendinde mevcut görüyordu. Ve Cezmi hakikaten pişman ve muzdarip gelirse affedeceğini nefsinden gizleyemezken, bunu şimdiden de bir hata olarak kabul ediyordu.