31 Ocak 2015 Cumartesi

Selam Olsun, Ü.Tamer

SELAM OLSUN                            Yunus'aSelam olsun dağa taşaYaranlara selam olsunOrmandaki kurda kuşaCerenlere selam olsunDünya üstü kara zindanBoynumuzda yağlı urganYolculardan hancılardanSoranlara selam olsunÖlüm canın has yoldaşıDiken gülün gönüldeşiKar altında deniz düşüKuranlara selam olsunKâğıdımız çaput bizimKefenimiz bulut bizimMesleğimiz umut bizimKıranlara selam olsun

30 Ocak 2015 Cuma

Beşir Fuad, A.Oktay

Beşir FuadBEŞİR FUAD                                                                                                      Enis Batur'aGün doldu: Kendime bir aksisedayım.Ürktüm hep hayalâttan. Aklımbana açıkla: Yırtılanzaman mı gülün yaprağımı? Elindeburuşturuyrdu validem. Kapatılmışve leylî bakışlı mecnune. Ömrümşimdiden "bir devr-i hüzün"ve kapkara matem: Diz dizeyimdalgın hayaletinle. Ufkusen misin seyreyleyenDarüşşifa'nın o tozlupenceresinden, ben mi? Vehimlerve cinnet korkusubana mirasın. Ölü oğul daküçük, çıplak ayaklarıylageziniyor sofada, çatınıniçindeki rüzgâr gibi.Ey hafıza! KanıyorNe varsa süzdüğün. Siyah zambak:Koridorlarında usulca açano Civzit mektebinin. "Gecedeyazmayı mutad edindim"daha o zamandan. Sırdırçünkü yazı: Candan doğarve âyân ettikten sonrasır olur.                    Nemsin benimöteki zamanlardaki çocuk? Bir hasımgibi mi büyüttüm seni kalbimde?sözüm sana yine de: Kimi gerçekdaha derin düşten. Düşler degeleceğe gönderir ve Yitik sözdirilir okurun dilinde.Yaşamım! Doğrusunyanlış olduğun kadar. Bir dikengibisin içimde.                      Ah! Gülün yok.Doğ karanlığın devasarahminden deokurum hisset beni:                                                              İntiharımı da fenne tatbik edeceğim:                                                              Şiryanlardan birinin geçtiği mahalde                                                              cildin altına klorit kokain şırınga                                                              edip buranın hissini iptal ettikten                                                              sonra orasını yarıp şiryanı keserek                                                              seyelân-i dem tevlidiyle terk-i hayat                                                              edeceğim"Zevcem! Kim kimin uçurumu?Her ağuş, ne yapsakbir serzeniş aslında. Metresim!Kucaklaştık ama daha bir kezbuluşamadık. Tecilindolmasını bekledim ben.                                                                     Suret-i Varaka                                                               "Ameliyatımı icra ettim. hiç                                                              bir ağrı duymadım. Kan aksın                                                              diye hiddeyle kolumu kaldırdım."ki "kağıt dahi kanla mülemma"

TEBLİĞ 

                                                              "Matbuat idare-i behiyyesinden Ceridet ül  Hakayık

                                                              nam gazetenin bir nüshasında intihara dair münderiç

                                                              olan varakanın diyanet-i islâmiyeye mübayin fıkaratı

                                                              mutazammın olmasına ve merkez-i hilafet-i islâmiyede

                                                              tab ve neşrolunan evrak ve havadisten bazılarının akaid-i

                                                              islâmiyeyi mazallah-ı teala inkâr ve istihfaf yolundaki

                                                              neşriyatı, diyaneten ve siyaseten rehih-i cevaz ve

                                                              müsamaha olamayacağına"¹

Beşir Fuad! Kardeşim benim.

1) "İntihar hareketini böylesine etkin bir toplumsal silah haline getiren şey, intihar hareketlerinin düşünsel (refleksiv) boyutudur. Sanırım şudur kastedilen şey: 'Hiç kimse yaşamında bir yanlışlık olmadığı sürece intihar etmez'. Bu gewrçek o kadar açıktır ki, çoğu zaman göz ardı edilmiştir. Böylece hareketin önemli bir ögesi gözden kaçırılmıştır: İntihar, geride kalanlara işlerin ne kadar kötü gittiğini göstermeyi amaçlar". (A.Alvarez, The Savage God, A Study of Suicide, s.116, Penguin Books 1983).

29 Ocak 2015 Perşembe

Selâhattin Pınar, (1902 - 1960)

Üsküdar'ın Altunîzâde semtinde, âilenin sekiz çocuğundan ikincisi olarak dünyaya gelir. Babası Sâdık Efendi, Serez'de, Edirne'de kadılık yaptığından küçük Selâhattin'in çocukluğu buralarda geçer. Sâdık Efendi, Edirne'de üç yıl kaldıktan sonra Denizli mebusu seçilince, 1911'de, âilece gelip İstanbul'a yerleşirler...

Selâhattin Pınar bir süre İtalyan Ticaret Mektebi'ne devam ederse de musiki merakı ağır basınca okulu bırakır... O sıralarda Yüksek İktisat ve Ticaret Mektebi'nde, medenî hukuk müderrisliği yapan babası, oğlunun eğitimini yarım bırakışına çok kızarsa da Selâhattin Pınar "musiki perisi" ne gönlünü kaptırmıştır artık... Zaten daha küçük yaşta annesi İsmet Hanım'ın çaldığı ud nağmeleri ile musiki âleminin sihirli havasına girmeye başlamıştır... Aslında babası da annesi kadar musikimizi sevmektedir, fakat oğullarının önce itibarlı bir meslek sahibi olmasını istemektedir.

Pınar, daha on kik yaşındayken, annesinin de etkisiyle ud çalmaya başlar. Babası, bunu önce geçici bir "heves" sanır, ses çıkarmaz. Hatta Samatya'da saza katılışını bile hoş karşılar. Fakat, oğlunun Şerif İçli ve ağabeyi İbrahim İçli ile gizli gizli Beşiktaş Musiki Kulübü'ne devam ettiklerini iz sürerek öğrenince, hizmetkârlarından birine "her üçünü de dövdürtür."

1920'de, sonradan Üsküdar Musiki Cemiyeti adını alacak olan Dârü'l-Feyz-i Musiki kurucuları arasında yer alır... Bir ay kadar da Dârü't-Talîm-i Musiki cemiyetinde bulunur ama burada hayli ağır akademik çalışma yapıldığı için daha fazla devam edemez.

Selâhattin Pınar, başta Bestenigâr Ziya Bey, Kaşıyarık Hüsamettin Bey, Ûdi Sâmi Bey, Enderûnî Celâl Bey ve Ali Rifat Çağatay'dan yararlanmışsa da, düzenli olarak musiki eğitimi görmemiştir.

1919'da tanbura da başlayan Selâhattin Pınar, ilk bestesini de bu sıralarda 17-18 yaşındayken yapar. Kısa zamanda hem bestekâr hem de "şâzende" olarak adını duyuran Selâhattin Pınar, bu dünyadan ayrılıncaya kadar da gazinolarda "sâzende" olarak çalışır. 1958'de bir kalp krizi geçiren sanatçı, iki yıl sonra, 1960 Şubat'ı başında çok sevdiği Todori'nin içkili gazinosunda, akşam saat 19.30 sularında, arkadaşıyla yemek yerken geçirdiği yeni bir kalp krizi sonucu aramızdan ayrılır ve ertesi gün Zincirlikuyu Asrî Mezarlığı'ndaki âile kabristanına defnedilir.

(Ölümünden sonra, Selâhattin Pınar'ın hayata veda ettiği masanın duvarına "Bestekâr Selâhattin Pınar 6.2.1960 tarihinde bu masada vefat etmiştir" levhası asılır. Fakat Kadıköy'ün bu ünlü mekânı da; tıpkı Fener Stadı'nın arkasındaki Papazın Bağı Gazinosu gibi; şimdi Salı Pazarı'nın kurulduğu Kurbağalıdere'nin kıyısındaki Hamdi'nin Gazinosu ve de Kalamış kıyısındaki tarihî sahil gazinoları gibi zamanın hoyrat rüzgârlarına dayanamayıp bir bir kapanırlar!...)

Türk musikisine birbirinden güzel pek çok eser hediye eden Selâhattin Pınar'ın; hemen bütün eserlerinde, Mustafa Rona'nın da belirttiği gibi "ince bir zevkle örülmüş marazî bir hassasiyetin, melânkolik ifâdesi duyulur. Zevkle intihap ettiği güfteleri, çok müntahap ve insicamlı nağmelerle dile getirmekteki mahâreti takdire şâyândır. İncilâ Bertuğ'a göre ise: "Selâhattin Pınar'ın tüm şarkılarında, İstanbul şehir kültürünün o güne yansıyan ifâdesi vardır. Hüzünlüdür hatta zaman zaman karamsardır ama her zaman incelmiş, zarif ve şehirlidir. Özel ve derinliği olan icralar gerektirir.

Selâhattin Pınar'ın yüze yakın, herbiri çok sevilmiş bestesi; ayrıca da çeşitli filmlere, özellikle de Mısır Filmlerine yaptığı parçaları bulunmaktadır. Fakat bunlarda bile Selâhattin Kaynak gibi Arap musikisinin derin etkisinde kalmayıp her birine Pınar bestesi damgasını vurmayı başarmıştır. Bunun da sebebi, sanatçının hemen hemen bütün eserlerinde, kendinden önce kullanılmış olan motifleri ve melodileri tekrarlamamak için çok büyük çaba göstermesidir. Tanburda çok büyük "üstad" olmasa da; sesi, sonradan güzelliğini kaybetse de, kırk yıl boyunca sahnelerin en sevilen -ve üstelik en çok para alan- sanatçılarından biri oluşunda; hemen her zevke hitap eden, içli, melankolik şarkılarının çok büyük payı vardır.

Üslubunu en iyi yansıtan şarkıları arasında: Sözleri Burhan Bey'in olan rast makamındaki:

"Aylar geçiyor, sen bana hâlâ geleceksin

Yetmez mi bu hasret, daha yıllarca mı sürsün?

Hülyâlarımın menbaı bir tâze çiçeksin

Bekletme yazık, sen de solar, sen de çürürsün.";

sözleri Vecdi Bingöl'ün olan rast makamındaki:

"Söylemek istesem gönüldekini,

Dilimde dolanan ıztırab olur.

Yazsaydım derdimin ben bir tekini

Ciltlere sığmayan bir kitâb olur.

Ne yaman çileli bir insanmışım,

Sunulan her zehri şifa sanmışım.

Âh ne aldanmışım, ne aldanmışım,

Aldanan gönülde aşk serab olur.";

sözleri yine Vecdi Bingöl'ün olan, beyatî makamındaki:

"İçen bir daha ayılmaz

Aşkı gönül kadehinden.

Gel içelim kana kana,

Aşkı bûse kadehinden

Dudaklarım yana yana

Dilimde çırpınır, çiler

Sevgili adın, sevgili.

Gözlerim, gözünde güler,

Baktıkça olurum deli.";

sözleri Yahya Kemal Beyatlı'nın dizelerinden, beyâti makamında:

"Kalbim yine üzgün seni andım da derinden

Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden.

Üzgün ve kırılmış gibi en ince yerinden,

Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden.";

sözleri Fuat Edip Baksı'nın olan, hicaz makamında:

"Bir bahar akşamı rastladım size,

Sevinçli bir telaş içindeydiniz.

Derinden bakınca gözlerinize,

Neden başınızı öne eğdiniz?

İçimde uyanan eski bir arzu

Dedi ki, yıllardır aradığın bu.

Şimdi soruyorum büküp boynumu, ah

Daha önceleri neredeydiniz?";

güftesi Mustafa Nafiz Irmak'ın olan, hicaz makamındaki:

"Anladım sevmeyeceksin beni sen nazlı çiçek,

Hasta gönlüm yine hicrânını yalnız çekecek.

Belki rûhum seni çılgınca severken ölecek,

Yine sensin beni bir lâhza şifayâb edecek."

Ve Selâhattin Pınar'ın Bilinmeyen Cenaze Marşı

Müslüman-Türk cenaze törenlerinde "marş" çalınma geleneği yoktur... Cumhuriyet dönemi Müslüman-Türk cenaze törenlerinde Chopin'in (1810-1849) "cenaze marşı" çalınmaya başlanmıştır. (Aslında bu marş, Chopin'in Op.35. sonatının 3. bölümüdür. Üstelik de "cenaze marşı" olarak bestelenmemiştir. Chopin'in cenazesinde ise Mozart'ın "Requiem"i çalınmıştır.)

Atatürk'ün İstanbul'dan başlayan o muhteşem cenaze töreninde de yine Chopin'in "cenaze marşı" diye ünlenen bu marşı çalınmıştır. Garip bir rastlantı Pınar, Atatürk'ün öldüğü yıl, 1938, 7 Temmuz'unda saat bire yirmi kala Segah/ Türk aksağı olarak bu marşı besteler ve "Cenaze Marşım, Ben öldükten sonra ahrete giderken beni bununla gömsünler." notunu düşer.

Fakat bu "cenaze marşı" o zaman ortaya çıkmadığı için vasiyeti yerine getirilemez. Bu marşı ortaya çıkaran ve notalarını yayımlayan Etem Ruhi Üngör'dür.

Sahnelerdeki Selâhattin Pınar

Selahattin Pınar, döneminin bütün ünlü ses sanatçılarına, günümüzün "moda" deyişiyle "eşlik etmiş"tir... Müzeyyen'in, Safiye'nin, Hamiyet'in zengin saz heyetinde; yalnız çaldığı tanburla değil; çok zevkli giyim kuşamı ve yakışıklılığı ile de hemen farkedilebilirdi. Kimi zaman da assolistin de ısrarıyla kendi bestesi olan "Bir bahar akşamı rastladım size" yi ya da "İçen bir daha ayılmaz aşkı gönül kadehinden"i; genizden gelen, biraz kısık ama son derece etkileyici ve içli sesiyle okur; çoşkunca alkışlanınca da ayağa kalkıp, uzun boyunu biraz eğerek, mahcup bir tavırla seyirciyi selâmladığı sırada salondaki alkış daha da artardı...

Belki de bu "tek" şarkılık gösterisinin çok beğenilmesi üzerine, daha sonraları gazinolarda, onbeş yirmi dakikalık, kendi bestelerinden oluşan programlarına başlamıştı. Gazino seyircisi ilk kez, "saz heyeti"nde yer alan -üstelik- bir "erkek" sanatçının, sahnede program yapmasını; yalnız "sanatı"ndan dolayı değil, aynı zamanda son derece yakışıklı ve sevimli oluşundan, fevkalâde zevkli giyinişinden -iki yüzden fazla çok güzel ipek kravatı vardı- dolayı, hiç yadırganmamış; hatta biraz pürüzlü sesiyle çok içten okuduğu, birbirinden güzel bestelerini çok büyük bir hayranlıkla karşılamıştı. (Tabii, çalgılı gazinolara, yalnızca "güzel avrat" ve "baldır bacak" seyretmek için gelen, üstelik de bol paralı olduklarından ön masaları işgal eden "hanzo/maganda"lar hariç!... Ve ne yazık ki böylelerinin sayısı, amipler gibi korkunç bir biçimde çoğalarak, gazino "âdâbı"nın ve geleneğinin dibine dinamit konulmasında büyük etken oldu!...)

***

Bu yazıyı Sermet Sami Uysal'ın Baki Kalan Bu Kubbede kitabından aktardım. Selahattin Pınar adı anılınca Afife Jale' den bahsetmemek olmaz lakin ben o bölümleri kitapdan aktarmak yerine Can Dündar'ın yaptığı bir belgesel film eklemek istiyorum yazıya.

28 Ocak 2015 Çarşamba

Var Yere Korkmak, A.Oktay

Dur, daha vakit var 

kendini bir akşam ışığına asmağa. 

Çoğalan bir acı her çiçek 

akşam saat dokuzdan sonra.

26 Ocak 2015 Pazartesi

Photo André Kertész, A Window on the Quai Voltaire

Photo André Kertész – A Window on the Quai Voltaire, Paris, 1928

Altan Öymen: Tehlikeli bir kavşaktayız

Altan Öymen ile görüşmek için ofisine gittiğimizde Meclis’te 4 eski bakan hakkında Yüce Divan görüşmeleri yapılıyordu. Bir gözümüz Meclis’teyken gündemi konuştuk. Öymen, 2015 seçimlerinin Türkiye demokrasisi için ölüm kalım savaşı olduğunu söylüyor.Masum olduklarını söyleyen 4 eski bakan bunu mahkeme önünde kanıtlamaktan kurtulmaya çalışıyor. Türk siyasi tarihinde böyle bir vaka var mı?Genel kural şudur; hakkında soruşturma istenen kimse çıkar ve der ki: “Soruşturma komisyonu kurulsun istiyorum. Gerekirse Yüce Divan’a giderim.” Bunun tipik örneği 1950’den önce TEKEL Bakanı olan Suat Hayri Ürgüplü’dür. Hakkında kahveyle ilgili suiistimaller var dendi. Yüce Divan’a gitmeyi talep etti. Aklandı ve bu zat sonra başbakanlık yaptı. Kendi değerleri vardı, politika açısından önemli vasıfları vardı ve aklandıktan sonra başbakanlık da yapabildi.Bu örnekle karşılaştırarak bugün Meclis’in ve sâbık bakanların tavırlarını nasıl yorumlarsınız?Kendine güvenen insan “Ben Yüce Divan’da aklanacağım” diye talep eder. Meclis’te bu işin siyasi davaymış gibi ele alındığı ortada. Olan biteni ana hatlarıyla dahi izleyen kimselerde bu komisyonun hukuki karar verdiği yolunda bir kanaat belirmedi. Siyasi karar verdiği yolunda bir izlenim çıktı. Zaten komisyonun gizlilik kararı alması tuhaf bir karar oldu. Başka ülkelerdeki soruşturmalara bakın. Bunlar hep kamuoyuna açıktır ve hatta televizyondan naklen yayınlanır. Açıklık esastır ve vicdanının harekete geçmesi için halkın izlemesi gerekir.Burada medyaya mı iş düşüyor yoksa Meclis’e mi?Medya özgürlüğüne tahammül edilmediği ortada. Dünya kadar örneği var. Saymakla bitecek gibi değil. Zaten Cumhurbaşkanı ve başbakan ne zaman konuşsa bir düşman belirliyor. Paralel yapı, muhalefet, sonra da basın. Paralel yapı söylemleri inandırıcı geliyor mu size?Gelmiyor tabii. Paralel yapı varsa bunun tüm siyasi sorumluluğu memleketi idare edenlerdedir. Ben bilmiyordum da sonradan altında bunlar çıktı filan... Bir; hükümet mensubu söyleyebilir ama bu sorumluluk kendisinde olur. İki; suçlayıcı sözlerin ispat edilmesi gerekir. İspat edilmeden hiç kimse, ‘Şöyle yaptılar böyle yaptılar, bilmiyorsunuz daha neler göreceksiniz’ şeklinde laflar söylemez. Normal insan da devlet idaresinde olan kimseler de söylemez.1950-55 yıllarını ‘Öfkeli Yıllar’ diye tanımlıyorsunuz. İleride yazacak olsanız bu günler için ne dersiniz?Bu dönemde çok normal olmayan şeyler yapıldı. Her anlamda. Bir demokraside benzeri görülmemiş şeyler yapıldı. Türkiye demokrasi açısından küçümsenecek bir ülke değil. İyi kötü, eksiği gediği 70 yıldır demokrasi yaşadı. Bunun birikimi var. Çevremizdeki ülkelere bakıyorum Osmanlı zamanında İstanbul’a eşit düzeyde Bağdat, Kahire, İskenderiye gibi çok gelişmiş şehir vardı. ‘Bağdat gibi diyar olmaz’ lafı vardır. Bugünkü durumlarına bakın. Hiçbirinde demokrasi yaşayamadı. Niye? Türkiye’de demokrasi altyapısı oluştu çünkü. Bu altyapıyı perişan etmeyelim. Hatta Avrupa’da bile İngiltere ve Fransa gibi ülkeler dışında 70 senelik demokrasisi olan ülke yok. Kıymetini bilelim. Önümüzdeki seçim çok önemli. Demokrasi açısından ölüm kalım savaşı gibi. Bu kafayla gidilirse çok tehlikede. Demokrasiye resmen olmasa bile fiilen veda edeceğimiz bir kavşağa gidiyoruz.Programın son dakikasında laf sokuşturulması canımı sıkıyorduTartışma programlarında nasıl hep sakin kalabiliyorsunuz. Dört Bir Taraf’ta yapılan en hararetli tartışmalarda bile sesinizi yükseltmediniz.O program aslında her nesilden birinin olduğu bir tartışma programı olarak düşünüldü. Ben yaşlıları, Nazlı (Ilıcak) benden sonrasını, Enver (Aysever) ve Nagehan Alçı gençleri temsil ediyordu. Nesillerin birbirini anlaması için tartışması lazım. Keşke bu programlar çok sayıda olsa. Bizimki ilk denemeydi ve 3 sene sürdü. Orada da ben seyircinin sağduyusuna güvenirim.Programdan sonra nasıl bir ruh haliniz oluyor, öfkelendiğiniz oluyor muydu hiç?(Gülüyor) Şöyle bir huyum vardır, programı gece bir daha izlerim. Fazla sinirlenmiş gibi olmuşsam eleştiririm kendimi. Bazen sinirlendiğim oluyordu, bu durumda kendime hâkim olmaya çalışırım. Bu kadar kızmamak lazım. Bence herkesin bunu yapmasında fayda var. Sesini yüksek çıkartmakla haklı olunmuyor. Bir de karşındaki ne söylerse söylesin onu dinlemek önemli, tahammül etmek. Bir şeye canım çok sıkılırdı, bu gibi programlarda tam sonuna yaklaşılır artık kapanacaktır, tam o sırada bir laf sokuşturup, mümkün mertebe yıpratıcı bir laf, bir iddia ortaya atıp yayının o iddiayla kapanmasını sağlamak oluyor bazen. O zaman insanın canı sıkılıyor. Karşıdakinin cevap vermesi gereken ve süre bittiği için vermeyeceğini bildiğin bir lafı atıyorsun ve program kapanıyor.Bu programları insanlar karşı tarafı dinleyip anlamak için mi izliyor yoksa futbol maçı izler gibi mi?(Gülüyor) İkisi de var tabii. Futbol maçı gibi izleyenler de. Bu tartışma böyle programların tekrarlanmasıyla daha verimli olur.Kemikleşmiş sorunlar doğal yolla çözülmeliCHP’de genel başkanlık yaptığınız dönemlere dair sizin için ‘Pasif kaldı’ eleştirileri yapıldı. Bu eleştirilere ne cevap veriyorsunuz?1999 seçimlerinde parti 8,7 aldı. Baykal istifa etti ve beni de aday gösterdiler. CHP teşkilatında büyük bir moral bozukluğu olmuştu. Teşkilata moral ve toparlanmaya yönelik işler yaptım. Parti reformu hazırladık. Tüzük değişikliği yaptık. Halkla birlikte çözüm diye program başlattık. Başarılı da olduk. Sonraki seçimde yüzde 20’lere çıktı oy.CHP, 28 Şubat süreciyle çok fazla hesaplaşmadı. Dindar insanlara karşı önyargılı davranışlarını sorgulamadı. Partinin bu konuda hesaplaşması lazım değil mi?Onu büyük ölçülerde yapıyorlar. Başka türlü Meclis’te başörtülü girilmesi mümkün olur muydu? Kimse farkına bile varmadı. Farkına vararak yapılması ve politik amaçla kullanılması da sakat bir şey. Orada çok ustaca bir şey yapıldı. Hiç ses çıkarmadan ne itiraz ne de kavga edilmeden getirildi. Kılıçdaroğlu bu konuda epey gayret sarf etti.CHP’nin dindar insanlara bakışında yumuşama mı oldu?CHP’lilerde şöyle bir şey var; artık dindar insanlar doğal karşılanır hale geldi. Değişme değil de sanki yıllardan beri bu böyleymiş gibi bir hal oldu. Bu mevzu propaganda haline getirildi.Propaganda haline getirmelerine malzeme olacak geçmişte çokça vaka var ama…Geçmişte olsa bile, geçmiş geçti.Meğer uçak kaçırmışımSıkıyönetim zamanıydı, yani 12 Mart 1971 sonrası. Beni gözaltına aldılar, hücreye koydular. Neyle suçladıklarını bilmiyorum. Bir ay hücrede kaldım. Çıktıktan sonra öğreniyorum ki uçağı iki-üç kişi, Deniz Gezmiş'ler idam edilmesin diye kaçırmış. O sıralarda biz de idamlar yapılmasın diye imza topluyorduk. Böylece bizim onlarla aramızda bir bağlantı olması lazım gelir diye bir mantık oluşturmuşlar. Uçak kaçıranlardan işkenceyle beni de aralarına dâhil edecek ifadeyi alıyorlar: “Altan, Türk Havayolları'ndan bir hostesten uçakla ilgili bilgileri aldı. Yine hava yollarında Diyarbakırlı Mahmut'la da işbirliği yaptı.” Ama Askeri mahkeme önüne bile ham bir soruşturma çıkarılamıyor tabii. Bazı şeylerden tereddüde düşüyorlar. Gidiyorlar hava meydanına, tesadüf bu adla kimseler yok. İddia çöküyor. Beni sorguya çekerlerken de bu konuyu hiç sormuyorlar. Fakat “Tamam anlaşıldı siz suçlu değilsiniz. Ama biz radyolardan ilan ettik, gazeteler yazdı, biraz zaman geçsin ki bunlar unutulsun.” diyorlar. Böylece 2,5 ay kaldık.Başbakan hakkında gensoru verilmeliCemaat hakkında ‘İnlerine gireceğiz’ denilerek bir yıldır çeşitli operasyonlar yapılıyor. Yani ‘in’lere girildi. Ve ortaya çıkanlar size ne düşündürüyor?Sayın Cumhurbaşkanı'nın, bir cumhurbaşkanı olarak bu derece siyasi polemiğe girmesi ayrı bir mesele. İnlerine girme denilen gelişmelerden şimdiye kadar hiçbir şey çıkmadı tabii. Cumhurbaşkanı ve başbakanın söyledikleri önemli bir suçun varlığı ve müebbet hapsi gerektirir. Bu suçun delilleri ortaya çıkmadığı halde sanki bu kesinleşmiş bir hüküm gibi her gün söylenerek neredeyse herkesin bunu kabul etmesi isteniyor. Bu tuhaf bir şey. Aslında cumhurbaşkanı için de, hakaret edici lafları dolayısıyla hakkında hakaret davası -özel hukuk açısından- açılması da mümkündür ama, bunun gerçekleşmesi zorluğu da biliniyor. Başbakanın bu konuda söylediği sözler, açıkça Anayasa’nın 83. Maddesi’ne aykırıdır. O maddede denir ki, hiçbir makam-merci mahkemelere emir veremez, emir bir yana telkinde de bulunamaz. Böyle acayip hale geldik. Ben bunun örneğini, böyle sabah akşam suç isnadı laflarının söylendiğini geçmişte fazla hatırlamıyorum.

Kitap Yorumu: Büyü Ustası - Maria V. Snyder

Zehir Ustası'nın devam kitabı Büyü Ustası'nı aslen ilk kitabın hemen ardından okumayı düşlüyordum. Fakat yine kader ağlarını ördü ve ben bu kitabı sündüre sündüre okumak zorunda kaldım. Böyle uzun zamana yayılan kitaplardan zevk almadığımı her seferinde söylüyorum ama özellikle son zamanlarda bu tür hadiseleri çokça yaşar oldum ve zannettiğim aksine böyle okuduğum kitaplardan da zevk alabildiğimi fark ettim.

Hakkında hiçbir şey bilmediğim kitapları daha bir seviyorum yahu! Zehir Ustası'nı okuduktan sonra devam kitaplarını hiç kurcalamadım, hakkında bir şeyler okumadım. Zaten kitaplar elimde vardı, o yüzden direkt olarak okurum diye düşündüm herhalde. Öyle olunca, devamında ne olup biteceği konusunda hiç fikrim yoktu. Sadece Yelena'nın Sitia'ya gittiğini biliyordum. (İtiraf ediyorum ki, bazen arkadaki tanıtım yazılarını bile okumuyorum.) Yani yaşanan her olay benim için sürpriz oldu.

Öncelikle Büyü Ustası'ndan önce kendinizi Valek'siz yaklaşık 200 küsür sayfaya hazırlayın. Genç yetişkin edebiyatının (bu tür meselesini de hâlâ düşünüyorum) en olgun ve karizmatik adamlarından Valek, Ixia'da kaldığı için Yelena bir süre onu göremiyor. Dolayısıyla biz de okuyamıyoruz. Ama bu kitabın gidişatını etkiliyor mu? Tabii ki hayır! Yelena gibi bir karakter dururken, Valek'i ne kadar özlesem de, "Ayy hadi gelse artık da kitap canlansa!" diye bir cümlenin ağzımdan çıkması imkânsız. Yelena'nın yıllardır aradığım kadın karakter olduğunu Zehir Ustası yazımda söylemiştim. Bu kitapta da iddialarımı sağlamlaştırıyor.

Bir kere, hiç kimseye bağlı kalmadan kendi ayakları üzerinde durmaya devam ediyor. Bu kadın, dövüşmeyi biliyor, son derece zeki ve şimdi bir de büyü kullanmayı öğreniyor. Kendisine olan sevgimi ne kadar anlatsam az. Okumaktan asla bıkmadığım ve bıkmayacağım kadın karakterlerin başında geliyor Yelena. 

Ixia'dan sürgün edildikten sonra, Dördüncü Büyücü Irys ve kendisi gibi kaçırılmış birkaç kızla daha beraber Sitia'ya geri dönüyor Yelena. Büyücüler Hisarı'na yol almadan önce yıllardır görmediği ailesinin yanına dönmesi gerekiyor tabii. Zaltanalar'a. Bu, Yelena için son derece garip bir durum çünkü yaşadığı trajedilerden sonra aile kavramını neredeyse yitirmiş durumda. Onun için bu sözcüğü karşılayan tek grup; Valek, Ari, Janco ve hattâ belki de Komutan. Ixia'daki hayata bu kadar alışmışken, Tarzan'ın sülale versiyonu olan ve onu sevip kucaklamaktan çekinmeyen Zaltanalar, ona uzaylıdan farklı görünmüyor. Eh, erkek kardeşi Leif dışındakiler tabii.

Sitia hayatı Yelena için bir kabusa dönüşebilir. Ama dönüşecek mi? Her şey Ixia'dan çok farklı. Yaşı geçkin olmasına rağmen Büyücüler Hisarı'na büyü eğitimi almak üzere kabul ediliyor edilmesine ama Birinci Büyücü'nün gözü üzerinde. Üstelik Yelena'nın ortaya çıkmaya başlayan farklı büyü güçleri de hiç yardımcı olmuyor.

Kitap boyunca, ben de Yelena gibi Ixia'yı özledim durdum. Komutan Ambrose'un yer yer sert ama adaletli yönetimi bildiğiniz üzere Sitia'dakinden tamamen farklı. Ixia'da ne kadar kurallar fazla olsa da insanlara daha adaletli davranılıyor. Ama Sitia'da fakirlik, dilenciler var olmaya devam ediyor. Ve bu durum Yelena'yı bol bol düşündürüp, onun Ixia'yı özlemesine yol açıyor. Fakat bir yandan da ailesi, yeni edindiği arkadaşlar ve giderek geliştirdiği büyü yeteneği onu yavaş yavaş Sitia'ya bağlıyor. Anlayacağınız, bir süre sonra arada kalıyor Yelena. Büyünün yasak olduğu ancak her şeyin daha eşit olduğu Ixia mı yoksa büyünün son derece serbest olduğu ama eşitsizliğin fazla olduğu Sitia mı? Ben de onunla birlikte bu ikilemin içinde boğuldum durdum doğrusu.

Kurgu yine çok güzel. İlk kitabın yapısını çözdükten sonra, Büyü Ustası'ndaki olaylar şaşırtmasa da işlenişte hiçbir aksama gözüme çarpmada. Yeni karakterler son derece eğlenceli. Tabii bir Ari & Janco ikilisi değiller. (Kiki dışında. Kiki <3) Ama neyse ki bitirim ikilimiz sonlara doğru geri dönüyor! Valek'le beraber!

Büyü Ustası'nda Yelena'nın başı yine sapkın büyücülerle dertte. Elbette çözmesi gereken tek gizem bu değil. Yelena'dan bahsediyoruz burada... 

Çok çok eğlendiğim, bir sayfasında bile sıkılmadığım, Yelena'ya bir kere daha hayran kalıp Valek'in tavırlarına daha da vurulduğum ve Ari ile Janco'nun abim olmalarını istediğim bir kitap oldu Büyü Ustası. Yahu Valek; tamam, karizmatiksin, deli gibi yeteneklisin falan filan. Bunlar yetmezmiş gibi bir de niye über anlayışlı âşık oluyorsun? Niye bu kadar mükemmelsin, be adam! Fenalık basıyor bana! Gidiyorum ben! Siz de çok geçmeden okuyun şu seriyi okumadıysanız. Canımsın ciğerimsin, Maria. V. Snyder.

Puan: 4

22 Ocak 2015 Perşembe

Vladimir Mayakovski, A.Oktay

VLADIMIR MAYAKOVSKIBir kez daha kucakla benikara-büyüsüyle bağlandığım gece;mağma ve kemik tayfunları,yağmur sularında sürüklenen bir mektubunsar'alı yazısı gibi silikleşen ün;ölümün tunçtan dökülme flütüakkora kesmiş yüreğimi titrewtmiyor;Gece,uçurumlarında belleğinkılık değiştiren hayalet,insan bir tansıkdiye yinele;çünkü sözcüklerin külünden doğduyaralı oğlun.Oğlunum,soy kütüğünden intihar ve cinnetkıya ve zindansızdıran Kent;siyah sahtiyan!Gölgemle kaplanırdı bir zamanlar,rahmin olan sokaklarında;çırakların gündüz düşleriyle uyuya kalmışmürettiphanelerinde,alanları dolduran göstericilerinino iskeletler operası şarkıcılarınınalevden hançeresinde,yitik tundraların rüzgârlarıylainliyorum;üzerimde haksız bir küşümve suçlamalar,taşta dövülen mürekkep balığınınetinde boğulan çığlığıylainliyorum.Kent! Siyah sahtiyan!Sen ki sevişiyormuş gibititredin bir vakitler şiirlerimle,duy beni.Dün müydü bugün müydü bilmiyorum,yağıyor karuzaktan duyulankederli bir ninni gibi;Keder,mayam benim;çoğunluğun okuyamadığıokuyanınsa horladığı simyam,kederyakut parıltılı gömüm!Gizemli Güldürü'nünyasaklandığı gündenMakbet'ler gününden beriçocukluğumda göğsüme bastırdığımsıcak bir somun gibiısıyıtorsun beni.Çalıyor saat!Başlangıç sondurson da başlangıç;"ayağa kalkılan             saattir bu, konuşulan saatyüzyıllarla,          tarihle,              evrenle."İçinden geçiyorum tarrakalarlatüm zamanlarımın:Baumann'ı anma gösterisinden dönüyorumasit gibi gözlerimi yakıyorcinayetin öfkesi;Petersburg Luna Parkı'ndayım aynı sıraTrajedi kırıyor sarkık çenelerinietobur kara-kamu'nun;Jübile'mde miyim yoksagöğsümde buzuldan bir çiçek;ve içimdeo hiç dinmeyen kar sesi:"şairimiz" diye haykırıyorişçiler"haksızsın" diye bağırıyoraparatçik;burcum, gizemli Yengeçesirge ve büyütdevrimden başka bir şey olmayanşiirimi.Nasıl da akıp gitti günleryaratılan bir dünyanın çoşkusunda,kutusundan taunlar yayan imgelemyabanıl afişleryürüyüş kollarıelektrikMancınık ateşleriyle yanıyorsun hâlâEkim gecesi.Lili,Denizin üstünde bir gül,uzaklaşıyor yüzünbayraklar           flamalar,                     kasketler arasında;yaşamım gibi.Bir cehennem özdeyişifısıldıyor Çehov: "Nasılyalnız yatacaksam mezarımdaöyle yalnız yaşıyorum".Blok da"kaos doğuştan içimde"diye yazıyorgecenin mürekkebiyle.Öz kardeşlerim. Suç ortaklarım.Sözcükler de ikizler gibi,kanıyorya da düş görüyorötekisiyle.Biliyor ve canımı basıyorum altına:Meleğin sözüDeccal'ın da."Dize getiremeyecek beni utanç"Gördüm ve yitirdimkent kadar doğurgan ve ölümcülo yüzü           bayraklar,                          flamalar,                                         kasketler arasında;1916'da bilicisiydim sonumunve şunları kazıdımşerareler çıkaran parmaklarımlaher kapıya:"Mayakovski sokağı derler        bin yıldan beri bu sokağaCanına kıydığı yer burası işte        sevgilisinin kapısında."Ödeşmiyorum seninlesevgili yaşam,uzlaşmıyorum daYatırın benisamanyolumdan tabutuma.

21 Ocak 2015 Çarşamba

Typus Orbis Terrarum, Abraham Ortelius

Abraham Ortelius - Theatrum Orbis Terrarum 1570

Yaşadığı an içinde gözlerinin önündeki sonsuzluğu görmüş ve evrenin enginliğini idrak etmiş bir adam için, insanların günlük çıkar ilişkileri ne ifade edebilir? CICERO

(Böyle bir çeviri yapabildim belki de içimden geçenler...)

20 Ocak 2015 Salı

Stefan Zweig, A.Oktay

STEFAN ZWEIG Yaralının sesiyle kanarsürgün dil, kovulduğu toprağıinler, ana toprağı; iz bıraktığıher sınırda.                 Son kez nasıl dayitiriyorum Dünün Dünyası'nı. Zamanbir esrimeydi; bir gül kokusutüm el yazılarında.                    Ah, ulusdiye haykıran zorba! Horladısözünü yüreğin. Gün gündenkabarıyor ölüler listesi. Geleceğimçölde yazılı belki ya daöteki ilk yazın yağmurunda. "Günümüzkovalanış ve kin. "Batık kıtalaroluşturdu göğsümdemülteci yüzleri. Tarihe yanıtistiyor mahpus da: Neyin tapıncıyakılan kitaplar? Nedir zalimiönder saymanın mantığı?                                  İnsanvaktinde bilebilseydi: Sessizdurmakla uzak kalınamıyor. Bilebilseydi.Savaş işte her yanda, susanın dadağlandı eti karşı koyan kadar. Meltemacıtıyor yanıklarını.                                  Azalıyorinsan: unuta unuta otellerdeandaçlarını. "Yitirdimayaklarımı sağlam basabileceğimtüm toprakları." Dinledim son kezöteki ucunda dünyanın: Üzünçleçınladı noel çanları. Renkliçam dallarında gözümü kamaştırdıson kez yaşam. "Rilke'nin dediği gibidayanabilmek bütün sorun."                                  Yine deapansız kopuyor akrebi saatin. Yürekürküyor, yanında gezdirdiğigömütlükten. Ve pişmanlıklar. Utançlar da:Tek satır yayınlayamadım Thomas Mann'ın60'ıncı doğum gününde: Sözcüklerimgölgeyi sever; yine de korkutuyordüzeni. Bir armağan gönderdimdi galibaGoethe'nin el yazısı bir şiiri.Avrupalıbenim belleğim. Yazım da. Geç kaldımyurt edinmeye gurbeti. Zorbaysaateşe veriyor dünyayı.                                         Charlotte!bana bak son kez. Aynan yansıtsınkitapları ve dere kenarlarınıikisiydi yaşamım.                              Uyumunu yitirendil, susar. Yansa dageleeği bilmek için. Duru kalan tek sözcükbu mu yoksa? Gelecek,                                           Işığınve karanlığın geleceği.Sis her yanda. Ah Charlotteçevir bana son kezkadınlığın gözlerini.Stefan Zweig & Lotte Altmann Zweig

19 Ocak 2015 Pazartesi

Sokakların Robocop'u şimdilik bu!

Suç önleme robotu Knightscope göreve başladı. Yüz tanıma, radyasyon ve kimyasal madde tespiti yapabilen bu robot şimdilik trafikte otomobil plakaları taramakla yetinecek.1,5 metre uzunluğunda ve 136 kilogram ağırlığındaki robot, savaşcı RoboCop filmlerinden çok uzak görünüyor. Yapımcılarına göre, Knightscope isimli K5 Otonom Veri Makinesi geleceğin suç önleme makinesidir.Robotun gece ve gündüz 360 derece görüş sağlayan 4 tane kamerası var. Ayrıca yüz tanıma yazılımı ve sıcaklığı, radyasyonu ve kokulu biyolojik ile kimyasal ajanları tespit edebilen sensörler bulunuyor.Testler bu yıl başladığında bir polisin ya da özel güvenlik görevlilerinin yerini almayacak. Daha çok monoton ve tehlikeli görevleri üstlenerek onlara yardım edecek.K5’in dışarıda 7 gün 24 saat dolaşacağını söyleyen Knightscope’un CEO’su William Santana Li, robotun optik karakter tanımlama özelliğini kullanarak bir dakika içinde 300 otomobil plakasını işleyebileceğini ifade etti.K5 zararsız görünüyor, fakat ona zarar vermek kolay değil. Onu bozmaya çalıştığınızda çok acı veren ve keskin bir alarm harekete geçiyor.

Ehram, Orhan Veli

EHRAMEy aşılmaz dağların ardında,Ulaşılmaz beldelerden uzak,Hasretin dallarını tutan sak,Mavi, sonsuz bir tâkın altında!Ey gülüşü sabahlardan gelen güzel,Dünyası düşüncelerden geniş!Ey göğsünde ilahî geriniş,Rüyalarıma hükmeden güzel!Nerde iğilen dalından yerePortakalların düştüğü çardak,Kadehe duyarak değen dudak,Sevgiyle bakan göz, gecelere;Yanmış ruhu titreten ilâhî,Yapraklarda billûrlaşan seher;Nerde çam kokan tahta testiler,Geyik sesiyle çınlayan vâdi?Yaldız dallarda çiçek yerineYıldız açmaz mı artık ağaçlar,Yanmaz mı bin rüya ile saçlarKapanıp günün eteklerine?Ey gülüşü sabahlardan güzel,Dünyası düşüncelerden geniş!Ey göğsünde ilâhî gerinişRüyalarıma hükmeden güzel!Hakikate olmaz mı acep râmYıllardır beslediğim düşünce?Çıkılmaz dağlardan da mı yüceHasretinle tırmandığı ehram?                                                          Mehmet Ali Sel adıyla Ankara, Aralık 1936                                                                                                     Varlık (1.1.1937)

17 Ocak 2015 Cumartesi

Söz'ün Yurtluğu, A.Oktay

KARA BİR ZAMANA ALINLIK

1. 

yenik güne ezgiler

VIII. SÖZ'ÜN YURTLUĞU"Ne yazıyorsun?" diye soruyorgeçen günkü çocuk: usulcaaçmış bir haşhaş çiçeğiçitin yanında. Öğle sonunundinginliğinde yankılanıyorsoru. Yaşam böyle apansızkuşatıyor Sözü: daha yolunusorarken yele, kerteriz ararkengeri dönmek için. Çünkü bir yurtgereksinir söz de: unutulmave yeniden bulunmak üzere. Yazgı bu!kovulmuş ve yargılanmış adınakonuşana ne mutlu. Dönecek olanodur çiçekler içinde; tutuşmuşardında yabanıl gece.Ey kokuya işleyen yazı! Gölgeyeaçtığın remilde görünce kendisuretini, vaktindir bil:konuşulacaktır zamana karşı.Sevgili çocuk! Güngeldiyse şükürler olsun; kaçton kalay eritildi; göğsündenbir düğme açtırmak içinkilitler ermişinin. Bir Kitapbu: belki de senin yazacağın: içindetitreyip dururken binlerce kandil.Ey kokuya işleyen yazı! Gölgeyeişleyen yazı! Reddedildinve kabul edildin: Korktu Davud Taigecenin açıkladığından ve gününsakladığından; el yazmalarınısuya attı. Su solduve kum çatladı. Ama Gazalî ey çocuköldü çölü soluyarak ve göğsündeBuharî'nin kor kesilmiş kitabı.

14 Ocak 2015 Çarşamba

Pantolonlu Bulut, V.Mayakovski

PANTOLONLU BULUTÇok iyidir bakışlarından koruması ruhun kendinikuşanarak sarı bir yelek!Çok iyidir fırlatırken kendinigiyotinin dişlerinehaykırması insanın"Van Huten Kakaosu içiniz!" diye.Ve bu saniyebir kestane fişeğidir,ağar yukarıhiçbir şeye değişmem onu dünyada,hiçbir?Sigara dumanından beriyebir likör kadehi gibi çıkarakuzanıyordu Severyaninin şarap çalığı yüzü.Nasıl diliniz varıyor kendinize ozan demeyeöyle bir bıldırcının boz sesiyle şakıyarak? Bugündür,bir demir muştayla yarmamız gereken gündürşakkadakdünyanın kafatasını!Hep şunu düşünürsünüz siz:"Dansediyor muyum, dersiniz, kibarca?"Nasıl da eğeniyonım,bir de bana bakın bir parça,benayaktakımından serseri,kumarbazın üçkağıtçısı!Sizleri,ki dalıp ğitmişsiniz sırılsıklam gönül işlerinegözyaşı dökerekkaç yüzyıldan beri.bırakıp gideceğim sizlerive yerleştireceğim büyümüş gözümün üzerinegüneşi monokl benzeri.Yürüyüp gideceğim dünyadaşık şık giyinip kuşanarak en sonu,güneşten kararmak için ve hayran,ve sürüp götüreceğim yanımsırabir buldok gibiboynunda tasmasıyla NapoIyon'u.Sereserpe ıızanacak yeryüzü bir kadın gbiyakıp kavururken tenini istekve nice nesne varsacanlanacak tek tekve fısıldayacak dudakları:"haspa, haspa, haspa!"Birdenbirebulutlar,en büyüğünden en küçüğüne değin,kopardılar gökte bir işitilmedik şamata,sevinip coşması gibi beyaz işçilerinkudurmuş bir grev ilan edip göklere.Bir bulutun ardından nasıl da azgın fırladıgökgürültüsü,sümkürdü koskoca burun deliklerinden nasıl da kabararakgökteki surat buruştu bir saniyeyüz buruşturur gibi demirden Bismark. Ve birisibulutların ağına düşmüş birisi,uzattı elini meyhaneye ansızın,el uzatması gibi bir kadının kibarca,uzanması gibi kibarcabir top ağzının.Mayakovski'nin Genidnikov'daki çalışma masasıDüşündünüz:güneştir olsa olsaşamar atan nazikçe meyhanenin yanacığına.General Gallifet mi geliyor yoksaKurşun yağdırmak için isyancılar kalabalığına? Çıkarın ceplerinizden, boş gezenler, ellerinizi,alın bir taş, bir bıçak, alın bir bomba,ama aranızda varsa elsizikafasıyla vuruşsun o da.İleri, küçük açlar,küçük köleler sizi,pisler,bit dolu çukurda kalakalmışlar öyle!İleri!Artık kanımızla boyayacağız bizlerpazartesileri.Salıları her baram!V. MayakovskiYeryüzü bıçaklar altında anımsansınmaskaraya çevirmek istediklerini!Yeryüzü,Roçild'in kendi gözünden esirgediğio etli butlu kadın!Bayraklar dalgalansındalgalanır gibi anlı şanlı bayramlarda,sokak fenerleri, çıkarın, daha yükseklerde çıkarınkanlı yığınını asılan un satıcılarının!

13 Ocak 2015 Salı

Huysuz, A.Oktay

HUYSUZElimin bahçesindeki çocuk tavşanhiç tanışmadık, tanışmadık, tanışmadık.Yok penceresi avluya bakan odamsaçları boyalı bir kadını sevmedim,aldanış konyakla zorladığın süre.Öptüğüm binlerce kadehin kenarındaölüm mü taksilerden korkutan?Aşk diye bellediğim gecelerdeyanılmalar çiçeği hep,sen küçük bir ev kurdun Fatih'te.Düşlerimin çocuk tavşanıyok evlerde rahat.Nasıl yaşarım yabancı bir kıyıdabir martıyım denizle avunmayan.Hep aynı rakamları toplarsıngünde yarım saat aynı parktek şiir ezberinde,on yıl aynı kadını seversin.Tanımıyorum, tanışmıyoruz, tanışmayacağız.Gece indi küçük memurlardançıkarıyorum sıkıntılı bir beni yağmura.

12 Ocak 2015 Pazartesi

Gerçekten 11 eylül mü?

Geçtiğimiz hafta ortasında Charlie Hebdo adlı mizah dergisine düzenlenen terörist saldırı, dünya gündemine bomba gibi düştü. Olayları yerinde izleyip saldırının sebeplerini ve muhtemel sonuçlarını anlamaya çalıştık.Charlie Hebdo nasıl bir dergi?Charlie Hebdo, 2005 yılında küresel bir protesto dalgasına yol açan Danimarka karikatür krizinin ardından, 2006'da yayınladığı Hz. Muhammed karikatürleriyle tüm dünyanın gündemine gelmişti.Dergi, 2012 yılında kundaklandı ve kullanılamaz hale geldi. Son yıllarda birkaç kez daha Hz. Muhammed karikatürleri yayınlayan dergi, satışlarını artırmak için provokasyon yapmakla itham ediliyordu. 1969'da yayın hayatına Hara-Kiri ismiyle başlayan Charlie Hebdo, dini görüşlere ve kutsallara yönelik provokatif karikatürleriyle tanınıyor. Dergi, Fransa'da Katolik Kilisesi'yle yüzyıllar süren bir savaş yürüten aşırı laikçi ve jakoben sol siyasi görüşün mirasını taşıyor. Fransız devleti, 1905 laiklik yasasına karşı Katolik Kilisesi ve Hıristiyan cemaatlere karşı kanlı çatışmalara varan bir savaş vermişti. Dinin toplumsal hayattaki görünürlüğüne karşı çıkan Fransa'ya has “sol laik” görüş ve dine karşı savaşın Fransız siyasetine bıraktığı miras günümüz siyasetinde de hayatiyetini sürdürüyor. Charlie Hebdo'ya kapılarını açan Liberation ve saldırıya uğrayan dergi, bu siyasi görüşün en önemli medya temsilcileri. Derginin kurucuları hiçbir kutsal değerin ifade özgürlüğünü kısıtlayamayacağını savunuyordu. ABD ve Avrupa'da karşılığı olmayan Fransa'ya münhasır bu siyasi geleneği anlamadan Charlie Hebdo anlaşılmıyor. Son dönemde İslam'a ilişkin karikatürleri gündeme gelse de, derginin tarihinde en çok hedef aldığı iki grup aşırı sağ gruplar ve Katolik Kilisesi oldu. Öyle ki dergi bu iki kesim tarafından açılan nefret ve şiddete teşvik davaları nedeniyle 1981'de iflas kararı aldı. 1970 yılında 5. Cumhuriyet'in kurucusu Charles de Gaulle'ün ölümüyle dalga geçtiği gerekçesiyle dönemin hükümeti tarafından halkı kine teşvik suçlamasıyla kapatılmıştı. Son dönemde tirajı 20 binlere gerilemişti. Saldırıdan sağ kurtulan bir dergi çalışanı, maddi kriz nedeniyle elektrik faturalarını dahi ödemekte zorlandıklarını belirtiyordu.Böyle bir saldırı bekleniyor muydu?Charlie Hebdo saldırısı duyulur duyulmaz pek çok kişi arkasında İslami olduğunu iddia eden bir terörist saldırı gerçekleştiğinden emindi. Zira Fransa hem Afrika'da hem Suriye ve Irak'ta El Kaide ve türevi terör örgütleriyle doğrudan savaşıyor. Fransa halihazırda Mali, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Irak'ta askeri operasyon yürütüyor. Son aylarda terör saldırısı tehdidi artmış ve güvenlik önlemlerinde olağanüstü adımlar atılmıştı. Nitekim, Cumhurbaşkanı François Hollande, geçtiğimiz aylarda 2-3 saldırının engellendiğini belirtmiş ve yeni saldırı ihtimali olduğunu vurgulamıştı. Bu açıklamadan bir saat sonra Paris, rehin alma olaylarıyla tam bir kâbus günü yaşadı.Fransa polisi sınıfta mı kaldı?Fransa’da polis sayısının en yüksek olduğu Paris’in göbeğinde yaşanan Charlie Hebdo saldırısı ve sonrasında Montrouge'da iki polise saldırı, Vincennes'te Yahudi marketine baskın, Said ve Cherif Kouachi kardeşlerin saatler süren rehine eylemi büyük güvenlik ve istihbarat zaaflarını ortaya çıkardı. Fransız istihbaratı, Kouachi kardeşlerin askeri bir eğitim aldıklarından emin olduklarını ve saldırının profesyonelce gerçekleştirildiğini açıkladı. Ancak Fransa istihbaratının eski patronu Bernard Squarcini, "Önceden planlanmış, istihbari çalışması yapılmış profesyonel bir saldırı. Ancak kaçış planları amatörce." sözleriyle şaşırtıcı bir çelişkiye değindi. Fransa'nın, saldırıların ardından istihbarat ve emniyet güçlerinde önemli reformlara gitmesi şaşırtıcı olmaz.Kriz nasıl yönetildi?Fransız siyasetçiler, ilk mesajlarında Müslüman toplumu rencide edecek veya hedef gösterecek hiçbir açıklama yapmadı. Cumhurbaşkanı François Hollande, halka hitabında ‘teröre karşı tek bir cephe olmalıyız' mesajını verdi. Eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Fransız toplumunun bir kesiminin dışlanmasının doğru olmayacağını vurguladı. Fransa Başbakanı Manuel Valls, bir dine karşı değil teröre karşı savaştıklarını söyledi. Aşırı sağcı ve İslam karşıtı lider Marine Le Pen dahi provokatif bir açıklama yapmadı. Fransız medyası, ABD basınına göre çok daha iyi bir sınav verdi. Bir kıyaslama yapmak gerekirse ABD basını, Boston Maratonu'nu hedef alan terörist saldırının ardından birçok yanlış ismi şüpheli olarak teşhir etmişti. Fransa'da 3 şüpheli isim saatlerce sosyal medyada dolaşmasına rağmen hiçbir medya kuruluşu isimleri duyurmadı. Nitekim, polisin şüpheli listesindeki 18 yaşındaki bir gencin masum olduğu ortaya çıktı. Yine 7 Ocak gecesi yapılan bir polis operasyonunda Kouachi kardeşlerden birinin öldürüldüğü yönündeki yanlış bilgiyi ABD basını haberleştirirken, Fransız basını resmi teyit almadan paylaşmamaya özen gösterdi.Sokaklar ne diyor?Fransız halkını en çok etkileyen, herkesin tanıdığı karikatüristlerin karikatür çizdiği için öldürülmesi oldu. Saldırı doğrudan ‘ifade özgürlüğü' ve ‘laiklik' ilkesinin hedef alındığı şeklinde yorumlandı. Fransa'da söz konusu iki ilke, ne kadar hakkaniyetle uygulandığı tartışması bir yana, uzun cumhuriyet macerasının bir parçası. Her Fransız vatandaşı daha ilkokuldan itibaren bu iki kavramın Fransa'nın dünyaya ihraç ettiği temel değerler olduğunu öğreniyor. O nedenle sıradan bir Fransız'ın 40-50 yıldır aynı dergide karikatür çizen bu insanların bir yayın toplantısında katledilmesi karşısında yaşadığı şoku anlamak mümkün. Aslında Peygamber Efendimiz'in intikamını aldığını iddia eden saldırganlar, tam aksini gerçekleştirdi. Tirajı 20 binlere kadar düşmüş bir dergi, bu hafta 1 milyon tirajla yayınlanacak.Fransa'yı bundan sonra ne bekliyor?Yaşananların travma oluşturmaması imkânsız. Ancak ABD'nin yaşadığı 11 Eylül sendromunun Fransa'da yaşanıp yaşanmayacağını zaman gösterecek. Şimdiden temel özgürlükleri kısıtlayıcı yasalar konuşulmaya başlandı. Fransa'nın bunu bir savaş ilanı olarak okuyup yeni dış askeri müdahalelere girmesinin ağır siyasi ve ekonomik sonuçları da olabilir.Avrupa'nın en büyük Müslüman nüfusuna sahip olan Fransa'da saldırıların yaşandığı gün dahi gündem Almanya'daki Pegida gösterilerinin ülkeye sıçrama ihtimaliydi. Yine aynı gün ünlü İslam karşıtı yazar Michel Houellebecq’in 2022'de Müslümanların iktidarı ele geçireceğini iddia ettiği son romanı ‘Teslimiyet' Müslümanlara yönelik tartışmaları alevlendirmişti. Houellebecq, kitabının yayımlanması dolayısıyla yapacağı turneyi iptal etti. Yine ünlü yazar Eric Zemmour, bir İtalyan gazetesine yaptığı açıklamada, Fransa'da yaşayan Müslümanların tehcire tabi tutulmasını savunmuştu. Öte yandan, son dönemde İslam karşıtı dalgaya sesini yükselten isimlerin sayısında artış olmuştu. Artık İslam karşıtları daha cesur ve cüretkâr olacak. Terörle Müslümanlar arasında bağ kurulmayacağını söylemek daha çok cesaret isteyecek. Nitekim, Fransa'nın en ünlü gazetecilerinden Edwy Plenel, saldırıların ardından sosyal medyada aşırı sağcıların hedefi haline geldi. Plenel, yakın zamanda ‘Müslümanlar İçin' diye bir kitap yazarak medyadaki İslam karşıtı söylemlere dikkat çekmişti.Fransız Müslümanlar ne diyor?Fransa'daki Müslüman çatı kuruluşlar ve sivil toplum örgütleri, saldırıyı net bir dille kınadı. Fransız devletinin inisiyatifiyle kurulan çatı kuruluş Fransa İslam Kültürü Konseyi (CFCM) Müslüman kökenli vatandaşları protesto gösterilerine katılmaya davet etti. Türk camilerinin çatı kuruluşu CCMTF'in (Fransa'da Yaşayan Müslüman Türkler Koordinasyon Komitesi) Başkanı Ahmet Oğraş, Hizmet Hareketi'ne mensup Paris Kültürlerarası Diyalog Platformu Başkanı Nihat Sarıer ve 100'den fazla Müslüman STK, saldırıyı birkaç saat içinde kınadı. Fransa'da ünlü Müslüman düşünür Tarık Ramazan, "Charlie Hebdo'ya saldıran katillerin iddia ettiğinin aksine Peygamberimiz'in intikamı alınmadı. Dinimiz, savunduğumuz değerler ve İslami prensiplere ihanet edildi." dedi.

Woman Reading, F. Sirato

Woman Reading, Francisc Sirato

8 Ocak 2015 Perşembe

Ziegler Adında Biri, H.Hesse

ZIEGLER ADINDA BİRİ 

Bir zamanlar Bramer Sokağı'nda Ziegler adında bir genç otururdu. Her gün yolda karşılaştığınız, ama hepsinin yüzü aynı olduğu için hiç ayrımsayamadığınız insanlardandı. Yani sıradan biriydi. Ziegler, bu tür insanların hepsinin yaptığının aynısını yapardı. Ne yetenekli ne de yeteneksizdi. Parayı, eğlenceyi, iyi giyimi severdi ve bu insanların çoğu gibi korkaktı. Yaşamını içgüdüsel istekler ve yoğun çabalar değil, yasaklar ve cezalandırılma korkusu yönetirdi. İlkeleri olan, aklı başında, yani uzun lafın kısası kendini pek beğenen ve önemseyen, normal dediğimiz türde biriydi. Her insan gibi kişiliğini başkalarmkinden farklı görür, yine her insan gibi kendini ve yazgısını dünyanın merkezi sanırdı. Oysa yalnızca bir insan örneğiydi. Çelişkilerden haberi yoktu ve gerçekler dünya görüşüne ters düştüğünde hiç hoşgörü göstermeden gözlerini kapatıverdi. Çağcıl bir insan olarak, paranın yanı sıra ikinci bir güce daha sonsuz saygısı vardı. Bilime. Oysa "Bilim nedir?" diye sorulsa nasıl yanıtlayacağını pek bilemez, bilim kavramı onda biraz istatistiksel bilgiyi biraz da bakteriyolojiyi çağrıştırırdı. Ama devletin bilim için ne çok para harcadığını ve bilime ne kadar değer verdiğini adı gibi biliyordu. Özellikle kanser araştırmalarına saygısı sonsuzdu, çünkü babası kanserden ölmüştü ve Ziegler o günden beri, çok ilerlemiş olan bilimin onun başına da aynı felaketin gelmesine izin vermeyeceğine inanıyordu. Ayrıca Ziegler'in o yılın modasına ayak uydurabilmek için bütçesini zorlayarak iyi giyinmeye çabalamak gibi bir özelliği daha vardı ama, bütçesini aşan, mevsimlik ya da her ay değişen modalara saçma diye burun kıvırır geçerdi. Ona benzeyenlerin arasında ve güvenli ortamlarda kişilik göstergesi olarak yasalara ve hükümete sövüp saymaktan da asla çekinmezdi. Sanırım onu anlatırken lafı epeyce uzattım. Aslında Ziegler parlak bir gençti ve onu yitirmekle çok şey kaybettik, çünkü ölümü erken ve hiç de sıradan olmadı, böylece tüm tasarıları ve haklı umutlan yitip gitti. Kentimize geldikten bir süre sonra, iyi bir pazar günü geçirmeye karar vermişti. Doğru dürüst tanıdığı kimse yoktu henüz. Herhangi bir derneğe girmeye de bir türlü karar veremiyordu. Belki de felaketini hazırlayan da bu oldu. İnsanın yalnız kalması hiç de iyi değildir. Böylece kentin titizlikle seçtiği görülmeye değer yerlerini gezmeye karar verdi. Uzun süre inceledikten sonra tarih müzesini ve hayvanat bahçesini seçti. Müzeye pazar sabahları ücretsiz girilebiliyordu, hayvanat bahçesinde de öğleden sonraları indirim vardı. Pazar günü pek beğendiği, düğmeleri kumaştan, yeni takım elbisesini giyip müzeye gitti. Şık ince bastonunu da yanma almayı ihmal etmemişti. Kırmızı renkte cilalanmış köşeli bir bastondu ve ona daha ağırbaşlı, gösterişli bir hava veriyordu. Ama ne yazık ki, müzenin kapısındaki hizmetli bastonu kapıda bıraktırdı. Ziegler'in canı sıkılmıştı. Yüksek tavanlı odalarda görülmeye değer ne çok şey vardı. Ziegler camekânlarm üzerindeki, titizlikle hazırlanmış bilgileri okudukça bilimin burada da alçakgönüllü güvenilirliğini kanıtladığına tanık oldu ve iyi niyetli bir ziyaretçi olarak, her şeye kadir bilimin yüceliğini bir kez daha yüreğinde duyumsadı. Eski ıvır zıvırlar, paslanmış anahtarlar, yosun tutmuş kırık dökük gerdanlıklar vb., bu yazılar sayesinde inanılmaz ölçüde ilginçleşiyordu. Bilim her şeyi inceden inceye irdeliyor, her şeye egemen oluyor, hiçbir şeyi gözden kaçırmıyordu. Evet, demek ki yakında kesinlikle kansere çare bulacaktı, ölüme bile. İkinci salonda, bir camekân gördü. Camekân öylesine parlıyordu ki, Ziegler önünde durduğunda, giysisinin, saçının, yakasının, pantolonunun çizgisinin ve kravatının düzgün olup olmadığını titizlikle denetleyebildi ve görünüşünden pek memnun kaldı. Rahat bir nefes alarak gezmesini sürdürdü. Birkaç eski tahta iş ilgisini çektiğinde, 'Saf olmalarına karşın çalışkan insanlarmış,'diye düşündü, iyi niyetle. Bunun dışında, saat başı vurduğunda, dans eden fildişi figürleri olan eski bir duvar saati de ilgisini çekti, hoşgörülü bir sabırla onları izledi, ama artık sıkılmaya başlamıştı. Esnedi ve cep saatini gösterişli bir hareketle çıkardı. Saati de gösterilmeye değer bir saatti, çünkü som altındandı. Babasından miras kalmıştı. Öğle yemeğine epeyce zaman vardı. Merakı yeniden birazcık uyansındiye başka bir salona geçti. Burada karşılıklı duran camekânlarda, ortaçağ inançları ve büyüyle ilgili kitaplar, muskalar, cadıların kullandığı malzemeler sergileniyordu. Salonun bir köşesine, ocağı, havanları, yuvarlak gövdeli şişeleri, ince domuz mesaneleri vb. araç gereçleriyle simyacıların kullandığı tam bir çalışma tezgâhı yerleştirilmiş, köşe, yünden yapma bir halatla ayrılmıştı. Eşyalara dokunmanın yasak olduğunu belirten bir levha da vardı ama bu tür yazılar hiçbir zaman fazla ciddiye alınmaz. Üstelik, Ziegler odada yalnızdı. Düşünmeden kolunu uzatıp halatın üzerinden cisimlere dokundu. Gülünç ortaçağ inançlarını duymuş, bu konuda bir-iki şey de okumuştu. O zamanlar insanların bu çocuksu inançlara nasıl kapıldıklarını ve bu cadılık şarlatanlığının ve tüm bu nesnelerin neden yasaklanıp işin kolayca çözümlenemediğini bir türlü anlayamıyordu. Ama yine de simyanın bağışlanabilecek bir yönü de yok değildi, çünkü çok yararlı kimya bilimi onun sayesinde doğmuştu. Aman Tanrım! Böyle düşünüldüğünde, altın yapmada kullanılan bu kaplar ve bu saçmasapan büyücülük ıvır zıvırmm belki de gerekli olduğu ortaya çıkıyordu. Onlar olmasaydı bugün ne aspirin ne de gaz bombası olurdu! Bilinçsizce bilyeye benzeyen, koyu renkte, küçük bir cismi uzanıp aldı. Hapa benzeyen, sanki ağırlığı olmayan, kuru bir şeydi bu. Elinde evirdi, çevirdi. Tam yerine koyacaktı ki, arkasında ayak sesleri duydu ve dönüp baktığında, bir ziyaretçinin salona girmiş olduğunu gördü. 'Dokunmak Yasaktır' levhasını, Ziegler de okumuştu kuşkusuz. Küçük bilyeyi hâlâ elinde tuttuğu aklına geldi, avucunu kapattı, bilyeyi cebine attı ve salondan çıktı. Hapı ancak sokağa çıktığında anımsadı. Atmak niyetiyle cebinden çıkardığında burnuna götürüp kokladı. Reçineye benzer hafif bir kokusu vardı. Koku hoşuna gitti ve hapı yeniden cebine soktu. Bir lokantaya gitti, yemeğini ısmarladı, gazetelere göz gezdirdi, kravatını düzeltti, çevredeki müşterilerin giyimlerini kâh beğeniyle kâh burun kıvırarak süzdü. Yemeğinin gelmesi gecikince müzeden çaldığı, simyacıların hazırladığı hapı çıkarıp kokladı, üstünü işaret parmağının tırnağıyla kazımaya çalıştı. Ansızın doğal ve çocuksu bir neşeye kapılarak cismi ağzına atıverdi. Cisim ağzında çabucak eridi. Tadı hiç de fena değildi. Üstüne bir yudum bira içti. O sırada da yemeği geldi. Saat ikide genç adam tramvaydan atlayarak îndi, pazar tarifesine göre indirimli bir bilet aldı ve hayvanat bahçesine girdi. Dost gülücükler saçarak maymun evine gitti ve şempanzelerin olduğu büyük kafesin önünde durdu. İri bir maymun ona bakarak göz kırptı, boğuk bir sesle, "İşler nasıl gidiyor, kardeş?" diye sordu. Büyük bir şaşkınlık ve tiksintiyle hemen geri çekilip oradan ayrılırken maymunun arkasından söylendiğini duydu: "Herif kendini hâlâ bir şey sanıyor, geri zekâlı düztaban!" Ziegler koşa koşa başka tür-maymunların olduğu kafese gitti. Dans edercesine oraya buraya zıplayarak, "Şeker ver bakalım arkadaş!" diye bağrıştılar. Şekeri olmadığı için de kızıp söylendiler. "Çulsuz," diye haykırıp dişlerini gösterdiler. Tüm bunlara dayanamazdı. Tökezleyerek çılgın gibi dışarı fırladı ve daha iyi bir davranış beklediği geyiklerin ve ceylanların olduğu yere yöneldi. Olağanüstü güzellikte büyük bir ceylan, parmaklığa yakın bir yerde durmuş ziyaretçisine bakıyordu. Ziegler yüreğinin içine dek titrediğini duyumsadı, çünkü hapı içtiğinden beri hayvanların dilinden anlar olmuştu ve ceylanın iri, kahverengi gözleriyle ne demek istediğini kavrayabiliyordu. Ceylan bakışıyla soyluluk, boyun eğme ve hüzünden söz ediyor, bilinçli bir ciddiyetle onu izleyenin güçlü bir aşağılık, hem de çok kötü bir aşağılık duygusuna kapılmasına neden oluyordu. Ziegler, bu sessiz bakışta ceylanın kendisini yalnızca süslü giysileri, şapkası ve bastonu olan, ayaktakımından, gülünç ve iğrenç bir hayvan olarak gördüğünü okudu. Ceylanların olduğu yerden keçilerin yanına, oradan dağ keçilerine, ardından lamaların, domuzların ve ayıların olduğu yerlere koştu durdu. Hepsi de ona hakaret etmedi, ama onu hor gördükleri kesindi. Konuşmalarını dinlediğinde insanlar hakkında ne düşündüklerini öğrendi. Çok olumsuzdu düşündükleri. Çirkin, pis kokan, hiç de gururlu olmayan bu iki ayaklı yaratıkların rüküş giysiler içinde özgürce sağa sola koşuşmalarına izin verilmesine bir anlam veremiyorlardı. Bir pumanın yavrusuyla, insanlar arasında çok ender görülen bir biçimde ciddi ve aklı başında konuştuğunu duydu; güzel bir panterin soylu biri gibi kısa ve özlü sözlerle» pazar ziyaretçilerinden oluşan güruha değinen yorumunu dinledi; sarı yeleli aslanların gözlerine baktı; insanların ve kafeslerin olmadığı vahşi hayvanlar dünyasının ne denli özgür ve olağanüstü olduğunu kavradı. Bıkkın, ama gururunu yitirmemiş bir kerkenez kuşunu üzüntüden konmuş çasına kuru bir dalda tünerken gördü. Alakargalarsa tutsaklıklarını, efendice bir umursamazlıkla, bir şaka olarak kabullenmişlerdi. Tüm inançları yıkılmış ve iyice sersemlemiş olarak şaşkınlık içinde yeniden insanların arasına döndü, içinde bulunduğu açmazı ve korkusunu anlayabilecek biriyle göz göze gelmeye çalıştı; dürüst, anlamlı ve rahatlatıcı bir-iki söz duyabilmek için konuşmalara kulak kabarttı. Erdem, doğallık, soyluluk ve suskun bir anlayış bulabilmek için birçok ziyaretçinin davranışlarını izledi, ama hep hayal kırıklığına uğradı. Sesleri ve sözcükleri dinledi, el kol hareketlerini ve davranışları irdeledi. Artık her şeyi hayvanların gözüyle algıladığı için karşısında onlara benzeyen, ama soysuzlaşmış, gösterişe meraklı, yalancı ve çirkin bir topluluk buldu. Ziegler ne yapacağını bilemeden dolaştı durdu. Kendinden çok utanmaya başlamıştı. Dört köşeli bastonunu, ardından da eldivenlerini bir çalının arkasına fırlatıp atalı çok olmuştu. Kravatını da. Şapkasını ve çizmelerini çıkarıp ceylanların kafesinin parmaklıklarına ağlayarak kapandığında, çevresine toplanmış kalabalığın önünde onu kıskıvrak yakaladılar ve bir akıl hastanesine kapattılar.

1908

7 Ocak 2015 Çarşamba

Huzursuzluğun Kitabı, F.Pessoa

3

Ağır ilerleyen yaz akşamlarında, Aşağı Şehir'in dinginliğini, özellikle de gündüzleri kıpır kıpır olan, akşamları da bu nedenle sessizliğin iyice yoğun hissedildiği semtleri severim. Rua do Arsenal, Rua do Alfândega, doğuya doğru uzayıp giden 0 hüzünlü sokaklar ve dümdüz uzanan ıssız rıhtımlar - 0 uzun akşamlarda yalnızlık kokan bu labirentler, hüzünleriyle içimi ferahlatır. O an, içinde bulunduğum çağdan daha eski çağları yaşarım; büyük bir keyifle Cesario Verde'nin çağdaşı olduğumu farz ederim, içimde onunkilere benzeyen yeni dizeler değil, o dizeleri doğuran maya kıpırdanır. Karanlık bastırana kadar sokaklarda dolaşır, onlara benzeyen bir hayat duygusunu peşim sıra sürüklerim. Gün boyunca, hiçbir anlamı olmayan bir keşmekeşin pençesindedir sokaklar; gece olduğunda ise, yine anlamsız bir ıssızlığın. Gündüz, bir hiçim; gece, kendim olurum. Limandaki sokaklarla aramızda hiçbir fark yok; gerçi onlar sokak, ben bir insanım, fakat bütün varlıkların aynı özden vücuda geldiğini düşününce, aramızdaki fark belki de üzerinde durulmayacak kadar küçük. İnsanlarla nesnelerin soyut ve bu nedenle ortak bir yazgısı var - sırların cebri içinde anlamsız bir tanım daha.

Ama başka bir şey daha var... Bu ağır, bu boş saatlerde, ruhumun derinliğinden zihnime doğru her varlığa vergi bir hüzün, her şeye sinmiş olan ıstırap yükselir ve bir de tamamen bana ait olan, ama aynı zamanda da dışarıdan gelen, değiştirmeye gücümün yetmediği bir duygu. Ah, düşlerim kaç kez, elle tutulur şeyler gibi dikilmiştir karşıma; gerçekliğin yerini almak değil, kendilerinin de gerçekliğe ne kadar benzediğini bana anlatmaktır dertleri; çünkü onları da reddetmekteyimdir, çünkü onlar ansızın dışarıdaki dünyadan fırlayıvermiştir, sokağın öbür başından birden çıkıveren tren gibi ya da gece vakti kim bilir ne anlatan, ansızın patlayıvermiş bir fıskiye, bir Arap yalellisini hatırlatan, biten günün tekdüzeliğinden koparak yükselen çığırtkanın sesi gibi.

Müstakbel çiftler geçiyor, ikişer ikişer küçük terzi kızlar geçiyor, haz peşinde koşan gençler geçiyor; her şeyden emekli olmuşlar uzadıkça uzayan kaldırımlarda sigara içiyor, dükkân sahibi denen bir yere demir atmış 0 serseriler de kapı önlerinde avarelik ediyor. Ağın, irisi, cılızıyla acemi erler kâh gürültücü, kâh gürültücüden de beter gruplar halinde uyurgeziyor. Ara sıra normal bir insan teşrif ediyor. Bu saatte, bu semtte pek otomobil görünmüyor; olanlar müzikli.

Kalbimde sıkıntılı bir huzur var ve dinginliğim tamamen kaderime razı olmamdan kaynaklanıyor.Bütün bunlar gelip geçiyor ve hiçbiri bana hiçbir şey ifade etmiyor, hepsi yazgıma yabancı - hatta kendi yazgılarına bile yabancı: bilinçdışına ait şeylerden, insanın başına tuğla düşünce rasgele salladığı küfürlerden, bilinmeyen seslerin uzaklardaki yankılanndan oluşan bir karışım - kolektif varoluş salatası.

                                                                                                                                             29 Mart 1930

5 Ocak 2015 Pazartesi

QUINZE-VINGTS GECELERİ I - Jurnal Cilt I, C.Meriç

QUINZE-VINGTS GECELERİ I 

Kafası boşlukta dönen bir çark gibi mânâsız ve faydasız uğultularla dolu. Hatıralar çabucak biten ve okuna okuna hiçbir cazibesi kalmayan eski bir kitap gibi. Istıraplarını kelimeleştirmek tesellisinden de mahrum, ağlaması da yasak! 

Bu uçsuz bucaksız kainatta onun hissesine düşen mesafe vücudu ile hudutlu, ağaç gibi, evet ağaç gibi... kökünden sökülmüş ve kurumaya terkedilmiş bir ağaç. 

Ona öyle geliyor ki aylardan beri dünyanın bütün saatleri durmuştur. Yalnız... Belki ebediyen yalnız. 

Buffon çölün dehşetinden bahseder. Pascal sonsuzluğun yıldırım gibi çarpan azametini anlatır... 

Görmek tabiata tahakküm etmektir. Dış dünya, ne kadar düşman unsurlarla dolup taşarsa taşsın, zekâmızın gözbebeklerimizden boşalan seyyalesiyle ehlileşmeye, mutileşmeye mahkumdur. Hayatımız bakışlarımızdan maddeye işler: madde bizimdir. Tabiatla ebedi bir vuslat içinde yaşayabiliriz. Her bakış dış dünyaya atılan bir kementtir. Mekân canavarı, bütün buutlarıyla ehlileşiverir. Gören, hangi hakla yalnızlıktan şikayet edebilir? Mevsimler bütün işveleriyle emrinde, renkler bütün cilveleriyle hizmetindedir. Yıldızlar onun için doğar, çiçekler onun için abideleşir, güneş, kuşların kanadında, onun için, alaimisemanın bütün nüanslarına geçit resmi yaptırır. Şehrin bütün kadınları onun için giyinip süslenir. Çocukların tebessümü onun içindir. 

* * *

Sesler, yapışkan, kirli bir sümüklüböcek murdarlığı ile bütün vücuda dolan sesler... Hastanın biri ördeğini doldurmakla meşgul... 

Bir temerküz kampının rutubetli hücresinde sabahı bekleyen adam, herhangi bir dâvanın fedaisi olmaktan doğan gururla sarmaş dolaştır. Kulaklarında her an bir destan mısralaşır. Yarın beynine son kurşunu yerken tabiatın şehrayini ile bir kere daha kucaklaşacak ve nesiller Meçhul Asker’in mezar taşında onu da hürmetle selamlayacaktır... 

Sesler, ısırgan gibi deriye yapışan, sülük gibi tahammülü sömüren, çekiç gibi kafaya inen sesler...

* * *

Horace, hastalıkların şiire konu olamayacağını söyler. Lucrece, Atina’daki büyük vebayı terennüm etmişse de, bu, evvela bir istisnadır, sonra vaka kahramanı herhangi bir şa-Jus değil, bir kalabalıktır.

Hastane, dünya romanının iğreti misafirlerinden ve figüranlarındandır. Barbusse’ün “Ateş”i (Le Feu) bir sanatoryumda başlar. Zola’nın “Fecondite”sinde, Dickens’in adını hatırlayamadığım bazı romanlarında, Tolstoy’da, D’Annunzio’da, Çehov’da hastalardan ve hastanelerden uzun uzun bahsedilir.

Evet, insan hayatını bütün çıplaklığı ile, bütün kirliliği ile sayfalaştırmaktan adeta marazi bir zevk duyan roman bile, hastaları üvey evlat saymış. Herhangi bir katil, herhangi bir hırsız, herhangi bir sapık, karanlıklar içinde bocalayan bu ıstıraplar kervanının bütün unsurlarından daha enteresan.

Görmeyen insan, bozuk bir ampul gibi mânâsız; bıraktığınız yerde kalan bir paket; içinde eski hatıralar olduğu için arada bir karıştırılmaya layık... Çocukken oynadığımız bir taşbebek gibi, atmaya kıyamadığımız acayip bir külçe.

Bu koğuştakiler saati, ya dışarda birbirine çarpan süt güğümlerinden veya Mösyö François’nın öksürüğünden öğrenirler. Bu koğuşta sözü doğru değil, bu cehennemde de kastlar, dereceler, farklar var. Birazdan Mösyö Francois, eşeklerini sulayan bir değirmenci çalımı ile hastalara sütlü kahve dediği acayip içkiyi ihsan edecektir... Koku ve ses. Ten kokusu, sidik kokusu, ağız kokusu, genzi gıcıklayan ağır bir nikotin kokusu... Kocaman konserve kutularından uydurulan sigara tablaları ağızlarına kadar izmarit, meyve kabuğu, ekmek artığı doludur...

* * *

Okyanusta bir sal, salda bir yolcu ve gece... Bu kitap fırtınaya tutulan o yolcunun, içine kafasındaki bütün ışığı doldurup, dalgalara fırlattığı şişe! Denize atılan şise hangi sahilde, hangi bahtiyar tarafından bulunacak... Kumsalda oynayan çocuklar içindeki tornan uçurtma mı yapacaklar?

Düşüncelerine inatçı bir zıpkın gibi saplanan ıstıraplardan utanıyor, utanıyor. Kanatları oklarla delik deşik düşüncelerinin. Onlarda ne kartal ihtişamı var, ne albatros azameti... Bir zamanlar bataklıklardan enginlere bir kırlangıç gibi süzülen düşünceler... Şimdi enginler sis içinde.

Deha, dikenli bir taç. İsa’dan Marquis de Sade’a, Home-ros’dan Milton’a kadar bütün bu büyükler Nemesis’in hışmına uğradı. Deha, dikenli bir taç, yaratmak daima ıstıraplı... Fakat yaratamadan ıstırap çekmek daha dayanılmaz bir çile. Yahut, kalbinden ve kafasından doğacak bütün varlıkların, zinde ve gürbüz de olsalar, öldürüleceğine inanmak ve onları doğmadan boğmak... İsparta cılız çocukları boğarmış. Bugünkü cemiyet fikrin ve hissin en nurtopu çocuklarına musallat. Muarri, mutaassıp bir dünyanın kucağında en kutsal inançlarla hiçbir ceza görmeden alay edebiliyordu. Bedbahtlık ona böyle bir imtiyaz kazandırmıştı. Modern cemiyette bedbahtlığın o kadarcık tesellisi de yok.

* * *

Din, aşk, siir: boşlukta yuvarlanan insanın bir yıldıza attığı merdivenler. İnanamayanların inananlara sataşmasında muhakkak bir parça kıskançlık da var. Keşke bütün insanlar aynı tarıya inanabilseydiler. O zaman dünya cennet olurdu.

Sevmek yaşamaktır. Böceklerden kehkeşanlara kadar uzayan bir sevgi... Bütün kainatı ve kainattan daha büyük bir yaratıcıyı sevmek, hem de ruhun ölmezliğine inanarak. Yani ebediyet ölçüsünde bir sevgi. Dinsizlerin ölümü, insanı tahammül edilmez bir yalnızlığa sürüklemekten başka neye yarar?

Mağarasının duvarları arasında meçhul küvetlere yalvaran iptidai insan, atom devrinin zındığından daha mı az akıllıydı, bilmiyorum, ama daha bahtsız değildi. İnanmayan adamın ebleh gururu! Hangi bilgimiz en iptidai dinin naslarından daha sağlam?

Oyuncak değiştiren çocuk daima daha kötü, daha hantal, daha tehlikeli oyuncaklar peşinde...

İnanan, bedbahtlığından bahsederse yalan söyler. İnanan için bedbahtlık yoktur. Bağlandığı ağaçta yamyam tamtamlarını dinleyen misyoner, Roma’nın bütün hunhar ve sadist imparatorlarından daha mesuttur.

Ey müminler, saadetinizi gölgeleyen tek ıstırap, inanmayanlara karşı duyulan merhamet olmalıdır.

Toplu taşımada tacize dur de!

Her gün milyonlarca insan toplu taşıma aracı kullanıyor ve balık istifi seyahat ediyor. Adı üstünde toplu olan ve kişisel alana saygının ortadan kalktığı bu ortamlarda birçok kadın tacize uğruyor.Hemen her kadın, taciz olayıyla karşılaşıyor ya da böyle bir olaya tanık oluyor toplu taşıma araçlarında. Geçen gün şahit olduğumuz bir hadise, mevzuya eğilmemize sebep oluyor. A.K. metrobüste tacize uğruyor ve M.Y.’yi uyarıyor. M.Y. laftan anlamıyor ve tacizini sürdürüyor. Bu sefer A.K. bas bas bağırmaya başlayınca olaya şahit olanlar da M.Y.’yi tutuyor. Hemen polis çağrılıyor ve karakola gidiliyor. İki taraf da ifade veriyor fakat ifadeler aynı kâğıtta. Taraflar birbirinin adını soyadını, adresini, TC numarasını görüyor. A.K. bilgilerinin bu kadar rahat ifşa edilmesinden rahatsız, avukatını çağırıyor. 6 saatlik bir karakol sürecinden sonra M.Y. gözaltına alınıyor. A.K. ise başlayacak olan dava sürecini bekliyor.Tacize son vermeyi amaçlayan uluslararası bir hareket var. Adı, Canımız Sokakta: Hollaback! Bu hareketin hukuk danışmanı olan avukat Nihan Güneli, toplu taşımalardaki tacizlerde emsal davanın zor bulunacağını ifade ediyor. Zira çoğu kadın tacize uğrasa da ayıplanma, yalnız kalma, laf işitme korkusundan dolayı sesini çıkarmıyor. Ancak Güneli, otobüste tacize uğrayan bir davaya baktığını, tacizcinin 1 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırıldığını anlatıyor: “Müvekkilim otobüse bindiğinde 20’li yaşlarda bir delikanlı ellerini onun bacaklarında dolaştırıyor. Müvekkilim tepki veriyor, anında otobüsün kapılarını kapattırıp polisi arıyor. Karakola gidiyorlar ve müvekkilim tacizciden şikâyetçi oluyor. Aylar sonra görülen davada tacizci pişman olduğunu belirten herhangi bir ifade kullanmıyor. Hâkim ona 1 yıl 8 ay hapis cezası verdi ve 7 gün içinde temyize gidebileceğini söyledi.” Tabii herkes buradaki bayan kadar cesaretli davranamıyor.Avukat Güneli, tacize uğradığımızda izleyeceğimiz rutin süreçten bahsediyor. Şayet tepki vermiş de sonuç alamamışsak polise şikâyet edilebilir. Polis, hayatın olağan akışında bir kadın gidip boşu boşuna ‘ben tacize uğradım’ diye kendisini ifşa etmez ya da tanımadığı birine durup dururken suç atmaz mantığıyla hareket eder. Karakola gidip ifade veriyorsunuz ve mümkünse tanık gösteriyorsunuz. O an başınıza geleni gören birileri muhakkak vardır. Tanık olmak isteyen kişilerin telefon ve TC kimlik numaralarını almanız gerekir. “Şahitlik ederim” deyip sonradan ortadan kaybolanlar ya da numarasını yanlış verenler olabilir. Güneli, buna da şaşırmıyor. Çünkü kimse böyle bir vakayla uğraşmak istemeyebilir. Karakolda başınıza gelenleri ekleme çıkarma yapmadan anlatıyorsunuz ve süreç başlıyor. İşin maliyeti gözünüzü korkutmasın, barodan avukat talep etme hakkınız var fakat yanınızda bir avukat olması şart değil. Dava avukat olmadan da sürebiliyor. Polise verdiğiniz ifadeyi mahkemede de verirsiniz. Sonrasında kamu davasına dönüşüyor, süreç size bağlı ilerlemiyor. Her duruşmada tacizcinizle yüz yüze gelmiyorsunuz, sadece başınıza gelen olayı birkaç kez anlatmak durumunda kalıyorsunuz. Davanın sonuçlanması 1,5 yılı bulabilir, çünkü mahkemelerin iş yükü ağır. Fakat hiçbir şey sizi yıldırmasın ve tacize sessiz kalmayın.Tacize uğrarsanız ne yapmalısınız?Çoğu kadın, toplu taşımada tacize uğradığında ayıplanacağını, destek bulamayacağını düşünüp susuyor. Peki, kadın tacize uğradığında nasıl tepki vermeli? Bağırıp tacizciyi rezil mi etmeli? Ona dirsek mi atmalı? İğne mi batırmalı? Biber gazı mı sıkmalı? Kafasına çanta mı geçirmeli? Uzman Psikolog Yasemin Eyüpoğlu, en doğru tepkinin ‘konuşmak’ olduğunu söylüyor. Örneğin taciz eden kişiye durumun farkında olduğunuzu belli edin ve güçlü bir ses tonuyla söyleyin. “Lütfen, özür dilerim…” gibi ifadeler kullanmak yerine net konuşun. Durumu tartışmayın; soru, tehdit, ayıplama gibi tavırlarına karşılık vermek zorunda değilsiniz. Saldırgan bir tutumla karşılık vermeyin. Çünkü böyle tepkiler tacizcinin öfkeyle mukabele etmesine yol açabilir. Kendinizi haksız pozisyona da düşürebilirsiniz, sakinliğinizi elden bırakmamaya gayret edin ve tacizcinin davranışlarının sonuçlarıyla yüzleşmesini sağlayın. Yasemin Eyüpoğlu’na göre toplu taşıma araçları adı üstünde toplu olan ve kişisel alana saygının ortadan kalktığı yolculuklar içeriyor maalesef. Dolayısıyla birbirine yapışık yapılan yolculuklarda sadece kadınlar değil, erkekler de mağdur olabiliyor. Bayanlar için tacize uğradı mı yoksa hassasiyetleri mi var bazen kestirmek güç. Bir bayanın arkasında kalan ama tacizci olmayan biri de tacizci muamelesi görebiliyor. Ancak tacizden eminseniz hem kendinizi korumak hem de o kişinin sürekli çevresine zarar vermesini engellemek adına tepkinizi ortaya koymalısınız.İETT’de tacizle ilgili çalışma yokBüyük şehirlerde her gün milyonlarca kişi toplu taşıma aracı kullanıyor. Örneğin İstanbul’da karayolunu kullanan günlük yolcu sayısı 9 milyon 674 bin 384 kişi. Sadece metrobüsler günde 800 bin kişi taşıyor. İETT, yolcuların ihtiyaç ve beklentilerini en iyi şekilde karşılamayı amaçlasa da her gün 10 milyon insanın taşınması ayrı bir mesele. Güvenlik önlemleri adına araçlara ve duraklara kamera konuluyor, güvenlik görevlileri tahsis ediliyor. Fakat İETT’nin, taciz vakaları üzerine başlı başına bir çalışması bulunmuyor. Tacize uğradığınızda güvenlik görevlisine bildirirseniz onlar polise haber veriyor, emniyet talep ederse kamera kayıtları paylaşılıyor.Tüketiciler Birliği’nin ‘İstanbul’un Toplu Taşıma Sorunları ve Çözüm Önerileri’ adlı raporu bu konuda yerli yerinde önerilerde bulunuyor. Rapora göre mesai saatlerinde sefer sayıları artırılabilir, çift katlı toplu taşıma araçları yaygınlaştırılabilir. Ayakta giden yolcu sayısında bir sınırlama var ancak uyulmuyor. Artırılan sefer sayılarıyla bu sınırlamaya uyulabilir. Özellikle yoğun saatlerde, belli bir periyot ile kadınlara özel araç uygulaması yapılabilir. Örneğin metrobüslerde belli saatlerde, her beş araçtan bir tanesi kadınlara ayrılabilir. Ulaşım kültürünü geliştirmek için kampanyalar düzenlenebilir.Tacize tanık olduysanız arkanızı dönüp gitmeyinToplu taşıma aracında bir tacize şahit oldunuz. Ne yaparsınız? “Bu benim sorunum değil, elimden bir şey gelmez, kimse müdahale etmiyor ki…” şeklindeki bahanelerin arkasına mı saklanırsınız? Avukat Nihan Güneli, “Taciz herkesin sorunu ve müdahale etmek hepinizin görevi.” şeklinde konuşuyor. Onun ifadesiyle, tacize şahit olan kişilerin olaya müdahale etmesi hayatî önem taşıyor. Tacizi görmezden gelmeniz onun şiddetini artırabilirken olaya ses çıkartmak için attığınız her adım tacizi sonlandırabilir. Hatta gelecekte yaşanacak bir taciz olayını engelleyebilir. Taciz bazı çevrelerce normalleştirilmiş olsa da bu, tacizin kabul edilebilir olduğunu göstermez ve ‘Kimse bir şey yapmıyor ki.’ şeklindeki yaklaşımlar, insanın müdahale etmesini engeller. Güneli, “Tacize uğrayan kişileri değil, tacize şahit olan kişileri eğitmek lazım.” diyor ve şahit olduğu halde tacize engel olmayanların vicdanlarında bir problem olduğunu düşünüyor.Tacize şahit olanların yapabileceklerini şöyle sıralıyor:Tacize uğrayan kişiye sorun: “Sizi rahatsız eden biri mi var?” Bu söz, kimsenin olaya dahil olmayacağını sanan tacizcinin, tacizden vazgeçmesi için yeterli olabilir. Kurban soruya olumlu yanıt verir ve tacizci ortamı terk etmeyerek tacize devam ederse, tacizciye durmasını söyleyebilir ya da yardım çağrısında bulunabilirsiniz. (Polis, görevli bir kimse ya da yakındaki diğer insanlardan)Eğer sözlü ya da fiziksel olarak tacize uğrayan birini görürseniz, yardıma ihtiyaçları olup olmadığını sorabilirsiniz. “Hayır” cevabını alırsanız, kimsenin alanına zorla girmek istemeyeceğinizden daha fazla üstüne gitmeyin. “Evet” cevabını aldığınız takdirde, yardım etmek için elinizden geleni yapın.Bazen tacizci kişi ya da grubu işaret etmek ve onlarla doğrudan konuşmaktansa, tacize uğrayan kişinin tarafında olduğunuzu belli etmeniz tacizciyi yıldırabilir.

3 Ocak 2015 Cumartesi

Kitap Yorumu: Ruh Öküzüm - Lauren Morrill

Bugün bir ilke imza atıp, tarihin tozlu raflarından bulup çıkardığım bir kitabın yorumunu sizlere sunuyorum. Sanırım bu kitabı iki yıl falan önce okumuştum. Türkçesinin çıktığını öğrenince bir hayli şaşırmıştım; çünkü çıkacağını tahmin etmiyordum. Her neyse; benim okuduğum adıyla Meant to Be, sizin bildiğiniz adıyla Ruh Öküzüm'ün yorumuna yavaş yavaş geçmeme izin verin.Aslında Türkçe adını duyunca bayağı afallamıştım çünkü malumunuz, oldukça özgün bir isim kullanılmış. Ama içeriği düşününce uygun olduğuna karar kıldım. Kitap, tam anlamıyla bir young adult aşk kitabı. Esas kız, lise çağlarında ve ergenliğinin hakkını veriyor.Julia, kitap bağımlısı, Shakespeare hayranı, çalışkanlığıyla göz dolduran ve kurallara her daim uyan bir genç kızdır. Sınıfıyla birlikte gittikleri Londra gezisi onun için bir nimettir çünkü Shakespeare'in topraklarında dolaşacak, ayrıca sevdiği pek çok kültürel aktiviteye katılabilecektir. Ancak bu gezi ona henüz uçaktayken zehir olmaya başlar. Okulun en sinir bozucu çocuklarından Jason, durmaksızın onunla uğraşıyordur ve bu durum diğer öğrencilerin aralarındaki ilişkiyi yanlış anlamalarına sebebiyet veriyordur. Üstelik Julia'nın en yakın arkadaşı Pheobe de geziye katılamamıştır. Yani Julia, tek başına ve Jason ukalasıyla uğraşmak zorunda kaldığı bir gezide cehennem azabı çekmek üzeredir.Aşka yürekten inanan Julia'nın anne ve babası, henüz lisedeyken âşık olup evlenmişlerdir. Julia onların her zaman birbirinin kaderi olduğunu düşünmüştür. Ve kendisinin de kaderi olduğuna inandığı biri vardır: Mark Bixford. Beş yaşından beri âşık olduğu kapı komşusu. Ne yazık ki Mark, Julia'nın farkında değildir.Julia'nın kurallarından sapışı otele gitmesiyle başlar. Jason'un zoruyla bir partiye katılır. Onu şaşırtan şey partide normal Julia olmaktan kurtulup son derece rahat ve havalı (!) bir kız olabildiğini fark etmiş olmasıdır. Akşamdan kalma bir hâlde sabah kendine geldiğinde, telefonunda Chris adlı birinden son derece flörtöz bir mesaj olduğunu fark eder. Lâkin Chris'i bir gram bile hatırlamıyordur. Buna rağmen görüşlerinin çok benzer olduğu Chris'le mesajlaşmaya devam eder.Bu arada, Londra gezisi ona Jason'un çok başka yönlerini göstermiştir. Sıklıkla onun tanıdığını sandığı Jason olup olmadığını düşünür olmuştur. Julia için iş iyice içinden çıkılmaz hâle gelmiştir. Zira hem kaderi olduğunu düşündüğü Mark onun farkında değildir, hem hatırlayamadığı Chris adlı bir çocukla mesajlaşmaktadır, hem de Jason'un kendinden hoşlandığını düşünmektedir.Jason'la bir yakınlaşıp bir uzaklaşmaları Julia'nın kafasını gün geçtikçe daha da karıştırmaktadır. Bunun üstüne Mark da ortaya çıkınca artık bir seçim yapmak zorunda olduğunu anlar.Kitap genel anlamda akıcıydı. Yani bende yarıda bırakma isteği yaratmadı. Ancak kurgu bir tür döngüden ileri geliyordu. Julia, Jason’la vakit geçiriyor, ondan hoşlanmaya başlıyor, sonra bir şey oluyor ya da biri geliyor ve bu duygularının hatalı olduğunu düşünüyor. Julia’nın kitap kurdu olması hoşuma gitti ancak kuralcılığı abartıydı. Zaten son derece klişe bir karakter. E, zaten hikâye de klişelikten pek farklı sayılmaz.

Julia'nın Jason’la olan diyolagları bazen gülümsememi sağladı. Sanırım kitabın en eğlenceli kısımları bu konuşmalardı. Olayların içine Mark girmeye başladıktan sonra kitap sıkıcı bir hâl almaya başladı. Kitapta şaşırtıcı bir unsur yoktu. Sadece sonundaki Chris olayı komik derecede küçük bir şaşkınlık yarattı. Kitapta hoşuma giden kısımlardan biri de Londra’yı gezdikleri yerler ve The Beatles ile ilgili göndermelerdi. Bunları göz önüne alırsak, kendini okutturan ancak sıradan bir young adult türünde çağdaş romans kitabı olmaktan ileri gelemiyor.

Puan: 2.5

Denize Atılan Şişe- Jurnal Cilt I, C.Meriç

DENİZE ATILAN ŞİŞE I 

Horatius, yıllar kanatlarını koparıncaya kadar güzelden güzele koşan kelebek... Hayatı iksir gibi yudum yudum içen ve her nefeste fâni zevklerinden ebedi besteler yaratan büyücü! Hayâsız ve kayıtsız. Eflatun, şairi ideal beldesinden kovmakta ne kadar haklı. Bir fahişenin kucağından öbürüne koşan, dün öptüğü elleri bugün ısıran Horatius, kendilerine rint adını takan iğrenç mahlukların sefil bir örneği. Bir gün önce sevgisinden yanıp kıvrandığı, bir gün önce karşısında ihtiramla secdeye kapandığı kadını ertesi gün cadı diye jurnal etmekten sıkılmayan bu kâselis, bu müzevir, bu âdi mahlûk, klasikler arasında nasıl yer alabiliyor? Neden vakur Juvenal okunmuyor? Niçin Lükres’in erkek sesi insanlığın ufkunda çınlamaz oldu? Hafız’ın Hayyam’dan fazla sevilmesine sebep ne? Kamasutra üslubunu ahenkleştirebilenler ebedileşiyor. Pascal, Lamennais, Milton... ziyaretçileri kalmayan birer türbe... Hangi türbenin ziyaretçisi kaldı ki!Kelime leşleriyle dolu bir kafatası, hora tepen mefhumlar; kaypak, insicamsız ve ipliği kopmuş tespih taneleri gibi herbiri bir tarafa dağılıveren düşünceler... Gece ve O, başbasa. Yıllardan beri O geceyle başbaşadır. Başbaşa. Fakat gece de yalnız, O da. Birbirlerinin ciğerlerini sökmek için fırsat kollayan iki düşman gibi başbaşalar geceyle, gece pençelerini bütün uzviyetine geçirmeye hazır. Mösyö Seguin’in keçisini gözeten kurt gibi gece, kahkahalarla uluyor. Bir kurt ki gözleri pırıldamıyor, bir kurt ki soluğu buz gibi soğuk. O ve gece... İçindeki aydınlık olmasa, kitapların saçtığı aydınlık! Ey Beklenen! Ne zaman gözlerinin yıldızı bu heyulayı dağıtıverecek? O, rahat bir masaya müstakdı, üzerinde sevdiklerine sevdiklerinden bahseden uzun makaleler yazacağı bir masa... Yıllardan sonra onun da bir masası oldu, fakat artık yazamıyordu? Simdi bütün sevdikleri mışıl mışıl uyumakta. Sevdikleri mi..? Madem ki köstebek kadar intibak kabiliyeti yok neden yaşıyor? Bu satırların muhatabı kim? Ölüler yazı yazarlar mı? Evet, herkes, yani her uyumak isteyen uyuyor... O, dudaklarında sigara... Sigarası da söndü, ağzı zehir gibi.IIOna hiç mi oyuncak almamışlardı hatırlamıyor. Okumayı amcasının kitaplarından öğrendi. Uzunçarşı’daki evin üst katında bağıra bağıra “Türk Sazı” okuduğunu hatırlıyor. Şiirin büyülü dünyasına o kitapla girdi. Sonra bir köye göçtüler. Çerkez mahallesinde iki katlı bir ev. En tatlı hatıralarından biri, babasının aileyi etrafına toplayıp yüksek sesle kitap okuması. “Abbase” bu şekilde dinlediği ilk roman. Sonra kendisi okumaya başladı. Kitaplar ve tabiat... O’nun yegane çocukluk arkadaşları. Tabiat, yengeçlerle, kertenkelelerle, yılanlarla doluydu. İçini korkuyla doldurmuşlardı, sere serpe dolaşmasına izin vermiyorlardı zaten.III Gözyaşlarından inci yapmak... şairin kaderi bu. Bu incilerin bir sevgili kahkülünde pırıldadığını görebilmek de en büyük mükafatı. Benim zavallı gözyaşlarım..! Chenier’yi hatırladım, Saint-Lazarre zindanında ölüm saatini bekleyen Chenier’yi. Gençti, güzeldi, kaleminde kelimeler selaleleşiyor, hayatı şehvet ve ihtirasla seviyordu. Chenier’yi hatırladım, Chenier’yi ve onun son sevgilisini. O genç kız ki henüz taptaze bir başaktı. Yeşil bir başak ve yeni açmıs bir gelincik. Ve ölmek istemiyordu. Ölüm! Kovaladıkça kaçan, kaçtıkça kovalayan insafsız ilahe. Ama mesuttular, Chenier genç sevgilisinin bakışlarında aşkın yıldız yıldız pırıldadığını gördü... Ve o devirde giyotin bir nevi lejyon donör nişanıydı. Ölmek istiyorum, dekorsuz, poz almadan. Batan bir güneş gibi ihtişamla değil, kaderin bileklerime taktığı prangalardan kurtulmak için ölmek. Mütevazi bir odadan süslü bir salona geçer gibi, realiteden tarihe geçmek umurumda değil. Ah inanabilseydim! Istırap gayyasında aylarca kaldım, orada yalnız sükut vardı. Neredesin, yanan alnımı müşfik avuçlarında dinlendirecek Meçhul Dost?Toprak olmak. Bağrında çiçeklerin yükseldiği bir toprak ve çiçeklerde yaşamak... Artık tabiatı da sevmiyorum. Belki bütün bunlar yalan...her şey gibi. Sevilen bir sesin, seven bir sesin sıcaklığı bütün bu soğuk düsünceleri dağıtabilir, nerede o ses? Biliyorum bedbahtlar zalim olur, ben de zalimim...ama...IV Saatlerin saniyeleştiği haz şehrayinlerinden, saatlerin asırlaştığı menfa cehennemine yuvarlanan Ovid, şımarık sikayetlerini mısralaştrırken Roma’da okunacağına inanıyordu. İnanıyordu ki nağmeleri dudaklarda dolaşacak ve gözyaşlarıyla ıslattığı o kağıt parçaları sevgili göğüslerinde menekşeleşecek. Ovid bahtiyardı. Kırık bir kalem, soğuk bir oda ve yalnızlık, kağıdın, kalemin ve kâinatın ihaneti... Radyoda sesler yıldız yıldız. Şimdi yaşayanlar yeni zafer sabahlarının sarhoş edici ümitleri içinde. “Mısırın Sesi” radyosu, sömürgeci Fransa’nın tüyler ürperten vahşetlerini haykırıyor, Bir hukuk profesörü milletinin bu senaatleri karşısında istifa etmiş. Esir milletleri zincirden kurtarmak için düğüne gider gibi ölüme giden 89 kahramanlarının Fransa’sı, Marquis de Sade’ı isyan ettirecek bir sadizm humması içinde insan kasaplığı yapmakla meşgul. Belki şimdi medeniyet dünyasının yüzlerce bilgini, yeni ölüm vasıtaları bulmak azmiyle uykusuz... Her şey yalan, herkes yalancı. Ölümden bucak bucak kaçan, sözde bedbin Schopenhauer’den nefret ediyorum.Ey karşısında vecitli saatler yaşadığım eski dostum kağıt! Ne zaman dertlerime kulak verecek, ne zaman kafamdakilere mâkes olacaksın? Fikirler kelebekler gibi, onları hafızaya iğnelemeye kalkınca bir toz yığını haline geliyorlar... Yazabilsem benim de hürriyetim olacak. Belki yaşadığımı ve yaşamaya layık olduğumu hissedeceğim. Bu zavallı satırların hiçbir okuyucusu olmasa bile. Denize atılan bir şise onlar. Belki dalgalar asırlarca sonra âşinâ bir ele tevdi edecek onları...Radyoda örümcek ağına benzeyen sesler... Bunları senin için yazıyorum, Meçhul Dost. Bu bir davet, sevgi daveti. İsterdim ki kelimeler çiçek çiçek eşiğine yağsın; isterdim ki kelimeler yıldız yıldız aydınlatsın odanı. Sönen gözlerimin bütün aydınlığı kıvılcımlaşsın onlarda. Kelimeler buseleşsin ve güvercinler gibi, kuğular gibi, kırlangıçlar gibi uçsun sana... Güller, menekşeler, krizantemler bir mevsimlik, kelimeler Paros mermerinden daha ebedi... Ama ben ne onlarla bir türbe kurmak istiyorum, ne bir heykel yapmak. Şöhretin en azametlisi bir dakika yaşamaya değer mi diyeceksiniz. Doğru. Yalnız kelimeler o dakikayı ebedileştirdiği ölçüde manâlıdırlar.Nemesis, Nemesis. Alnı bir mezar taşı kadar soğuk, bakışı bir cellat satırından daha korkunç ilahe! Neyimi kıskandın benim? Keyhüsrev’in debdebe ve daratma kızmakta haklıydın, Krezüs belki hışmına layıktı. Promete seni çılgına döndürmüş olabilir. Milton’un gözlerini neden oyduğunu anlıyorum. Şaskın ve deli bakire, bana hıncın nereden geliyor? Ne erguvanlar içinde doğan bir Bizans prensiyim, ne gururuyla Olemp’i gocunduran bir titan. Ama, ey kısır kadın, ey şaşkın tanrıça... senden sadece iğreniyorum. 

16.7.1955

2 Ocak 2015 Cuma

Felsefi Denemeler, F.Pessoa

“Ben şiirsel yetileri olan bir filozof değil, felsefeyle hayat bulan bir şairdim”

“Ben şiirsel yetileri olan bir filozof değil, felsefeyle hayat bulan bir şairdim” - See more at: http://www.edebiyathaber.net/pessoadan-felsefi-denemeler/#sthash.F55Eorf5.dpuf

“Ben şiirsel yetileri olan bir filozof değil, felsefeyle hayat bulan bir şairdim” - See more at: http://www.edebiyathaber.net/pessoadan-felsefi-denemeler/#sthash.F55Eorf5.dpuf

“Ben şiirsel yetileri olan bir filozof değil, felsefeyle hayat bulan bir şairdim” - See more at: http://www.edebiyathaber.net/pessoadan-felsefi-denemeler/#sthash.F55Eorf5.dpuf

1 Ocak 2015 Perşembe

Manga Yorumu: Uzumaki - Junji Ito

Şu sıralar ben manyak korku mangaları okuma hastalığına kapılmış durumdayım. Nasıl, ne zaman başladı bilmiyorum. Bir baktım ki uyumadan önceki vakitlerimin vazgeçilmezi olmuş. İlk başlarda korkarım, uyuyamam diye çekinmiştim fakat kitaplardaki korku unsurları beni film ya da dizilerdeki kadar etkilemiyor. Dolayısıyla korku mangalarını zevk alarak, gönül rahatlığıyla okuyabiliyorum.Junji Ito, H.P. Lovecraft ve Kazuo Umezu (ki kendisi ödüllü bir korku mangakasıdır) hayranı ve korku mangaları yazıp çizmekten aşırı zevk alan bir amca. Korku mangalarını araştırırken ilk dikkatimi çeken isimlerden biriydi. Sadece yazıp çizmekle kalmıyor, yarattıklarını deneyimlemeyi de seviyor olacak ki Uzumaki'de bize buna dair ipuçları bırakmış.

Gelelim Uzumaki'ye. Yazının bundan sonraki kısmı manga hakkında detaylı bilgi ve hassas bünyelerde ters tepecek korkunç ve kişiye göre iğrenç unsurlar içerebilir. 

Üç ciltten oluşan manga, lanetli bir kasabada geçiyor. Uzumaki (うずまき), Japonca'da girdap ya da spiral demek. Zaten manganın ana konusu, ayrıca bir süre sonra her yerde görmeye başlayacağınız unsur da spiraller. Kurôzu-cho, Japonya'da küçük bir kasaba. Ama dediğim gibi biraz (!) lanetli bir kasaba. Manganın ana karakteri Kirie Goshima'nın erkek arkadaşı Shuichi Saito'nun babasıyla fark edilir olmaya başlayan bu lanet giderek yayılıyor, yayılıyor ve sonunda tüm kasabayı yok edecek güce erişiyor. 

Bir süredir tuhaf bir sisin kapladığı kasabada, nereden geldiği olmayan bu sis insanları etkilemeye başlıyor. İlk açık göstergesi Shuichi'nin babasının spirallerle kafayı yemesiyle oluyor. Adam, bulduğu her spirali eve getiriyor, özellikle spiral şekilli şeyler aramak için kasabanın her yerini dip bucak dolaşıyor. Akıl sağlığı git gide kötüye giderken, Shuichi'nin duyduğu kötü hisler de bir o kadar artıyor. Babasının spiral arayışı korkunç bir şekilde ölümüyle sonlanınca, spiral hastalığı kasabalılar arasında daha hızlı bir şekilde yayılmaya başlıyor.

Shuichi'nin babasının cesedinin yakılmasının ardından, onun küllerinden çıkan duman göğe ulaşınca gökyüzündeki spiraller çok daha korkunç bir hâl alıyor. Ve bundan sonra insanlardaki spiral takıntısı artıyor ve akla bile gelmeyecek yerlerde ve şekillerde spiraller belirmeye başlıyor.

Hep derim; eğer birileri gerçekten korkunç bir şeyler yaratmayı başarabiliyorsa bunlar Japonlardır. Nasıl yapıyorlar bilmiyorum ama ürkütücü unsurları bulup işlemekte son derece başarılar. Sanırım biraz da bu yüzden korku mangaları arayışına başladım. Gerçi korkmadım diyorum ama mangayı okuduktan sonra gözümün önünde spiraller belirmeye başlamadı değil. 

Mangada spiral şekli kullanılacak her yerde kullanılmış. Zaten çizimleri bir harika. Bir de bu gizli spiraller her yerde karşıma çıkmaya başlayınca bir süre sonra evdeki spiral şekilli şeyler gözüme çarpmaya başlar oldu. O yüzden aman dikkat; çok uzun süre bakmayın!

Tabii bölümler ilerleyip spiraller insanlara kafayı yedirtmeye ve artık her sahnede önünüze fırlamaya başlayınca "Yeter artık yeter!" diye isyan etmek istiyorsunuz. Fakat elbette ki bitmiyor. Daha da artarak, daha da gelişerek ve daha da iğrençleşerek geliyorlar. Junji Ito, hakikaten sizin spiral olduğunu bile fark etmediğiniz şeyleri bulmuş, şekillendirmiş ve mangasına koymuş. Elindeki malzemeleri öyle ustaca kullanmış ki hiç yadırgamıyorsunuz. 

Benim için spirallerden gerçek anlamda tırsmaya başlama olayı ikinci ciltteki sivri sinekler ve bebekler ikilisiyle oldu. Öncelikle konunun kullanımını oturduğum yerde alkışladım, sonra ufaktan etkilenmeye başladım. Zira tam uykuya dalmadan önce sivri sinekler kulağımın dibinde vızıldamaya başlamıştı ve şüphesiz ki normal insan evlatlarını en çok etkileyen unsurlardan bebekler işin içine girdiği için garip durumdaydım. Yani bana göre manganın en ürkütücü cildi ikincisi. 

Onun dışında beni bayağı bayağı iğrendiren kısım salyangozların olduğuydu. Okuduğunuzda (eğer okursanız) ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız. Fazla bir şey söylemeye gerek yok. Mangada tanışacağınız her karakter spirallerin bir şekilde etkisine maruz kalıyor. Kirie, her ne hikmetse, o kadar olay sonrasında bile yeni şeyler olduğunda "Neden oldu bu şimdi?" diyebilecek saflıktaki bir karakter. Erkek arkadaşının manyak gibi sürekli "Kaçalım bu kasabadan" ya da "Çok tuhaf şeyler hissediyorum. Spirallerle alakalı şeyler." gibi uyarılarına ve öngörülerine rağmen hem de. Kasabanın her bir adımını spiraller basınca "Bu salaklar niye basıp gitmiyor şu lanet kasabadan?!" diye atarlanıyorsunuz bir güzel ama onun cevabını son ciltte mangaka size veriyor. Tabii olayları daha önceden sezip, kasabayı daha önce terk etselerdi ne olurdu orası bilinmez.

Açıkçası manganın sonu benim için bir hayal kırıklığı. Bu olayı çok ilginç yerlere bağlayacağını beklerken pek de anlam veremediğim ve beni tatmin etmeyen bir nedene bağladı spiral baskınını. Onun dışında mangayı okurken bol bol tiksinmekle beraber eğlendim. (Çünkü psikopatım.) Sonunu görmezden gelirsek, özellikle ikinci ciltteki şaşırtıcı ve çıldırtıcı unsurlarıyla başarılı bir korku mangası olduğunu söyleyebilirim. Mideniz kaldırıyorsa tabii.

Korku mangaları serüvenim burada bitmedi! Manyak eylemlerim devam edecek!

Not: Mangayı okumak isterseniz şuradan ulaşabilirsiniz. Türkçe çevirileri de mevcut. Ayrıca malum yerde İngilizce versiyonunu da kolaylıkla okuyabilirsiniz. Tabii ne yapıyoruz; mangakayı desteklemeyi unutmuyoruz! (Sosyal mesaj)

Puan: 3,5