30 Haziran 2014 Pazartesi

İmparatorluğun taslağını çıkaran Sultan

Üçüncü Osmanlı Padişahı I. Murad, nam-ı diğer Gazi Hüdavendigar, imparatorluğun en stratejist hükümdarlarından. Yeniçeri Ocağı’nın kurulmasından sadrazamlık makamına kadar birçok yenilik onun zamanında kurumsallaşır. Vefatının 625. sene-i devriyesinde şahsını rahmetle anıyoruz.Tarihçilerin kutbu Halil İnalcık, I. Murad’ın ‘imparatorluğun taslağı’nı çıkaran padişah olduğunu serd eder. Osmanlı’yı Balkanlar’a taşıyan Sultan Murad, devletin üç kıtaya yayılmasının fikir babasıdır aslında. Vefatının 625. yılında, hikâyesini yeniden okuyalım: Üçüncü Osmanlı padişahı, I. Murad, nam-ı diğer Gazi Hüdavendigar, 29 Haziran 1326’da Bursa’da dünyaya gelir. Babası şehrin fatihi Orhan Gazi, annesi Yarhisar Tekfuru’nun kızı Nilüfer Hatun’dur. Ağabeyi Süleyman Paşa’nın gayretleriyle Rumeli’ye geçen Türk birlikleri, devletin sınırlarını Batı’ya doğru genişletmektedir. Lakin ağabeyi, 1359’da sürek avı esnasında, bir rivayete göre attan düşerek vefat eder. 1362’de babası Orhan Bey de Hakk’ın rahmetine kavuşunca devletin başına geçer. Anadolu erki, tam anlamıyla Osmanoğulları’nın eline geçmese de I. Murad, ‘Sultan’ unvanını kullanır. Bu aynı zamanda, 1243 yılında Kösedağ Savaşı’nda Moğollara mağlup olan Türkiye Selçuklularının otorite kaybından sonra İlhanlılara gösterilen biatin sonlandığı eyleme işarettir. 1361 yılında Edirne’yi fetheden Murad-ı Evvel için bu şehir, babası Orhan Gazi’nin düşündüğü gibi, Balkan seferlerini yoğun olarak yapma adına stratejik bir karargâh haline dönüşür. Müslüman ahali, hızla yeni zapt olunan bu verimli topraklara yerleştirilir. Sırp, Macar, Bulgar, Bosna ve Eflak prenslikleri, klasik tabirle Osmanlıları Balkanlar’dan atmak ve bir daha hudutlarına gelme cesaretlerini kırmak için bir araya gelir. Sırpsındığı’nda 12 bin kişilik Türk ordusu, 30 bin kişilik Haçlı ordusunu hezimete uğratır. Sırpsındığı’nın intikamını almak isteyen Sırplar, 1371’de Çirmen’de yine mağlup edilir. Böylece tarih yazımında Avrupa için hiçbir zaman hazmedilemeyen ve daima kaçınılan ‘Türk korkusu’ başlamış olur.Osmanlı’nın devlet modeliMurad-ı Evvel, Bursa’yı babasından mülhem, Orhan Bey şehri Hisar dışına taşımıştı. Devlet sınırlarıyla paralellik arz eden bu genişletme, şehrin eksenine yeni yüzler ilave eder. Böylece kendi adıyla tesmiye olunan Hüdavendigar Külliyesi vücuda gelmeye başlar. 1363-1366 yılları arasında Çekirge semtinde yükselmeye başlayan külliye, içinde barındırdığı cami, medrese, imaret, çeşme ve hamam ile selamlar Bursa ovasını. Şehrin fetihten önce de en eski mahalleleri arasında yer alan bu yer, külliyenin ilk eseri olan cami yapımıyla ruhaniyetli bir çehreye bürünmenin saflığı içine girmiş olur. Altı cami, üstü medrese olan bu ibadethane, her haliyle eşsiz bir tecrübe olarak Türk mimarisindeki yerini alır. Caminin bir başka özelliği ise Osmanlı döneminde ilk Türkçe hutbenin burada okunmuş olmasıdır. Prof. Dr. Mefail Hızlı, söz konusu halin 1911 yılına kadar devam ettiğini belirterek, “Haziran ayı içinde bir hatibin girişimiyle Bursa’da ilk kez bir cuma hutbesi Türkçe okunabilmiştir. Hüdavendigar Camii’nde hatip önce hutbeyi Arapça olarak aktarmış, daha sonra mesaj kısımlarını Türkçe olarak da cemaate anlatmıştır.” diyor.Birinci Murad, babasının devlet modelini daha öteye taşır. Askerî alanda mühim uygulamaları yürürlüğe koyar. Buna göre; Sırpsındığı Zaferi’nden sonra pençik sistemini uygular. Savaşlarda elde edilen esirlerin beşte birinin asker olarak istihdam edilmesi demek olan pençikte, ganimetlerin beşte biri devlet hazinesine aktarılırken geri kalanlar savaşa katılan askerler arasında pay edilir. Gayrimüslimlerin çocuklarından müteşekkil Yeniçeri Ocağı yine bu devirde kurulur. İlk kez kazaskerlik ve defterdarlık makamı kurulur. Vezir-i azam yine Birinci Murad döneminde devlet kanadında yerini alır. ‘Ülke hanedanın ortak malıdır’ anlayışını daraltan Sultan, ‘Ülke hükümdar ve oğullarının ortak malıdır’ hükmünü getirir.Balkanlar’ın mührü: 1389 Kosova SavaşıSultan Murad’ın asıl gayesi, Balkanlar’da muktedir olarak kalıcı hale gelmektir. Müslüman kültürünü sürekli hale getirmek için fütuhatı, Avrupa üzerine yapar. Roma İmparatorluğu’nun vârisi Bizans’ın hareket alanını daraltan ve fazla ileri giden bu Türk beyliğine, kesinkes had bildirmenin zamanı gelmiştir. Balkan Krallıkları Sırp Despotu Lazar komutasında bir araya gelir. Muharebe başlamak üzeredir. Aynı zamanda vezir olan Çandarlı Ali Paşa’nın kumandanlık ettiği Türk askerleri, ilk icraat olarak Bulgarları saf dışı eder. 28 Haziran 1389’da Gazi Hüdavendigar Sultan Birinci Murad’ın önderliğindeki Osmanlı ordusu ile Sırp Komutan Lazar’ın başını çektiği Balkan ordusu Kosova’da karşı karşıya gelir. İslam ve Haçlı orduları artık karşı karşıyadır. Muharebe kılıç ve okların gölgesinde başlar, güneş gözlerini kapayıncaya kadar da devam eder. Sultan’ın duası kabul olmuştur. İslam’ın bayrağı yere düşmemiştir ama Haçlıların Türkleri Balkanlar’dan atma hayalleri suya düşmüştür. Osmanlılar, Avrupa tarihine yüksek perdeden dâhil olmuştur artık. Gazi Hüdavendigâr, muzaffer bir kumandan olarak savaş meydanında dolaşmaya çıkar. Müslüman olmak ve Sırp devletinin sırlarını vermek istediğini belirten Miloş Kabiloviç, Sultan’ın yanına yaklaşır. Tam o sırada İslam padişahını kalbinden hançerleyerek şehid eder. Katıldığı 37 savaşın hiçbirini kaybetmeyen bir Gazi olarak etrafındakilere son kez, elini uzatacak kadar yakınlaştığı öte âlemden devşirdiği şu cümleyi heceler: “Attan inmeyesüz!” Birinci Murad’ın iç organları bugün Kosova’nın başkenti Priştina’da bulunan ve ‘Meşhed-i Hüdavendigar’ diye anılacak yere gömülür. Cesedi mumyalanarak oğlu Yıldırım Bayezid’in yaptırdığı Çekirge’deki türbeye defnolur. Hem Balkanlar’da hem Anadolu’da türbesi olan ilk Osmanlı padişahı olan Murad-ı Evvel, iki yerde de huzur içinde yatıyor, hem de sınırların, vizelerin ve pasaportların olmadığı ülkelerinde.

28 Haziran 2014 Cumartesi

Edebiyat Özgürlüktür, S. Sontag

Paul Kilisesi'nde, bu dinleyicilerin önünde, 53 yıldır Alman Yayıncılar Birliği tarafından pek çok yazara, düşünüre ve halka örnek olmuş isme verilen bu ödülü almak, bu tarih yüklü mekânda, böyle bir günde konuşmak, gurur ve ilham veren bir tecrübe. Alman Yayıncılar Birliği'nin bu toplantıya katılması için yaptığı daveti derhal reddeden Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Büyükelçisi Daniel Coats'un kasıtlı olarak burada bulunmayışına daha da hayıflandım şimdi.

Bu daveti reddetmesi, Bay Coats'un normal bir diplomatik görevi yerine getirmekten, ülkesinin ve elbette ki benim ülkemin ilgisini ve itibarını temsil etmekten çok, Bush yönetiminin ideolojik duruşunu ve kindar tepkiselliğini tasdik etmeye meyilli olduğunun göstergesi. Büyükelçi Coats, burada olmamayı seçti, gazetelerde, televizyonlarda yayınlanan röportajlarımda ve bazı makalelerimde, Irak'ın istilası ve işgaline, Amerikan dış politikasının yeni radikal eğilimine dair eleştirilerim yüzünden böyle bir karar aldığını düşünüyorum. Kanımca burada olmalıydı, Almanya'da temsil ettiği ülkesinin bir vatandaşı, önemli bir Alman ödülüne değer bulundu. Bir ABD büyükelçisi, ülkesini temsil etmekle yükümlüdür, ülkesinin belli bir kesimini değil, tamamını. Ben, elbette ki ABD'yi temsil etmiyorum, Bay Bush'un ve danışmanlarının emperyal programını desteklemeyen o hiç de azımsanamayacak azınlığı bile. Edebiyat dışında hiçbir şeyi temsil etmediğimi düşünmek isterim; belirli bir edebiyat düşüncesini ve vicdanını, belirli bir vicdanı ya da görevi. Ancak, Avrupa'nın büyük ülkelerinden biri tarafından verilen bu ödülün mahiyetini ve ödülün benim iki kıta arasında "entelektüel bir elçi" (elbette ki mecazi anlamda) görevi üstlendiğim belirtilerek verilmesini göz önünde bulundurarak, Avrupa ve Amerika arasındaki ünlü uçurum hakkında, ilgi alanlarımın ve heyecanlarımın birleştirdiği bu uçurum hakkında, birkaç düşüncemi dile getirmeden edemeyeceğim. Öncelikle, bu -halen birleştirilmeye, kapatılmaya çalışılan- bir uçurum mu? Ya da aynı zamanda da bir çatışma değil mi? Avrupa ve bazı Avrupa ülkeleri hakkında yapılan öfkeli, kaba yorumlar şu sıralar Amerikan siyasî retoriğinde geçer akçe. Ve burada, en azından kıtanın batısındaki varlıklı ülkelerde, Amerikan karşıtlığı daha önce hiç olmadığı kadar yaygın, hem de eskisine nazaran daha şiddetli ve daha sık dillendirilir bir durumda. Nedir bu çatışma? Kökleri derinlere mi dayanıyor? Galiba öyle. Avrupa ve Amerika arasında su yüzüne çıkmayan, gizli bir husumet oldu hep, en az anne-baba ve çocuk arasındaki kadar karmaşık ve çelişik bir husumetti bu. Amerika neo-Avrupalı bir ülke; son yirmi-otuz yıla kadar da nüfusunun büyük bir çoğunluğu Avrupalılardan oluşuyordu. Buna rağmen sağduyu sahibi Avrupalı gözlemcilerin nazar-ı dikkatini hep iki ülke arasındaki farklılıklar çekti: 1831'de yeni kıtayı ziyaret eden ve Fransa'ya, 170 küsur yıl sonra hâlâ ülkem hakkında yazılmış en iyi kitap olan Amerika'da Demokrasi’yi yazmak için dönen Alexis de Tocqueville de, seksen yıl önce Amerikan kültürü hakkında şimdiye kadar kaleme alınmış en ilginç kitabı, son derece etkili ve pek çoklarını kızdıran Klasik Amerikan Edebiyatı Çalışmaları’nı yayımlayan D.H. Lawrence da Amerika'nın, Avrupa'nın çocuğu olduğunu, anti-tezi olma yolunda olduğunu ya da zaten çoktan bir anti-tez olarak ortaya çıktığını anlamışlardı. Roma ve Atina. Mars ve Venüs. Avrupa ve Amerika arasındaki kaçınılmaz çıkar ve değerler çatışması fikrini geliştiren son günlerin popüler broşürlerinin yazarları yaratmadı bu antitezleri. Yabancılar bu konu üzerinde çok düşündüler, altyapıyı hazırladılar. James Fenimore Cooper'dan Ralph Waldo Emerson'a, Walt Whitman'a, Henry James'den William Dean Howles'a ve Mark Twain'e kadar 19. yüzyıl boyunca kaleme alınmış Amerikan edebiyatı eserlerinde kendini gösteren bu temanın gelişimini sağlayacak zemini sağlayıp bu eserlerde durup durup tekrarlanan melodinin oluşumuna katkıda bulundular.Amerikan masumiyeti ve Avrupa'nın ince zevki ve kültürlülüğü; Amerikan pragmatizmi ve Avrupa'nın entelektüel düşünme biçimleri; Amerikan enerjisi ve Avrupa'nın bıkkınlığı; Amerikan saflığı, yalınlığı ve Avrupa alaycılığı; Amerikan iyi kalpliliği ve Avrupa kötü niyetliliği; Amerikan ahlâkçılığı ve Avrupa'nın ödün verme sanatı -bilirsiniz bu nağmeleri.Bu nağmelerin hepsinin koreografisini farklı yapabilirsiniz, çalkantılı iki yüzyıl boyunca her türlü değerlendirme ve eğilimin dansına eşlik etti bu nağmeler. Avrupaseverler, bu muhterem antitezleri Amerika'yı gözünü ticaret bürümüş bir barbarlıkla, Avrupa'yıysa yüksek kültürle özdeşleştirmek için kullanabilirler.Avrupa düşmanlarıysa hali hazırdaki mevcut görüşü, Amerika'nın idealizm, açıklık ve demokrasiyi temsil ettiğini, Avrupa'nınsa kuvvetten düşmüş züppe bir zarafetle özdeşleştiğini savunabilir. Oysa Tocqueville ve Lawrence bundan çok daha şiddetli, derin bir şeyi gözlemlemişlerdi: Söz konusu olan sadece Avrupa'dan, Avrupalı değerlerden bağımsızlığını ilan etmek değildi, daha da ötesi vardı.Avrupa değerlerini ve Avrupa'nın gücüne istikrarlı bir şekilde boş verme ve onu yok etme durumuydu bu. "Eskisini ortadan kaldırmadan asla yeni bir şeyiniz olamaz" diye yazmıştı Lawrence, "Avrupa eski olandı. Amerika yeni olan olmalı. Yeni olan da eskinin ölümüdür." Amerika, Lawrence'ın öngördüğü üzere demokrasiyi bir araç olarak kullanarak -özellikle de kültürel demokrasiyi, adap demokrasisini kullanarak- Avrupa'yı yok etme operasyonu içine girmişti. "Ve bu görev tamamlandığında" diyordu Lawrence, "Amerika pekâlâ bir demokrasiden başka bir şeye de dönüşebilir."Belki de o zamanlar olabilir denilen şey şimdi gerçekleşiyor. Yaptığım göndermelerin edebî olmasını anlayışla karşılayın lütfen. Neticede edebiyatın -mühim edebiyatın- işlevlerinden biri de kehanette bulunmak, gelecekten haberdar etmektir. Şimdi karşı karşıya olduğumuz şey, büyük harflerle yazılmış olan şey, yıllardır süren edebî -ya da kültürel-bir çekişme, eskiyle modem arasında süregelen bir tartışma. Geçmiş, Avrupa'nın ta kendisi -ya da öyleydi- ve Amerika da geçmişle bağlarını koparma prensibi üzerine kuruldu, itaat ve üstünlük biçimleriyle, neyin üstün olduğu ve neyin en iyi olduğuna dair standartları sebebiyle engel teşkil eden ve boğucu olarak görülen, temelde demokratik olmayan ya da günümüzde bununla eşanlamlı sayılan elitist bir Avrupa'yla bağlarını koparma prensibi üzerine kuruldu.Muzaffer bir Amerika'dan bahsedenler, Amerikan demokrasisinin Avrupa'yı reddettiğini ima etmeye devam ediyorlar. Evet, doğrudur, özgürleştirici, faydalı olduğu varsayılan bir tür barbarlığa kucak açıyorlar. Bugün Avrupa'nın, pek çok Amerikalı tarafından elitist değil de, daha çok sosyalist olarak görülmesi, Avrupa'nın hâlâ Amerikan standartlarına göre gerileyen, inatla eski değerlere bağlı, yozlaşan bir kıta olarak, sosyal devlet olarak algılanıyor olması anlamına geliyor. "Yenilesin"; sadece kültür için ortaya atılan bir slogan değil, aynı zamanda sürekli gelişen, dünyayı kucaklayan bir ekonomik makineyi de tanımlıyor bu söz.Fakat eğer gerekirse "eski" bile "yeni" olarak yeniden vaftiz edilebilir. Bildiğinden şaşmayan Amerikan Savunma Bakanı'nın Avrupa'yı unutulmaz bir şekilde "eski" (kötü) Avrupa ve "yeni" (iyi) Avrupa diye ikiye ayırıp ortalığı karıştırmayı denemesi bir tesadüf değildi elbet.Almanya, Fransa ve Belçika nasıl "eski" Avrupa oldu da, İspanya, İtalya, Polonya, Ukrayna, Hollanda, Macaristan, Çek Cumhuriyeti ve Bulgaristan kendilerini "yeni" Avrupa'nın parçaları olarak buldular? ABD'nin halihazırdaki siyasî ve askerî gücünün uzantılarına destek vermek daha arzu edilir bir kategori olan "yeni" kategorisine dahil olmaya yeter. Bizim yanımızda olan "yenidir". Tüm çağdaş savaşlar, amaçları bölgesel olarak genişleme, kıt kaynakların ele geçirilmesi gibi geleneksel amaçlar olsa da, kültürler çatışması olarak sunulur -kültür savaşları-, her iki taraf da kendisinin üstün olduğunu savunur ve diğerini barbar olarak nitelendirir. Düşman "bizim yaşam biçimimiz" için bir tehdittir; bir kâfir, kutsal sayılanlara saygısı olmayandır; kirleten, yüksek ve daha iyi değerleri lekeleyendir.Günümüzde militan İslamcı fundamentalistlerin sunduğu gerçek bir tehdide karşı girişilen savaş bunun en açık örneği. Burada dikkat edilmesi gereken şey, daha ılımlı bir küçük düşürmenin Avrupa ve Amerika arasındaki husumetin temelini oluşturduğudur.Tarihsel olarak şimdiye kadar Avrupa'da duyulmuş en kötücül anti-Amerikan söylemin -Amerikalıların barbar olduğu söyleminin- soldan değil de, aşırı sağdan geldiğini unutmamak gerek. Hitler de, Franco da defalarca Avrupa medeniyetini basit, ticarî değerleriyle kirleten Amerika'yı (ve bir dünya Yahudiliğini) şiddetle eleştirdiler.Tabii ki Avrupa'da pek çok kişi Amerikan enerjisini, "modern"in Amerikan versiyonunu takdir ediyor. Emin olun , Avrupa kültürel değerlerine inanan Avrupa'nın eski sanatlarında ıslahı ve Amerikan kültürünün ağır ticarî önyargılarından kurtuluşu bulan Amerikalı gezginler de oldu hep bunlardan biri karşınızda duruyor. Ve tabii böyle Amerikalılara mukabil Avrupalılar da Avrupa'da mevcuttu hep: ABD'ye hayran, sadece Avrupa'dan farklı olduğu için Amerika fikriyle büyülenmiş Avrupalılar bu bahsettiklerim.Amerikalıların gördüğü Avrupasever klişenin neredeyse tam tersi: Amerikalılar kendilerini medeniyetin koruyucusu olarak görüyorlar. Barbar kalabalıklar, artık kapının gerisinde değiller, içimizdeler, bütün kalkınmış şehirlerde varlar ve nasıl zarar verebileceklerini tasarlamakla meşguller diye düşünüyorlar. Güçlü bir ülke -tanrıyı da yanına alarak- terörizme (artık barbarlıkla eşanlamlı sayılan terörizme) karşı savaşırken çikolata imal eden ülkeler (Fransa, Almanya, Belçika) kenara çekilmeli. ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell'a göre eski Avrupa'nın (bazen bu sözle sadece Fransa kastediliyormuş gibi geliyor insana) ABD'nin başını çektiği koalisyon güçleri tarafından ele geçirilen bölgelerin yönetim ve idaresinde etkin olma isteği son derece komik. Bunun için ne gerekli askerî kaynağa, ne gerekli şiddet zevkine ne de fazlasıyla barışçıl şımarık nüfusunun desteğine sahip. Ve Amerikalılar haklılar. Avrupalılar, hiç de öyle Protestan ya da kavgacı bir halet-i ruhiye içinde değiller.Bazen rüya görmediğimden emin olmak için kendimi çimdiklemem gerekiyor: Ülkemde pek çok kişinin neredeyse bir yüzyıl boyunca dünyaya böylesine korku salmış bir ülkeye, Almanya'ya şimdi karşı olmasının gerekçesinin -yeni "Alman sorunu"nun- Almanların savaştan kaçınması ve Alman kamuoyunun artık tamamıyla barışçı olmasından kaynaklanmasına inanamıyorum. Amerika ve Avrupa hiç mi ortak ya da dost olmadı? Tabii ki oldu. Ama belki de bu birlik olma hali istisnalardan ibaretti, bir kaide olmaktan ziyade. Böyle bir birlik olma hali, II. Dünya Savaşı'ndan Soğuk Savaş'a kadar geçen zaman içinde yaşandı; Avrupalıların Amerika'nın müdahalesinden dolayı, imdadına yetişmiş ve destek vermiş olmasından dolayı Amerika'ya minnettar olduğu zamanlardı bunlar. Amerikalılar kendilerini Avrupa'nın kurtarıcısı olarak görmekten hoşnutlar. Ama Avrupalıların kendilerine sonsuza dek minnettar olmasını istiyorlar ve şimdilerde Avrupalıların böyle bir minnettarlık içinde olduğu söylenemez pek."Eski" Avrupa'nın bakış açısıyla, Amerika pek çok Avrupalının ona duyduğu hayranlığı ve minneti çarçur etti. 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra Amerika'ya duyulan yoğun sempati gerçekti. Almanya'da bunun ne denli içten ve samimi yaşandığına bizzat ben şahidim, o sıralar Berlin'deydim. Ama sonraki günlerde, her iki tarafta da artan bir yabancılaşma yaşandı. Tarihin en zengin ve güçlü ülkesinin insanları, Amerika'nın sevildiğini, Amerika'ya gıpta edildiğini ve öfke duyulduğunu bilmek zorundaydılar. Yurtdışına çıkan az sayıda insan, pek çok Avrupalı tarafından Amerikalıların kaba ve kültürsüz bulunduğunu bilir ve eski sömürgelerin birikmiş öfkesini hatırlatan davranışlarla bu beklentileri karşılamakta hiç tereddüt etmez. Ve Amerika'yı ziyaret etmekten ya da Amerika'da yaşamaktan keyif alan bazı kültürlü Avrupalılar, küçümseyerek de olsa, bunun nedenini "evdeki" kısıtlamaların ve yüksek kültürün yükünden kurtulmaya fırsat veren bir koloninin özgürleştirici ortamı olarak adlandırırlar.San Francisco'da yaşayan Alman bir sinemacının bir keresinde "burada hiç kültürünüz yok" diyerek Amerika'da yaşamayı sevdiğini söyleyişi geldi aklıma. Sayıları azımsanamayacak kadar çok Avrupalı vardı, D.H. Lawrence da dahil. "Orada hayat köklerden geliyor; kaba, ama dirimsel" diye yazmıştı 1915'te, Amerika'da yaşama planlan yaptığı sıralarda bir arkadaşına. Amerika büyük bir kaçış fırsatıydı.Ya da tam tersi: Avrupa, "kültür" arayan Amerikalı kuşaklar için bir kaçıştı hep. Tabii ki burada sadece azınlıklardan bahsediyorum, imtiyazlı azınlıklardan.Amerika kendini medeniyetin savunucusu ve Avrupa'nın kurtarıcısı olarak görüyor, Avrupa'nın bunu neden bir türlü idrak edemediğini anlamıyor; Avrupalılarsa Amerika'yı pervasız, savaş yanlısı bir ülke olarak görüyor. Amerikalılar bu tanımlamaya cevaben Avrupa'yı Amerika'nın düşmanı sayıyor ve Amerika'da sıkça duyulmaya başlanan yorum da, Avrupa'nın barış yanlısıymış gibi davranırken aslında tek amacının Amerika'yı güçten düşürmeye çalışmak olduğu. Özellikle Fransa'nın kendini dünya meselelerine yön vermekte Amerika'ya eş tuttuğunu, Amerika ne kadar üstün olsa da, onun eşiti olmaya çalıştığı düşünülüyor. İnsanlar için dünyayı kutuplara ayırmadan (onlar ve biz) görmek zor ve zamanında Amerikan dış politikasının tecrit fikrini güçlendiren bu kavramlar, şimdi de emperyalist görüşlerin güçlenmesini sağlıyor. Amerikalılar dünyayı düşmanları olarak görme fikrine alıştı. Düşmanlar başka başka yerlerde, tıpkı savaşın hep "uzaklarda bir yerlerde" olması gibi. 'Yaşam biçimimiz" için amansız ve sinsi bir tehdit olan Rus ve Çin komünizminin yerini artık İslami fundamentalizm aldı.Ayrıca, terörist de komünistten daha elastikî bir kelime. Daha fazla farklı mücadeleyi ve çıkarı bünyesinde barındırabiliyor. Bu, savaşın sonsuz olacağı anlamına gelebilir -her zaman terörizm olacaktır (her zaman yoksulluk ve kanser olacağı gibi), yani zayıf olan tarafın şiddetin genellikle sivilleri hedef alan bu şeklini kullanacağı asimetrik çelişkiler hep varolacak. Ülkede hakim yaygın ruh hali olmasa da, Amerikan retoriği, dürüstlük mücadelesi hiç sona ermeyeceğinden, bu talihsiz olasılığa destek verecektir.Eskiden çok yeniye kıymet veren bir tür muhafazakâr düşünce sistemi geliştirmek, Avrupalıların anlamakta güçlük çektiği derecede derin bir muhafazakârlığı olan ABD'nin dehasıdır. Bu aynı zamanda şu anlama geliyor: ABD son derece muhafazakar gibi gözükse de -örneğin ülkedeki gücün kullanımına yönelik sıradışı fikir birliği, kamuoyunun ve medyanın pasifliği ve konformizmi (Tocqueville buna 1831 yılında dikkat çekmişti)- aslında aynı zamanda da bir o kadar radikaldir, hatta Avrupalıların aynı oranda anlamakta güçlük çektiği devrimci bir yanı bile var.Puzzle’ın parçalarından biri elbette ki resmî söylemle yaşanan gerçekliklerin arasındaki kopuklukta yer alıyor. Amerikalılar mütemadiyen "gelenekleri" övüyor, aile değerlerine yağdırılan övgüler bütün politikacıların söyleminin merkezini oluşturuyor. Buna rağmen Amerika'nın kültürünün, aile hayatı, aile kavramı üzerinde çürütücü bir etkisi var, aslında tüm gelenekler arasında daha geniş bir farklılık şablonu olarak kabul edilebilecek "kimlikler" olarak yeniden tanımlanan gelenekler hariç, en çok da işbirliği ve yeniliğe açıklık üzerinde böylesine bir etkiye sahip. Belki de yeni (aslında çok da yeni olmayan) Amerikan radikalizminin en önemli kaynağı, muhafazakâr değerlerin kaynağı olarak görülebilecek olan din. Pek çok yorumcu, Amerika'yla Avrupa ülkeleri (Amerika'nın yaptığı günümüzdeki sınıflandırmaya göre hem yeni, hem de eski kabul edilen ülkeler) arasındaki en büyük farkın ABD'de dinin hâlâ toplum içinde ve toplum dilinde merkezî bir konumda bulunması olduğuna işaret ediyor. Ama bu Amerikan tarzı din: Dinin kendinden çok, din fikri. 2000'de George W. Bush başkan adayıyken bir gazeteci, kendisine en sevdiği düşünürün kim olduğunu sorduğunda, Bush'un takdirle karşılan cevabı -burada herhangi bir Avrupa ülkesinde merkezî bir partinin böyle bir makama aday olan isminin vereceği bu cevap alay konusu olmasına sebep olurdu- Hz. İsa'ydı.Ama Bush tabii ki bunu kastetmemişti ve sözleri de zaten eğer seçilirse yönetiminin İsa'nın ilkeleri ya da sosyal programlarına bağlı kalarak hareket edeceği şeklinde anlaşılmamıştı.Amerika sözde dindar bir toplum. Yani hangi dine bağlı olduğunuzun, bir dininiz olduğu sürece hiçbir önemi yok. Sadece Hıristiyan olan (ya da belli bir Hıristiyanlık mezhebinden olan) hakim bir dine, hatta bir teokrasiye sahip olmak imkânsız olurdu. Amerika'da din bir seçim meselesi. Bu modern, görece olarak içerikten yoksun din fikri, Amerikan konformizminin, kendi inanışını diğerlerinden üstün görme tavrının ve ahlâkçılığının (Avrupalıların çoğu kez küçümseyerek Püritenizmle karıştırdığı şey) temelini oluşturuyor. Amerikalı dinî gruplar her ne kadar farklı tarihî inançları temsil ettikleri iddiasında olsalar da, hepsi aslında benzer şeyleri öğütlüyor: Kişisel davranışlarda reformu, başarının değerini, toplumsal işbirliğini ve başkalarının seçimlerine hoşgörüyle yaklaşmayı salık veriyor. (Tüketici kapitalizminin işleyişini ilerletmek ve düzeltmek amacına hizmet eden erdemleri.) Dindar olmak saygınlığı sağlıyor, düzen temin edip ABD'nin dünyayı yönetme görevine ahlâkî anlamlar yüklüyor. Yayılmakta olan şey -buna ister demokrasi, özgürlük deyin, ister medeniyet -devam etmekte olan bir çalışmanın bir parçası, aynı zamanda da gelişimin ta kendisi. Aydınlanma'nın gelişim düşü, hiçbir yerde Amerika'da olduğu kadar verimli bir ortama sahip değil. Peki biz bu kadar mı ayrıyız birbirimizden? Avrupa ve Amerika'nın günümüzde kültürel olarak birbirine bu kadar çok yakınlaştığı bir dönemde, böylesine büyük bir bölünmenin olması ne kadar da garip. Amerikalılarla varlıklı Avrupa ülkelerindeki yurttaşların günlük yaşamlarında bunca benzerlik olmasına rağmen, Avrupa ve Amerika tecrübesi arasındaki uçurum, kökleri önemli tarih farklılıklarına, kültürün rolünün ne olduğu düşüncesindeki farklılıklara, gerçek ve hayal edilmiş hafızalardaki farklılıklara dayanan gerçek bir uçurum hâlâ. Bu husumet -çünkü arada gerçekten bir husumet var- Atlantik'in iki yakasındaki insanların tüm iyi niyetine rağmen yakın gelecekte çözülecekmiş gibi gözükmüyor, insan, bu kadar ortak noktamız varken aradaki farkları çoğaltmaya çalışanlara üzülebilir ancak. Amerika'nın hâkimiyeti, üstünlüğü olduğu bir gerçek, ama Amerika, şu anki yönetimin de görmeye başladığı üzere, her şeyi tek başına yapamaz. Dünyamızın -paylaştığımız dünyanın- geleceği bağdaştırmacı ve karmaşık bir gelecek. Birbirimizden kopmuş değiliz. Her geçen gün birbirimizin içine daha çok sızıyoruz aslında. Neticede varabileceğimiz herhangi bir anlayış ve uzlaşma yolu, "eski" ve "yeni" arasındaki o çok eski karşıtlık hakkında daha çok düşünmekten geçiyor. "Medeniyet" ve "barbarlık" arasındaki karşıtlık temelde koşullu bir karşıtlık; her ne kadar bazı reddedilemez gerçekler söz konusu olsa da, böyle düşünmek, bu tür bir iddiada bulunmak son derece yozlaştırıcı olur.Ama "eski" ve "yeni" arasındaki karşıtlık, tecrübe olarak adlandırdığımız şeyin merkezinde gerçek ve silinemez bir şekilde mevcut. "Eski" ve "yeni" tüm duyguların, dünyaya intibak etme hissinin daimî kutuplan. Eski olmadan yapamayız, çünkü tüm geçmişimiz, irfanımız, anılarımız, üzüntülerimiz, gerçeklik hissimiz onda gizli. Yeniye inanmadan yapamayız, çünkü tüm enerjimiz, iyimser olabilme yetimiz, kör biyolojik arzumuz, unutma yetimiz -uzlaşmayı mümkün kılan sağaltıcı yeti- onda saklı. İçsel yaşam, yeniye güvenmemeye eğilimli. Güçlü olarak gelişmiş bir içsel yaşam yeniye dirençli olacaktır. Bir seçim yapmamız gerektiği söyleniyor bize, eski ve yeni arasında. Aslında her ikisini de seçmeliyiz.Eğer hayat eski ile yeni arasındaki uzlaşmalar değilse nedir ki? Bana kalırsa, kişinin sürekli kendini bu katı karşıtlıklardan konuşarak sıyırabileceği yollar araması gerek. Eski yeniye, doğa kültüre karşı -belki de kültürel hayatımızın önemli mitlerinin sadece tarihî olarak değil, coğrafî olarak da miadını doldurması kaçınılmazdır. Bununla birlikte, bunlar yine de birer mitten, klişeden ve stereotipten ibaret olacaktır. Artık gerçekler daha karmaşık. Hayatımın büyük kısmı, kutuplaştıran ve karşıtlık yaratan düşünce biçimlerini çözmeye adandı. Siyaset diliyle, çoğulcu ve laik olanı tercih etmek anlamına geliyor bu. Bazı Amerikalılar ve pek çok Avrupalı gibi, ben de tek bir ülke tarafından (benim ülkem de buna dahil) yönetilen değil de, çok yanlı bir dünyada yaşamayı tercih ederim. Bir başka müfrit, korku dolu yüzyıl olma yolundaki bu yüzyılda, insanlığın, dünyanın gidişatını düzeltebileceği, iyileştirebileceği düşüncesinin ilkelerine, özellikle de Virginia Woolf'un "hoşgörünün melankolik erdemi" adını verdiği görüşüne sonsuz destek verdiğimi söyleyebilirim.Önce bir yazar olarak konuşmama izin verin, edebiyat denilen işin temsilcisi olarak, çünkü benim yetkinlik alanım bundan ibaret, içimdeki yazar, tüm bunlara yürekten bağlı olsam da, iyi vatandaşa, "entelektüel, sanat elçisi"ne, insan hakları savunucusuna güvenmiyor -bu ödülün bana verilme nedenleri bunlar. Yazar, doğruyu yapmaya çalışan, doğruyu destekleyen kişiden daha şüphecidir, kendinden daha çok şüphe duyar.Edebiyatın bir görevi de sorular üretmek ve halihazırdaki inançlara karşı argümanlar öne sürmektir. Sanat, muhalif olmadığı zamanlarda bile zıtlığa yönelir. Edebiyat diyalogdur, yanıt vermektir. Edebiyat, kültürler gelişip birbirleriyle etkileşime girdiğinde insanlığın canlı ve ölü olana tepkiselliğinin, yanıtının tarihi olarak tanımlanabilir.Yazarlar, bu ayrılık klişeleriyle, farklı olduğumuz klişeleriyle savaşmak için bir şeyler yapabilirler. Çünkü yazarlar sadece mitleri aktaran değil, aynı zamanda onları yaratanlardır da. Edebiyat sadece mitler sunmaz, onların karşı mitlerini de öne sürer, tıpkı hayatın karşı tecrübeler -ne düşündüğünüze, hissettiğinize ya da inandığınıza şaşırmanızı sağla yan tecrübeler- sunması gibi.Bence, yazar, dünyada neler olup bittiğine dikkat eden kişidir. Yani insanoğlunun ne tür kötülüklere muktedir olduğunu anlamaya, içselleştirmeye, ilişki kurmaya çalışan, ama bu anlayışının sonunda kendisinin yozlaşmasına, bunların onu alaycı ve yüzeysel kılmasına izin vermeyen kişidir.Edebiyat, bize dünyanın neye benzediğini anlatabilir. Edebiyat, dil ve anlatı aracılığıyla standartlar sunup derin bilginin kuşaktan kuşağa geçmesine imkân sağlayabilir. Edebiyat, başkaları için, bizden olmayan, bizim olmayanlar için ağlamayı öğretebilir bize, bu yetimizi kullanmamızı sağlayabilir. Eğer bizden olmayanlar ve bizim olmayanların duygularını anlayıp paylaşama-saydık, kim olurduk biz? En azından bir süreliğine de olsa kendimizi unutamasak? Eğer öğrenemesek kim olurduk? Affedemesek? Olduğumuzdan başka bir şey olmaz mıydık? Bu şerefli ödülü, bu şerefli Alman ödülünü almamdan dolayı elime geçen fırsatı kullanarak, izin verirseniz kendim hakkında bir şeyler anlatmak istiyorum.Hitler'in iktidara gelmesinden iki hafta önce, üçüncü kuşak Polonya ve Litvanya Yahudisi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim. Amerika'nın Arizona ve California eyaletlerinde, Almanya'dan çok uzakta büyüdüm. Buna rağmen tüm çocukluğum boyunca Almanya'nın ne denli korkunç bir ülke olduğu fikri yakamı bırakmadı hiç, çocukluğum Almanya, bugün neyin yüce ve değerli olduğunu belirleyen ölçütlerimin olmasını sağlayan sevdiğim Alman kitapları ve müzikleriyle doluydu. Bach, Mozart, Beethoven, Schubert ve Brahms'tan önce tanıştım birkaç Alman kitabıyla. Güney Arizona'daki ilkokulumdaki bir öğretmenimi hatırlıyorum, Meksika'da Pancho Villa'ya karşı Pershing ordusuyla savaştığını anlatıp öğrencilerinin saygısını kazanan Bay Starkie'yi. Görünen o ki, o zamanki Amerikan emperyalizminin eski gazilerinden olan bu kır saçlı bey, Alman edebiyatının idealizminden etkilenmişti ve benim de kitaplara ne denli meraklı olduğumu bildiğinden Werther ve Immensee kitaplarını ödünç vermişti. Çocukluğumun çılgınca okuma günlerinde, şans eseri başka Alman kitaplarıyla da tanıştım. Korku ve adaletsizliği keşfettiğim Kafka'nın Ceza Kolonisi de bu kitaplar arasındaydı. Ondan birkaç yıl sonra, Los Angeles'ta bir lise öğrencisiyken, tüm Avrupa'yı bir romanda buldum. Hayatımda hiçbir kitap, kısaca Avrupa medeniyetinin göbeğinde yaşanan idealler çatışmasını konu alan Büyülü Dağ kadar önemli olmadı benim için.Sonrasında da Alman yüksek kültürüyle yoğrulmuş uzun bir hayat. Aslında yaşadığım kültürel çöl göz önünde bulundurulursa, bana o zamanlar neredeyse gizli ve olağanüstü tecrübeler edinme imkânı veren kitaplar ve müzik dışında, bir de gerçek tecrübeler vardı. Alman kültürel diasporasının son mirasçılarından olduğumdan, Hitler'den kaçıp 1930'larda Amerika'ya gelen ve ülkeyi, özellikle de üniversiteleri zenginleştiren eşsiz bazı mültecilerle, yazarlar, sanatçılar, müzisyenler ve akademisyenlerle tanışma fırsatım oldu.Onlu yaşlarımın sonunda, yirmili yaşlarımın başında arkadaşım olarak adlandırma imtiyazına sahip olduğum ikisinin ismini vereyim: Chicago Üniversitesi ve Harvard'da beraber okuduğum Hans Gerth ve Herberth Marcuse. Sonra Ohristian Mackauer ve Paul Tillich, Peter Heinrich von Blanckenhagen, özel derslerde beraber olduğum Aran Gurvvitsch ve Nahum Glatzer, daha sonra yirmili yaşlarımın ortalarında New York'a taşındıktan sonra tanıştığım Hannah Arendt. Anılarını burada yâd etmek istediğim isimler bunlar. Ama tüm bunların arasında, Alman kültürüyle, Alman ciddiyetiyle tanışmamın, on yaşımdayken ilkokulda öğretmenim olan ve sonra bir daha hiç görmediğim adı sanı bilinmeyen, eksantrik Bay Starkie'yle (ilk adını bildiğimi bile sanmam) başladığını asla unutmayacağım.Bu da aklıma bir hikâye getirdi, konuşmamı sonlandıracağım hikâyeyi -böyle olması uygunmuş gibi gözüküyor, neticede ben ne bir kültür elçisiyim, ne de hükümetimin ateşli bir eleştirmeni; bu görevi sadece iyi bir Amerikan vatandaşı sıfatıyla yerine getiriyorum. Ben bir öykü anlatıcısıyım.Bay Starkie'nin verdiği Goethe ve Storm kitaplarında çocuk olmanın bunaltıcı görevlerinden kaçışı bulan, o kitaplar sayesinde nefes alan on yaşındaki bana dönersek eğer, o zamanlar -1943 yılında-Arizona'nın kuzeyinde içinde binlerce tutuklu Alman askerinin, Nazi askerinin olduğu bir hapishane olduğunun farkındaydım ve bir Yahudi olduğumu bildiğimden (sadece lafta Yahudi'ydim, çünkü aslında ailem gayet laik bir aileydi, ama sadece ismen Yahudi olsam da, bu Naziler için yeterliydi) sürekli aynı kâbusu görüyordum.Rüyamda Nazi askerler hapishaneden kaçıyor, annem ve kız kardeşimle yaşadığım kasabanın dışında olan evimize geliyor ve beni öldürmeye çalışıyorlardı.Bundan yıllar sonrasına, 1970'lere, kitaplarımın Hanser Verlag tarafından yayınlanmaya başlandığı zamanlardan Şubat 1999'da öldüğü güne kadar Hanser'deki editörüm olan güzide insan Fritz Arnold'la tanıştığım yıllara gelirsek, ilk karşılaşmalarımızda Fritz bana -sanırım bunun aramızda gelişecek herhangi bir dostluğun önkoşulu olduğunu düşündüğünden- savaş yıllarında neler yaptığını anlatmak istediğini söyledi. Bana böyle bir açıklama yapmak zorunda olmadığını söyledim, ama elbette ki bu konuyu açmış olması etkilemişti beni. Bu arada belirtmeliyim ki Fritz Amold, tanıştıktan sonra bana Nazilerin başta olduğu yıllarda neler yaptığını anlatmak isteyen kendi kuşağından (1919 doğumluydu) tek Alman değildi. Ve dinlediğim tüm hikâyeler de Fritz'ten duyacaklarım kadar masum hikâyeler değillerdi.Neyse, Fritz bana savaşın başladığı zamanlarda, onbaşı rütbesiyle Wehrmacht'a gönderildiği sırada, önce Münih'te, sonra da Köln'de edebiyat ve sanat tarihi okuyan bir üniversite öğrencisi olduğunu anlattı. Ailesi Nazi yanlısı değildi. Babası Simplicissimus'un efsanevi siyasi çizerlerinden Karl Arnold'du, ama bir yerlere göç etmek de söz konusu bile değildi. Bu yüzden, korkarak da olsa Fritz, ölmemeyi ve öldürmemeyi umut ederek kendisine verilen görevi kabul etmişti. Şanslıydı. Önce (üssünün kendisini teğmenliğe yükseltme önerisini reddettiği) Roma'da, sonra da Tunus'ta görevlendirilecek kadar, cepheden uzakta olacak ve bir kere bile bir silahı ateşlemek zorunda kalmayacak kadar ve son olarak da 1943 yılında Amerikalılar tarafından esir alınacak ve diğer Alman askerlerle birlikte Atlantik'i aşıp Norfolk Virginia'ya, oradan da trenle kıtanın öte tarafına, savaşın geri kalan kısmını geçireceği hapishaneye, .Kuzey Arizona'ya getirilecek kadar -bu doğru kelime mi, bilmiyorum ama şanslıydı.İşte o zaman ona, hayretle içimi çekerek -çünkü zaten bu adamı sevmeye başlamıştım, bu çok sıkı bir dostluğun, aynı zamanda da yoğun bir iş ilişkisinin başlangıcıydı- Kuzey Arizona'da savaş suçlusu olarak tutuklu bulunduğu zamanlarda, Nazi askerlerinden korktuğumu, onlardan asla kaçış olmadığını düşündüğümü söyleme keyfini yaşadım.Sonra da Fritz bana hapishanede geçirdiği neredeyse üç yıl boyunca, orada olmaya katlanmasını sağlayan tek şeyin kitap okumasına izin verilmesi olduğunu anlattı: Hapishanedeki yıllarını, İngiliz ve Amerikan klasiklerini tekrar tekrar okuyarak geçirmişti. Arizona'da büyümeyi bekleyen, daha büyük bir gerçekliğe kaçmayı bekleyen küçük bir çocukken beni kurtaranın da kitap okumak olduğunu, hem İngilizce, hem de çevrilmiş yabancı dillerdeki kitapları okumak olduğunu anlattım ben de ona. Edebiyata ulaşabilmek, dünya edebiyatına ulaşabilmek, millî kibrin hapishanesinden, zevksizlikten, estetik yoksunluğundan, zorunlu taşralılıktan, anlamsız okul eğitiminden ve noksan kaderlerden ve kötü şanstan bir kaçıştı.Edebiyat, daha büyük bir hayata, yani özgürlük alanına yollanmaya imkân veren bir geçiş belgesiydi. Edebiyat, özgürlüktü. Özellikle de okumanın değerine ve ruhaniliğe böylesine gayretle meydan okunduğu zamanlarda, edebiyat özgürlüktür.

Çeviren: Çiğdem Dalay

Çeviri ilk olarak 20 Aralık 2003 tarihinde Post Express dergisinde

yayımlanmıştır

23 Haziran 2014 Pazartesi

Boğaziçi’ne Değgin Efsaneler (BOSPHORUS), Halikarnas Balıkçısı

BOĞAZİÇİ’NE DEĞGİN EFSANELER,BOSPHORUS

Karadeniz Boğazının adı Bosfor (Bosphorus), şu efsaneden alınmadır:

Argos kralının kızı İo’ya tanrılar tanrısı Zeus abayı yakar. Zeus, güzel İo ile seviştiğini, çok kıskanç karısı Tanrıça Hera’nm görmemesi için kendisini ve sütbeyaz İo’yu bir kara buluta sarar. Ama Hera, hileyi çakar ve bulutu üfler. Zeus ne yapmakta olduğunun meydana çıkmaması için İo’yu hemen bir buzağıya çevirir. Hera bu oyuna da aldanmaz. Güzel ak buzağıyı Zeus’tan ister; Zeus da vermek zorunda kalır. Hera, buzağıyı sığırtmaç, yüz gözlü Argos’a teslim eder. Argosun birkaç gözü uyurken birkaç gözü açık kalıp gözetlermiş. Zeus buzağıyı kurtarmak için Hermes’i sığırtmaca gönderir. Bir çoban kılığına giren Hermes, kavalıyla bir ninni çalarak ve uzun uzun masallar anlatarak Argosun yüz gözünü de uyutup kapattıktan sonra onu öldürür. Hera, Argos’un yüz gözünü alıp renk renk açılan haleler biçiminde sevgili kuşu tavus kuşunun kuyruğuna serper. Ama İo yine kurtulmuş olmaz. Hera ona (yani buzağıya), ısırıcı bir atsineğini musallat eder. Bu sinek İo’nun ot yemesine ve uyumasına engel olur, onu habire, bir yerden başka bir yere sürer. İo, böyle diyar diyar kaçarken Boğaziçi’nden geçer. Onun için Boğaziçi’ne Buzağı geçidi anlamına gelen Bosphorus adı takılır. 

Bu efsanenin en güzel yanı, Argos’u uyutmak için Hermes’in son olarak söylediği masalla, İo ’nun Kafkas dağlarında Prometheus’a rasgelerek onunla konuşmasıdır. 

O günlerde Prometheus bir narteks dalı almış (narteksler yalnız Anadolu ve Yunanistan'da yetişen bir bitkidir), tanırların sarayını taşıyan Olympos dağının tepesine gizlice çıkıp orada tanrıların kutsal ateşini çalmış ve ateşi narteks sapının içinde insanlara taşımıştı. İşlediği bu suç için Prometheus, «Kafkas dağının yalçın ve ıssız bir uçurumuna zincirlenir. Her an büyüyen yüreğini bir kartal durmadan yiyordu. (Prometheus, kesinlikle ateş yapmak için bir alet, bir kolaylık icadeden pek eskiden yaşamış bir dahîydi. Ateş, tanrılar tanrısı Zeus’un tekelinde olduğu için papazlar, tanrının işlerine karışıyor diye onu Galileo’nun Vatikan’a karşı düştüğü duruma düşürmüşler ve hayalen —belki de gerçekten— onu Kafkas dağlarına zincirleyerek cezalandırmışlardır. Sonradan halk onu tanrılaştırmıştır). 

Prometheus’un zincirlendiği kuş uçmaz, kervan geçmez tepeye günün birinde, bir kız sesiyle konuşan ve umutsuzlukla bunalan bembeyaz bir buzağı tırmanır. Bunu gören Prometheus şaşırır. Buzağı İo ’dur ve Prometheus’u tanıyarak ona, «Ey suratı fırtınalarla biçilip harabolmuş, yüce ateş çalıcı dev! Ey ölümsüz bakışı ölümlü insanların acılarını görerek onlara yardım özlemiyle yanan koca Prometheus! Senin tanrısal cinayetin insanlara acımaktan kaynaklanıyordu. Merhametinin armağanı ise nedir? Sessiz bir işkence, kaskatı kaya ve ağır zincirler. Ama senin o sabırlı gayretin ve yerle göğün sarsamadığı o sağlam iraden biz insanlara güçlü bir ders oldu. Söyle ey ulu kudret, sonum ne olacak?» diye yalvarır.

Bu sözleri duyan Prometheus’un sesi tatlılaşır; İo ’yu avutmaya kalkışır. Ama bu avuntu uzak bir geleceğe aittir. İo daha birçok yerler gezecektir; buzağı olarak kıyılarında ilk koştuğu denize «ioniyen» diye onun adı verileceğini ve Kafkasya’ya gelirken geçtiği yere, uzak zamanlara kadar Buzağı geçidi (Bosforus) denileceğini ve onun torunlarından Herakles adında bir kahraman doğup onu bağlayan zincirleri koparacağını ve ona özgürlüğünü yeniden vereceğini söyler. 

Gelelim Hermes’in Argosu uyutan masalına: Zeus, Hermes’i çağırıp ona, «Hemen şimdi çoban Argos’a git, İo'yu yüz gözlü heriften kurtar!» diye buyurunca Hermes, başına kanatlı külâhmı, ayaklarına kanatlı terliklerini, eline de uyku getirici âsasını (kaduse'sini) aldı. Gökteki kulelerden yeryüzüne sıçradı. Orada kanatlarını bir yana bıraktı ve Argosun önüne çoban kılığında çıktı. Çağrılısı olarak Argos’un yanına çömelip, orada yedi düdüklü sirinks (syrinks) ya da pandean (doğa tanrısı Pan’m müzik âletidir) flütünü çalmaya koyuldu. Hermes’in Argosu uyutmak için söylediği öykü şuydu:

«Syrinks adlı bir orman perisi varmış. Bu güzel periye keçi ayaklı «satir»ler ve derin ormanların daha başka gizemli varlıkları âşık imişler ve onu kovalarlarmış. Ne var ki, Syrinks Artemis’e sadık perilerdenmiş (Artemis sonsuzluğa değin kız oğlan kızdı, perileri de öyleydi). Hattâ bazen onu Artemis'in ta kendisi sanırlarmış. Biricik farkları, Artemis’in oku gümüşten, Syrinks’inki ise boynuzdanmış. Pan bu peri kızını görüp sevmiş. Ona diller dökmüş, peri dinlemek istememiş. Pan onu kovalamış. Bir ırmak kıyısında tam ona yetişip kollarıyla onu sarmak üzereyken, Syrinks, kardeşleri su perilerinden imdat istemiş. Pan’ın kolları Syrinks’i değil, bir kucak dolusu sazı bağrına basmış. Pan, içini acıyla derin derin çekince rüzgâr da sazlıktan yüreği «cızz.» diye yakan hazin ve tatlı bir ses çıkarmış. Pan, «Hiç olmazsa bu biçiminle benim olacaksın!» diyerek başka başka uzunlukta yedi sazı balmumuyla yan yana yapıştırarak «sirinks» adını verdiği müzik âletini icadetmiş.»

Bu efsanede, Anadolu’da icadedilen kromatik yedi notalı düdüğe değinilmektedir. Bu âlet ve müzik Yunanistan’da icadedilen dört telli lire (lyre) kat kat üstündü. Bu iki müzik âletini çalanlar arasındaki rekabet yarışmasında Apollon’un ve yine Pan’a karşı Apollon'un müzik yarışmasına ait masallarda adamakıllı belirtilmiş bulunuyor. Bu efsaneler Salihli’de ki Bozdağ (Traolos dağına) ve Aydın’daki Çine çayına (Marsyas çayına) ait oldukları için, onları oralara vardığımız zaman anlatacağız.

Her ne kadar bu Syrinks ve Pan masalı insanı esnetici ve uyutucu nitelikte değilse de, Argos bazı karaborsacılar gibi açık gözlü kurnazlığına karşı kalın kafalıymış ki, esneyip uykuya dalmış. 

İstanbul Boğaziçi’nden başka bir de Karadeniz'i Azak denizine bağlayan Kerç boğazı, Simer Bosforus’u vardır.

'Çalıyor ama bizden' diyenin her şeyi bu dünyadır

Hocaların hocası Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş meslektaşım dediği Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığını destekliyor. Paralel kavramının ise 17 Aralık yolsuzluk operasyonuna dair halkın dikkati dağıtmak için kullanıldığını söylüyor.Türkiye Büyük Millet Meclisi kulisleri karışıktır. Çünkü Meclis’te, o sıralar 10. cumhurbaşkanı seçilmeye hazırlanılıyordur. Aday olarak bir tarafta Fazilet Partisi milletvekili Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, diğer tarafta beş partinin ittifak ettiği bir isim Ahmet Necdet Sezer vardır. Gerçi o seçimde toplam 10 cumhurbaşkanı adayı vardır ama öne çıkan bu iki isimdir. Yalçıntaş, 2012’nin sonlarında çıkan Hatıralar kitabında bu sürece değiniyor. Daha doğrusu Meclis koridorlarında kendisi için kulis yapmaya giden oğlu Murat Yalçıntaş’a siyaset arkadaşlarının tavrından sitemle bahsetmekle yetiniyor.Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş’ın yaklaşık 900 sayfalık hatıratında şöyle bir değindiği bu vakayı yazmak için, yakın tanığı gazeteci Mehmet Çiftçigüzeli, Yalçıntaş’tan izin istemiş. Aklıma hemen, hatıratını okurken neden detaylı anlatılmamış diye düşündüğüm geldi. Kendisine de bu kanaatimi zikrettiğimde gülümsedi, “Olayların başkalarını, daha doğrusu arkadaşlarımı, her iki manada dost arkadaş, siyaset arkadaşlarımı üzebileceği için onların hemen hemen hiçbirini yazmadım, sadece dokundum.” dedi. Çiftçigüzeli’nin seçimlerden sonra çıkacak kitabı çok ses getireceğe benziyor. Muhalefet, cumhurbaşkanı adayı olarak Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nu gösterdi. Sizce nasıl bir isim ve karar?Olumlu ve yerinde bir karar olduğu kanaatindeyim. Ekmeleddin İhsanoğlu meslektaşımın değişik, sıra dışı kabul edilecek bir aday olduğu fikrine katiyen katılmıyorum. Ekmeleddin bey, Türk milletinin içinden çıkmış ve onun bütün milli ve manevi değerlerini temsil eden bir kimlik yapısına sahiptir. Öz be öz bu vatanın evladıdır. Bilgili, geniş dünya görüşü olan bir meslektaşımdır. Çok senelerden beri tanışıyoruz. İstanbul Üniversitesi çatısı altında ortak mesaimiz oldu. Değerli bir akademisyendir.CHP’nin aday göstermesi şaşırtıcı bulundu.CHP hakkındaki görüşlere katılmıyorum. CHP, eski aşırı CHP değil. Kaldı ki aşırı insanlar her partide bulunur. CHP’nin aynı MHP gibi milletimizin değerlerine sahip bir kişiyi seçmiş olması her yönden isabetlidir. Eminim ki iktidar partisi AKP de bu sıfatlara sahip bir aday gösterecektir. Seçilecek cumhurbaşkanı milletin tümünün arzu ve tercihlerini temsil eder. Sizin de karşınıza 5 partinin ittifak ettiği bir aday çıkmıştı. Bu anlamda bir benzerlik var mı?Bu benim durumuma benzemiyor. O seçimlerde iktidarla beraber tüm partiler Ahmet Necdet Sezer’i bir belge imzalatarak karşıma çıkardılar. Burada ise iktidar partisi de aday çıkaracaktır. Ve parti bütün kütlesiyle destekleyecektir. 10. Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanan Ahmet Necdet Sezer sonra anlaşma dışına çıkmıştı. Benim partimden dahi oy verip sonra şikayet edenler oldu.Hatıratınızda 28 Şubat’ı ‘mütedeyyin insanların acı günleri’ diye anlatıyorsunuz. Bugünleri peki nasıl tanımlıyorsunuz?Bugün de bir kısmıyla acıdır. Neden? 28 Şubat’ta iktidarda bulunan askerî ekibin ilk hedefi dindarlar oldu. Hatta Süleyman Demirel, çok aşırıya gittiğini görerek beyanat verdi, dindarların üzerine bu kadar varılmasın diye. Bugün de paralel devlet diye bir şey tutturdular. Peki, nedir bu paralel devlet, anlamaya çalıştım. Kendilerini dinliyorum, hemen her Allah’ın günü. Sayın Başbakan ve onunla beraber olanlar paralel devlet, paraleller, Haşhaşiler… Buna benzer tekrar etmek istemediğim ağır sözler söylüyor. Bunlar devlet içinde devlet oldu diyorlar, tayinler fırtınası yapıyorlar. Fethullah Hoca’nın çalışmaları içinde olan, senelerden beri tanıdığım dürüst insanlara sordum. Bu insanlar hiçbir zaman bana yalan söylememiş, aldatmamış insanlar. Gördüm ki bugünkü siyasîlerin, iktidarın mensuplarının söyledikleriyle alakası olmayan meseleler.Sizce sorun ne? Hükümet sizin dürüst dediğiniz insanlarla böyle gözü kara neden mücadele etsin ki?Kati böyledir diyecek bir çalışma yapmış değilim. Müşahedelerim iki sorundur. Birincisi; birdenbire rüşvet skandalı, rezaleti ortaya çıktı. Rüşvet aldığı ileri sürülen kişiler hükümetin içindeler, bakanlar. Şimdi bu ne demektir, hükümeti tanzimde ve yürütmede büyük bir zafiyet vardır. İddianame şeklinde, öyle olmuştur diyemem. Çünkü hukukta bir tabir vardır: “Şek ile yakin hasıl olmaz.” Yani şüphelerle hakikat elde edilemez. O şüpheleri araştırmanız lazım. Sağlam delillere dayandırmanız lazım. Ama ortada büyük bir skandal var. Görüntülerle, ifadelerle bazı kişiler tevkif edilmiş, atılmış.Şimdi bu hükümet için çok sarsıtıcı bir şeydir. Son dönemde birçok ülkede de olmuştur; Fransa’da, Japonya’da. Yapılacak şey, normali neydi; hükümetin istifasını vermesi, kabinenin çekilmesi, yerine cumhurbaşkanının yeni bir başbakan atamasıydı. Muhtemelen yine Tayyip Bey’i atayacaktı. Çünkü partinin başkanıdır. O da bu arkadaşları dışarıda bırakarak yeni bir kabine kurabilirdi. Bu yapılmadı, birdenbire ortaya o zamana kadar hiç telaffuz edilmemiş derin devlet tabiriyle, o kişiler de ismen söylenmiyor, devlet memurları itham ediliyordu. Bir kere bu, hukuki prensiplere aykırıdır. Bir suç varsa suçlu olur. Suçun delilleri, somut delilleri olması lazım. Varsa savcılıklar takibat başlatır. Aylarca bir derin devlettir gitti. Biz de her yerde söyledik, bir memlekette normal devlet, derin devlet olmaz. Zannediyorum bizim de telkinlerimizle bir ay kullandıktan sonra bıraktılar, derin yapıya geçtiler. Yapı daha soyut.İki sebep var dediniz; birincisi yolsuzluk iddiasının üstünü kapatmak, ikincisi nedir? Kapatmak demeyelim, kamuoyunun dikkatlerini oradan uzaklaştırmak. Bu büyük bir skandal, yani yolsuzluk öyle az buz bir şey değil, yakın Türk tarihinde en önemli rüşvet olayıdır. Dikkatleri oradan uzaklaştırmak için neden cemaat seçildi?Nedenini araştırdım. Fethullah Hoca’nın çalışmaları içinde olan arkadaşlarla görüştüm. Anlaşılan şu ki; AK Parti hükümet olmuş, devletin muhtelif yerinde çalışacak elemanlar için isim istemiş. En büyük yanlışı yapmışsınız dedim. Bir kere bu önce yanlış intibadır. Bunlar devleti istila mı ediyorlar? İstenen kritik noktalara ihtisas sahibi bir kişi istenir, bir kişi vermezsiniz, üç-dört kişi verirsiniz onlar seçer. Bir örnek vereyim; 10 sene Aydınlar Ocağı başkanlığı yaptım. Meclis’e girince bıraktım. Bizden eleman isterler. Biz onlara bir isim göndermeyiz, bir isim göndermek demek onu empoze etmeye çalışmak demek, o bakanın o yetkilinin tanıyacağı üç-dört isim göndeririz. AK Parti hükümeti sizden isim istiyor diye elinizdeki tüm isimleri önlerine koymanız yanlış, alanlar bakımından da yanlış. Hükümet tarafı bu sefer bakacak, işine en iyi gelecekleri alacak, objektif değil sübjektif bakacak. Dolayısıyla bir yanlışlık yapmışlar. Bir de bu tayinlerin yapıldığı yerlerde başka insanlar var. Bizde memurlar ‘tekkeyi bekleyen çorbayı içer’ zihniyetinde hayatı yaşar. Orada adam üç sene, beş sene bekler şube müdürü olmak için. Birdenbire gelen hükümet, oralara kendi düşüncesine göre insanlar getirmiş. Devleti bilmek lazım. Hem on sene bu adamları almışsınız, hatta 12. seneye girdik, 11 sene bu insanlarla çalışmışsınız, 11 sene Haşhaşi olmamışlar da 12. sene mi olmuşlar?17 Aralık’tan sonra mı?Çok açık. Görülüyor ki bir vaka. O vaka rüşvet vakası. 17 Aralık ile birlikte bu kadrodan kurtulmak istediler. Adalet sisteminde benim şahsen anlayabileceğim bir şey değil. TRT Genel Müdürlüğü’mde 7 bin çalışanım vardı. Birkaçını doğuya göndermek istediler. Hem de ilk geldiğim haftalarda. Sordum bunlar evli insanlar mı? Evet evliler, çocukları var, bu çocuklar okula gidiyor. Diyelim tayin ettik Van’a. Ev var mı, okul ne olacak? Ama ciddi bir sebep varsa onun da usulü vardır. Bu da, telefon açıp şu adamı, bu adamı şuralara gönder değildir. Disiplin kurulu vardır, müfettişler vardır. Müfettişler tahkikatı yapar, disiplin kuruluna gönderir. Dolayısıyla bu da yanlış olmuştur.AK Parti seçmeninde bu sürece dair genel kanı şuydu: Türkiye’de halk kendi değerleriyle barışık, kendi dini kültürel değerlerini yaşayan siyasetçi ve lider figürünü çok fazla göremedi. Tayyip Erdoğan ve AK Parti toplumun değerlerine saygılı ve yaşayan bir figür olarak siyasette var. Bugün bu ideal siyasetçi ve siyasî partiyle uğraşıyorlar. Zaten herkes çalıyor, bu işin doğasında var. Çalıyor ama bizden, çalışıyorlar da. AK Parti’nin seçimde oy kaybetmemesi seçmenin bu mantıkla yaklaşmasına bağlandı...Buyurduğunuz şeyi anlıyorum, gerçekten bunlar söyleniyor. Fakat eğer ‘çalıyor ama bizden’ diyenler varsa bunlar İslam’ın ‘i’sinin noktasını anlamamış insanlardır. Böyle bir fikir ancak İslam’dan ruhen uzaklaşmış, bozulmuş, her şeyi dünyadan ibaret görenlerde olur. Benim gibi bir insanın bunu kabul etmesine imkân yoktur. Eğer bir insan inanca bağlı olduğunu söylüyorsa, bu inanç ne olursa olsun bu gibi bir vakayı kabul etmez. Hele ispat edilmemiş, Tayyip Bey için söylüyorum ismi geçtiği için, ‘çalıyor ama bizden’ deniyorsa, çaldığını nereden biliyorsun?. Peki, çalan insan sizden demek, sen de çalansın demek değil midir? Bu bir kere fevkalade yanlış ve kabul edilmeyecek bir şeydir. İkincisine gelince incelenirse oyların çok fazla artmadığı görülecektir.Peki ya toplumun değerlerine saygılı olma meselesi?İdarede ve şahsi hayatta en temel prensiplerden birisi, başlıcası dürüstlüktür. Dürüst olmayan bir insanın sırf ideolojik bakımdan kendiyle aynı olduğunu söyleyerek, onun kabul edilemez fiillerini meşru göstermek İslam’ı, dürüstlüğü, insanlığı anlamamaktır. İkincisine gelince; ‘Değerlerini benimsememiş siyasilerden sonra Tayyip Bey gibi benimsemiş…’ Böyle bir şey de söylemek doğru değil. Gelmiş geçmiş başbakanlardan, idareciler arasında dinine imanına bağlı, elini harama uzatmamış, tam tersine İslamî meseleler bahis konusu ediliyorsa başbakana referans vererek çok çok üst derecede savunmuş, icraat yapmış insanları demokrasinin hemen başlangıcında, hem de CHP başlangıcında tutun, Şemsettin Günaltay’dan Adnan Menderes’e, bütün başbakanlar Türk milletinin millî ve manevî değerlerini müdafaa etmiş kimselerdir. Soralım böyle diyenlere Türkiye’de en fazla imam hatip lisesi kimin zamanında açılmıştır? Süleyman Demirel zamanında. Necmettin Erbakan hocamız, kabinede başbakan yardımcısıydı, millet bayram etti, ilk defa camilerinin önüne kırmızı plakalı arabalar geldi diye. Necmettin Bey’in icraatı ne çabuk unutulacak. Turgut Özal dengeli bir Müslüman’dı, hem İslam’a hem Türkiye’ye hizmet etti. Hem de bunları vaka çıkarmadan icra etmiş biridir. Bundan önce önemli makamlarda bulunan insanların Türk milletinin millî ve manevî değerlerini bugünkü başbakan kadar temsil edemediklerini düşünüp, şimdiki başbakan ettiği için onun bazı önemli eksikliklerini görmeyip körü körüne milletin oy verdiğini, milletin öyle düşündüğünü söylemek yanlıştır.Babam rüşvet vermemek için devletle hiç iş yapmadıHatıratınızda anlatıyorsunuz, babanızın devlete iş yapmama prensibi varmış. Ama bir kez ihaleye katılıyor.Benim zorumla. Lisedeyim, büyük mağazamız var, toptancıyız. Babam devlet ihalelerine hiç girmiyor. Biliyor çünkü. Benim zorlamam karşısında baş tezgâhtara diyor ki, peki girsin. Ben de ihale şartlarını alıyorum, dolduruyorum. Kazanıyoruz. Adam bana yüzde kaç vereceksiniz deyince, bütün mesele anlaşılıyor. Babamın neden öbür bazı tüccarlar gibi ihale peşinde olmadığını anlıyorum. Babam bize çok müreffeh bir hayat yaşattı. 10 kardeşiz, evimiz hep kalabalıktı. Hatta yandaki evi satın almıştık, erkekler orada yatıyordu. Abim, ben, amcam, diğer kuzenler. Eğlenceliydi... (gülüyor)Sizin ise iki çocuğunuz var...Üç çocuğum var diyorum. Çünkü bir kız çocuğumuz var. Hanım, kız çocuğu âşığı. Birinci çocuk doğdu Murat. Sen dua ettin erkek oldu dedi. İkinci çocuk doğdu Mehmet. Yok dedi sen dua ediyorsun. Hanım yapma Allah aşkına, Allah ne verirse o olur. Ben niye isteyim? Beş kız kardeşim var. Bir bayram kız kardeşim Necla, oturup annemden babamdan kimler var bir bir yazdı. O zamanlar 49 tane çocuk çıktı, içlerinde yalnız iki-üç kız var. Hanım, eyvah benim kız çocuğum olmayacak belli bu aile... Bir kız çocuğu alalım, dedi.Evlatlık mı almak istedi?Vazifemiz bu bizim. Herkesin düşünmesi lazım, evladı olmayan... Alabilirsin, yalnız iki şartım var dedim, ne kadar küçük olursa o kadar iyi ve anne baba ne zaman isterlerse evlatlarını görsünler, kalsınlar. Hemen bulduk. Babasızlarmış, kadıncağız bakamıyor, üç kızı var. O da benim evladım oldu, okuttuk, yüksek tahsil yaptırdık evlendirdik.Yıl kaçtı?1964’te evlendik. Murat üç yaşındaydı, 68-69’dan beri bizimle beraber. Evlat olarak gördük, evlatlık görmedik.Kendi kızımız olsun diye düşünmediniz mi, daha gençmişsiniz?Ankara’daki manzarayı da gördük, bizde herkes erkek doğuruyor.Bunun adı ‘derenin taşı ile derenin kuşu vurmak’Medyaya son derece vâkıfsınız. Hatta birçok kanalın kurucuları arasındasınız. Alo Fatih vakası hakkında ne düşünüyorsunuz?Bugün böyle bir şeyin eskisi gibi olduğunu söyleyemem. O buyurduğunuz telefon açıp gazetecinin işine son verin, atın demeler askerî vesayet rejimidir. Açıyorlardı, rütbeli subaylar açıkça sizin şu yazarınız yanlış şeyler yapıyor, çıkarın, diyorlardı. Ama bugün için böyle baskı yapıldığı olmuyor. Ne oluyor, Sayın Başbakan, Alo Fatih’i arayıp -Fatih’in babasını tanırım- şunu böyle yapsan iyi olur, diyor. Bunlar normaldir. Ben bile bir seyirci olarak yanlış olan şeyi, açarım söylerim. Vatandaş olarak hakkım yok mu?Ama bunu bir vatandaşın söylemesiyle başbakanın söylemesi bir mi?Elbette bir değil ama Başbakan’ın hakkı yok mu kendi icraatına… Ha söz konusu televizyonun sahibi olsa da böyle bir şey söylese, yanlış. O söylediği şahsın çalıştığı televizyon Başbakan’ın malı değil ki. Böyle bir dilekte bulunuyor, söylüyor. Yapmadığını düşünelim. Başbakan’ın işten atma salahiyeti var mı? Yok. Bunu çok abarttılar. Doğru bir hareket mi; pek doğru değil. Neden değil, Başbakan kendi yerine özel kalemine söyler. Özel kalemler aradaki tampondur. Bir başbakanın arayıp söylemesinin manevî baskısı var ama hukuki bir baskı yok. Muhalefet bunu kaptı ve Alo Fatih üst derecede birinin alt derecede birine emir vermesini, bu müdahaleyi simgelemeye başladı.Peki bugünkü basının durumunda ne oluyor?Hükümete yakın işadamlarına gazete satın aldırtıyorlar. Havuz medyası, normal olmayan, demokrasiye aykırı, hür demokratik sistemlerin çalışmasını aksatan bir şeydir. Ama karışamazsınız. Karışacağımız yer neresidir, bunu devletin kaynaklarıyla yaparlarsa bu çok daha yanlış. İşadamları televizyonu/gazeteyi ceplerinden para verip almıyorlar, yine devletin emrinde olan bankaların verdiği krediyle alıyorlar. Bunun ismi ticarette derenin taşıyla derenin kuşunu vurmak. Derenin taşını alıp o zavallı kuşa atıyorsun sonra kebap yapıp yiyorsun. Kendi elindeki taşla vurmuyorsun.Oğlumun tutuklanması bana bir yumruktuOğlunuz Murat Yalçıntaş da tutuklanmıştı…Sincan’da 40 gün kaldı.Bu vakayı size bir mesaj olarak yorumlayanlar oldu.Mesaj falan değil, yumruk. Mesaj çok zarif bir kelime, insan sevgilisine, karısına, nişanlısına mesaj yollar. Yok yok mesaj değil yumruk.Neyin yumruğuydu?Derine giriyorsunuz. Ben size geçiştirecek cevap veriyorum. Bu yumruğu atanlar iki şeyi unuttu; birisi Cenab-ı Allah’ın adaletini. Biz yaparız, mahkûm ederiz bu oğlanı, mahkûm olunca millet, rüşvet verdi demeyecek, rüşvet diyecek. Bizde rüşvet deyince, aldı anlarlar. Şimdi adam mecbur kalmıştır trafikte, gümrükte malı kalmıştır evini yıkacaklar... gibi anlamıyor, rüşvet aldı diye algılıyor. Bir kere bu tutmadı çünkü Allah’ın adaleti. Kul safhasında da, ben yumruk atmasını bilen bir adamım, gençliğimde boks yaptım. Hiçbir zaman zalime eyvallah demem. Ne olmuş kaderimiz böyle, hayır Allah-u Teala dahi hırsızlara karşı malını müdafaa edenleri şehit sayıyor. Hakkını müdafaa edeceksin, teslim olmayacaksın. Sonuçta hak yerini buldu. Mahkemede beraat kararı çıktı.Baba olarak yargılama sürecinde hissiyatınız nasıldı? Ne düşündünüz?İki şey düşündüm; biri, oğlum çok temiz kalpli. Ben 80 yaşındayım, 30 yaşına varmadan devlet işi içine girdim, idareci oldum. Bana da böyle oyun oynamaya çalışanları gördüm. Sezdim. Neden, çünkü esnaf çocuğu olarak büyüdüm. Bizim neslimizde herkes boks yapar. Çünkü bizim devrimizde mahallede külhanbeyliler olurdu. Mecburuz. Yumruğun nereden geleceğini biliyorum. Oğlum öyle değil ki, Etiler’de doğmuş, profesörler sitesinde yaşamış. Murat, herkesi iyi bilen, iyi niyetli zanneden biri. İnandı yanına koyduğu adama. Fakat Cenab-ı Hakk’ın adaleti tecelli etti. Sadece Berlin’de değil, Türkiye’de de hâkimler var.Dedem IŞİD’in işgal ettiği topraklarda savcılık yaptı50-60 yaşında bir adamla karşılaşınca, yaşlı başlıdır tecrübe sahibidir, bizden çok daha iyi bilgileri vardır diye ne tavsiye edersiniz, diyoruz. Ben de Osmanlı’nın 700 yılı için Berlin’de vereceğim konferans için 600 yıl yaşayan Osmanlı İmparatorluğu’nun bugüne mesajı nedir diye araştırdım. Bulduğum şu oldu; adalet. Zalim devletler gittiler insanların dilini, dinini sildiler. Fransa, İspanya daha önceki din ve medeniyet izlerini sildi geçti. Osmanlı’da ise padişahlar dahi boyun eğmiştir, alimlerin ve adaletin karşısında. Beşerî ilişkilerde en büyük prensip adalettir. Benim de hayat felsefem budur; adalet, haktan yana olmak. Annemden babamdan geliyor. Annemin büyük dedesi Deyrizor savcısı ve sorgu hâkimi. Yani şimdi IŞİD’in işgal ettiği yerlerde görev yapmış. Müslüman ya eliyle, ya diliyle düzeltmeli ya da buğzetmeliHadis diyor ki; Siz bir haksızlık görürseniz önce elinizle düzeltin, elinizle düzeltemezseniz sözle düzeltmeye kalkın, eğer sözle de söylemek tehlikeliyse kalbinizle buğz edin, o da en zayıf imandır. Bizim gibi insanlar bir yanlışlık görüyorsa dile getirmeli.Reaksiyoner solculara ev yaptırdımTRT’ye genel müdür olarak atandığımda, görevi teslim almak için gittim. Binanın penceresinde personel, yarı beline kadar sarkmış bağırıyor, ‘gerici genel müdür istemiyoruz’ diye. Sorsam Marksist teoriyi bilmez. Böyle şeylerden haberleri yok, günün havasına uymuşlar. Talebem olsalar iki-üç sualde sınıfta kalırlar. İnsan anlamadan, okumadan nasıl solcu olabilir, reaksiyoner. Gayri memnundur. Hayatındaki eksiklikler var ki ondan dolayı kahrolsun bu rejim diyor, hükümet yanlış diyor. Araştırttım. Baktım bu kişilerin hemen hemen yüzde 80’i kirada oturuyor. Evi yok. Ben de ilk iş kooperatif kurdum. İlk kooperatif kurduran benim.Anayasa komisyonu baştan iş yapmamak üzere kurulduAnayasa Komisyonu’ndan bir şey çıkmayacağı belliydi. Her partiden eşit sayıda, iki kişi var komisyonda. Bu partilerin her birinin kendi kitlesi var. Bir parti var 300 milletvekili, milyonlar; öbürü 20 milletvekili. O zaman Meclis’te de eşit sandalye verin. İkinci durum şu; her parti hele partiler küçüldükçe kendilerine has fikirleri var, kulüp gibi. Her kulübün kendi taraftarı var, o fikirlerin o prensiplerin iddiaları dışında iddia kabul etmez. Etmeye kalkışsa hikmet-i vücudu kalmaz. Niye ayrı parti oldu? İllaki ısrar edecek. Reyler de eşit olduğu için çıkmaza girer. Girdiler. Baştan beri söylüyordum bunu; müşterek metne varmamak için yaptılar. Hiç şüphesiz aksi halde her parti kendi fikirlerini müdafaa etmemiş olacak.

18 Haziran 2014 Çarşamba

Ben Doğmadan Önce, M.C.Anday

BEN DOĞMADAN ÖNCE Denizlerden gelDurup bakmak için gelDönüp gitmek için gelGüvercin göğsü gibi,Sevincim, ağarmış sevincim benim.Ha aşkın dikeni, ha ölümün dikeniElimde bildik ağustos böceğiKızgın bir ekvator hayvanı gibi.Tarlalardan gelBir koşup bir durarakPeşinde bir çift arıToz içinde bir güneş,Sevincim, kocamış sevincim benim.Ve bütün savaşımlara katıldımGözlerimdeki cesetlerdi ağırlığımBakırla turunç ağacından bir karışım.Tahta bir köprüden gelBize benzer akarsu bazenKüçük bir andır sonsuzlukBen doğmadan önceki mevsim,Sevincim benim, kutsanmış sevincim.

17 Haziran 2014 Salı

İkaros'un Ölümü, M.C.Anday

Pieter Bruegel de Oude - De val van IcarusİKAROS'UN ÖLÜMÜ Doğum çoğuldur, ölüm tekilMumdandı aç tutkumun kanatlarıUçuyordum sevinç içinde.Herkes işinde gücündeydiYok olmuş damlar ki unuttum.Ve güneşin basamağından döndüm geriÜfür üfürü uçardı yalnızlıkZamansızlığın kanadı yalnızlık.Hiç yıldız doğmadı ben gökte ikenNe düşlediğimi unuttum.Çift sürüyordu bir köylü iki büklümKalkmak üzereydi ak bir gemi limandanDenize düşeni kimse görmedi.Herkes işinde gücündeydiVe acı çekmeği unuttum.Belleğimde hâlâ gökyüzü dünyaYüreğin yaban arısı yalnızlıkYaşantısız daldı yalnızlık.Tükenmiş tutkumun neşeli ağırlığıGöksel erincimi unuttum.Ölmeden bütün sabahlarımı unuttumDenize düşeni kimse görmediGökten indiğimi kimse görmedi.Ak bir gemi kalkıyordu limandanGörmediklerimi unuttum.Bölünmemişti tarihsiz günVarlığın kanatsız adı yalnızlıkSudan dışarda kalmış ayaktı yalnızlık.Soyağacına tırmanmıştım putsuz tanrınınÖlümün dilini unuttum.Düşüncem yavaş yavaş giriyordu varolanaTam bir uygunluk yoktu aramızdaSaydam yağmur gibiydi canlandıran ölüm.Herkes işinde gücündeydiOlanı biteni unuttum.Yaşadığıma inanılmaz benimMasal kahramanı gibiyimKimse görmeden yittim gittim.

16 Haziran 2014 Pazartesi

Irak ve Suriye’nin bölünmesine hazır olmalıyız

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sedat Laçiner, aynı zamanda uluslararası güvenlik ve terör uzmanı. Laçiner’le bayrak hadisesini, Lice’deki olayları, çocuğu dağa çıkarılan annelerin eylemini ve Ortadoğu’nun yeni baş ağrısı IŞİD’i konuşmak üzere bir araya geldik. Yıllardır terör üzerine çalışan Laçiner, ‘çözüm süreci’ adı altında yapılan yanlışları anlattı.Diyarbakır’da 2. Hava Kuvveti Komutanlığı’nda Türk bayrağının indirilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?Bayrak çok sembolik bir değer. Birilerinin sinir uçlarıyla oynamak istiyorsanız kutsalına dokunursunuz. Bu kitap olur, bayrak olur. Bayrağın indirilmesi de provokatif bir eylem. Zamanlaması bakımından planlı, hedefe dönük olarak yapıldığını gösteriyor. Açılıma, siyasilere verilmek istenen bir mesaj var. Ama bu 16 yaşındaki eylemcinin mesajı değil. Bakıldığında en önemli şüpheli PKK, Kandil. Diğer taraftan bu operasyonun kendisine yapıldığını söyleyen bir Öcalan var. Cümleleri alt alta koyduğunuzda ‘PKK, Öcalan’a operasyon mu yapıyor?’ gibi bir tablo çıkıyor. PKK çok farklı bir yapılanma. İçinde değişik unsurlar var. O nedenle PKK’nın yaptığı eylemleri kimin yaptığını kestirmek kolay değil. PKK, ne olursa olsun Kürt coğrafyası olarak tanımladığı bölgede kendi egemenliğini kurmak istiyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Kürtlere talep edilen her hakkı verse, üzerine Kürtlere Türk kökenlilerin hakkının iki mislini verse. Kürtler ayrıcalıklı millettir Türkiye topraklarında dese PKK, iddiasından vazgeçmez.PKK’nın iddiası ne?Bir Kürt devletinin inşası. Egemen bir Kürt devleti olsun, kendisi de onu yönetsin istiyor. Bu öyle bir iddia ki, bir başka Kürt grup gelip bu devleti kursa, onu bile kabul etmiyor. İddiasında o kadar kararlı.Bayrak olayı güvenlik güçlerinin çözüm süreci boyunca sessiz kaldığının fotoğrafı gibi algılandı kamuoyunda.Ordu ile hükümet arasında düne kadar bir uyumsuzluk vardı. Dolayısıyla ordu bir şey deyince hükümet bunu benimsemiyordu. Hükümet emir verdiğinde, ordu bunu emir olarak görmüyordu. MİT ile ordu arasında bir kopukluk vardı. Bunlar boşlukta dönen çarklar gibiydi. Polis bunlardan ayrı bir yapıydı. Yani güvenlik güçleri arasında bir uyum yoktu. Hükümetle ordu arasındaki o soğukluk ortadan kalktı. MİT’in başına hükümetin güvendiği biri geldi, zaten polis İçişleri Bakanlığı’na bağlı. 2012’de güvenlik güçleri arasında sıkı bir işbirliği başladı. Genelkurmay Başkanı Necdet Özel sahaya indi. PKK’ya karşı ciddi bir başarı da elde edilmeye başlandı. Ciddi ümitlenmiştim o dönem. Çünkü sahada sıkı durursanız, masada sıkı durabilirsiniz. Avantajlı hale gelebilirsiniz. O zaman bir açılım yapabilirsiniz. Fakat devlet ‘Ben açılım yapacağım, örgütle masada görüşeceğim. Ama bunu yaparken sahada olmamam lazım. Sahada olursam bunu yapamam.’ gibi bir varsayımla hareket etti. Bana göre komple yanlış bir düşünceydi.Çözüm için masada olmak yetmiyor mu?Sahada olmazsanız masada olamazsınız, hiçbir yerde yoksunuz demektir. Örgütün insafına kalır işler, sıkıntıya girersiniz. Güvenlik güçleri de süreçle beraber ciddi sorunlar yaşamaya başladı. Kendilerinden ne beklendiğini kestiremediler. Nasıl davranacaklarına dair bir rehber yine oluşturulamadı.Bayrak hadisesinden sonra fatura Genelkurmay’a kesildi…Normalde bir ordunun bahçesine giremezsiniz. ‘Dur!’ ihtarıyla karşılaşırsınız. Durmazsanız ateş açılır. Bu da orayı koruyanın yasal hakkıdır. Bayrağın indirilmesi ise daha büyük suç. Ben o olayı inanın hiç anlayamadım. Ama eğer o 16 yaşındaki çocuk vurulmuş olsaydı, bu PKK açısından efsane olacaktı. ‘Türk bayrağını indirirken öldürülen şehidimiz.’ diyerek bir mağduriyet ve negatif bir algı oluşturulacaktı. Özellikle Kürt kökenli vatandaşlarımız şöyle düşünmeye daha meyilli olacaktı: Bir Kürt’ün kanı bu kadar mı kıymetsiz.O halde, müdahale edilmemesi daha iyi oldu...En azından öldürülmemesi daha hayırlı oldu diyelim. Ama dediğim gibi bu eylemi kim yaptı? PKK mı, üçüncü kişiler mi? Türkiye’nin vermesini istedikleri tepki neydi? Belki de gerçekten ateş açılmasını o çocuğun öldürülmesini istiyorlardı.Eylemler ve serhildan çağrıları neyin göstergesi sizce?PKK meselesinde üç ana aktör var: Öcalan, PKK ve diğer sivil kanat denilen HDP, BDP, dernekler vs. Hepsini idare eden, gücü elinde bulunduran ise PKK. Öcalan hapiste, yapabileceği şeyler sınırlı. Önceliği dışarı çıkmak. Örgütü Öcalan’ın yönettiği söyleniyor ama ben öyle düşünmüyorum. Birbirlerinden istifade ediyorlar. Öcalan efsane lider konumunda çünkü. Hapishanede ölse de, örgüt onu lider olarak tutacak. Ama kararları hep PKK verecek. Öcalan çözüm sürecinde birtakım vaatlerde bulundu. Sınırın dışına çıkmak, silahları bırakmak en nihayetinde. 3-5-6 ay gibi rakamlar da verdi. Bunların hiçbirine PKK uymadı. Ama açılımı bozan taraf kendisiymiş gibi de göstermedi. Şimdi PKK’nın bir hedefi var. Bağımsız bir devlet kurmak. Bu ne zaman olur bilmiyoruz ama bunun için uğraşıyor. Öcalan’ın hedefi ise dışarı çıkmak. Onun da nihai hedefi aynı, ayrı bir egemenlik, devlet kurmak. Ve Ortadoğu’daki Irak ve Suriye’deki gelişmeleri amaçlarına ulaşmak için bir fırsat gibi görüyorlar. Türkiye içerisindeki gelişmeleri de istismar ederek yol alabileceklerini düşünüyorlar. PKK açılıma, terörü bitirecek bir araç olarak bakmadı. Silah bırakmayı asla konuşmadı, bırakmadı da. 1,5 yıl içinde örgüte katılım, silahlı adam sayısı arttı. Örgüt şehirlere PKK olarak inmeyi başardı. Örgüt ‘Ben PKK’nın asayiş ekibiyim, PKK’nın polisiyim.’ diyerek kimlik kontrolü yaptı. Tüm Türkiye’nin önünde yapıldı. Eylemler yapılıyor, barış istenmediği dile getiriliyor, savaş isteniyor, terör övülüyor. Bir yönüyle bunların hepsi meşrulaşmış oldu.Peki örgüt neden şimdi harekete geçti?Gezi olaylarından sonra hükümetin iç siyasetteki konumu sıkıntılı hale geldi. Buna 17 ve 25 Aralık da eklendi. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine doğru giderken hükümet yalnızlaştı. Hükümetin ülkeyi idare etmesi sıkıntıya girdi. Elit kesim, bürokrasi, medya, dış unsurlar ve iktisadi aktörler tarafından hükümet sıkıştırılıyor. Bu durumda PKK ‘Erdoğan’ın geleceği var mı?’ ‘Bunun sonu olacak mı?’ Sıkışmış vaziyette. ‘Bunu istismar edebilirim.’ ‘Ölümü gösterip sıtmaya razı edebilirim.’ şeklinde bakıyor. MHP-CHP karşısında. 17 Aralık’la ilgili iddialar artıyor. AK Parti’nin bu durumda PKK’ya ihtiyacı var. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Kürt oyları gerekiyor. Dolayısıyla PKK bunu iyi bir fırsat olarak gördü. Seçim öncesinde istismar etmeye devam ediyor.PKK’nın dağa çıkardığı iddia edilen çocuklar ve sonrasında annelerinin yaptığı eylem nasıl okunmalı?PKK’nın sinirini bozan işlerden biri bu annelerin talebi, eylemi oldu. Çocukları dağa çıkarılan anneler, çocukların geri verilmesini istedi. Kimileri bunu MİT’in, devletin işi olarak gördü. Ama bir annenin çocuğu dağa çıkarıldıysa, o anneyi feryat etmesi için kimsenin cesaretlendirmesine gerek yok. Kendini atar sokağa, evladı için protestosunu yapar. PKK burada bocaladı. ‘Eğer bu çocukları verirsek, daha çok anne sokağa çıkar.’ diye düşündü. Kürt hareketinde devrimsel bir değişim annelerin eylemi. Bugüne kadar anneler sokağa çıkmış olsaydı, sorun bu noktaya gelmezdi.Çözüm sürecinin bittiği yorumları hakkında ne düşünüyorsunuz?Çözüm süreci nedir? Yıllardır izliyorum, yazıyorum bu konuları ve ‘çözüm nedir?’ sorusunun cevabını arıyorum. Elimizdeki tek veri bir çatışmasızlık ortamının olması. Ölümlerin olmaması. Gerçi Lice’de iki kişinin ölümüyle yeniden böyle bir çatışma sürecine girilmiş gibi görünüyor. Açılım, araçları, aktörleri kimler, hedefi ne? Bu basit sorulara cevap verilmesi lazım. Devlet ‘Teröristleri dağdan indireceğim, silahlarını alacağım, normal hayatlarına dönecekler.’ diyor. Ama PKK öyle demiyor: ‘Silahımı bırakmayacağım bu bölgenin polisi olacağım’. PKK’nın hedeflerini, ön şartlarını bilmiyoruz. Bu süreçte bilinmesi gereken şeyler bilinmiyor. Bilinmemesi gerekenler biliniyor, verilmemesi gereken mesajlar veriliyor. Doğrusu ne olduğunu kestirebilmiş değilim.Öyleyse PKK çatışmasızlık sürecine neden ihtiyaç duydu?Bu süreç PKK’yı rahatlattı. 2012’deki jandarma-istihbarat uyumu PKK’ya çok zarar verdi. Eğer Türkiye böyle devam etseydi, PKK çok ağır darbeler alacaktı. Özellikle Suriye’de, PKK’ya bağlı PYD ciddi çatışmalara giriyordu. PKK’nın Suriye’de silahlı adama ihtiyacı vardı. Türkiye’deki yetenekli dağ kadrolarını Suriye’ye kaydırdı.Temel hak ve özgürlükler pazarlık konusu olmaz ve geciktirilemezÇözüm sürecinde tarafların hataları neler?Türkiye’nin hatası kolay yolu araması. ‘Şu terör belasından bir an evvel kurtulayım, bir gecede silahlar sussun, kimsenin burnu kanamasın.’ diyor. 1,5 yıl önce terörden insanlar ölüyorsa, şimdilerde terörün bitmesini gerektirecek hiçbir şey olmadıysa, hâlâ PKK’nın elinde silah varsa, demokratik reformlar umurunda değilse ve terör birden kesiliyorsa orada bir gariplik vardır. Sorunu çözdüğünüzü sanıyorsanız yanılırsınız. Sorunu ötelemiş, ertelemiş ya da oyuna gelmişsinizdir.Öyleyse iki taraf da zamana oynadı...Devlet zaman kazanıp bu süre içinde Güneydoğu’da PKK’nın tabanını çözmeye çalıştı. PKK ise zaman kazanıp, bir yandan Suriye’de askeri, silahlı başarı kazanmak istedi, diğer taraftan güneydoğuda meşrulaşmak ve topluma nüfuz etmek istedi.Taraflar bu hedeflerine ne ölçüde ulaştı?Doğrusu devlet istediklerine tam ulaşamadı. Gezi, 17 Aralık, yerel seçim rekabetleri oldu. Bütün enerji güneydoğuya verilemedi. PKK’nın ulaştığı, ulaşamadığı noktalar var. PKK topluma yayılmış durumda. PKK’nın içinde yer almayanlar da onun ilke ve hedeflerini benimsemeye başladı. Yeni nesil daha Kürtçü olarak ortaya çıkmaya başladı.IRA, ETA, FARC örnekleri ne kadar detaylı inceleniyor? Bizim yöntemlerimizle başarılan yöntemler arasında bir fark var mı?Geçmişteki bazı çalışmalarda ‘Türkiye, İrlanda’ya İspanya’ya benzemiyor. Kendine has koşulları var, kendi özgün modelini çıkarmak zorunda.’ dendi. Bu tespitin doğruluk payı olabilir ama insan her yerde insandır. Mesela IRA’da bu kadar üst düzey görüşmeler yapılmıyor, aracılar vesilesiyle iletişim kuruluyor. Birincisi, terör örgütü ve örgüt lideriyle üst düzeyde görüşmek çok sakıncalıdır. Bu terörü ve teröristi meşrulaştırır. Görüşme sadece terörü sona erdirmek için yapılır. İkincisi sahada olmanız lazım. Bugün bile IRA ya da başka bir örgüt sembolleriyle sokağa çıkılamaz. Bizde yasal boşluklar var. IRA’da, ETA’da örgütü ‘meşrulaştırma’ riskine girilmedi.Sorunun çözülememe nedenini tarafların samimiyetsizliğine bağlayanlar var.Terör gibi bir mevzuda kolay çözüm yoktur. Bu zorlu bir süreçtir. Temel hak ve özgürlükler bir pazarlık meselesi gibi algılanmamalı. Herkesin doğuştan hakları var.Peki, çözüm süreci nasıl bir yere evrilecek, bundan sonra ne olacak?Bu, Türkiye’ye ve nasıl bir yere gideceğine bağlı. Şu an güneyimiz aşırı karışık, inişli çıkışlı devasa dalgalar içindeyiz. Eğer Türkiye buradan sağ salim ve güçlenerek çıkarsa, bu sorunu aşmak daha kolay olacak. Demokrasiyi güçlendirmek, ülkede adaleti tesis etmek gerekiyor. Bunlar yapılınca Türkiye fikrine bağlılık daha da artar diye düşünüyorum. Türkiye Kürtlerinin, Irak ve Suriye’deki Kürtlerin Türkiye’ye ihtiyacı var. Arapların da aynı şekilde. Sandığımızdan daha farklı bir etkisi olabilir. Türkiye parçalanır mı endişesi yaşarken, büyüyen bir Türkiye ile de karşılaşabiliriz.Türkiye’nin gücü bırakın dünyayı Suriye’yi bile değiştirmeye yetmediKomşu ülkelerdeki gelişmeler hep aleyhimize işliyor. Kürt sorununun çözümü de bundan yara alıyor. Katılır mısınız?Kesinlikle. Türkiye, Suriye’de ciddi anlamda başını belaya soktu. Kamuoyu farkında değil belki ama Irak’ta da tam olayların ortasına düştü. Gücünün üstünde sorunlarla karşı karşıya kaldı. Bu iç savaşın içinde etnik çatışmalar var. Arap, Kürt, Türkmen gibi. Bunların içinde Türkiye’yi de geren ve karşılığı olan mezhep çatışmaları var. Ve PKK da nefis bir araç. Türkiye bu sorunların içine düşerken devletlerin çoğuyla da sorunlu hale geldi. Türkiye-Irak, Türkiye-Suriye ilişkileri hiçbir dönemde olmadığı kadar sorunlu hale geldi. İran’la ilişkiler söylem düzeyinde o kadar kötü olmasa da, Irak ve Suriye konusunda 180 derece zıt yerde duruyor. Türkiye-ABD, İsrail ve Avrupa ilişkileri de son bir yıllık hadiseler de üstüne eklenince ilişkiler dibe vurdu. Elbette PKK meselesini diğer ülkelerle çözmeyeceksiniz. Ama Türkiye’nin konumu başkentlerle kavgalı olmayı ne kadar kaldırır bilmiyorum.Şimdi bir de IŞİD eklendi denkleme.Türkiye, biraz Suudi Arabistan’a, biraz El Kaide’ye yakın radikal İslamcı diye bilinen gruplarla idare ediyordu güya. Belki Esed’e karşı onlara yardımcı bile oluyordu. Ama son zamanlarda IŞİD ve Nusra gibi örgütler aracılığıyla tam tersine Esed’e yardımcı oluyorlar. Esed’i meşrulaştırıyorlar ve muhalif bir blokun oluşmasına mani oluyorlar. Hem Irak’ı hem Suriye’yi bölecek işler yapıyor IŞİD. Acaba bir vekâletler savaşı da orada mı var diye düşündürüyor. Türkiye, Irak ve Suriye’nin bölünmesine hazır olmak durumunda. Bunu yaparken de diğer devletlerle de görüşmesi, istişare etmesi gerekir.Türkiye bu arapsaçını çözmek için ne yapmalı?Daha gerçekçi davranması gerekiyor. Politikalarını sorgulamalı. Daha ayık bakması gerekiyor meselelere. İdeallerin sarhoşluğu içinde olunmamalı. Kahire, Bağdat, Şam, Tahran, Moskova ile ilişkilerin düzelmesi şart. Buna Tel Aviv bile dâhil. Devletlerin iç işlerine müdahale etmeme gibi bir temel ilke var. Hele hele Türkiye gibi zayıf bir ülke, başka bir devletin iç işlerine müdahale ederse kendi iç işlerine de müdahale edilir. Elbette bu ilişkilerin düzelmesi zaman alır. Ama bir restorasyon dönemine ihtiyaç var. Alev hızlandı. Daha diplomatik bir dil gerekiyor. Türkiye’nin gücü dünyayı değiştirmeye yetmez. Bırakın dünyayı, Suriye’yi bile değiştirmeye yetmedi.Bir medeniyet ve insan tasavvurunun olması lazımUzun süre Ankara’da yaşadıktan sonra rektör olarak Çanakkale’ye geldiniz. Zor oldu mu alışmak?Kadrom daha önce Çanakkale’deydi. Eşim de Çanakkaleli zaten. İstanbul ve Ankara dışındaki her yer taşra, İzmir bile. O yüzden Ankara’dan sonra Çanakkale taşra gibi görünebilir. Ama Çanakkale dışardan gelene taşra gibi görünse de, aslında Kadıköy gibidir. İnsanların çoğu eğitimli. Emekli asker, öğretmenler var daha çok. 3 yıl oldu rektör olalı. Bakalım daha ne kadar sürecek? Bu süre zarfında üniversite adına hep ‘Daha ne yapabilirim?’ diye düşünmeye çalıştım.Eğitimde başarının ekonomide de başarıyı getireceğini söylüyorsunuz. Üniversitelerdeki eğitim, ekonomik başarıyı getirecek nitelikte mi?Bazen heyecanlanıyoruz. Bazı sembolik başarılar bizi coşturuyor. Oysa toplumlar bir gecede zıplama yapmaz. Her toplum olduğu gibi idare edilir. Yöneticileri nasılsa toplum da öyledir. Her toplum eğitimde nasılsa ekonomide ve siyasette de öyledir. Aslolan toplumsal dönüşümdür. Bir medeniyet ve insan tasavvurunun olması lazım. Şu an medya, üniversiteler ve turizm ciddi bir ahlaki erozyona sebep oluyor. Toplumun her yerini kesip atıyor. Her yere bir üniversite kurarsınız, içine hoca koymayınca eğitim kalitesiz olur. Hadi hoca da olsun ama bu kez öğrencilere danışmanlık yapamıyorsunuz. Bu kez manevi değerlerden uzak bozuk öğrenciler yetişiyor. Onlar da nesil yetiştirecek şimdi.Yol yine ‘eğitim şart’a çıkıyor desenizeAynen. Ama öyle. Mesela Türkiye’de cinayetler çok arttı. Yılda 5 bin civarında cinayet oluyor. Çocuklara, kadına aileye şiddet uygulanıyor. Bir şiddet toplumuna doğru ilerliyoruz. Türkiye hapishanelerindeki insan sayısı Almanya ve Fransa’dan fazla. O zaman iddianız ne? Maddi bir üretiminiz zaten yok, manevi üretim nerede? Onu da sıfırlamışsınız. Bütün çıkış yolları eğitimden geçiyor. Harvard’ın kütüphanesindeki kitap sayısı 17 milyon, Türkiye’deki bütün üniversitelerin kütüphanesindeki kitap sayısı 12 milyon, tekrar kitapları çıkarın geriye 6 milyon vs. kalıyor. Bu tablo neden Türkiye olduğumuzu gösteriyor.

Koştum Geldim, M.C.Anday

KOŞTUM GELDİM

 

Koştum geldim ta sınırına değin.

Burdan ötesi suskunluk, zaman

 

Ve gözlerin. Delilik denizlerim benim.

Yitişimin inatçı gömütleri.

 

Boşalmış bir dünyada senin sessizliğini

Derleyen kayırmasız saat.

 

Hadi dönüyorum eski yerime hiç,

Belki senden, belki başka şeylerden.

13 Haziran 2014 Cuma

Bir Kara Kedi İçin Blues, B.Vian

I

Peter Gna kız kardeşiyle sinemadan çıktı. Basık, auvergne mavisiyle boyanmış oda tarafından etkilenmiş bir haldeyken, taze limon kokulu gece havası ona iyi gelmişti. Son derece ahlaksız bir komedi izlemişti, sinirlendi, hala dokunulmamış yaşlı kadını sarmalayan ceketini alıp katladı. Kaldırımlarda yürüyen insanları kokuları takip ediyordu. Sokaklar lambalarla aydınlanıyor, sinema ve arabaların ışıkları hafiften kıvrılıyordu. Her şey çapraz yolda sakinleşti ve Folies-Bergere'e doğru döndüler. Her iki evden biri bar, her barın önünde iki tane kız vardı. "Hepsi frengili," diye homurdandı Gna. "Hepsi mi?" diye sordu kız kardeşi. "Hepsi. Onları hastanede görüyorum ve bazen kendilerini sanki temizlermiş gibi sunuyorlar." Kardeşi iliklerinde korkuyla ürperdi. "Temiz derken ne kastediyorsun?" "Wasserman tepkimesi olmadığı zaman. Gerçi bu da hiç bir şeyi kanıtlamıyor. "Sadece erkeklere mahsus değil," dedi kardeşi. Sağa, sonra hemen sola döndüler ve kaldırımın altından bir şey miyavladı, ne olduğunu görmek için duraksadılar. 

IIBaşta kedinin canı pek dövüşmek istemiyordu, ama horoz her on dakikada bir, cırlak bir sesle ötüyordu. Özel bir günde yemek için şişmanlatılan bu horoz, birinci katta oturan kadına aitti. (Yahudiler bazı özel günlerde horoz yer. Tabağa kendi kendine bile atlıyor olabilir.) Horoz, kediyi canına tak ettirmişti. Ah bir de oynasaydı, ama hayır, tedbir olsun diye, dört yerine hep iki ayak üstünde. "Al bakalım!" Kedi, kafasına güzel bir tekme indirdi. Bu olay kapıcının penceresinin kenarında gerçekleşti. Horoz dövüşmeyi sevmiyordu, ama bir de şu gururu vardı. Seslice öttü ve gagasıyla yandan kediye saldırdı."Aşağılık! " diye haykırdı kedi, "Beni böcek sandın ha, fikrini değiştireceksin! " Bam! Kedi bu sefer kafasıyla horozun göğüs kemiğine vurdu. Ukala hayvan! Horoz, kedinin sırtını gagaladı ve beline sağlamca geçirdi. "Göreceğiz!" dedi kedi, horozun boynunu ısırdı ve ağız dolusu tüy tükürdü. Tam kendine gelemeden horoz kanatlarını çırptı ve kedi kaldırıma yuvarlandı. Yoldan geçen bir adam kedinin kuyruğuna bastı. Kedi havaya sıçradı, hızla geçen bir bisikletliden kaçtı ve lağımın bir metre altmış santim derinliği, yukarıdan bir metre yirmi santimlik bir açısı olduğunu tespit etti, ama dip kısmı aşırı dardı ve çöp doluydu.

III"Bir kedi," dedi Peter Gna. Başka bir hayvanın, kalleşliği bir kedinin sesini taklit etmeye kadar götürmesi ihtimal dışıdır, bu sese yankı sözcük gereği miyavlama denir. "Nasıl inmiş oraya?" "Şu aşağılık horoz," diye cevap verdi kedi, "sonra da bir bisiklet." "Sen mi başlattın?" diye sordu Peter Gna'nın kız kardeşi "Hayır. Sürekli öterek kışkırttı beni. Bundan tiksindiğimi biliyor." "Ona kızmamalısın," dedi Peter Gna. "Yakında boğazını kesecekler." "Yerinde olur," diye yorum yaptı kedi hoşnut ve alaylı bir kahkahayla. "Başkalarının talihsizliklerine sevinmek senin için iyi bir şey değil.""Hayır, pek değil," diye cevap verdi kedi, "çünkü ben de köşeye sıkışmış durumdayım. " Ve acı acı ağladı. "Biraz daha cesur ol," diye azarladı Peter Gna'nın kız kardeşi. "Lağıma düşen ilk kedi sen değilsin ." "Ama başkaları umurumda değil ki," diye homurdandı kedi ve ekledi, "Beni buradan çıkarmak istemiyor musunuz? "Evet, tabii ki istiyoruz," dedi Peter Gna'nın kız kardeşi. "Ama yine horozla kavga etmeye başlayacaksan, zahmet ettiğimize bile değmez." "Ha evet, horozu rahat bırakacağım, " diye cevap verdi kedi ilgisiz bir ses tonuyla. Başına gelenleri hak etmişti. Horoz üst kattan neşeyle bir kahkaha patlattı. Neyse ki kedi bunu duymadı. Peter Gna atkısını çözdü ve yüzüstü yere yattı. Tüm bu kargaşa yoldan geçenlerin ilgisini çekti ve lağım ağzının etrafında bir sürü insan toplandı. Geçenlerin arasından kürk ceketli ve içini görebildiğiniz, pileli pembe elbiseli biri vardı. Olağanüstü derecede güzel kokuyordu. lki Amerikan askeriyle beraberdi, iki tarafında da bir tane. Sağdakinin sol eli ve soldakinin sol eli gözükmüyordu ama adam solaktı. Ayrıca sokağın karşısındaki evin kapıcısı, bistrodaki hizmetçi, kibar şapkalı iki pezevenk, başka bir kapıcı daha ve yaşlı bir kedili kadın da oradaydı. "Korkunç!" dedi fahişe. "Zavallı hayvan. Bakmak istemiyo-rum." Elleriyle yüzünü kapadı. Pezevenklerden biri istemeden de olsa kadına gazetesini uzattı, gazetede "Dresden yerle bir oldu. En az 120.000 ölü" yazıyordu. "Erkekler!" diye alay etti kedili kadın başlığı okuyunca. "Beni ilgilendirmiyor, ama bir hayvanın acı çekmesine dayanamam." "Bir hayvan ha!" diye itiraz etti kedi. "Kendi adına konuş." Ama o an için kediyi sadece Peter Gna, kız kardeşi ve Amerikalılar anladı çünkü belirgin bir Ingiliz aksanıyla konuşuyordu. Amerikalılar iğrendi. "Sıçın şu Ingiliz kedisinin üstüne," dedi büyük olanı. "Bir şeyler içmeye mi gitsek?" "Olur, hayatım. Kesin çıkarırlar şimdi onu oradan," diye yorum yaptı fahişe . "Sanmıyorum." Peter Gna ayağa kalktı. "Atkım çok kısa, tutunabileceğini sanmıyorum." "Ne korkunç," diye uğuldadı anlayışlı kalabalık. "Susun da adam düşünsün," diye mırıldadı kedi. Bir ip buldular, ama kedi tüm tanıkların önünde tutunamadı. "İşe yaramıyor. Pençelerimin arasından kayıyor, çok can sıkıcı. Şu horozu bir elime geçirsem kafasını çöplerin içine batıracağım. Bu delik iğrenç bir şekilde sıçan kokuyor." "Zavallı küçük şey," diye sırıttı yolun karşısından gelen hizmetçi. "Miyavlamaları insanın kalbini kırıyor. Çok duygulandım." "Benim için bir bebekten bile daha dokunaklı. Fazla sinir bozucu. Ben gidiyorum." Dedi fahişe. "Kedinin canı cehenneme. Konyak nereden buluruz?" diye sordu ikinci Amerikalı. "Çok fazla konyak içtin," diye azarladı kız. "Sen de en az onun kadar kötüsün. Hadi gel, o kediyi duymak istemiyorum.""Oh, ama bu kadın ve erkeklere yardım edebilirsiniz," diye itiraz etti hizmetçi. "İsterdim." Fahişe gözyaşlarına boğuldu . "Siz yukarıdakiler, bir sussanız-" dedi kedi. "Ve acele edin. Üşütmek üzereyim." Adamın biri sokağın karşısına geçti. Kafası, ayakları çıplak ve kravatsızdı. Yatmadan önce sigara içiyordu."Neler oluyor, Bayan Grindstone?" diye sordu, belli ki kapıcıya hitap ediyordu. "Herhalde ayakçı çocuklar kediyi lağıma atmış," diye araya girdi kedili kadın. "Şu ayakçılar yok mul Yirmi bir yaşına kadar hepsini ıslah evine kapatmalı." "Horozları kapatsınlar asıl," diye önerdi kedi. "En azından çocuklar güneş doğacak diye bütün gün sokakta ötmüyor." "Eve dönüyorum," dedi adam. "Onu oradan çıkarmaya yardımı olabilecek bir şeyim var. Bir dakika bekleyin." "Umarım bu bir şaka değildir," dedi kedi. "Suyun lağımlardan neden hiç taşmadığını anlıyorum. lçeri girmek kolay iş, ama ters manevra biraz daha çetrefilli." "Ne yapabileceğimizi bilmiyorum," dedi Peter Gna. "Yerin çok kötü ve erişilmesi güç." "Onu ben de biliyorum," dedi kedi. "Yapabilsem kendim çıkardım zaten."Başka bir Amerikalı yaklaştı. Dümdüz ilerledi. Peter Gna ona durumu açıkladı. "Yardım edebilir miyim?" diye sordu Amerikalı. "Bana el fenerinizi ödünç verin, lütfen," dedi Peter Gna. "Ah, tamam!" Amerikalı fenerini uzattı. Peter Gna bir kez daha yüzüstü yattı ve kediyi görmeye çalıştı. "Aşağı göndersene şunu . İşe yarıyor gibi. Yanki, ha7" diye belirtti kedi. "Evet. Şimdi sana benim Kanadiyen ceketi uzatacağım . Tutunmaya çalış," diye talimat verdi Peter Gna. Kenarları kürklü ceketini çıkardı ve kolundan tutarak lağıma sarkıttı. İnsanlar kedinin aksanının sebebini anlamaya başlıyordu. "Tekrar dene," diye dürttü kedi ceketi yakalamaya çalışırken. Herkes kedinin ettiği berbat küfrü duydu. Ceket lağımın içine doğru kayboldu. "Her şey yolunda mı?" diye sordu Peter Gna vesveseli bir şekilde. "Hasiktir!" dedi kedi. "Kafamı bir şey çarptım. Aman tanrım nasıl zonkluyor." "Peki ya benim Kanadiyen?" diye sordu Peter. "Sana pantolonumu vereyim." Kurtarma görevine yardım etmek için Amerikalı pantolonunu çıkarmaya başladı. Peter Gna'nın kız kardeşi olaya müdahale etti. "Ceketle bile olmadı," dedi. "Pantolon da bir işe yaramayacaktır." "Değil mi ya." Amerikalı pantolonunun düğmelerini geri ilikledi. "Ne yapıyor?" diye sordu fahişe. "Sokakta pantolon mı çıkartılır, izin vermeyin sakın. Domuza bak be!" Ne idüğü belirsiz kişiler küçük bir grup halinde toplanmaya devam etti. Sokak lambasının elektrik ışığı altında, lağım ağzının garip bir çekiciliği vardı. Kedi yine homurdandı ve ettiği küfürler sonradan gelenlerin kulağında yüksek sesle yankılandı. "Benim Kanadiyeni cidden geri almak istiyorum," dedi Peter Gna. Espadril giyen adam dirseğiyle kendine yol açtı. Elinde bir süpürge sopası vardı. "A-ha. Bak bu işe yarayabilir," dedi Peter Gna adama. Ama sopayı deliğe sokmadan, dirseğin ağızda oluşturduğu kavis yüzünden uzanmayı başaramadı. "Kapağı bulup gevşetmelisin," diye bir öneride bulundu Peter Gna'nın kız kardeşi, bu önerisini Amerikalı için çevirdi. "Ah, evet," dedi. Hemen kapağı bulmaya koyuldu. Elini dikdörtgen açıklıktan içeri soktu, çekti, kaydırdı, bıraktı ve en yakında evin duvarına çarpıp kendinden geçti. "Adamla ilgilenin," dedi Peter Gna kalabalık arasından iki kadına, kadınlar Amerikalıyı kaldırdı ve denizci ceketindeki ceplerin içeriğini sağlama aldı. Özellikle, küçük bir parça Lux ve büyük bir parça kremalı Oh Henry! çikolatası buldular. Bunun karşılığında, onlara iki gün ünce Pigalle'de tanıştığı nefis sarışından kaptığı vajinal hastalığı verdi. Elinde sopayı tutan adam avuç içiyle kafasına vurdu ve"Evrek-kedi!" diye bağırdı ve eve girdi. "Adamın umurunda değilim," dedi kedi. "Dinleyin, siz yukarıdakiler, acele etmezseniz gidiyorum. Çıkışı kendim bulurum." "Ve eğer yağmur yağarsa boğulursun," dedi Peter Gna'nın kız kardeşi. "Yağmaz," dedi kedi. "O zaman sıçanlarla karşılaşırsın," dedi kız. "Umurumda değil." "E peki, git o zaman," dedi Peter Gna. "Ama bilmiyorum farkında mısın, orada senden büyük sıçanlar var. Ve mide bulandıncılar. Bir de sakın işeme ceketime." "Kirli olmaları ayrı bir hikaye," diye cevap verdi kedi. "Her durumda, bildiğim tek şey koktukları. Hayır, cidden, idare edin işte yukarıda. Senin Kanadiyen için endişelenme. Gözüm üstünde." Duyulma mesafesinin dışına çıktı. Adam tekrar belirdi. Elinde uzun iple bağlı bir alışveriş filesi vardı. "Harika!" dedi Peter Gna "Buna kesin tutunur artık." "O ne?" diye sordu kedi. "Al." Peter Gna aşağı fırlattı. "Oh, bu daha iyi," diye onayladı kedi. "Hemen çekme. Ceketi getireceğim." Birkaç saniye sonra alışveriş torbası yeniden belirdi, kedi içinde rahatça kıvrılmıştı. "Sonunda!" dedi, kendini fileden kurtararak. "Ceketin için kendin uğraşman gerekecek. Kanca ya da başka bir şey bul. Çok ağırdı." "Beş para etmez!" diye homurdandı Peter Gna. Kedinin alışveriş filesinden çıkması alkışlarla karşılandı. Elden ele gezdirdiler. "Ne güzel bir kedi. Zavallı şey! Her yeri çamur olmuş. Berbat kokuyordu. "Alın bununla kurutun." Fahişe eflatun ipek fularını çıkarıp uzattı. "Berbat olacak," dedi Peter Gna'nın kız kardeşi. "Eh, fark etmez," dedi fahişe bir cömertlik patlamasıyla. "Benim değil nasıl olsa." Kedi herkesle el sıkıştı ve kalabalık dağıldı. Herkesin gittiğini gören kedi yorum yaptı, "Kurtulduğuma göre artık ilgi çekmiyorum. Her neyse, horoz nerede?" "Kapa çeneni," diye uyardı Peter Gna. "Gel bir şeyler içelim, düşünme artık şu horozu." Espadril giyen adam, Peter Gna, kız kardeşi, fahişe ve iki Amerikalı kediyle kaldı."Gidip bir şeyler içeceğiz," diye açıkladı fahişe, " - kedinin şerefine." "Fena değil ha," diye gözlemde bulundu kedi. "Ne vücut var ama. Elimden gelse bu geceyi onunla geçirirdim." "Sakin ol," dedi Peter Gna'nın kız kardeşi. Fahişe adamları dürttü. "Gelin. içelim. Konyak," diyebildi fahişe güç bela. "Evet, Konyak!" diye cevap verdi adamlar, bir yandan hep beraber heyecanlandılar. Peter Gna elinde kediyle önden gitti ve diğerleri arkasından geldi. Richer Sokağında bir bistro açıktı. "Yedi konyak," diye sipariş verdi fahişe. "Benden olsun." "Sen bir kazanansın," dedi kedi saygıyla. "Garson, benimkinde biraz kediotu olsun." Garson içkileri getirdi ve neşeyle tokuşturdular. "Bu kedi muhtemelen üşütmüş," dedi fahişe. "Biraz sıcak biftek bulyonu versek ya şuna?" Konyak, bunu duyan kedinin boğazında kaldı ve neredeyse hepsini etrafa saçacaktı. "Ne sanıyor bu beni?" diye sordu Peter Gna'ya. "Kedi miyim, değil miyim?" Florasan ışığın altında, gerçekte nasıl bir kedi olduğunu gördüler. Sarı gözlü ve II. William bıyıklı korkunç, dev bir kedi. Erkekliğiyle destekli sivri kulaklar ve beyaz bir yara, koyu mor renkli dökülen cilveli tüyleri sırtına doğru uzanıyordu. "Bu nedir?" diye sordu Amerikalı, yaraya dokunarak, "Yaralı mısınız, efendim?" "Evet. FFI," (ölümcül ailesel uykusuzluk hastalığı) diye cevap verdi kedi, olması gerektiği gibi Ef Ef Ai diye telaffuz etti. "Şahane," dedi diğer Amerikalı, patisini güçlüce sıktı. "Bir içkiye daha ne dersiniz?" "Aynen," dedi kedi. "Bir dal var mı?" Kedinin acımasız İngiliz aksanına rağmen sigara kutusunu uzattı. Kedi adamın Amerikan argosuyla cevap vereceğini düşündü. Kedi en uzun sigarayı seçti ve Peter Gna'nın çakmağıyla yaktı. Hepsi birer tane aldı. "Bize yarandan bahset," dedi fahişe. Peter Gna bardağındaa bir kanca buldu ve bulduğu gibi ceketini tutmaya gitti. Kedi kızardı ve başını öne eğdi. "Kendimden bahsetmeyi sevmem," dedi. "Hadi bir tur daha konyak verin.""Dokunmasın," dedin Peter Gna'nın kız kardeşi. "Yok, dokunmaz," diye itiraz etti kedi. "Taşaklıyımdır. Sahici kedi taşağı. Hem, o lağımdan sonra - Eeh! Amma da sıçan kokuyordu ha." Konyağından yudumladı. "Aman tanrım! Nasıl da dikti konyağı!" diye takdir etti espadril giyen adam. "Diğeri portakal şuruplu olsun," diye sipariş verdi kedi. !kinci Amerikalı gruptan ayrılıp duvarın kenarındaki banka oturdu, başını ellerinin arasına koydu ve iki bacağı arasına kusmaya başladı."44 yılının Nisan ayıydı," diye başladı kedi. "Lyon'da, kendisi de bir Direniş üyesi olan Aslan Plouc adlı kediyle görüştüm. Bir de kendini beğenmiş. Kedi Gestaposu tarafından alıkonuldu ve Buchenkatze'ye götürüldü." "Yazık," dedi fahişe. "Endişelendiğim o değil. Kurtulur bir şekilde." diye devam etti kedi, "Ben de onu bırakıp Paris'e gittim ve trende talihsiz bir şekilde başka bir kediyle karşılaştım. Hafifmeşrep! Şırfıntı!" "Ağzınızı toplayın biraz lütfen," diye azarladı Peter Gna'nın kız kardeşi. "Kusuruma bakmayın," dedi kedi ve konyaktan büyük bir yudum aldı. Gözleri fener gibi parladı ve bıyıklan titredi. 'Trende o türden bir gece geçirdim," dedi memnuniyetle gerilerek. "Aman tanrım! Nasıl da mıhladı yerime. Hık!" diye ekledi, hıçkırık tutmuştu. "Ee?" diye sordu fahişe. "Esi - bu kadar," dedi sahte bir tevazuyle fahişeye. "Peki ya yaran?" diye ısrar etti Peter Gna'nın kız kardeşi."Kedigilin patronu kabaralı ayakkabı giyiyordu, kuyruğumu gördü ama kaçırdı. Hık!" "Bu kadar mı?" diye sordu fahişe hayal kırıklığıyla. "Pataklamasını mı istiyordun?" diye takıldı alayvari bir üslupla. "Eh, sende de ne müthiş bir kafa varmış! PaxVobiscum'a gittin mi hiç?" Bölgeden bir otel, adı çıkmışolanlardan. "Evet," dedi fahişe hiç kaçınmadan. "Oradaki hizmetçi arkadaşımdır" dedi kedi. "Fena dağıtır." "Ah, Germaine mi?" diye sordu fahişe. "Evet, hık-Gerrnaine," dedi kedi. Bardağını tek bir yudumda bitirdi. "Ben de bir üç renkliyle takılmak istiyorum." "Bir ne?" diye sordu fahişe. "Üç renkli bir dişi kedi. Ya da küçük, deneyimsiz bir kedi." Şeytanca güdü ve sağ gözünü kırptı. "Ya da horozla. Hık!" Kedi dört patisinin üstünde doğruldu, sırtı kamburlaştı ve kuyruğu sertleşti, sırtındaki tüyler havaya kalktı. "Boşver. Şu horoz canımı sıkıyor." Peter Gna'nm kız kardeşi gerildi ve çantasını karıştırmaya başladı. "Hiç tanıyor musun?" diye sordu kedi fahişeye. "Kedicik dostun yok mu hiç?" "Domuzsun," dedi fahişe. "Hadi bayanlar ve baylar." Espadril giyen adam çok konuşmuyordu, ama kedinin konuşması ilgisini çekti ve fahişenin yanma yaklaştı."Güzel kokuyorsun," dedi fahişeye. "Nedir bu?" "Kükürt Çiçekleri, Oldpal," dedi"Peki ya bu?" diye sordu, elini malum yere götürerek. "Bu nedir?" Midesi bulanan Amerikalının kalkmasıyla boş kalan yere oturdu. "Dur hayatım," dedi fahişe. "Uslu dur." "Garson! Nane likörü," diye sipariş verdi kedi. "Yok, olmaz," diye itiraz etti Peter Gna'nm kız kardeşi. "Oh, sonunda" dedi kapının açılmasıyla. Peter çöple ıslanmış ceketiyle geri geldi. Kız, abisinin yanma gitti. "Alın şunun elinden içkiyi. lyice sapıttı." "Garip - Garson - nane likörü - Hık! - Bakın kim geldi, Kurtarıcım!" dedi kedi, Peter Gna'ya tutunarak. "Gelin, hesap benden." "Olmaz moruk," dedi Peter Gna. "Üşüteceksin." "Beni kurtardı!" diye gürledi kedi. "Beni sıçanlarla dolu bir yerde ölümden kurtardı." Duygulanan fahişe, başını espadril giyen adamın omzuna yasladı, adam kalktı ve bir köşeye işi bitirmeye gitti. Kedi tezgaha sıçradı ve kalan konyağı da bitirdi. "Brrr!" Kafasına hızlıca bir sağa bir sola salladı. "Ağır geldi biraz." Sonra uludu, "O olmasaydı işim çoktan bitmişti." Fahişe, başı eğik bir şekilde bara oturdu. İkinci Amerikalı kadınının yanından ayrıldı ve dostunun yanına gitti: Aynı anda kusarak yere Amerikan bayrağını çizdiler. İkinci olan kırk sekiz yıldızı çizmeye uğraşıyordu. "Gel kollarıma. Hık!" diye işaret etti kedi. "Fahişe gözyaşlarını sildi. "Ama pek de nazik." Kafası karışmasın diye, Peter Gna onu alnından öptü. Kedi onu patileriyle tutup sıktı, bıraktı ve aniden yere düştü. "Nesi var?" diye sordu Peter Gna'nın kız kardeşi kaygılı bir şekilde. Peter Gna cebinden bir spekulum çıkardı ve kedinin kulağına baktı. "Ölmüş," dedi. "Konyak direk beynine gitmiş." Sızmasını izlediler. "Aman tanrım!" Peter Gna'nın kız kardeşi ağlamaya başladı. "Nesi var? Diye sordu fahişe sıkıntılı bir şekilde. "Ölmüş." diye tekrarladı Peter Gna. "Hayır, bunca şeyden sonra," dedi "Çok iyi bir kediydi ve muhabbet etmekten anlıyordu," dedi espadril giyen adam. "Evet," diye katıldı Peter Gna'nın kız kardeşi. Bistrodaki garson hiç bir şey söylemedi, ama uyuşukluğundan kurtuluyor gibiydi. "Sekiz yüz frank ediyor.""Durun," Peter Gna üzgündü. "Benim sıram." Fahişe kırmızı deri çantasından bin frank çıkardı. "Garson, üstü kalsın." "Sağ olun. Şunu ne yapayım?" Tiksinti belirtisiyle kediyi gösterdi. Kedinin tüylerinden karmaşık bir desenle nane likörü aktı. "Zavallı küçük şey," diye ağladı fahişe. "Öylece bırakmayın. Bir şeyler yapmak zorundayız," dedi Peter Gna'nın kız kardeşi abisine. "Sifon gibi içti," dedi Peter Gna. "Aptalca. Yapabilecek hiç bir şey yok." "Amerikalılar gittiğinden beri arka planda olan Niagara gürültüsü, bir anda sona erdi. Birlikte kalkıp gruba yaklaştılar. "Konyak!" dedi ilki. "Doda, koca adam. Gel." Fahişe her birini bir koluna geçirdi. "Kusuruma bakmayın, bayanlar ve baylar," dedi. "Gidip bebeklerimi yatırmam gerek. Zavallı kedi - gece halbuki ne güzel başlamıştı." "Hoşça kalın, Madam," dedi Peter Gna'nın kız kardeşi. Espadril giyen adam baş sağlığı diler gibi, hiç bir şey söylemeden Peter Gna'nın omzuna dokundu. Üzgün bir şekilde kafasını salladı, sonra ayak ucunda oradan ayrıldı. Garsonun artık uykusu gelmişti. "Ne yapacağız?" diye sordu Peter Gna ve kız kardeşi cevap vermedi. Böylece Peter Gna kediyi kürklü ceketine kordu ve geceye doğru yola çıktılar. Hava soğuktu ve yıldızlar birer birer patlıyordu. Kiliselerin çanlarında çalan, Chopin'in Marche Funebre'si halka saatin bir olduğunu ilan ediyordu. Yavaşça, keskin geceye doğru yol açtılar. Sokağın köşesine vardılar. Ayaklarının dibinde kara ve aç gözlü lağım duruyordu. Peter Gna Kanadiyen ceketini açtı. Tamamıyla kaskatı kesilmiş kediyi çıkardı, kız kardeşi kediyi sessizce okşadı. Sonra kedi nazikçe ve esefle delikte kayboldu. Lağımın ağzı, "Glop" sesiyle beraber hoşnut bir gülümsemeyle kapandı.