28 Nisan 2014 Pazartesi

En sevimli örümcek!

Sevimli kelimesini duyduğunuzda aklınıza ilk gelen canlının bir örümcek olmayacağı kesindir. Fakat fotoğrafçı Thomas Shahan, çektiği makro Ceylan Gözlü Zıplayan Örümcek fotoğraflarıyla bu yargıyı kırdı.Zıplayan örümcekler oldukça sıra dışı canlılardır, bunların büyük çoğunluğu diğer akrabaları gibi örümcek ağlarıyla avlanmazlar. Bunlar aynı zamanda örümcek türleri arasında en iyi görüşe ve oldukça güçlü arka bacaklara sahiptir. Bu sayede güçlü sıçrayışlarla avlanırlar.Avlanmamalarına rağmen ipek ağ üretebilirler, ancak bunu sıçramadan önce kendilerini bağlamak ya da barınak oluşturmak için kullanırlar.Zıplayan örümcekler aynı zamanda oldukça meraklıdırlar ve sık sık kendilerinden oldukça büyük olan organizmalarla etkileşime girerler. Eğer bir örümcek size bakmak için dönerse, bu büyük ihtimalle zıplayan örümcektir ve bunlar insanlar hakkında doymak bilmeyen meraka sahiptirler. Kara dul gibi birçok örümcek türü insanlardan uzak durmaya çalışır, ancak zıplayan örümcekler oldukça korkusuzdur.Dışarıda yaşayan her tür böcek size zarar verebilir. Bu böceklerin ve sineklerin baş düşmanı bu örümceklerdir. Örümceksiz bir dünya sayısız hastalık taşıyan sivrisinekler ve böceklerle dolu bir dünya demektir.Bu sevimli örümcekleri gördüğünüz zaman, size zarar verebilecek böcekleri avladıklarını unutmayın.

Yalçın Tura İçin On Kederli Şarkı, A.Oktay

YALÇIN TURA İÇİN ON KEDERLİ ŞARKI 1. Yatsı okunmuştu çoktan, süzüyordu balını gece; Hüsn-ü Aşk'a dalmıştım, dumanlar içinde birden gördüm Galib'in yüzünü. Feri kaçmıştı gözlerin Mevlâna Dergahı'nda. Tanrı'nın mı Mahbub'un mu sanki bir vehim kemirmiş ve ufaltmıştı bedeni. Etin karanlığıydı, etin Bâki'yi, Şeyh'i tüketen; söyleşirler karşılıklı: "gamdan ölmem de kıskançlık, ayrılık helak eder beni".2. Sabah! Birden cız etti içim kesmişti zalim yap-satçı erik ağacını komşunun tam çiçek açma zamanı. Geçimsiz Kamile Hanım yakalayabilsen keşke önlüklü beni, elimde araklanmış üç beş erik Komşular öldü çoktan, yıkıldı bahçeli evler kalmadı sürülecek iz hüzünlendirici artık zamanlar.3.Aynı anda duydum tan vaktiÇanın ve Müezzinin sesini;dinsizim, inanmam öteyeama huzurla doldu içim.Göreceğim bir düşündüşünü gördüm düşümde,kıyısındaydım bir gölün,bakışıyorduk Ecelle.Ürkmedim; Her gece yolcusubilir: başlangıçtadır son,aynıdır ezan ve salâ;Ruh-vücud dönüşüp durur.4.Baktım yaralı köpeğingözlerine, gözlerimebakar gibi; aynı dehşettaşlaşmıştı içlerinde.Varlığa özgü, korkularkederler. Akşam bir iç çekişçöplük dibi kondularda;çocuklarda bile bir kasvet.Gün bitti. Bahar çıtırdıyorbahçelerde: bilmiyor kimseyoksulun kalbinden geçenleri,kendi de bilmez zaten halini. 5.Çelik ve elektronik. Çölinildiyor. Elyazmalarıgecede alev alev. Yansıntoprak ve bin yıllık anılar,Kaknus doğar nasılsa külünde.Ölü anaların kollarındaoldu sabah. Çatladı zamanıniçi. Öğrenildi ecelden;bebeklerin yüzünde şimdidenbir Velinin gülümsemesi.Bilmiyor müstevli, efsanefilizlenir geçmiş yıkımlarla;Bombalanıyor ama kent,yıkık bir merdivenin altındazikrediyor hâlâ benzi solmuşCüneyd-î Bağdaî'nin hayali.6.Babamı gördüm dün gece;tipi vardı, yürüyordumbir sağa bir sola, sarhoş,bekliyordu pencerede.Neyi vehmeder de insandikilir camın önünde?Müjde gibidir her yalpa,görür ve çekilir bekleyen.Oğlum görecek mi beni,doğum gününe gelirkenyola yığılmadan önceelimde bir demet çiçek?...7.Onbeş yaşındaydım belkibahçe katı bir evdeydik;mutfak kapısında buldumsıska sokak kedisiniSütüne ekmek doğradım,oracıkta besledim onu;yurduydu o kapı önü,ben de Tekiri kardeş bildim.Eve dönerken öğle sonuezilmiş gövdesini buldum;beslemedim ve sevmedimbir daha hiçbir hayvanı.8.Ziya Osman üç gecedirdüşümde. Çıkarıp siyahkolluklarını bakıyorzalim hesap defterine.Aklında bir cami avlusu"Tanrım" diyor, "Çıkmasınne olur hiçbir yanlışım,ne bu, ne öteki dünyada"Neydi içindeki o büyükvehim ve keder? Çünkü şöyleyazmıştı: "Rabbim! Öleceğizçok şükür. Çok şükür öleceğiz".9.Göztepe Gül Bahçesi'ndeoturuyordum o ılıkMart sabahında. Bir martıgibi konuverdi yanıma.Berduşun tekiydi, tanıdım,baktım gözlerindeki mavala:karı, grev, lokavt, kanser"Boş ver" deyip tosladım beşiği.Bağdat önündeydi tanklar.10.Kim gördü Levh-i Mahfuz'ukalbin içinden başka yerde?Aynı mı yoksulun baktığızenginin okuduğuyla?Neyi kurdum gece, dinlerken"eyvah" diye inleyen sesi?Geliyordu kalbin ta dibindenbu yüzden kardeş Bach'la Itrî.Ermez, olgunlaşır anlayan,giyinir başkasının derdini;"zulmetmeyen şefaat dilemez"demiş, yaşlı Muhammed Vâsi.

23 Nisan 2014 Çarşamba

Evening on Karl Johan street, E.Munch

Evening on Karl Johan street, Edvard Munch

"Bize yabancı değildi, tersine hataymış gibi görünen bir yakınlıktaydı. Bizimle gündelik ilişkilerin tabiiliğini sağlamak için, hayal edemeyeceğim bir kararlılıkla mücadele ediyordu. Ama bir yandan da onu düşünmekte ne kadar güçlük çekiyordum: tek başıma başaramıyordum bunu, başkalarını çağırmam gerekiyordu kendimde. Her şey bir yana bizimle sanki rastgele, önsezileriyle konuştuğundan, sustuğu için bize yeterince saygılı davranmadığından korkuyor gibiydi. Bizim için bir işkence olduğunu biliyor olmalıydı ve bu işkenceyi bizim için olabildiğince hafif kılmaya çabalıyordu. Yanımızdaydı, yeterliydi bu, bizden biri gibi yanımızdaydı, bu önlem, kendimizi karşısında açığa çıktığımızı hissettiğimiz şey olmadıkça, kibarlığın sınırıydı pekâlâ. En tuhafı da ancak hepimizin onun mevcudiyetine tamı tamına yeterli geleceğimiz izlenimi içinde olmamızdı ve de bir tek kişi, yalnız başına, onu orada tutamazdı, ama çok etkileyici olduğundan değil, tersine ihmal edilmeye ihtiyacı olduğundan. Gerekenden fazla olması gerekiyordu onun: bir fazla, sadece bir fazla." 

(Son İnsan, M. Blanchot)

21 Nisan 2014 Pazartesi

Ay Ölür Yılgınlıktan, T.Uyar

AY ÖLÜR YILGINLIKTAN Ay ölür şimdi. Yani ölmek!.. Uzuneski geçmişi bir suyun.Barışmamak çirkin bir akşam olur ve tabaklarda.Donar yemişlerde ispirtoYakılmaz ışık o saatlerde ispirto.Sülünlerin soğuk akşamlara döküldüğü o ovalardaKent uygarlığının akşamı otlara döner, küçük karaltılarmor evlerde soğuk sobaların uzayan küllerini dağıtır,taşralı bir çocuğun eksik bilgisinde.Ay ölsün...Ay ölür şimdi. Uzuneski saldırışlı, ağlaması gökyüzünden,kimsesiz ve hüzünlü bir at yelesi bakışları ve kösnüye hiç benzemeyen bir uzun,deniz kıyısı. İspirtoKalçaları dar ama ne zararı var, hacamatlı bir kadın,doğuramaz artık eski bir evlerde,eski bir savaş evinde ispirtoelleri boş sularda, karanlıklar ve yılgınlıklar taşıyanposta vagonlarını bulur,Sülünlerin soğuk akşamlara döküldüğü o ovalardaBüyük denize bakmak, mavi kalmak gibi,yatarsa. Kimsesiz ve bir atAy ölsün...Ay ölür şimdi. Mağara tükenir ağan yalnızlığında geçmişlerin.El yadırgar ayasını, bir şey yavaşça inerse.O hüzündür.Erken gitmenin ve geç kalmanın, uzuneski posta vagonlarında1930 tarihli bir gazete bulmanın veİşi gücü tütün kokan adamların.Sülünlerin soğuk akşamlara döküldüğü o ovalardaAdam bulanır ve bozar orucunu küfüre, ve pencerelerden bakıldığındadinsel güçleri artar yaşlı kadınların, o yaklaştıkçabardaklardave bir atAy ölsün...Ay ölür şimdi. belki girdiğin kapıdan bir gök müydü?Bir gök müydü ki başını eğdiğin, eksik bir ağız mıydı,ve bir at mıydı? Sanki!..Yüzde üç buçuk faiz ispirtoGitgide güçleşen simyası burda olmanın, ışıksız kapılarıngüneş yoksulu sahanlıkların sana verdiği ürküden,Birden alınan kentlerin dükkânları nasıl kapanırsa,ölülerle dolunca sonsuz ülken, ey Mağribi, kanının hiçuğramadığı bir yerlerinde, çadırları ve bir ağacıbırakmanın sızısı.Sülünlerin soğuk akşamlara döküldüğü o ovalardaTıpkı kösnüye, doymuş kösnülere benzeyince bir resimsiz kitapO büyük telaş avuçlarında,ayılmanın ve bir illet bulmanın,Ay ölsün... . . . . . . .gel dur önüme, sen benim sahiliğimsin!... Isırdığım,bir kauçuk düşmanlığıdır!..Yaşamamız baştanbaşa senin övgündür,Ey kutsal bencillik!.. Senibırakmak niye?.. Suları ve seni bırakmak,Niye?..Aşkın akan suları, doyurgan ve yabanıllığı savaşların ve büyük utkular geçer onarıcı gölgenden.Ey en gerekli yapısı tanrıların, Ben!..Nem varsa sanadır!.. yıkılmış birlikler, kırılmış bardaklarölen kadınlar,kan.......

Kitap Yorumu: Sırça Fanus - Sylvia Plath

Sylvia Plath'in adını çok uzun zamandır duyarım. Şiirlerinden haberdarım. İyi bir şiir okuyucusu olmasam da bazı dizeleri bir an durup düşünmemi sağlamıştır. Plath'in tek romanı olan Sırça Fanus'tan da haberdardım ancak elime almam nedense CNR Kitap Fuarı'nda Kırmızı Kedi standında görünce ancak gerçekleşti. Fazla düşünmeden kitabı aldım. 

Psikoloji ve psikolojik romanlar okumayı her zaman sevmişimdir. İnsan beyni ve gizemleri beni çok etkiliyor, sırlarını keşfetmek istememe yol açıyor. Daha önce bu kadar baskın bir psikolojik roman olan Sana Gül Bahçesi Vadetmedim'i okuduğumu hatırlıyorum. Onu da Sırça Fanus'u okuduğum açlıkla okumuş, bana bir şeyler öğrettiğine memnun olmuştum. Ancak Sırça Fanus sadece bir psikolojik roman değil. İçinde pek çok dikkat çeken unsur var. Feminizm ve sosyolojik çıkarımlar, kimlik bunalımları hattâ yazma macerası. Üstelik kitabın dili sandığınızın aksine oldukça sade ve anlaşılır. 

Esther Greenwood New York'ta staj yapmakta olan bir üniversite öğrencisi. Esther, yıllardır parlak bir öğrenci olmuş ancak "gerçek hayatın" içine girmek onun bazı şeyleri sorgulamasına yol açıyor. Örneğin nasıl bir yol izlemesi gerektiğini bilmediğini fark ediyor. Hattâ kendisiyle ilgili bir sürü şeyden bihaber olduğunu... Esther'in kitabın başlarında normal görünen hayatı, küçük detayları fark etmeye başladıkça Plath'in deyimiyle "sırça bir fanusa" dönüşüyor. Kırılgan ve boğucu bir hâl alıyor. Esther'in çevresindeki insanlar ve erkeklerle olan ilişkileri onu adeta tetikliyor; bir kitap yazmaya karar vermesi ise kopuş noktası oluyor.

Kitabın belirli bir kurgusu var diyemeyiz. Esther'in fanusun içine hapsolması ve intiharı düşünmeye kadar giden kendini kaybetme süreci anlatılıyor. Aslında pek çok kişinin söylediği kitabın Sylvia Plath'in otobiyografisi olduğu görüşüne ben de katılıyorum. Sırça Fanus'un, yazar ölmeden önce yayımlanan son kitabı olduğu düşünülürse bu düşünce pek de yanlış sayılmaz.

Çünkü nerede olursam olayım -bir gemi güvertesinde Paris’te bir sokak kahvesinde ya da Bangkok’ta- hep aynı sırça fanusun altında kendi ekşimiş havamda bunalıyor olacaktım.Kitabın baskısından da ufacık bahsetmek istiyorum çünkü çok sevdim. Kırmızı Kedi Yayınları kitabın ellinci yılında bu yeni baskıyı sunmuş bize ve ben de iyi ki bu baskıya denk gelmişim. Hem iç hem de dış tasarımı ve baskısıyla okurken bol bol okşamama sebep oldu Sırça Fanus.Puan: 4

Yerin altında ayrı bir dünya!

Dünyanın en derin mağarası Gürcistan’dan tek taraflı bağımsızlığını ilan eden Abhazya’da bulunuyor.Mağaranın girişiyle bilinen en derin noktası arasında 2,2 kilometre mesafe bulunuyor.Krubera Mağarası Karadeniz’in kenarında Arabika Massifi üzerinde bulunuyor ve 13,4 kilometre boyunca uzayıp gidiyor.Mağara, 1956 yılında Fransız kaşifler tarafından bir kilometrelik bir deliğe düştüklerinde keşfedildi.Mağaranın haritası çeşitli milletlerin kaşifleri tarafından çıkarıldı ve 2007 yılında Gennadiv Samokhin isimli Ukraynalı dalgıç bu çok derin mağaranın içine dalarak tekrar haritasını çıkardı ve mağaranın derinliğini 46 metre daha artırdı.Gerçekleştirilen her dalış ve incelemeler mağaranın ne kadar derinleştiğini gösteriyor.Bu mağara Eiffel kulesinden 6 buçuk kat, Dubai’deki dünyanın en uzun binası Burj El Halife'den 2 buçuk kat daha derindir.2005 yılında 56 kişilik bir kamp ekibi mağaraya 5 ton ekipman taşıdı.Kaşifler çadırda yemek pişirip uyuyabiliyorlar ve ısınmak için bir araya toplanıyorlar. Her yıl birçok turist ve kampçı burayı ziyarete geliyor.

15 Nisan 2014 Salı

Öyle bir hikaye, S.F.Abasıyanık

Öyle Bir Hikâye 

Sinemadan çıktığım zaman yağmur yine başlamıştı. Ne yapacağım? Küfrettim. Ana avrat küfrettim. Canım bir yürümek istiyordu ki... Şoförün biri:— Atikali, Atikali! diye bağırdı.Gider miyim Atikali'ye gecenin bu saatinde, giderim. Atladım şoförün yanına. Dere tepe düz gittik. Otomobilin buğulu, damlalı camlarında kırmızı, sarı, yeşil, türlü ışıklar görerek, bir renk dalgası içinde Atikali'ye vardık. 

Şişli'de Bomonti durağından yüz adım yürüsem evime varır, iki yorganlı yatağımın çukuruna büzülür, dostum Panco'yu düşünürüm. Şimdilik başka kimsem yok. İstanbul adalarının birinde hasta anam yatar döşeğinde. Kara köpeğim de karyolasının altında onu ve beni bekler. Panco, Çilek isimli bir sokakta oturur. Futbol oyunları görür rüyasında. Yahut da yine rüyasında pişpirik oynar. Ben gece yarısından sonra yağmurlu bir havada Atikali'deyim. Sözümona bir bulvar üstündeyim. Yürüyorum. Yağmur yağıyor da yağıyor. Evet, yağmurun, yalnızlığın, Atikali'nin hakkı var: Uzaklaştıkça anamı, Panco'yu, köpeğim Arabı daha çok özlüyorum. 

Üçü de uykudadır. Annem horluyor, Arap uyanmış, sokağa kulak veriyor, Panco rüya da görmüyor, demincek attım. 

Ben, iki insan ve bir hayvan düşünerek yağmurun altında, Atikali'nin bilmediğim sokaklarına sapıyorum. Bekçi düdükleri geliyor. Bir evden deli gibi birisi fırlıyor. Üstüme çullanıyor. 

— Dostumu öldürdüm abi, diyor, sakla beni.Paltomun cebini gösteriyorum. Dikişlerinden yağmur girmiş, sabahki yediğim simidin susamları kokan cebimi. Girip kayboluyor.— İsmin ne senin? diye sesleniyorum cebime:— Hidayet.— Neden öldürdün; Hidayet?— Seviyordum be abi!— Nasıl seviyordun; Hidayet!— Deli gibi be abi! Gün onunla ağarıyordu. Ben susamhelvası satarım abi gündüzleri. Cebin de mis gibi simit kokuyor abi. Gün onunla ağarır; onunla kararırdı. Bir dakkam yoktu onu düşünmediğim. Abi, rüyada gibi yaşardım. Her laf gelir gider ona dayanırdı. İnsanlar bana bir laf söylerdi. O ne cevap verebilir, diye düşünürdüm. Bir şey alacak olsam o alır mıydı acaba? derdim. Bir şey yesem içime sinmezdi. Biri yol sorsa o gösterir miydi diye kafama sormayınca ve içimde o, yol göstermeyince aptal aptal bakardım. Bir güzel şey görsem ona göstermezsem, gösteremediğim için zevk alamazdım güzel şeyden.— İsmi ne idi?— Pakize.— Sonra Hidayet?— Sonra abi... Hava kararırdı. Susam helvalarını kahveye bırakır, iki bardak şarap içmeye koşardım. Afyon mu katardı pezevenk meyhaneci nedir, içer içmez Pakize karşıma dikiliverirdi capcanlı, ısıcacık.— Sahiden mi?— Yok be yalancıktan, hülyadan be abi! Artık konuşur dururdum abi.— Sus, gelen var, Hidayet.Hidayet paltomun cebinde bir susamtanesi gibi büzülürdü. Yağmur dinmişti. Ortalık bir parça ağarmış gibi idi. Hidayet cebimden seslendi:— Anlatayım mı ötesini abi?— Anlatma, yeter bu kadarı.— Peki abi, sustum. Nasıl istersen abi. Ama anlat beni Panco'ya emi?— Anlatırım Hidayet.— Ama ötesi daha kıyak abi.— Ötesini ben uydururum Hidayet. Sen çık cebimden. Palto da ıslandı. İkinizi birden kaldıramıyorum, yoruldum.— Peki abi.Cebimdeki susam pire oldu. Fatih Camii avlusunun çitlembik ağacının dibine doğru fırladı gitti. Karanlıkta bir kıvılcım, kara bir kıvılcım gibi pırıldadı. Bir oh çektim. Rahatlamıştım. Keyiflenmiştim. Panco'ya domuzuna bir hikâye anlatacaktım: Hidayet Pakize'nin ta kalbine bir vuruşta kocaman bir çivi saplamıştı. Başka çaresi yoktu. Susamhelvaları yiyen çocuklar, kadınlar Hidayet'ten bu hikâyeyi beklemezlerdi. Susam helvası karın doyurmazdı. Pakize susam helvacıya da varamam a, demişti. Seviyormuş... Sevgi karın doyurur mu? Hidayet o akşam süslenmiş, Taksim'e çıkmıştı. On sekiz lira otuz yedi kuruş parası vardı. Bir meyhaneye girdi içti de içti. İçtikçe Hidayet'e koydu. Artık minareye baktığı zaman minarenin aleminin göğe doğru yükselişini Pakize ilen bir bulutsuz ay mehtaplı gecede seyretmeyecekti, demek. Hırkaişerif e bu yolmu gider diye bir kadıncağız sorduğu zaman Hidayet kafasının içinde, sarı yün kazağı altında kaybolmuş, Pakize'ye aynı suali sorup da: "Bu yol mu gider, öteki mi, ben ne bileyim Fatma Hanım!" derse, o da kadıncağızın şaşırmış yüzüne gülümseyerek aynı şeyleri söyleyemeyecekti, ha.

Başını tüyler gibi, kediler gibi, temiz tülbentler ve mendiller gibi kokan Pakize'nin dizlerine hiç mi hiç koyamayacaktı. 

Ulan bu çiviyi de kim koymuştu cebine. O piç Abdullah yok mu? O canım çocuk. O çilli, esmer yüzlü, badik burunlu, Karakaplan kulübü santrhafı canım oğlan Abdullah. O koymuş olacaktı çiviyi. Yarım sinema bileti, yarım stadyum bileti, diş fırçası, İngiliz anahtarı, bozuk yale kilidi, ispermeçet mumu, çiklet, kurtlu kiraz, sabun, karpuz kavun çekirdeği, soğan sarmısak koyan piç kurusu çiviyi ne bok yemeye kor. Kocaman temel enserisi. Pırıl pırıl da. Biz gibi de ince... Panco'ya hazırda hikâye.

— Ne arıyorsun buralarda gece yarısı hemşerim sen?— Bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim. Ordan dönüyorum. Geç kalmışım.— Nerde oturuyorsun?— Şişli'de.Üstümü aradılar. Kalemden başka 67 lira 30 kuruş param var. Bir hikâye müsveddesi, Panco'nun bir resmi, bir kalem daha.— Nüfus kâğıdın yok mu yanında?— Yok!— Ne iş yaparsın?— Yazı yazarım.— Ne yazısı, kâtip misin?— Kâtibim.— Kimin yanında?— Kocaeli, İkbal ambarında.Nereden aklıma geldi de birdenbire söyleyiverdim Kocaeli İkbal ambarını.— Hadi bakalım. Tabana kuvvet. Dolaşma gece vakti, ihtiyar halinde.Fatih parkının kenarından yürüyorum, Panco. Adamın biri oturmuş ıslak yere. Bacaklarını dimdik dikmiş. Kafasını parkın sınır demirlerine dayamış.— Yaşasın demokrasi, yaşasın millet, yaşasın cumhuriyet! Diye bağırıyordu.— Yaşasın hemşerim, dedim.— Otur yanıma, dedi.Oturdum. Oh! Sahiden rahatmış be. Islak ıslak. Soğuk soğuk.— Benim bir karım var hemşerim. Suratını görsen bir aylık yola kaçarsın. Bir kızım var. Allah senin gibisine nasip etsin. Evli misin? Evli isen boşa benim kızı al. Bir gözü kör, öteki gözü Yaradana yan bakar. Bir burnu var. Enfiye mendili dayanmaz. Sümüğü kokar. Mendili kokar, kendisi kokar. Yanından geçemezsin. Buram buram aybaşı kokar. Bir oğlum var. On dokuz yaşında, sidik kokar. Ayak kokar, cıgara kokar. Ev desen evlere şenlik apteshane kokar. Hey büyük Allahım! Şu taşlara bak. Yıkadın pırıl pırıl. Şu yeşile boyanmış demirlere bak! Katı, katı amamis gibi boya ve yağmur kokuyor. Şu çimenler. Şu bulutlar, şu kara kara, sarı sarı, kırmızı kırmızı, sarışın sarışın, esmer esmer geçen bulutlara bak! Şu gözlerimde büyüyüp büyüyüp, yıldız yıldız açılıp, ok ok, sivri sivri kapanan fenerlere bak! Şu baştan aşağıya yıkanmış daireye bak! Soğukmuş, yağmurmuş. Vız gelir. Tertemiz, kokusuz, ışık ve su içinde, bulut içinde kâinatın altında yatıyorum. Başımı demirlere dayamışım. Kıçım sular içinde ne çıkar? Kâinat tepemde akıl ermez oyunlar oynuyor. Buhar su oluyor. Su çamurları, pislikleri temizliyor, çimenleri yeşil ediyor, ağaçları ağaç. Ne işim var evde? Otur sen de. Sen de gitme evine. Yatalım burda. Uyuyalım. Dur önce bir cıgara yakalım.

Şu kibritin, şu yanmam diye fısır fısır fışırdayıp da sonradan peki emret anam yanayım, diyen şu kibritin ışığına bak. Bu olur mu arkadaş. Böyle bir el sürçmesiyle açılıveren hararet, ışık, bayram gördün mü sen? Gül, sevin arkadaş. Şu ağzımızdan çıkan dumanlara bak! Nasıl uçuyorlar. Yaşıyorsun efendi. Pırıl pırıl, tane tane, ıslak ıslak. Cam cam, billur billur, fanus fanus, çeşmibülbüller gibi yaşıyorsun dostum. Dumanlarımıza, cıgaralarımızın dumanlarına bak efendi! Bu mavi şey nedir? Bu insanın içini sevinçten, keyiften parlatan şey nedir? Ne kadınla yatmak, ne şarap içmek, ne arkadaşlarla prafa oynamak, ne tiyatro, sinema seyretmek... Hepsi bir yana dünyayı seyret. Al gözüm bak efendim. İşte sana kibrit alevi. İşte sana cıgara dumanı! Hadi uyuyalım hemşerim. Ha uyumadan evvel Panco'ya anlat beni. Fatih parkının demirine dayalı uyuyan adamı, cıgarasının dumanını. Panco iyi çocuktur. Candır can. Selam söyle benden. İyi ki şu ayakkabıları almışım. Bereket ki ayaklarım su çekmiyor. Her yanım su içinde. Ayaklarım kaloriferli. "Cıgaramın dumanı, yoktur yârin imanı. Altından köşk yaptırdım, gümüşten merdivanı" türküsünü bağıra bağıra söyleyerek uzaklaşırken arkamdan sesleniyordu.

— Var ol! Gördün mü? Var mı imiş dünya. Panco'nun arkadaşı! Faik Bey'in oğlu. 

Zeyrek'teki setlerin üzerine oturdum. Önümde Vefa. Atatürk bulvarında cinler top oynuyor. Rüzgâr bir kaleden bir kaleye bulut atıyor. Yaşasın futbol maçları, diyorum. Seddin hangi tarafından ineceğimi düşünmek istiyorum. Ömrümde bir kere esrar çekmiştim Bursa'da. Yeşil camisinin avlusundaki sedde oturmuş Nilüfer ovasına şiir düzerken ne taraftan ineceğimi şaşırmıştım. Adamın biri geçerken çağırıp, ne taraftan ineceğim ağabey, diye sorunca adamcağız gözümün içine korku ile bakmış, sonra gülümseyerek elimden tutup indirmişti. Gözlerini lise kasketinin şemsiperine dikip:— Yapma bir daha delikanlı, demişti, inmesi kolay. Biri gelir indirir. Ama bir de çıkmasını şaşırırsan iflah olmazsın sonra, demişti. 

Şimdi artık böyle şey kullanmıyoruz ama o zamandan beri bir sedde çıkmaya görelim. Hep iniş kolunu unutuveriyoruz. 

Panco hep kabahat sende. Sen ettin bu işi bana. Gece yarısı senin hesabına dolaşıyorum. Sen ettin bu işi. 

Baktım, Zeyrek yokuşunun seddi dibinde uyumuş bir köpek. Yanına oturdum. Gözünü açtı. Böcül böcül baktı. Korka korka kafasını okşadım. Gözünü yumdu. Bir konferans da ben ona çektim. Dedim ki:— Oğlum patlak göz. Ben insanoğlu. Sen hayvanoğlu. Bundan milyonlarca sene evvel her ikimiz de kurttuk, solucandık, tek hücreli mahluktuk. Ondan evvel boşlukta bir tozduk. Sonra bak işte bu hale geldik. Bundan sonra belki böyle kalırız. Belki değişiriz. Ama böyle kalmayalım. Siz de bedbahtsınız, biz de. Evlerde uyuyanlar, ipekler içinde uyuyanlar, kadın koynunda uyuyanlar, soba başında kıvrılmış bobiler de var. Lastikten kemikleri, topları var. Hanımları atar, koşup getirirler. Sabahları kapıcılar gezmeye çıkarırlar. İnsanlar var, sevdiklerini almışlar şu saatte koyunlarına, dalmışlar iki kişilik rüyalarına. Pekâlâ ne yapalım? Ama sen Zeyrek yokuşunda kuyruksuz, tüysüz, uyuz, soğuktan titreyen bir sokak köpeği, ben Panco'nun arkadaşı, başka hiçbir şey değil, yağmura vurmuş, uykusuz, canı burnunda, yüreği Ağaççileği sokağında, kafası Bomonti tramvay durağından yüz metre uzakta kirli bir yastıkta bir adamcağızım. Ne yapalım? Günün birinde dostluklardan, insanlardan ve hayvanlardan ve ağaçlardan ve kuşlardan ve çimenlerden yapılmış vazife hissi ile çarpan yüreklerle dolu bir âlemde yaşıyacağımızı düşünelim. Bir ahlakımız olacak ki hiçbir kitap daha yazmadı. Bir ahlakımız, bugün yaptıklarımıza, yapacaklarımıza, düşündüklerimize, düşüneceklerimize hayretler içinde bakan bir ahlakımız. O zaman seninle daha uzun dostluklar ederiz patlak göz. O zaman hiç merak etme. Dostum Panco da bana hak verecektir. Kilise ahlakından söz açmayacak. Dostluğun olağanüstü güzelliğini çocuklarına anlatacaktır. 

Atatürk Köprüsü'nde rastladım adama. İki elini tırabzana dayamış, Haliç’e öğürüyordu. Yanında durdum. Zıplar gibi iki üç defa daha ayakkabılarının ucuna basarak yükseldi. Sonra durdu.Mendilimi çıkarıp gidip yüzünü sildim. Ağzını sildim. Gözüne düşen saçlarını elimle taradım. Yüzünü bana çevirince iki büyük ve siyah göz dostça baktı.— Çok içtim amca, dedi. Ukalalık etmedim.— İçmeli delikanlı, dedim, içince çok içmeli.— Aşkolsun amca, dedi, sen de bizdenmişsin.— Zamanında, dedim.— Çok mu içerdin, dedi.Alt dudağımı üst dudağıma adamakıllı yapıştırıp sağ elimle de havaya hafiften iki üç tokat salladım. Panco sen de yap böyle, ne demek istediğimi anlarsın.— Belli, belli amca, dedi. Suratında nur kalmamış. Kızdım.— Nurum içimde oğlum, dedim, içim pırıl pırıl. İçim aşkla dolu, dostlukla dolu, hiç olmazsa bu akşamlık. Sen bakma o yüzdeki nura. Yalanadır, aldatır.— Öyle mi dersin? dedi. Arkasından "Öyle mi derler tombul gelin böyle mi derler?" şarkısını söyleyerek uzaklaşırken yakaladım.— Yok, dedim, salıvermem seni. Anlat bana nerde içtin.— Nerde olacak amca, bırak, gece yarısı hoşbeşi Allah aşkına aydım artık, gidip yatayım. Yarın erken araba koşacağız. Moruk kıyameti koparır uyutamazsak. Senin anlayacağın amca na şu karşıdaki evde bir karı oturur: Yahudi karısı. Kocası Ankara'ya gitmiş. Bizi çağırdı. Gittik, beraberce içtik. Herif gece yarısı damlamaz mı? Pişkin adammış. Bizi karşı karşıya görünce bir tek kelime söylemedi. Bir kenara oturdu. Kan da pişkinmiş o da sanki odada kimse yokmuş gibi bir bana bir kendisine, bir herife dayadı rakıyı. Üçümüz bir kelime söylemeden yedişer kadeh daha içtik.— E, bana müsaade! dedim. Karı:— Müsaade sizin efendim, dedi.Herif yüzü sapsarı, mükemmel bir Türkçe ile:— Şerefi ikballe, dedi.Ben kırdım. Sonra ne oldu evde bilmem.— Uy anam, dedim ben.

— Ya, uy anam, dedi, genç yakışıklı, bıçkın arabacı. İkimiz de Atatürk Köprüsü'nü ters tarafından arşınlayarak Haliç'in öteki yakalarına vardık. Ben Azapkapı'da iken onun Unkapanı'ndan narasını duydum.— Uy anam, diyordu.İşte bu minval üzre Panco geldim sizin mahalleye, yağmur yine başladı. Tam sizin evin önünde bir küp kırılmış, yarısı paramparça, yarısı sapasağlam. Küpün içine oturdum. Başladım anlatmaya Atikalipaşa'ya bir gece yarısı nasıl gittiğimi, Hidayet'in cebime nasıl girdiğini, Fatih parkında yatan adamı, sokak köpeğini ve Yahudi karısının arabacı zamparasını. Sen uyuyordun.— Hey Panco, Panco, seslendim.Sesim bir pencereyi deldi. Gitti senin kulağını buldu. Uyandın. Ama artık benim sana kadar yetiştirecek ne sesim, ne halim kalmıştı. Sen de tekrar uykuya daldın. Bir otomobil geçiyordu.

— Bomonti'ye gidiyor musun ağabey, dedim.— Atla, dedi. Atladım.

14 Nisan 2014 Pazartesi

Su altı silahşoru

Bu karides, düşmanlarından kıskacını silah gibi kullandığı için 'Tabanca Karidesi' olarak anılıyor.Bir zamanlar avlarını kıskaçlarıyla öldürdüğü sanılan Tabanca Karidesi'nin gizemi günümüzde kullanılan yüksek teknolojik cihazlar sayesinde gün yüzüne çıktı.Suyu düşmanlarına yada avlarına karşı bir silah olarak kullanan karidesin gücü kıskaçlarında gizli. Tabanca Karidesi, kıskacını o kadar hızlı kapatıyor ki suda basınçla saatte 100 kilometreye hıza ulaşan hava kabarcığı oluşuyor. Karidesin ortaya çıkardığı kabarcığın sıcaklığı ise 4 bin dereceyi buluyor.Bu eşsiz özelliğiyle avını şoka sokan küçük karides kendisinden daha büyük deniz canlılarını rahatlıkla avlayabiliyor.Bazı bilim adamları tarafından bir nevi kavitasyon olarak da adlandırılan bu olayda, suyun muazzam bu gücünü özellikle uzun süre yol alan gemilerin aşınmış pervanelerinde de görülüyor.

12 Nisan 2014 Cumartesi

Fotoğraf adaleti yeniden kurar, W.Wenders

Bir film çektiğinizde her zaman birçok insanla uğraşırsınız.Kameranızın önünde her zaman oyuncular olur.Anlatacağınız bir hikaye vardır.Uymanız gereken bir program vardır.Kısıtlı bir bütçeniz olur.Seyahat ettiğimde ve fotoğraf çektiğimde farklı bir ritmim vardır.Aniden, ufuk, gökyüzü, binalar, ağaçlar ve çevredeki her şey önem kazanır.Ah, evet, insanlar da, fakat onlar çevreleri içinde buharlaşırlar.Fotoğraf adaleti yeniden kurar:Manzara artık sadece hikayenin içinde geçtiği arkaplan değildir.Filmlerde, manzaraların ve mekanların gittikçe artanbir şekilde oyun dışı bırakıldıklarını hissediyorum.Televizyon üslubuna, odaklanmamış arkaplanlara karşıyakın çekimlerin hakimiyetine kurban oldular.Bir filmde, belirli bir çerçeve içinde olmayan her şey gene de vardır.Bir sonraki kesmede ya da kamera bir yandan öbüryana dönmeye başladığında görülür hale gelebilir.Bir fotoğrafta, çerçeveniz dışındaki her şey sonsuza dek dışlanmış olarak kalır.Belki bu benim sürekli şeyleri merkeze almayaçalışmamın nedenidir; böylece şeyler azami düzeydebir güvenlik alanına sahip olurlar.

Bir fotoğraf çekmek, bir odanın dışına, dışarıdakidünyaya pencereden bakmak gibidir.Fakat pencereye daha fazla yaklaşamazsınız, tümgördüğünüz dünyanın pencereyle çerçevelenen kısmıdır.Bir filimde, pencereye kadar gidebilirve oturduğunuz yerden görmediğiniz her şeyi görebilirsiniz.Bir fotoğraf çekerken, itimat edebileceğim bir çerçevebulamazsam ve bu yüzden kendimi kaybedersem, yada eğer bir merkez, ya da ufuk çizgisi ile onun şekliniverdiği manzara arasında bir denge yoksa, ya daçizgilerin ya da renklerin ahengini göremezsem, tümtecrübe anlamsız hale gelir- resim boş kalır.Doğru, fotoğraflarımda çok insan yoktur, fakat herzaman, bir gün artık orada olmayacak, insanlarınarkalarında bıraktıkları ya da biz konuşurken ortadankaybolabilecek bir şeyler vardır.Kaybolan her şey beni cezbediyor.Fotoğraflarıma bakarsanız, insanları kasten onlarındışında bırakmaya gayret ettiğimi düşünebilirsiniz.Fakat tam tersine, çoğunlukla beyhude yere birinin yaklaşmasını beklerim.Son kertede, manzaraların tamamen bizim varlığımızla 

etkilenmemiş olduklarını görebilirsiniz.Evlerimiz, asfaltımız ve arabalarımız bile kalıcı bir etki bırakmaz. 

Los Angeles, Ocak 1997

11 Nisan 2014 Cuma

Kadırga, M.Mungan

KADIRGA Senelerce, senelerce evveldi;       Bir deniz ülkesinde... ve belki debirbirine aktardığım defterlerin hepsindebu şiir vardı:Senelerce, senelerce evveldi;       Biz seninle orada, o deniz ülkesinde tanıştık uzak denizler, uzak yakınlıklar içindebir Kadırgada iki korsantarih, yarın, ütopya dolu sandıklar arasındabirbirimizi yaralarından tanıdıkdışı korsan, içi iç denizlerde yaşayan çocuklardıkkonuşamadıklarımız bir bulut kalınlığındaduruyordu aramızdaoysa konuşsak, ya da dokunsak birbirimizeçekip gidecekti içimizdeki o korkunç noksanlıkbatık gemilerin deniz diplerini saranumutsuzluğu vurmuştu yüzümüzebirbirimizden ve aşkın keşfedilmemiş gizlerindenürküyordukbir definenin ikiye paylaştırılmış haritasındabilmedenbirbirimize doğru ilerliyordukkara görünmüyordu yokluğumuzdakara çok uzaktasahiller millerceuzaktaydı birbirimizin yokluğundaneyimiz vardı öfkeli bir gençliktenmağrur inceliklerimizdenve geceler boyu kısık yıldızlar altında anlatılanihanetlerin kara bilgisinden başkabiliyorduk geldiğimiz yer Atlantiso yitik ütopyagittiğimiz yer de oraSenelerce, senelerce evveldi;sen yoktunbu aşk başladığındaSenelerce, senelerce evveldi;sen yoktunben de yoktumbu aşk başladığındabizi yola çıkaran ne varsayol üzerindedir,öyledir sanıyordukgeleceği seçmeye çalışıyordu kısılmış gözlerimizadasız denizlerin ufkundaBilge ve hırsız. Çocuk ve katil. Ölüm ve oğuloluyorduk. Denizler, meydanlar, kavgalar ortasındafırtına bilgisi yoklarkençözülmemiş zamanların altın bilmecelerinibir daha hiç çıkamadık daldığımız karanlıktankara ruhların büyük bayramlarından sonraAşk giz tutmuş tuğraAşk 1988Bir yıldır yoldayızAşkımız sağlam sulardaAşk 1988gideceğimiz yer Atlantiso ütopya sılaayrılsak bile biliyoruzbaşka bir anlamdasenelerce, senelerce sonrasağlam, ödeşmiş, mutlu âşıklar içinbir randevuduraynı yolculukta Kadırga Aşk 1992 Ayrılık 1992 şimdibiliyor muyuz gömülüp gidenibatıklardakaç kıyıdan toplanmış taşlarlabatıyordu dibeşarap fıçılarıyla, zeytin dallarıylayarım kalmış bir gravürdeyelkenleri sönen kadırgabatıyordusarışın hurmalar, gümüş paralaruzak otlar, ipek toplan, amber kokularıylaçıkmamak üzere bir dahabir başka mürekkebin kıyılarına daldığımız solgun gravürdenbirbirimize baktığımızdadinliyordu deniz diplerindeboğulmuş beyaz kentlerdengeçilen yolculukaynı takım yıldızların altındadünyaya gelen aşkların benzerliği gibibaşka çağlan haber verir kimi denizleryoksa nerden çıkardı bu rüzgârbu zeytin dalları, baş döndüren şarabın kokusuağzımızdaki bu hurma tadıipeğine uzandığım bu amber nerden yüreğimdeki dövme çok eski bir gravürdenbuluşurdu sessizliğimizokuduğumuz sayfaların derinliğindene zaman sussakaramızdan geçerdi hayalet gemilerikarşılıklı kıyılardaaynı denize bakaniki koltuk, iki lamba, iki ayaynı pencerenin derinleştirdiği gecedegemilerin ıslığını dinlerdiktek bir söz bile etmeden konuşurduk saatlerce kapkara hayalet gemileri geçerdigeçmişten gelensessizliğin yarattığı sis içindekapkara hayalet gemilerigeçerdi gözlerimizin önündegecenin içindenyeniden döndüğümüz sayfaların derinliklerindedilsiz kırılganlığıyla dip iklimiyüzeydeki çalkantılarını unuttururdugömüldüğümüz denizinsom bir bütünlük içindeydikkoltuk, lamba, kitapsayfasını kapatırkenkahramanı olduğumuz şiirinay sönerdi penceremizde hayalet gemileri geçerdiuykularımızın içindenuzun denizlerde yorulmazdı gözlerimizbirbirimizin güneşine baktıkçaen yeni yerlerimizi birbirimize borçlandıkçünkü âşıktık, kararlıydık, haklıydıkbir denize kaç dalga sığarsagüz denizini ayıran halatlar yazdenizinden geniş melankolisi ıssızbir adaya düşecek olsan hangişiirleri alırdın yanına hangimevsimleri, ikindileri çarşafınıdeğiştir denizin sevgilim tropikalyaprakların, ayın yüzüne düşenperçemlerini kaldır hafızandanbütün lekeleri sil alışmak çürütürgövdenin derinliğini hangi denizi seçtiysen o türlüvarlığın kıstırıldığı seyir defteri yazdenizini güz denizinden ayıranhalatlar gibi çözülür adaların dağınıkbelleğindensavat geceçakıllarda şarkısıay ışığıyla ayrılır denizin ipeği ikiyeyalınlığın vurgununda çözülen derinlikgövdenin uykulu tarihiaydınlanır karasına vurduğu sahildeavucunda tenimin taçyapraklarıkalbimde kalabalık yeminlervahşiyim, vahşiyizbu defne günlerindeçıplaklığımızladağlıyoruzbirbirimizigökle karışıyor tenimizkumun zamanlarıylasuyun yeniden elde edilmesibulutun dumanıyağmurun kırbacıyaprağın buharıylasevişmek için değilyaşamak içindir çıplaklığın önemitanımlara zorlanmış itiraflardanfirar ediyorgövdelerimizbir ejderha uyuyor ay ışığında ayışığında uyuyoruz ilk defakendiliğinden yolunu bulanhayvanlar gibiateş, hava, su, toprak ve aşkbirbirimize çıkıyor her defasındakendiliğinden yolunu bulanbirbirimizin kollarındaki ejderhagecenin bütün burçlarıinmişti sahileürperen kumların üzerinde hiçgörmedikleri bir sabah gibibakıyorlardı yüzümüze gecenin göğsümüzde unuttuğubir avuç ay ışığısenin göğsünde bıraktığımen derin uykumduorada kaldımorada kaldıne kadar tutkunduk birbirimize ufukdaralırdı tenimizin yankısından okaçak sahil köyü, Kadırga şimdi ikiayrı yaz kaldı bize birliktegeçirdiğimiz o büyük yazdansolak defterlerde uğruerkek denizlerde mitoloji ,korsan haritalarında define kalbim bir senden birçok âşıkedindi : . Zamanı bizden ayrı parlayan bir şeydikanımda kımıldayan tutku gecenin sözleşmesindekimürekkep her şeyi aşka ve ateşe dönüştüren                     derin bir ayindisen gittinbuluştuğumuz körfezler şimdi başka denizlerin çekimindesen gittin ama doksan dokuz adın kaldı kalbimdene kadar gitsen de uzağavücudumda dolaşıyor zincirinkurduğun bütün tuzaklarıtapınak bildimtenim çöl tenim çöl tenim çölbedenimi lincine bırakıpçekip giderim çekipgiderim giderim tenimçölaysberg tülne zaman dondu pusulane zaman geldik bu iklimearamızdaki siste kaybolmuşbuzkıran gemilerkaybolmuş kelimelersen yoksunben de yokumkutuplar kadar yalnızız ikimiz de rüyamızı emanet etmedikhiç uyumadık sığdaölümün uykusuna güvenir gibibırakırdık kendimizibirbirimizin düşlerinin yastığınaaşktı bu, beraberliktiyol arkadaşlığıydıve daha binlerce kelimeaşk bitmiyor bitmedendenizi tükenmemiş Kadırgabir çifte vav yokuşundan aşağıdoksan dokuz adımınen güzeli sevgilimyeniden bulmanın sularıdenizi geçenlerin adımlarından sonra taş kadar körtaşbaskısı gravürdiri mürekkepkör aşk, kör levhabüyük bir fırtınadayıkanmış aydınlığıylainiyor hatgüvercin dönüyorbir dal zeytinleaşk bitmiyor bitmedentükenmemiş deniziylemasalına dönüyor Kadırgabir türküMeyve bile dalına güvenirMeyve kadar hükmüm yoğ imişbir dizeDenizim ben batık aşklarla dolubir fotoğrafşiirde görünmüyorve görünmeyen nice ayrıntıkim bilir ne zaman kendini yazmaya başlamışbaşka şiirlere taşmıştaşırmış içindekileriseyir defterinin kazalara uğradığı Kadırgayeni dalgalarla yamıyoryarıklığı denizigönderinden ithafını kazıdığı tarihigönderme yaptığı başka denizler yarattı kendinekimi zaman başka şiirlerin gövdelerindedenize açılarak sürdürdü, sürdürüyor kendiniduruyor yürekteki define, korsanlar yaşlandıdeniz zamansızne sen, ne ben, ne şu mai denizne de melâli anlamayan diğerlerisenelerce, senelerce evveldisenelerce senelerce evvel bir sonraki 1988 - 1992

10 Nisan 2014 Perşembe

Helena'nın Sürgünlüğü, A.Camus

HELENA'NIN SÜRGÜNLÜĞÜ

Akdeniz'in tragedyası güneşe bağlı, Kuzeyinki gibi sislere değil. Kimi akşamlar, denizin üstünde, dağların eteğinde, gece, küçük bir koyun pürüzsüz kıvrımı üzerine iner ve o zaman sessiz sulardan acı bir olgunluk yükselir. İnsan buralarda anlayabilir ki, Yunanlıların tanıdıkları umutsuzluk, hep güzellik içinden, güzelliğin insanı ezen yanından varılmış bir umutsuzluktur. Bunaltıcı altın sarısı içinden, tragedya yükselir. Bizim çağımızsa, tam tersine, umutsuzluğu, çirkinlikler, kıvrantılar içinde besledi. İşte, onun için, Avrupa korkunç olabilirdi; bereket versin acı, hiçbir zaman çirkin olmuyor.

Bizler güzelliği sürgün ettik. Yunanlılar onun uğrunda silaha sarıldılar. İlk ayrılık burada.

Ama, kökleri derin bu ayrılığın. Yunan düşüncesi belli sınırlar içine sarmıştır kendini. Hiçbir şeyi aşırılığa götürmedi, ne kutsalı, ne aklı. Çünkü, hiçbir şeyi yadsımadı, ne kutsalı, ne aklı. Gölge ile ışığı dengeleştirerek, her şeyin hakkını verdi ayrı ayrı. Bizim Avrupa'mız ise, tam tersine, ölçüsüzlüğün kızıdır.

Güzeli yadsır, sonuna kadar götürmediği her şeyi yadsıdığı gibi. Yunandan başka türlü olmakla birlikte, göklere çıkardığı tek şey var : Akim gelecekteki gücü. Çılgınlığı içinde, sonsuz sınırları gerilere atıyor ve atar atmaz da, karanlık Erinys'ler üzerine atılıyor, bağrını delik deşik ediyorlar, öç Tanrıçası değil, ölçü Tanrıçası olan Nemesis, göz kulak, bekliyor. Kimse ölçüyü aşmaya görsün, Tanrıçanın vereceği ceza amansızdır.

Yüzyıllar boyunca doğrunun ne olduğunu aramış olan Yunanlılar, bizim doğruluk düşüncesinden bir şey anlamayabilirler. Hak, onlara göre, sınırlıydı. Avrupa ise, toptan bir doğruluk peşinde çırpınıyor.

Yunan düşüncesinin sabahında Herakleitos doğruluğun fizik dünyayı bile sınırlandırdığını düşünüyordu : «Güneş sınırlarını aşamaz, yoksa doğruluğun bekçileri Erinys'ler bulurlar şuurları.»

Gönlümüzce güneşler parlatıyoruz gökyüzünde. Ama, sınırlar yerli yerinde duruyor, biz de bunu biliyoruz. En aşırı çılgınlıklarımız içinde, arkada bıraktığımız ve yanılgılarımızın sonunda yeniden bulacağımızı safça umduğumuz bir denge düşünüyoruz. Çocukça bir görüş bu. işte, bu yüzden, bugün tarihimizi, çılgınlıklarımızla beslenen çocuk uluslar yürütüyor.

Yine Herakleitos'un olduğu sanılan bir parçada şöyle deniyor : «Kendini beğenme ilerlemeyi geri çeker.» Ephesoslu filozoftan yüzyıl sonra, Sokrates'in, onu öldürmek isteyenler karşısında, kendinde bulduğu üstünlük şuydu : Bilmediğini biliyorum sanmıyordu. Bu yüzyılların bu en beğenilen örnek yaşamı ve düşüncesi, böylece, meydan okuyan bir bilgisizlik itirafı ile sona eriyordu. Bunu unutmakla biz ülkümüzü de unuttuk; büyüklük sayılan güce, önce İskender'e, sonra Roma fatihlerine önem vererek. Ders kitaplarımızı yazanlar eşsiz bir ruh düşkünlüğü ile hâlâ bize bu adamlara hayran olmayı öğretirler. Biz de fetihler yaptık, sınırları değiştirdik, yeri göğü avcumuzun içine aldık. Aklımız boşalttı dört bir yanı. Sonunda, saltanatımızı kendi başımıza bir çöl üstünde bitiriyoruz.

Nerede o doğanın tarih, güzellik ve iyilik ile baş başa geldiği, kanlı tragedyaya bile sayıların müziğini getiren o üstün denge? Bunu düşünmüyoruz bile. Sırtımıza doğaya çevirmiş, güzellikten utanıyoruz. Zavallı tragedyalarımız bir büro kokusu içinde sürünüyor. Akıttıkları kanlar mürekkep pıhtıları renginde. İşte, bu yüzden, bugün kendimizi eski Yunanın evlatları saymak ayıptır. Ya da biz onu yadsımış evlatlarız. Tarihi Allanın tahtına oturtup, din devletine doğru yol alıyoruz.

Tıpkı Yunanlıların barbar dedikleri ve Salamis sularında ölesiye dövüştükleri kimseler gibi. Aradaki ayrılığı görmek için, filozofların içinde Platon'un gerçek rakibi olana başvurmalı : «Yalnız bugünkü kent, demeye kalkıyor Hegel, düşüncenin alanı olabilir, yalnız orda düşünce kendi kendini bulabilir.» Demek ki büyük kentler döneminde yaşıyoruz. Dünya, kendisini sürdüren gövdesinden ayrıldı, besbelli : Doğa, deniz, dağ tepe, akşamların getirdiği derin düşünceler. Sokaklardan başka yerde bilinç yoktur, çünkü tarih yalnız sokaklardadır. Ferman böyle. Bu yüzden de, bellibaşlı yapıtlarımız sokaktan yanadır. Dostoyevski'den bu yana, büyük Avrupa edebiyatında doğa görünümleri görünmez oldu.

Tarih, artık ne kendinden önce var-olan doğayı anlıyor, ne onun üstündeki güzelliği, ne de kendinden üstün olan güzelliği. Onları yok saymak istiyor demek. Platon'da her şey vardı : Akıl, akılötesi ve söylence. Bizim filozoflardaysa yalnız akıl ya da akılötesi var. Onun dışında her şeye gözlerini kapamışlar. Deliklerine kapanmış düşünüyorlar, köstebekler gibi.

Dünya sahnesinin yerine ruh tragedyasını koymaya başlayan Hıristiyanlık oldu. Ama o, hiç değilse ruhsal bir doğaya inanıyordu ve onunla ayakta durabiliyordu. Allah ölünce, geriye yalnız tarih ve insan gücü kaldı. Çoktandır filozoflar insan doğası yerine durumu, eski uyumun yerine rastlantının düzensiz atılışını ve aklın amansız işleyişini koymaya uğraşıyorlar.

Eski Yunanlılar istenci (irade) akılla sınırlandırırken, biz onu aklın eline verdik. Bu yüzden akıl da elini kana boyadı. Yunanlılar için değerler, her türlü eylemden önce vardı ve onu sınırlandırıyordu. Yeni felsefe ise, değerleri eylemden sonraya koyuyor. Olan değil, oluşan değerler var ve biz onları bütünlüğü ile ancak tarih sona erince bileceğiz. Bu değerlerde sınır diye bir şey kalmıyor, gelecek üzerinde de görüşler değiştiği ve değerlerin frenlemediği bir savaş da alabildiğine genişleyeceği için bugünün gelecek inanışları birbiriyle çatışıyor, bağrışmaları imparatorlukların vuruşma gürültüsünde kaynayıp gidiyor, ölçüsüzlük Herakleitos'a göre, bir yangındır. Yangın dört bir yanı sarıyor; Nietzsche çoktan aşıldı. Avrupa artık çiçeklerle değil, toplarla felsefe yapıyor.

Ama doğa hep duruyor karşımızda ve insanların çılgınlığı üzerine kendi sessiz göklerini ve kendi mantığını geriyor, atomun günün birinde ateş alıp aklın utkusu ve insan soyunun tükenmesi ile tarih sona erinceye kadar. Ama, Yunanlılar sınır, hiçbir zaman aşılmaz, demediler. Onlar sınır vardır ve onu aşan belasını bulur, diyorlardı. Bugünün tarihinde onları yalancı çıkaran hiçbir şey göremiyoruz.

Tarihçi görüş ve sanatçı, dünyayı yeni baştan kurmak istiyorlar. Ama sanatçı, yaradılışı gereği sınırlarını bilir, öteki bilmez. Onun için de. tarihçi görüşün sonu zorbalık, sanatçının tutkusu ise özgürlüktür. Bugün özgürlük için savaşanlardan hepsi, eninde sonunda güzellik için savaşıyorlar.

Elbette ki güzelliği salt kendisi için savunmalı değildir sorun. Güzellik insansız edemez ve yine zamanımızı ancak onun yıkımlarıyla ilgilenerek yükseltebilir, rahata kavuşturabiliriz. Artık, hiçbir zaman, yalnız kişiler olmayacağız. Ama, insan güzelliksiz de edemez. Bu da bir gerçek. İşte, bizim çağımızın bilmezlikten geldiği de bu. Çağımız mutlakın ve dünya gücünün peşine düşmüş, dünyayı sonuna dek yaşamadan değiştirmek, onu daha anlamadan düzenlemek istiyor; ne derse desin, kaçıyor bu dünyadan. Odysseus, Kalypso önünde ölmezlik ya da yurt- toprağını seçmek gerektiği zaman duraksamıyor, toprağı seçiyor ve onunla birlikte ölümü. Böylesine sade bir büyüklük bize yabancı bugün. Kimine göre biz alçak gönüllü değiliz. Ama, bu söz iki anlama kaçabilir.

Dostoyevski'nin kendilerini öven, yıldızlara yükselen ve ilk rastladıkları genelevde çamura batan soytarıları gibi, bizde de eksik olan insanlık onuru yalnızca. Bu ise, sınırlarını bilmek, yazgısını bile bile sevmektir.

Saint-Exupery, ölmeden biraz önce «Çağımdan tiksiniyorum» derken, benim dediklerimden pek uzak şeyler düşünmüyordu. Ama, insanları en güzel yanlarıyla sevmiş bir insandan gelen bu çığlık ne kadar sarsıcı da olsa, biz bunu yine de benimsemeyeceğiz. Bu somurtkan, bu bir deri bir kemik dünyadan kaçmak da inşam sarabilir zaman zaman.

Ama, bu çağ bizim çağımızdır, kendi kendimizden tiksinerek de yaşayamayız. Bu derece aşağıya düşmesi, değerlerini aşırılığa götürmesinden olduğu kadar kusurlarının yüceliğindendir de. Biz bu değerlerin en köklüsü için savaşacağız. Hangi değerin? Patrokles'in atları savaşta ölen efendilerine ağlıyor. Her şey bitti. Ama savaş Akhilleus ile yeniden başlıyor ve utkuyla da bitecek, çünkü dostluk öldürüldü : Dostluksa bir değerdir.

Bilgisizliğimizi bildik mi, yobazlığı attık mı, dünyayı ve insanı sınırlandırdık mı, bir sevdik yüzü, kısaca, güzelliği bulduk mu, eski Yunanlılarla bir yerde buluştuk demektir. Bir bakıma, yarınki tarihin yolu sanıldığından çok başkadır. Bu yol yaratışla işkence arasındaki savaştadır. Eli avucu boş olmak, sanatçılara neye mal olursa olsun, savaşı kazanmaları umudu var. Karanlıklar felsefesi, bir kez daha, parıl parıl denizin üstünden silinecek. Ey Güney düşüncesi! Troya Savaşı, savaş alanından başka yerlerde oluyor. Bugün, yine çağdaş sitenin duvarları yıkılıp Helena'nın güzelliği «durgun denizler kadar duru varlığı» teslim edecek.

 L'ETE’den, 1948

9 Nisan 2014 Çarşamba

Manastırlı Hilmi Beye Dördüncü Mektup, E.Cansever

MANASTIRLI HİLMİ BEYE DÖRDÜNCÜ MEKTUPYıllar geçmedi, yıllar eskidiDokunduğum yerde kalıyorumYaşlı bir kelebek gibi.Yeni bir renk buldum bugün, suyun akışı rengiOyuğumdan çıktımÇıkmamı duydumBir süre yürüdüm yürüdümHiç kimsenin ağzını dayayıp daSuyunu içmediği bir çeşme gibi durdumDurdum kiÖnce bir elektrik mavisi çöktü içimeSanki bir suya anlatıldım da bilinemedimBenBenzersiz bir geyiği okşar gibiSevgisizliği okşayıp geçtimYol boyunca insanlarınUzak yakınlığınıOkşayıp geçtimSinema girişlerindeki fotoğraflara baktım -bir süre-Çürük elma kokulu bir sokağa girdimKüçük bir alana çıktımCemal'i okuldan aldımSonra...Kestiydim saçlarını çoktanGözleri bir çift medüza şimdiCemal'inKurtuluş'ta unutulmuş bir bahçe içinBahane CemalKolları iğreti, kısaKır yolları gibi tekdüze bir anlatım yürüyüşündeAnlmasızVe yanyana gelince beton yapılarlaHep aynı soğuk ve yapışkan hüzünYedeğine alıyor ikisini deOysa pencerelerden sarkan ışıklar bileHerbiri başka başkaAcılar başka başkaHer günkü sözler, her günkü konuşmalarAynı plaklarda aynı şarkılarTutmuyor hiç birbiriniVeMutlulukBir kibrit çöpü ne kadarcık yanarsa.Eski bir lokantadayız Hilmi BeyBeyoğlu'nda, arka sokaklardaKarşıdaki vitrindeYeni cilalanmış bir tabutBu garip gün sonundan sankiPespembe üç haç eklenmiş ağzınaCemal'inSadece pasta yiyor şimdilikDuvardaki denizkızına bakıyor ara sıraBir düğmesi kopuk ceketininTırnakları tertemizGömleği buruşuk -biraz-Bazı belirtiler bazı belirtilerle buluşuncaSözleşiyor kafasında insanın:Bu çocuk beni hiç sevmediSevmeyecek.Kim kimi sevdi? kim kimle yaşıyor ki?Bezik oynuyoruz, rakı içiyoruzVe konuşmuyoruz gerekmedikçeArada mektup yazıyorum sanaAh, olmayan sana. Hiç olmadın kiBunu kendime, Cemile'ye söylüyoruz.Bitti yalnızlıklar, bir büyük yalnızlık var artıkİki kaktüs gibiyiz Cemal'le benKendi çöllerimizden koparılmış.

7 Nisan 2014 Pazartesi

Tebdil-i kıyafet!

Ağır adımlarla çevreyi dikkatlice incelemediğiniz taktirde, ağaçtaki küçük bir dalın üzerinde dinlenen bu yaprak kuyruklu kertenkeleyi fark edebilmeniz neredeyse imkansız.Kertenkelenin alacalı kahverengi vücudu, pörsümüş büklüm büklüm yapraklarla çok iyi uyum sağlıyor.Yağmur ormanlarının yaprak çöplüğünü ve ağaçları kendine ev yapan bu kertenkele Madagaskar’da yaşıyor.15 santimetreden daha uzun olmayan kertenkele genellikle böceklerle beslenir.Düz bir kuyruğa sahip olan kertenkele, kamuflaj olmadaki çok üstün bir yeteneğe sahip. Bu özelliğe sadece Madagaskar'da yaşayan kertelene sahip.Resimde görüldüğü gibi biraz korkutucu gibi görünen yaprak kuyruklu kertenkelenin kuyruğunun üzerinde girinti ve çıkıntılar var.Kamuflaj kertenkelenin ilk taktiğiyken yırtıcı hayvanları kandırmak için korkunç görünümlü, parlak kırmızı ağzını ortaya çıkarmak için çenesini kocaman açıyor.

Anlatıyor Oltacı Eyüp Anlatılmazını, E.Cansever

ANLATIYOR OLTACI EYÜP ANLATILMAZINISanki bir öyküm varmış, herkes bir öykü bilir de ondanBenim öyküm yokÇayımı içtim, ekmeğimi unuttum, dik bir yokuşu usulca indimKıyıya vardım, denize dokundum, bir süre boşluğa baktım baktımbaktımSabahın ilk saatleri, dedim, kendi kendimeİnce bir aydınlık daha yoğun bir aydınlık tarafından kovalanıyorDedim ve çiçekler kendi renkleri tarafındanKovalanıyorVe taşlar bir katılıktan bir başka katılığa o kadar çok geçiyorlar kiKumlar, kumların üstünde ufacık kurtlarBir görünmezlikten bir görünürlüğe adım adımDurmadan geçiyorlar ki, ben bunları görüyorumGörüyorum da bir yana, kendimi itiyorum kendimi sıkıştırıyorumortalığaVe büyük bir şekilde bağırıyorum: senin korkun insanın korkusudurEyüpEyübün korkusudur—Evet anlıyorum — Anlıyorum da bir yana, sorduğum en derin şeydir EyüpSorduğum en derin şeydir ve korkum nedirDışımda bana doğru büyüyen bir takım adamlar gezinirBaşıboş bir atın ayak sesleri gezinir içimdeAnlamı bir gibidir, anlamı bir gibidirBeni kimse bulamazBeni kimse bulamaz, ben kendimi ayrı tutarım, EyübüÇünküBen onu ayrı tutarımNasıl derseniz, yeşil bir misinam vardır yeşil bir misinam vardır yeşilbir misinam vardırDediğim kadar da uzundurBen onun bir düğümünü çözerken o bir deniz dibinden doğmuş gibidirBen kendimi çözerken?.. Çıktım. Sabahın ilk saatleri. Gizlene gizlene kıyıya vardımDenizi geçtim, kayalar bir iki üç halinde arkamda kaldılarBelki de olmadılar, sonra da hiç olmadılarBir yelkovan sürüsü, bir sis bulutuYavaşça geçtilerse de yanımdanBen sordum: doğanın akıl almaz bir görünümü olabilir mi bu korkuO benim korkumOlabilir miBilemem, kendimle konuşuyorum şimdi ve yüksek sesleBunu böyle yapmasam o anda kıyamet kopacak gibime geliyorYani yok olmam ve çıldırmam gerekecekBana öyle geliyorVe yatay bir düzlük içinde yüksele yükseleDenize uzuyorumBen denize uzadıkça da kocaman bir Eyüp oluyor denizKim bilir, bu da bir saklanma biçimi — belki —Ya da ben kendimi ayrı tutmaktan o kadar çoğalıyorum kiSaklanıyorum böyleceSulardan ve beyaz martı göğüslerinin izlerindenBaşkaca bir şey kalmayınca ortalıktaDiyorum: geldimAyrıca bunu gövdemdeki bir yol alıştan da anlayabilirimBir iki daha çekiyorum kürekleri, seslenerekDur şimdi Eyüp! duruyorum, dinlerim ben EyübüAyağa kalkıyorumÖnce bir kerteriz tuttur! tutturuyorum, bir düşle bir başka düşünkesiştiği bir yerdenVe kürekleri bırakıyorum kendime sokularakSeni hiç bulamazlarBeni hiç bulamazlar, EyübüBir yunus sürüsü geçiyor, bir karabatak havalanıyorVe ipler halka halka denize akmaya başlayıncaEyüp!—Evet anlıyorum — Bir korku ne de olsa bir korkudur, diyorumEşyalar ve şekilsiz insanlar halindeİnsanlar ve şekilsiz eşyalar halindeBen bunu biliyorumBilince de diyorum, karım beni arıyordur şimdi deÜç çocuğumla birlikte beni arıyordurVe benim korkum Eyübün korkusu olduğuna göreEyüp!—Evet anlıyorum —Ve birden hatırlıyorum kendime görünerekYüzleri nasıldı, biliyor muyumHayır, size yemin ederim ki bilmemDaha doğrusu bilemem, çünkü ben evlenmedimEyüp hiç evlenmediYaniBöyleyken korkuyorum, çarşıdan geçemiyorumEyüp! Eyüp! Eyüp!Dönüp arkama bakamıyorum, oltalarımı eskitemiyorumVe sorarsam ben soruyorum: Eyüp ne haber?Ne olsun, yok işte, bulunamıyorum. Onlar beni bulmaya dursunlar, ben bazı kâğıtlar buluyorumEve dönüyorum ya, bir de bakıyorum taşlığın üstündeBirtakım renkli kağıtlarBazen de bir zarfın içinde, üstünde pullar ve mühürler olanKocaman bir Eyüp yazan en üst köşedeKorkuyla bakıyorumBakmamla yırtmam bir oluyor. Sonra bir güzel çukur kazıyorumDolduruyorum çukurun içine onlarıBulmasınlar diye EyübüNe olur bulmasınlarAma hiç bulmasınlar, olur muSağ elimde bir sakatlık var, onu daSapsarı dişlerimi, göz beyazlarımıBulsalar ne yapacaklarBulsalar?.. Bunu korkuyla söylüyorum ve yüksek sesle, bir kalabalığa dalıyorumİkiye, üçe, sonra tekrar ikilere, üçlereDağılan bir meydanın ortasında benVe olanca Eyüplüğümle işteVe kimseye sezdirmeden çevremi kolluyorum. Yarısı kopmuş bir hayvan kabartması görüyorum bir binanın üstündeAnlaşılması güç bir açının boşluğunda etkinliğini deniyorDenedikçe deBen anlatmaya yetişemiyorum anlatılmazımıYetişemiyorumDemek oluyor ki, benim hızım başkalarının hızı değildir. ÖyleyseBeni kimse bulamazEyübün kendi bileBulamazSaat desem — meydan saati — zaten işlemiyorİşlemeyince deHer şey bir ıssızlığın içinde. Bir de bu “her şey”Soruyormuş gibi bir ıssızlık diliyleÖyle miBir yanıt: evet öyle.iki tel parçası oynuyor yalnız taş kabartmanın üstündeİki tel parçası veZorlanmaz bir şekilde katılaşıyor boşlukGittikçe katılaşıyorVe bir köstebek gibi dolaştırıyor beni içindeAlışıyorum buna da, kimse kimseye bir şey sormuyorNeden mi, bilmem ki, sormuyor işte Mesela bir çocuğun dondurmasını düşürüyorum yere, gidip biryenisini alıyorSonra bir daha düşürüyorum, düşüren ben değilim de sankiVe düşen dondurma değil deHer şey hiç kımıldamadan öyle duruyorYalnız durmak da değil, soruyor bir beton heybetiyleÖyle miBir yanıt: evet öyle. Bulsalar?.. Şunu anlıyorum ki kimse kimseyi bulamazBulmak istese bileBulamazAma ben Oltacı Eyüp olduğuma göre, bulunmasam daEyübüm geneEyüplere bölünmüş bir Eyübüm benGeceFenerimi yaksam mı, karanlığımıBekleyip dursam mı öylece.

5 Nisan 2014 Cumartesi

Aynı evde iki yalnız, A.Mutlu

aynı evde iki yalnızsen ve ben sesimizde uçurum şarkıları ellerimiz iki kuğu boynu yere eğilmiş iki yana düşüyoruz sessizce yolda kalmış arabanın kırılmış tekerleği dönüyor beynimizde pişmanlığın günle bitiştiği yerdeyiz yeniden yeniden bakışıyor gökle yer silinen iki yüzün unutkan suretinde ne senin hevesin var ne benim gücüm yeni bir şarkıya, yeni bir aldanışın provasına yol çağırıyor, gidemiyoruz sözcükler kayalardan kopan çakıllar gibi ufalanıyor sözcük kırıklarıyla hayatı süslüyoruzçadırı sele gitmiş göçebeler gibiyiz son hayvanlarıyız "gitme, kal" ormanının gözlerinde çamurlu yaşlar biriken yalınayak rüzgarı kovalıyoruzsen ve ben dalında eğreti güz yaprakları aramızda uçurum rengi bıkkınlık varız zannederek yok oluyoruz

2 Nisan 2014 Çarşamba

Yeryüzü Ayetleri, F.Ferruhzad

YERYÜZÜ AYETLERİ O zaman Güneş soğudu Ve bereket topraklardan gitti Ve çöllerde yeşillikler kurudu Ve balıklar denizlerde kurudu Ve toprak Ölülerini kabul etmez oldu artık. Bütün solgun pencerelerde gece Belirsiz bir düşünce gibi Birikiyor durmadan ve taşıyordu Ve yollar Sonlarını karanlığa bıraktılar Kimse aşkı düşünmez oldu. Kimse düşünmez oldu yengiyi Kimse Hiçbir şey düşünmez oldu artık. Mağaralarında yalnızlığın Uyumsuzluk doğdu Afyon ve esrar kokusuyla kan, Başsız çocuklar doğdu Gebe kadınlardan. Koştular mezarlara sığındılar Beşikler Utançlarından. Kötü günler geldi ve karanlık Yenilince ekmeğe şaşırtan gücü Tanrı elçiliğinin Kaçtılar adanmış topraklardan Aç ve sefil peygamberler. İnsanın kaybolmuş kuzuları Çobanın seslenişini duymaz oldular Çöllerin cennetinde. Aynaların gözlerinde sanki Tersine yansıyordu renkler Kıpırtılar, davranışlar, görüntüler Bir şemsiye gibi tutuşuyordu Başlarında aşağılık soytarıların Utanmaz yüzlerin orospuların Tanrının o kutsal ışık çemberi Bataklıkları alkolün Ağulu buharlarıyla buruk Çekti derin köşelerine Durgun aydınlar yığınını Kemirdi aç gözlü fareler Altın yapraklarını kitapların Eskimiş raflarda, dolaplarda. Güneş ölmüştü Güneş ölmüştü ve yarın Uslarında küçük çocukların Yitik, belirsiz bir kavramdı. Defterlerine sıçrayan kapkara İri bir mürekkep lekesiyle Anlatıyordu çocuklar Tuhaflığını bu eskimiş sözcüğün. Zavallı halk Yüreği ölgün, bitmiş, dalgın Huzursuz ağırlığı altında ölü gövdesinin Bir yerden bir yere sürünüyordu Ve önlenmez cinayet isteği Durmadan büyüyordu ellerinde. Kimi zaman ufacık bir kıvılcım Bu cansız ve sessiz topluluğu Ta içinden dağıtıyordu birden. İnsanlar saldırarak birbirlerine Biri karısının boğazını Kör bir bıçakla kesiyordu Bir ana birer birer çocuklarını Tandırın ateşine atıyordu. Boğulmuş kendi korkularında Ürkütücü duygusu suçluluğun Öldürdü öldürdü kör ruhlarını Ve çocukları. Ne zaman bir tutsak asılırken Darağacının yağlı halatı Korkudan kasılan gözlerini Sıkarak dışarıya fırlatsa Onlar dalardı içlerine Şehvetle titreyen bir düşünceden Gerilirdi yaşlı, yorgun sinirleri. Ama her zaman alanın kıyısında Bu küçük canileri görürdün Durmuşlar ve dalgın bakıyorlar Fıskiyelerden suyun durmaksızın akışına. Ola ki gene de arkasına Ezilmiş gözlerinin ve donmuş derinlerde Yarı canlı bir küçük şey karışık, Kalmıştır. Güçsüz bir çırpınışla istiyordu İnanmayı su sesinin doğruluğuna Ola ki... Ola ki.. ama ne sonsuz boşluk... Güneş ölmüştü Kim bilebilirdi artık Yüreklerden kaçan o üzgün güvercinin İnanç olduğunu... Ah tutsağın sesi... Büyüklüğü senin umutsuzluğunun Işığa bir küçük yol açmayacak mı Bu uğursuz gecenin bir köşesinden? Ah tutsağın sesi...