28 Nisan 2014 Pazartesi
En sevimli örümcek!
Yalçın Tura İçin On Kederli Şarkı, A.Oktay
23 Nisan 2014 Çarşamba
Evening on Karl Johan street, E.Munch
"Bize yabancı değildi, tersine hataymış gibi görünen bir yakınlıktaydı. Bizimle gündelik ilişkilerin tabiiliğini sağlamak için, hayal edemeyeceğim bir kararlılıkla mücadele ediyordu. Ama bir yandan da onu düşünmekte ne kadar güçlük çekiyordum: tek başıma başaramıyordum bunu, başkalarını çağırmam gerekiyordu kendimde. Her şey bir yana bizimle sanki rastgele, önsezileriyle konuştuğundan, sustuğu için bize yeterince saygılı davranmadığından korkuyor gibiydi. Bizim için bir işkence olduğunu biliyor olmalıydı ve bu işkenceyi bizim için olabildiğince hafif kılmaya çabalıyordu. Yanımızdaydı, yeterliydi bu, bizden biri gibi yanımızdaydı, bu önlem, kendimizi karşısında açığa çıktığımızı hissettiğimiz şey olmadıkça, kibarlığın sınırıydı pekâlâ. En tuhafı da ancak hepimizin onun mevcudiyetine tamı tamına yeterli geleceğimiz izlenimi içinde olmamızdı ve de bir tek kişi, yalnız başına, onu orada tutamazdı, ama çok etkileyici olduğundan değil, tersine ihmal edilmeye ihtiyacı olduğundan. Gerekenden fazla olması gerekiyordu onun: bir fazla, sadece bir fazla."
(Son İnsan, M. Blanchot)
21 Nisan 2014 Pazartesi
Ay Ölür Yılgınlıktan, T.Uyar
Kitap Yorumu: Sırça Fanus - Sylvia Plath
Sylvia Plath'in adını çok uzun zamandır duyarım. Şiirlerinden haberdarım. İyi bir şiir okuyucusu olmasam da bazı dizeleri bir an durup düşünmemi sağlamıştır. Plath'in tek romanı olan Sırça Fanus'tan da haberdardım ancak elime almam nedense CNR Kitap Fuarı'nda Kırmızı Kedi standında görünce ancak gerçekleşti. Fazla düşünmeden kitabı aldım.
Psikoloji ve psikolojik romanlar okumayı her zaman sevmişimdir. İnsan beyni ve gizemleri beni çok etkiliyor, sırlarını keşfetmek istememe yol açıyor. Daha önce bu kadar baskın bir psikolojik roman olan Sana Gül Bahçesi Vadetmedim'i okuduğumu hatırlıyorum. Onu da Sırça Fanus'u okuduğum açlıkla okumuş, bana bir şeyler öğrettiğine memnun olmuştum. Ancak Sırça Fanus sadece bir psikolojik roman değil. İçinde pek çok dikkat çeken unsur var. Feminizm ve sosyolojik çıkarımlar, kimlik bunalımları hattâ yazma macerası. Üstelik kitabın dili sandığınızın aksine oldukça sade ve anlaşılır.
Esther Greenwood New York'ta staj yapmakta olan bir üniversite öğrencisi. Esther, yıllardır parlak bir öğrenci olmuş ancak "gerçek hayatın" içine girmek onun bazı şeyleri sorgulamasına yol açıyor. Örneğin nasıl bir yol izlemesi gerektiğini bilmediğini fark ediyor. Hattâ kendisiyle ilgili bir sürü şeyden bihaber olduğunu... Esther'in kitabın başlarında normal görünen hayatı, küçük detayları fark etmeye başladıkça Plath'in deyimiyle "sırça bir fanusa" dönüşüyor. Kırılgan ve boğucu bir hâl alıyor. Esther'in çevresindeki insanlar ve erkeklerle olan ilişkileri onu adeta tetikliyor; bir kitap yazmaya karar vermesi ise kopuş noktası oluyor.
Kitabın belirli bir kurgusu var diyemeyiz. Esther'in fanusun içine hapsolması ve intiharı düşünmeye kadar giden kendini kaybetme süreci anlatılıyor. Aslında pek çok kişinin söylediği kitabın Sylvia Plath'in otobiyografisi olduğu görüşüne ben de katılıyorum. Sırça Fanus'un, yazar ölmeden önce yayımlanan son kitabı olduğu düşünülürse bu düşünce pek de yanlış sayılmaz.
Çünkü nerede olursam olayım -bir gemi güvertesinde Paris’te bir sokak kahvesinde ya da Bangkok’ta- hep aynı sırça fanusun altında kendi ekşimiş havamda bunalıyor olacaktım.Kitabın baskısından da ufacık bahsetmek istiyorum çünkü çok sevdim. Kırmızı Kedi Yayınları kitabın ellinci yılında bu yeni baskıyı sunmuş bize ve ben de iyi ki bu baskıya denk gelmişim. Hem iç hem de dış tasarımı ve baskısıyla okurken bol bol okşamama sebep oldu Sırça Fanus.Puan: 4Yerin altında ayrı bir dünya!
15 Nisan 2014 Salı
Öyle bir hikaye, S.F.Abasıyanık
Öyle Bir Hikâye
Sinemadan çıktığım zaman yağmur yine başlamıştı. Ne yapacağım? Küfrettim. Ana avrat küfrettim. Canım bir yürümek istiyordu ki... Şoförün biri:— Atikali, Atikali! diye bağırdı.Gider miyim Atikali'ye gecenin bu saatinde, giderim. Atladım şoförün yanına. Dere tepe düz gittik. Otomobilin buğulu, damlalı camlarında kırmızı, sarı, yeşil, türlü ışıklar görerek, bir renk dalgası içinde Atikali'ye vardık.
Şişli'de Bomonti durağından yüz adım yürüsem evime varır, iki yorganlı yatağımın çukuruna büzülür, dostum Panco'yu düşünürüm. Şimdilik başka kimsem yok. İstanbul adalarının birinde hasta anam yatar döşeğinde. Kara köpeğim de karyolasının altında onu ve beni bekler. Panco, Çilek isimli bir sokakta oturur. Futbol oyunları görür rüyasında. Yahut da yine rüyasında pişpirik oynar. Ben gece yarısından sonra yağmurlu bir havada Atikali'deyim. Sözümona bir bulvar üstündeyim. Yürüyorum. Yağmur yağıyor da yağıyor. Evet, yağmurun, yalnızlığın, Atikali'nin hakkı var: Uzaklaştıkça anamı, Panco'yu, köpeğim Arabı daha çok özlüyorum.
Üçü de uykudadır. Annem horluyor, Arap uyanmış, sokağa kulak veriyor, Panco rüya da görmüyor, demincek attım.
Ben, iki insan ve bir hayvan düşünerek yağmurun altında, Atikali'nin bilmediğim sokaklarına sapıyorum. Bekçi düdükleri geliyor. Bir evden deli gibi birisi fırlıyor. Üstüme çullanıyor.
— Dostumu öldürdüm abi, diyor, sakla beni.Paltomun cebini gösteriyorum. Dikişlerinden yağmur girmiş, sabahki yediğim simidin susamları kokan cebimi. Girip kayboluyor.— İsmin ne senin? diye sesleniyorum cebime:— Hidayet.— Neden öldürdün; Hidayet?— Seviyordum be abi!— Nasıl seviyordun; Hidayet!— Deli gibi be abi! Gün onunla ağarıyordu. Ben susamhelvası satarım abi gündüzleri. Cebin de mis gibi simit kokuyor abi. Gün onunla ağarır; onunla kararırdı. Bir dakkam yoktu onu düşünmediğim. Abi, rüyada gibi yaşardım. Her laf gelir gider ona dayanırdı. İnsanlar bana bir laf söylerdi. O ne cevap verebilir, diye düşünürdüm. Bir şey alacak olsam o alır mıydı acaba? derdim. Bir şey yesem içime sinmezdi. Biri yol sorsa o gösterir miydi diye kafama sormayınca ve içimde o, yol göstermeyince aptal aptal bakardım. Bir güzel şey görsem ona göstermezsem, gösteremediğim için zevk alamazdım güzel şeyden.— İsmi ne idi?— Pakize.— Sonra Hidayet?— Sonra abi... Hava kararırdı. Susam helvalarını kahveye bırakır, iki bardak şarap içmeye koşardım. Afyon mu katardı pezevenk meyhaneci nedir, içer içmez Pakize karşıma dikiliverirdi capcanlı, ısıcacık.— Sahiden mi?— Yok be yalancıktan, hülyadan be abi! Artık konuşur dururdum abi.— Sus, gelen var, Hidayet.Hidayet paltomun cebinde bir susamtanesi gibi büzülürdü. Yağmur dinmişti. Ortalık bir parça ağarmış gibi idi. Hidayet cebimden seslendi:— Anlatayım mı ötesini abi?— Anlatma, yeter bu kadarı.— Peki abi, sustum. Nasıl istersen abi. Ama anlat beni Panco'ya emi?— Anlatırım Hidayet.— Ama ötesi daha kıyak abi.— Ötesini ben uydururum Hidayet. Sen çık cebimden. Palto da ıslandı. İkinizi birden kaldıramıyorum, yoruldum.— Peki abi.Cebimdeki susam pire oldu. Fatih Camii avlusunun çitlembik ağacının dibine doğru fırladı gitti. Karanlıkta bir kıvılcım, kara bir kıvılcım gibi pırıldadı. Bir oh çektim. Rahatlamıştım. Keyiflenmiştim. Panco'ya domuzuna bir hikâye anlatacaktım: Hidayet Pakize'nin ta kalbine bir vuruşta kocaman bir çivi saplamıştı. Başka çaresi yoktu. Susamhelvaları yiyen çocuklar, kadınlar Hidayet'ten bu hikâyeyi beklemezlerdi. Susam helvası karın doyurmazdı. Pakize susam helvacıya da varamam a, demişti. Seviyormuş... Sevgi karın doyurur mu? Hidayet o akşam süslenmiş, Taksim'e çıkmıştı. On sekiz lira otuz yedi kuruş parası vardı. Bir meyhaneye girdi içti de içti. İçtikçe Hidayet'e koydu. Artık minareye baktığı zaman minarenin aleminin göğe doğru yükselişini Pakize ilen bir bulutsuz ay mehtaplı gecede seyretmeyecekti, demek. Hırkaişerif e bu yolmu gider diye bir kadıncağız sorduğu zaman Hidayet kafasının içinde, sarı yün kazağı altında kaybolmuş, Pakize'ye aynı suali sorup da: "Bu yol mu gider, öteki mi, ben ne bileyim Fatma Hanım!" derse, o da kadıncağızın şaşırmış yüzüne gülümseyerek aynı şeyleri söyleyemeyecekti, ha.
Başını tüyler gibi, kediler gibi, temiz tülbentler ve mendiller gibi kokan Pakize'nin dizlerine hiç mi hiç koyamayacaktı.
Ulan bu çiviyi de kim koymuştu cebine. O piç Abdullah yok mu? O canım çocuk. O çilli, esmer yüzlü, badik burunlu, Karakaplan kulübü santrhafı canım oğlan Abdullah. O koymuş olacaktı çiviyi. Yarım sinema bileti, yarım stadyum bileti, diş fırçası, İngiliz anahtarı, bozuk yale kilidi, ispermeçet mumu, çiklet, kurtlu kiraz, sabun, karpuz kavun çekirdeği, soğan sarmısak koyan piç kurusu çiviyi ne bok yemeye kor. Kocaman temel enserisi. Pırıl pırıl da. Biz gibi de ince... Panco'ya hazırda hikâye.
— Ne arıyorsun buralarda gece yarısı hemşerim sen?— Bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim. Ordan dönüyorum. Geç kalmışım.— Nerde oturuyorsun?— Şişli'de.Üstümü aradılar. Kalemden başka 67 lira 30 kuruş param var. Bir hikâye müsveddesi, Panco'nun bir resmi, bir kalem daha.— Nüfus kâğıdın yok mu yanında?— Yok!— Ne iş yaparsın?— Yazı yazarım.— Ne yazısı, kâtip misin?— Kâtibim.— Kimin yanında?— Kocaeli, İkbal ambarında.Nereden aklıma geldi de birdenbire söyleyiverdim Kocaeli İkbal ambarını.— Hadi bakalım. Tabana kuvvet. Dolaşma gece vakti, ihtiyar halinde.Fatih parkının kenarından yürüyorum, Panco. Adamın biri oturmuş ıslak yere. Bacaklarını dimdik dikmiş. Kafasını parkın sınır demirlerine dayamış.— Yaşasın demokrasi, yaşasın millet, yaşasın cumhuriyet! Diye bağırıyordu.— Yaşasın hemşerim, dedim.— Otur yanıma, dedi.Oturdum. Oh! Sahiden rahatmış be. Islak ıslak. Soğuk soğuk.— Benim bir karım var hemşerim. Suratını görsen bir aylık yola kaçarsın. Bir kızım var. Allah senin gibisine nasip etsin. Evli misin? Evli isen boşa benim kızı al. Bir gözü kör, öteki gözü Yaradana yan bakar. Bir burnu var. Enfiye mendili dayanmaz. Sümüğü kokar. Mendili kokar, kendisi kokar. Yanından geçemezsin. Buram buram aybaşı kokar. Bir oğlum var. On dokuz yaşında, sidik kokar. Ayak kokar, cıgara kokar. Ev desen evlere şenlik apteshane kokar. Hey büyük Allahım! Şu taşlara bak. Yıkadın pırıl pırıl. Şu yeşile boyanmış demirlere bak! Katı, katı amamis gibi boya ve yağmur kokuyor. Şu çimenler. Şu bulutlar, şu kara kara, sarı sarı, kırmızı kırmızı, sarışın sarışın, esmer esmer geçen bulutlara bak! Şu gözlerimde büyüyüp büyüyüp, yıldız yıldız açılıp, ok ok, sivri sivri kapanan fenerlere bak! Şu baştan aşağıya yıkanmış daireye bak! Soğukmuş, yağmurmuş. Vız gelir. Tertemiz, kokusuz, ışık ve su içinde, bulut içinde kâinatın altında yatıyorum. Başımı demirlere dayamışım. Kıçım sular içinde ne çıkar? Kâinat tepemde akıl ermez oyunlar oynuyor. Buhar su oluyor. Su çamurları, pislikleri temizliyor, çimenleri yeşil ediyor, ağaçları ağaç. Ne işim var evde? Otur sen de. Sen de gitme evine. Yatalım burda. Uyuyalım. Dur önce bir cıgara yakalım.
Şu kibritin, şu yanmam diye fısır fısır fışırdayıp da sonradan peki emret anam yanayım, diyen şu kibritin ışığına bak. Bu olur mu arkadaş. Böyle bir el sürçmesiyle açılıveren hararet, ışık, bayram gördün mü sen? Gül, sevin arkadaş. Şu ağzımızdan çıkan dumanlara bak! Nasıl uçuyorlar. Yaşıyorsun efendi. Pırıl pırıl, tane tane, ıslak ıslak. Cam cam, billur billur, fanus fanus, çeşmibülbüller gibi yaşıyorsun dostum. Dumanlarımıza, cıgaralarımızın dumanlarına bak efendi! Bu mavi şey nedir? Bu insanın içini sevinçten, keyiften parlatan şey nedir? Ne kadınla yatmak, ne şarap içmek, ne arkadaşlarla prafa oynamak, ne tiyatro, sinema seyretmek... Hepsi bir yana dünyayı seyret. Al gözüm bak efendim. İşte sana kibrit alevi. İşte sana cıgara dumanı! Hadi uyuyalım hemşerim. Ha uyumadan evvel Panco'ya anlat beni. Fatih parkının demirine dayalı uyuyan adamı, cıgarasının dumanını. Panco iyi çocuktur. Candır can. Selam söyle benden. İyi ki şu ayakkabıları almışım. Bereket ki ayaklarım su çekmiyor. Her yanım su içinde. Ayaklarım kaloriferli. "Cıgaramın dumanı, yoktur yârin imanı. Altından köşk yaptırdım, gümüşten merdivanı" türküsünü bağıra bağıra söyleyerek uzaklaşırken arkamdan sesleniyordu.
— Var ol! Gördün mü? Var mı imiş dünya. Panco'nun arkadaşı! Faik Bey'in oğlu.
Zeyrek'teki setlerin üzerine oturdum. Önümde Vefa. Atatürk bulvarında cinler top oynuyor. Rüzgâr bir kaleden bir kaleye bulut atıyor. Yaşasın futbol maçları, diyorum. Seddin hangi tarafından ineceğimi düşünmek istiyorum. Ömrümde bir kere esrar çekmiştim Bursa'da. Yeşil camisinin avlusundaki sedde oturmuş Nilüfer ovasına şiir düzerken ne taraftan ineceğimi şaşırmıştım. Adamın biri geçerken çağırıp, ne taraftan ineceğim ağabey, diye sorunca adamcağız gözümün içine korku ile bakmış, sonra gülümseyerek elimden tutup indirmişti. Gözlerini lise kasketinin şemsiperine dikip:— Yapma bir daha delikanlı, demişti, inmesi kolay. Biri gelir indirir. Ama bir de çıkmasını şaşırırsan iflah olmazsın sonra, demişti.
Şimdi artık böyle şey kullanmıyoruz ama o zamandan beri bir sedde çıkmaya görelim. Hep iniş kolunu unutuveriyoruz.
Panco hep kabahat sende. Sen ettin bu işi bana. Gece yarısı senin hesabına dolaşıyorum. Sen ettin bu işi.
Baktım, Zeyrek yokuşunun seddi dibinde uyumuş bir köpek. Yanına oturdum. Gözünü açtı. Böcül böcül baktı. Korka korka kafasını okşadım. Gözünü yumdu. Bir konferans da ben ona çektim. Dedim ki:— Oğlum patlak göz. Ben insanoğlu. Sen hayvanoğlu. Bundan milyonlarca sene evvel her ikimiz de kurttuk, solucandık, tek hücreli mahluktuk. Ondan evvel boşlukta bir tozduk. Sonra bak işte bu hale geldik. Bundan sonra belki böyle kalırız. Belki değişiriz. Ama böyle kalmayalım. Siz de bedbahtsınız, biz de. Evlerde uyuyanlar, ipekler içinde uyuyanlar, kadın koynunda uyuyanlar, soba başında kıvrılmış bobiler de var. Lastikten kemikleri, topları var. Hanımları atar, koşup getirirler. Sabahları kapıcılar gezmeye çıkarırlar. İnsanlar var, sevdiklerini almışlar şu saatte koyunlarına, dalmışlar iki kişilik rüyalarına. Pekâlâ ne yapalım? Ama sen Zeyrek yokuşunda kuyruksuz, tüysüz, uyuz, soğuktan titreyen bir sokak köpeği, ben Panco'nun arkadaşı, başka hiçbir şey değil, yağmura vurmuş, uykusuz, canı burnunda, yüreği Ağaççileği sokağında, kafası Bomonti tramvay durağından yüz metre uzakta kirli bir yastıkta bir adamcağızım. Ne yapalım? Günün birinde dostluklardan, insanlardan ve hayvanlardan ve ağaçlardan ve kuşlardan ve çimenlerden yapılmış vazife hissi ile çarpan yüreklerle dolu bir âlemde yaşıyacağımızı düşünelim. Bir ahlakımız olacak ki hiçbir kitap daha yazmadı. Bir ahlakımız, bugün yaptıklarımıza, yapacaklarımıza, düşündüklerimize, düşüneceklerimize hayretler içinde bakan bir ahlakımız. O zaman seninle daha uzun dostluklar ederiz patlak göz. O zaman hiç merak etme. Dostum Panco da bana hak verecektir. Kilise ahlakından söz açmayacak. Dostluğun olağanüstü güzelliğini çocuklarına anlatacaktır.
Atatürk Köprüsü'nde rastladım adama. İki elini tırabzana dayamış, Haliç’e öğürüyordu. Yanında durdum. Zıplar gibi iki üç defa daha ayakkabılarının ucuna basarak yükseldi. Sonra durdu.Mendilimi çıkarıp gidip yüzünü sildim. Ağzını sildim. Gözüne düşen saçlarını elimle taradım. Yüzünü bana çevirince iki büyük ve siyah göz dostça baktı.— Çok içtim amca, dedi. Ukalalık etmedim.— İçmeli delikanlı, dedim, içince çok içmeli.— Aşkolsun amca, dedi, sen de bizdenmişsin.— Zamanında, dedim.— Çok mu içerdin, dedi.Alt dudağımı üst dudağıma adamakıllı yapıştırıp sağ elimle de havaya hafiften iki üç tokat salladım. Panco sen de yap böyle, ne demek istediğimi anlarsın.— Belli, belli amca, dedi. Suratında nur kalmamış. Kızdım.— Nurum içimde oğlum, dedim, içim pırıl pırıl. İçim aşkla dolu, dostlukla dolu, hiç olmazsa bu akşamlık. Sen bakma o yüzdeki nura. Yalanadır, aldatır.— Öyle mi dersin? dedi. Arkasından "Öyle mi derler tombul gelin böyle mi derler?" şarkısını söyleyerek uzaklaşırken yakaladım.— Yok, dedim, salıvermem seni. Anlat bana nerde içtin.— Nerde olacak amca, bırak, gece yarısı hoşbeşi Allah aşkına aydım artık, gidip yatayım. Yarın erken araba koşacağız. Moruk kıyameti koparır uyutamazsak. Senin anlayacağın amca na şu karşıdaki evde bir karı oturur: Yahudi karısı. Kocası Ankara'ya gitmiş. Bizi çağırdı. Gittik, beraberce içtik. Herif gece yarısı damlamaz mı? Pişkin adammış. Bizi karşı karşıya görünce bir tek kelime söylemedi. Bir kenara oturdu. Kan da pişkinmiş o da sanki odada kimse yokmuş gibi bir bana bir kendisine, bir herife dayadı rakıyı. Üçümüz bir kelime söylemeden yedişer kadeh daha içtik.— E, bana müsaade! dedim. Karı:— Müsaade sizin efendim, dedi.Herif yüzü sapsarı, mükemmel bir Türkçe ile:— Şerefi ikballe, dedi.Ben kırdım. Sonra ne oldu evde bilmem.— Uy anam, dedim ben.
— Ya, uy anam, dedi, genç yakışıklı, bıçkın arabacı. İkimiz de Atatürk Köprüsü'nü ters tarafından arşınlayarak Haliç'in öteki yakalarına vardık. Ben Azapkapı'da iken onun Unkapanı'ndan narasını duydum.— Uy anam, diyordu.İşte bu minval üzre Panco geldim sizin mahalleye, yağmur yine başladı. Tam sizin evin önünde bir küp kırılmış, yarısı paramparça, yarısı sapasağlam. Küpün içine oturdum. Başladım anlatmaya Atikalipaşa'ya bir gece yarısı nasıl gittiğimi, Hidayet'in cebime nasıl girdiğini, Fatih parkında yatan adamı, sokak köpeğini ve Yahudi karısının arabacı zamparasını. Sen uyuyordun.— Hey Panco, Panco, seslendim.Sesim bir pencereyi deldi. Gitti senin kulağını buldu. Uyandın. Ama artık benim sana kadar yetiştirecek ne sesim, ne halim kalmıştı. Sen de tekrar uykuya daldın. Bir otomobil geçiyordu.
— Bomonti'ye gidiyor musun ağabey, dedim.— Atla, dedi. Atladım.
14 Nisan 2014 Pazartesi
Su altı silahşoru
12 Nisan 2014 Cumartesi
Fotoğraf adaleti yeniden kurar, W.Wenders
Bir film çektiğinizde her zaman birçok insanla uğraşırsınız.Kameranızın önünde her zaman oyuncular olur.Anlatacağınız bir hikaye vardır.Uymanız gereken bir program vardır.Kısıtlı bir bütçeniz olur.Seyahat ettiğimde ve fotoğraf çektiğimde farklı bir ritmim vardır.Aniden, ufuk, gökyüzü, binalar, ağaçlar ve çevredeki her şey önem kazanır.Ah, evet, insanlar da, fakat onlar çevreleri içinde buharlaşırlar.Fotoğraf adaleti yeniden kurar:Manzara artık sadece hikayenin içinde geçtiği arkaplan değildir.Filmlerde, manzaraların ve mekanların gittikçe artanbir şekilde oyun dışı bırakıldıklarını hissediyorum.Televizyon üslubuna, odaklanmamış arkaplanlara karşıyakın çekimlerin hakimiyetine kurban oldular.Bir filmde, belirli bir çerçeve içinde olmayan her şey gene de vardır.Bir sonraki kesmede ya da kamera bir yandan öbüryana dönmeye başladığında görülür hale gelebilir.Bir fotoğrafta, çerçeveniz dışındaki her şey sonsuza dek dışlanmış olarak kalır.Belki bu benim sürekli şeyleri merkeze almayaçalışmamın nedenidir; böylece şeyler azami düzeydebir güvenlik alanına sahip olurlar.
Bir fotoğraf çekmek, bir odanın dışına, dışarıdakidünyaya pencereden bakmak gibidir.Fakat pencereye daha fazla yaklaşamazsınız, tümgördüğünüz dünyanın pencereyle çerçevelenen kısmıdır.Bir filimde, pencereye kadar gidebilirve oturduğunuz yerden görmediğiniz her şeyi görebilirsiniz.Bir fotoğraf çekerken, itimat edebileceğim bir çerçevebulamazsam ve bu yüzden kendimi kaybedersem, yada eğer bir merkez, ya da ufuk çizgisi ile onun şekliniverdiği manzara arasında bir denge yoksa, ya daçizgilerin ya da renklerin ahengini göremezsem, tümtecrübe anlamsız hale gelir- resim boş kalır.Doğru, fotoğraflarımda çok insan yoktur, fakat herzaman, bir gün artık orada olmayacak, insanlarınarkalarında bıraktıkları ya da biz konuşurken ortadankaybolabilecek bir şeyler vardır.Kaybolan her şey beni cezbediyor.Fotoğraflarıma bakarsanız, insanları kasten onlarındışında bırakmaya gayret ettiğimi düşünebilirsiniz.Fakat tam tersine, çoğunlukla beyhude yere birinin yaklaşmasını beklerim.Son kertede, manzaraların tamamen bizim varlığımızla
etkilenmemiş olduklarını görebilirsiniz.Evlerimiz, asfaltımız ve arabalarımız bile kalıcı bir etki bırakmaz.
Los Angeles, Ocak 1997
11 Nisan 2014 Cuma
Kadırga, M.Mungan
10 Nisan 2014 Perşembe
Helena'nın Sürgünlüğü, A.Camus
HELENA'NIN SÜRGÜNLÜĞÜ
Akdeniz'in tragedyası güneşe bağlı, Kuzeyinki gibi sislere değil. Kimi akşamlar, denizin üstünde, dağların eteğinde, gece, küçük bir koyun pürüzsüz kıvrımı üzerine iner ve o zaman sessiz sulardan acı bir olgunluk yükselir. İnsan buralarda anlayabilir ki, Yunanlıların tanıdıkları umutsuzluk, hep güzellik içinden, güzelliğin insanı ezen yanından varılmış bir umutsuzluktur. Bunaltıcı altın sarısı içinden, tragedya yükselir. Bizim çağımızsa, tam tersine, umutsuzluğu, çirkinlikler, kıvrantılar içinde besledi. İşte, onun için, Avrupa korkunç olabilirdi; bereket versin acı, hiçbir zaman çirkin olmuyor.
Bizler güzelliği sürgün ettik. Yunanlılar onun uğrunda silaha sarıldılar. İlk ayrılık burada.
Ama, kökleri derin bu ayrılığın. Yunan düşüncesi belli sınırlar içine sarmıştır kendini. Hiçbir şeyi aşırılığa götürmedi, ne kutsalı, ne aklı. Çünkü, hiçbir şeyi yadsımadı, ne kutsalı, ne aklı. Gölge ile ışığı dengeleştirerek, her şeyin hakkını verdi ayrı ayrı. Bizim Avrupa'mız ise, tam tersine, ölçüsüzlüğün kızıdır.
Güzeli yadsır, sonuna kadar götürmediği her şeyi yadsıdığı gibi. Yunandan başka türlü olmakla birlikte, göklere çıkardığı tek şey var : Akim gelecekteki gücü. Çılgınlığı içinde, sonsuz sınırları gerilere atıyor ve atar atmaz da, karanlık Erinys'ler üzerine atılıyor, bağrını delik deşik ediyorlar, öç Tanrıçası değil, ölçü Tanrıçası olan Nemesis, göz kulak, bekliyor. Kimse ölçüyü aşmaya görsün, Tanrıçanın vereceği ceza amansızdır.
Yüzyıllar boyunca doğrunun ne olduğunu aramış olan Yunanlılar, bizim doğruluk düşüncesinden bir şey anlamayabilirler. Hak, onlara göre, sınırlıydı. Avrupa ise, toptan bir doğruluk peşinde çırpınıyor.
Yunan düşüncesinin sabahında Herakleitos doğruluğun fizik dünyayı bile sınırlandırdığını düşünüyordu : «Güneş sınırlarını aşamaz, yoksa doğruluğun bekçileri Erinys'ler bulurlar şuurları.»
Gönlümüzce güneşler parlatıyoruz gökyüzünde. Ama, sınırlar yerli yerinde duruyor, biz de bunu biliyoruz. En aşırı çılgınlıklarımız içinde, arkada bıraktığımız ve yanılgılarımızın sonunda yeniden bulacağımızı safça umduğumuz bir denge düşünüyoruz. Çocukça bir görüş bu. işte, bu yüzden, bugün tarihimizi, çılgınlıklarımızla beslenen çocuk uluslar yürütüyor.
Yine Herakleitos'un olduğu sanılan bir parçada şöyle deniyor : «Kendini beğenme ilerlemeyi geri çeker.» Ephesoslu filozoftan yüzyıl sonra, Sokrates'in, onu öldürmek isteyenler karşısında, kendinde bulduğu üstünlük şuydu : Bilmediğini biliyorum sanmıyordu. Bu yüzyılların bu en beğenilen örnek yaşamı ve düşüncesi, böylece, meydan okuyan bir bilgisizlik itirafı ile sona eriyordu. Bunu unutmakla biz ülkümüzü de unuttuk; büyüklük sayılan güce, önce İskender'e, sonra Roma fatihlerine önem vererek. Ders kitaplarımızı yazanlar eşsiz bir ruh düşkünlüğü ile hâlâ bize bu adamlara hayran olmayı öğretirler. Biz de fetihler yaptık, sınırları değiştirdik, yeri göğü avcumuzun içine aldık. Aklımız boşalttı dört bir yanı. Sonunda, saltanatımızı kendi başımıza bir çöl üstünde bitiriyoruz.
Nerede o doğanın tarih, güzellik ve iyilik ile baş başa geldiği, kanlı tragedyaya bile sayıların müziğini getiren o üstün denge? Bunu düşünmüyoruz bile. Sırtımıza doğaya çevirmiş, güzellikten utanıyoruz. Zavallı tragedyalarımız bir büro kokusu içinde sürünüyor. Akıttıkları kanlar mürekkep pıhtıları renginde. İşte, bu yüzden, bugün kendimizi eski Yunanın evlatları saymak ayıptır. Ya da biz onu yadsımış evlatlarız. Tarihi Allanın tahtına oturtup, din devletine doğru yol alıyoruz.
Tıpkı Yunanlıların barbar dedikleri ve Salamis sularında ölesiye dövüştükleri kimseler gibi. Aradaki ayrılığı görmek için, filozofların içinde Platon'un gerçek rakibi olana başvurmalı : «Yalnız bugünkü kent, demeye kalkıyor Hegel, düşüncenin alanı olabilir, yalnız orda düşünce kendi kendini bulabilir.» Demek ki büyük kentler döneminde yaşıyoruz. Dünya, kendisini sürdüren gövdesinden ayrıldı, besbelli : Doğa, deniz, dağ tepe, akşamların getirdiği derin düşünceler. Sokaklardan başka yerde bilinç yoktur, çünkü tarih yalnız sokaklardadır. Ferman böyle. Bu yüzden de, bellibaşlı yapıtlarımız sokaktan yanadır. Dostoyevski'den bu yana, büyük Avrupa edebiyatında doğa görünümleri görünmez oldu.
Tarih, artık ne kendinden önce var-olan doğayı anlıyor, ne onun üstündeki güzelliği, ne de kendinden üstün olan güzelliği. Onları yok saymak istiyor demek. Platon'da her şey vardı : Akıl, akılötesi ve söylence. Bizim filozoflardaysa yalnız akıl ya da akılötesi var. Onun dışında her şeye gözlerini kapamışlar. Deliklerine kapanmış düşünüyorlar, köstebekler gibi.
Dünya sahnesinin yerine ruh tragedyasını koymaya başlayan Hıristiyanlık oldu. Ama o, hiç değilse ruhsal bir doğaya inanıyordu ve onunla ayakta durabiliyordu. Allah ölünce, geriye yalnız tarih ve insan gücü kaldı. Çoktandır filozoflar insan doğası yerine durumu, eski uyumun yerine rastlantının düzensiz atılışını ve aklın amansız işleyişini koymaya uğraşıyorlar.
Eski Yunanlılar istenci (irade) akılla sınırlandırırken, biz onu aklın eline verdik. Bu yüzden akıl da elini kana boyadı. Yunanlılar için değerler, her türlü eylemden önce vardı ve onu sınırlandırıyordu. Yeni felsefe ise, değerleri eylemden sonraya koyuyor. Olan değil, oluşan değerler var ve biz onları bütünlüğü ile ancak tarih sona erince bileceğiz. Bu değerlerde sınır diye bir şey kalmıyor, gelecek üzerinde de görüşler değiştiği ve değerlerin frenlemediği bir savaş da alabildiğine genişleyeceği için bugünün gelecek inanışları birbiriyle çatışıyor, bağrışmaları imparatorlukların vuruşma gürültüsünde kaynayıp gidiyor, ölçüsüzlük Herakleitos'a göre, bir yangındır. Yangın dört bir yanı sarıyor; Nietzsche çoktan aşıldı. Avrupa artık çiçeklerle değil, toplarla felsefe yapıyor.
Ama doğa hep duruyor karşımızda ve insanların çılgınlığı üzerine kendi sessiz göklerini ve kendi mantığını geriyor, atomun günün birinde ateş alıp aklın utkusu ve insan soyunun tükenmesi ile tarih sona erinceye kadar. Ama, Yunanlılar sınır, hiçbir zaman aşılmaz, demediler. Onlar sınır vardır ve onu aşan belasını bulur, diyorlardı. Bugünün tarihinde onları yalancı çıkaran hiçbir şey göremiyoruz.
Tarihçi görüş ve sanatçı, dünyayı yeni baştan kurmak istiyorlar. Ama sanatçı, yaradılışı gereği sınırlarını bilir, öteki bilmez. Onun için de. tarihçi görüşün sonu zorbalık, sanatçının tutkusu ise özgürlüktür. Bugün özgürlük için savaşanlardan hepsi, eninde sonunda güzellik için savaşıyorlar.
Elbette ki güzelliği salt kendisi için savunmalı değildir sorun. Güzellik insansız edemez ve yine zamanımızı ancak onun yıkımlarıyla ilgilenerek yükseltebilir, rahata kavuşturabiliriz. Artık, hiçbir zaman, yalnız kişiler olmayacağız. Ama, insan güzelliksiz de edemez. Bu da bir gerçek. İşte, bizim çağımızın bilmezlikten geldiği de bu. Çağımız mutlakın ve dünya gücünün peşine düşmüş, dünyayı sonuna dek yaşamadan değiştirmek, onu daha anlamadan düzenlemek istiyor; ne derse desin, kaçıyor bu dünyadan. Odysseus, Kalypso önünde ölmezlik ya da yurt- toprağını seçmek gerektiği zaman duraksamıyor, toprağı seçiyor ve onunla birlikte ölümü. Böylesine sade bir büyüklük bize yabancı bugün. Kimine göre biz alçak gönüllü değiliz. Ama, bu söz iki anlama kaçabilir.
Dostoyevski'nin kendilerini öven, yıldızlara yükselen ve ilk rastladıkları genelevde çamura batan soytarıları gibi, bizde de eksik olan insanlık onuru yalnızca. Bu ise, sınırlarını bilmek, yazgısını bile bile sevmektir.
Saint-Exupery, ölmeden biraz önce «Çağımdan tiksiniyorum» derken, benim dediklerimden pek uzak şeyler düşünmüyordu. Ama, insanları en güzel yanlarıyla sevmiş bir insandan gelen bu çığlık ne kadar sarsıcı da olsa, biz bunu yine de benimsemeyeceğiz. Bu somurtkan, bu bir deri bir kemik dünyadan kaçmak da inşam sarabilir zaman zaman.
Ama, bu çağ bizim çağımızdır, kendi kendimizden tiksinerek de yaşayamayız. Bu derece aşağıya düşmesi, değerlerini aşırılığa götürmesinden olduğu kadar kusurlarının yüceliğindendir de. Biz bu değerlerin en köklüsü için savaşacağız. Hangi değerin? Patrokles'in atları savaşta ölen efendilerine ağlıyor. Her şey bitti. Ama savaş Akhilleus ile yeniden başlıyor ve utkuyla da bitecek, çünkü dostluk öldürüldü : Dostluksa bir değerdir.
Bilgisizliğimizi bildik mi, yobazlığı attık mı, dünyayı ve insanı sınırlandırdık mı, bir sevdik yüzü, kısaca, güzelliği bulduk mu, eski Yunanlılarla bir yerde buluştuk demektir. Bir bakıma, yarınki tarihin yolu sanıldığından çok başkadır. Bu yol yaratışla işkence arasındaki savaştadır. Eli avucu boş olmak, sanatçılara neye mal olursa olsun, savaşı kazanmaları umudu var. Karanlıklar felsefesi, bir kez daha, parıl parıl denizin üstünden silinecek. Ey Güney düşüncesi! Troya Savaşı, savaş alanından başka yerlerde oluyor. Bugün, yine çağdaş sitenin duvarları yıkılıp Helena'nın güzelliği «durgun denizler kadar duru varlığı» teslim edecek.
L'ETE’den, 1948
9 Nisan 2014 Çarşamba
Manastırlı Hilmi Beye Dördüncü Mektup, E.Cansever
7 Nisan 2014 Pazartesi
Tebdil-i kıyafet!
Anlatıyor Oltacı Eyüp Anlatılmazını, E.Cansever
5 Nisan 2014 Cumartesi
Aynı evde iki yalnız, A.Mutlu
aynı evde iki yalnızsen ve ben sesimizde uçurum şarkıları ellerimiz iki kuğu boynu yere eğilmiş iki yana düşüyoruz sessizce yolda kalmış arabanın kırılmış tekerleği dönüyor beynimizde pişmanlığın günle bitiştiği yerdeyiz yeniden yeniden bakışıyor gökle yer silinen iki yüzün unutkan suretinde ne senin hevesin var ne benim gücüm yeni bir şarkıya, yeni bir aldanışın provasına yol çağırıyor, gidemiyoruz sözcükler kayalardan kopan çakıllar gibi ufalanıyor sözcük kırıklarıyla hayatı süslüyoruzçadırı sele gitmiş göçebeler gibiyiz son hayvanlarıyız "gitme, kal" ormanının gözlerinde çamurlu yaşlar biriken yalınayak rüzgarı kovalıyoruzsen ve ben dalında eğreti güz yaprakları aramızda uçurum rengi bıkkınlık varız zannederek yok oluyoruz