31 Ocak 2016 Pazar

Güzel gece, Giuseppe Ungaretti

güzel geceDevetaclıi 24 Ağustos 1916Ne şarkıydı bu gece ağan ve dokuyan yüreğin kristal yankısıyla yıldızlarınNe şenlik pınarıydı düğün dernek yürekSığ durgun suyu oldum karanlığınIsırıyorum şimdi memedeki bebek gibi uzamıAcunla sarhoşurm şimdi

27 Ocak 2016 Çarşamba

Türkiye'ye sığınan ünlü mülteciler

Anadolu toprakları kanlı olayların tesir ettiği bir coğrafya. Uzak ya da yakın ülkelerde yaşanan kavga ya da savaşlar pek çok insanı buranın huzur ve güvenli ortamına göç ettirdi. Şimdi Suriyelilerin misafir olduğu Türkiye'den kimler gelmiş, kimler geçmiş?

Suriye'den kaçan mülteciler soluğu Türkiye'de alıyor. Bu durumun bugüne ait olmadığını, bir diplomat olan Ender Arat'ın “Türklere Güvendiler, Tarih Boyunca Türk Topraklarına Sığınanlar” isimli kitabında net şekilde görüyoruz. Budapeşte'de ifa ettiği büyükelçiliği sırasında bir anıt üzerindeki detayın peşine düşen Arat, arşivler ışığında Türklere sığınan meşhur isimleri bulup kitabında toplamış. Kitapta, Türkiye'de müzeleri dahi bulunan kimi yabancı devlet adamı, siyasi, mütefekkir, ilim erbabı, hanedan mensubu, sanatçı ve sair tanınmış kimselerin kısa tarihçesi bir araya getirilmiş. Kitaba alınan isimler arasında Müslüman olup Türkler adına çalışanlar da bulunuyor. Muhtelif resim ve fotoğrafları ihtiva eden kitaptan öne çıkan isimlerden bazıları şöyle...

Azerbaycan Cumhuriyeti'nin kurucusu Mehmet Emin Resulzade

1905 senesinde atıldığı siyaset sahnesinde, henüz Sovyet Rusya tesis edilmemişken Bağımsız Azerbaycan fikrini savunanların başında gelmişti. Tazyikata uğrayınca ilk gideceği yer Sultan II. Abdühamid Han'ın idaresindeki Osmanlı İmparatorluğu oldu. Sonra hakkında af çıkınca Çarlık Rusyası'na geri döndü. 1917'de kurulan ve iki sene yaşayabilen Cumhuriyet rejimi Kızıl Ordu'nun hışmına uğrayınca Almanya'ya gitti. II. Dünya Harbi'nde tekrar Türkiye'ye geldi. 1955'te Ankara'da vefat etti.

İsveç Kralı 12. Karl (Demirbaş Şarl 1709)

Şarl, birçok defa askerî seferlere çıkmış ve muzaffer bir komutan olmuştu. Ancak 1707 senesindeki Rusya saldırısı onu tahtından edecekti. Demirbaş lakaplı Şarl, 4 bin kişilik maiyetiyle Osmanlı toprakları içerisindeki Dimetoka'ya sığındı. Padişah III. Ahmed'den yardım istedi. Kabul gören yardım talebi, Demirbaş'ı her daim muhafaza edecekti.

Macar bağımsızlık hareketi öncüsü Ferenc Rakoczi

Macaristan'ın Habsburglar tarafından ilhakı sırasında vatanından uzaklaşmak durumunda kalan Ferenc Rakoczi, 1718 senesinde kendi maiyetindekilerle beraber Osmanlı topraklarına iltica etti. 18 sene Tekfurdağı'nda (Tekirdağ) yaşayan Macar lider, burada vefat etti ve sonra Macar yetkililerin talebi doğrultusunda kabri kendi memleketine taşındı. Mezar taşı Karaköy'deki St. Benoit Lisesi girişinde bulunuyor.

İmam Ayetullah Humeyni

İran İslam Cumhuriyeti'nin kurucusu ve ilk önderi olan Ayetullah Humeyni, Şah Pehlevi rejimine karşı yürüttüğü muhalefet nedeniyle cezaevine girdi. Bir süre tutuklu kalan Humeyni kendi rızasıyla sürgüne yollandı. İlk adresi ise Bursa'ydı. Burada üç ay kaldıktan sonra Irak'ın Necef şehrine, oradan da Fransa'ya geçerek devrimin olacağı 1979'a kadar sürgün hayatı yaşadı.

Avusturyalı ünlü mimar Clemens Holzmeister

Nazi Almanya'sının hışmından kaçarak Türkiye'ye sığınanlar bilim ve sanat adamından biri de ünlü mimar Clemens Holzmeister idi. Bizzat Mustafa Kemal'in gözetiminde yeni Cumhuriyet'in kurumlarını inşa etti. TBMM, Milli Savunma Bakanlığı, Cumhurbaşkanlığı Köşkü, Merkez Bankası, Kızılay Meydanı'nda Güven Anıtı ve pek çok binayı o tasarlamıştır. Almanların Viyana'ya girmesinden sonra Holzmeister kendi memleketini geride bırakmış ve Türkiye'ye gelerek İstanbul Teknik Üniversitesi'nde ders vermişti.

Seyyid Cemaleddin Muhammed Afgani (1891)

İran'da başvezir iken Şah'ın siyasetini tenkit etmekten dolayı 1891'de sınır dışı edildi. Şah'a karşı girişilen suikasta adı karıştığı için İranlı makamlar iadesini talep etseler de Sultan Abdülhamid kendisini vermedi. Mısır, Kuzey Afrika, Rusya ve Hindistan'ı dolaşarak Panislamizm fikrinin kuvvet bulmasına çalıştı. Çok sayıda konferans verdi. 9 Mart 1897'de İstanbul'da vefat etti. Nişantaşı'ndaki Şeyhler Mezarlığı'na defnedildi. Daha sonra Afganistan'ın talebi üzerine naaşı Kabil'e götürüldü.

Adam Mickiewicz (Polonya milli şairi)

“Polonya'nın komşu ülkeler tarafından bölünmesine hiçbir devletin ses çıkarmadığı günlerde, tek dostumuz Türkler olmuştur… Onlar bunu kabul etmediği için üstün bir millet olarak severiz.” diyen Adam Mickiewicz, ülkesinin Rusya karşısında giriştiği bağımsızlık mücadelesini kaybetmesinin ardından Osmanlı topraklarına sığınmış ve 1855 senesinde vefat edene kadar İstanbul'da yaşamıştı.

Rus lider Joseph Stalin (1910)

Bolşevik devriminden sonra Rusya'dan Türkiye'ye gelen lider olarak Troçki bilinir. Troçki, 1933 yılında Stalin'den kaçıp Türkiye'ye sığınmış ve dört yıl Büyükada'da ikamet etmişti. Oysa Stalin de 1910 yılında Rus Çarı'na karşı yürütülen başarısız bir darbe girişiminden sonra genç subay iken, soluğu ilk fırsatta Osmanlı topraklarında almış. O zaman Osmanlı sınırları içinde bulunan Batum'da tabakhanelerde çalışıp, deri alım satımında bulunmuş. Daha sonra I. Cihan Harbi sırasındaki Bolşevik ihtilaline katılan Stalin'in Batum'da “Beriyaşvili” ismini kullandığı biliniyor.

Anadolu topraklarına gelen diğer önemli kimseler

Çeçen Mücahid Şeyh Şamil (1869)

Romen General Christian Tell (1848)

Gürcistan Başbakanı Noe Jordanie (1921)

Gürcü İmereti Kralı II. Solomon (1810)

Çerkes Giranduk Berzeg (1882)

Hintli Şehzade Baysungur Mirza (17. asır)

Erdel Prensi İmre Thököly (1697)

Macar düzyazısının mucidi Mikes Keleman,

Macar Anayasası'nı yazan Kossuth Lajos (Kütahya Müze Evi)

Janos Bangya İstanbul Asayiş Müdürü-1853 (Karabatır Mehmet Bey)

Macaristan Başbakanı Miklos Kallay (1943)

Polonyalı Prens Adam Jerzy Czartarski

Leh Konstantin Borzecki-1855 (Mustafa Celaleddin Paşa)

Ressam Nikola Kalmikof-1920 (Naci Kalmukoğlu)

Rus Akim Tamiroff-1921 (Hollywood yıldızı)

Balerin Lydia-1921 (Krassa Arzumanova)

Nadenja Vasilyevna Plevitskaya, 1921 (Ses sanatçısı)

Troçki-Leon Davidoviç Borenstein (1933)

Seyyid Cemaleddin Muhammed Afgani (1891)

Afgan Bağımsızlık Hareketi lideri Mahmud Tarzi (1929)

Cezayir bağımsızlık mücadelesi başlatan Emir Abdulkadir (1852)

Zambaklı Padişah, Ece Ayhan

 

 

 

ZAMBAKLI PADİŞAH

Ne zaman elleri zambakh padişah olursam

Sana uzun heceli bir kent vereceğim

Girilince kapıları yitecek ve boş!

Azizim, güzel atlar güzel şiirler gibidirler

Öldükten sonra da tersine yarışırlar, vesselam!

I

Ey imece ile başsız gömülecek derviş

Sen kendin o zamandan değilsin

Ya bu hikâyeyi nereden bilirsin?

Ey ustalıkla taşaronluğu birbirine karıştıran

Yaşayan okur!

Sen yabana değilsin bense bir fakir derviş.

II

Ve bir derviş ... atını saldı salar.

III

Karartma benizli bir sözcük kırıntısından bile.

Kesekâğıdı yapıyor, yapabiliyor.

IV

Hava gırçımadır

iki çocuk da bir gömlek içinde

Valde külhandadır

Hafız! Sence çocuklar

Çiçeklerin koynunda uyumalıydı değil mi!

V

"Sizde ölüm var mıdır?"

VI

Yedi kez görünmeyen denizin üzerinde, i k i açık deniz evliyası

Tabuttaş'tan Üsküdar Sultanlığı'na bir konsol aynası taşır.

VII

Eski bir göç yolu, izlenmektedir.

VIII

Devlet ve şairleri, iki kaşık gibi içice uyurlarken

Geldiği kapkara denize Karpiç'den gönderilmiş bir gemi

IX

Duyduk k i , bir daha

Kuş getirmek sınıfa

intihar olmuş cezası

Hal ve gidiş tüzüğünde

Biz kuşları tutmuyoruz ki

Kapıda koyveriyoruz

Dönüp onlar ceplerimize giriyorlar

N'apalım?

X

İnsan gözünün soldan sağa okuma alışkanlığı!

XI

Unutulmuş bir çocukluk hastalığından da bilinebilir

ikinci Savaş'da Galata'da geçimıiş bir kedi merdiveni.

XII

Şiir de, duraklarda, dinlenirdir dinlenir.

XIII

Yenilmiş, geri çekilmededir bir gizli yol

Muvazzaf şairler de...

XIV

Geceleri, aydan, evlere girilemiyordur.

XV

Devletin cüceleri nasıl iki kez ayağa kalkmak zorundaysalar

Tabiatın cüceleri de bir dehliz bulmuşlardır kendi içlerinde.

XVI

Portakallarla donanmış selâtin meyhaneleri, kapalıdır.

XVII

Ustasından geçmiyen bir deniz

Gittikçe uzaklaşıyor, okunmuyor.

XVIII

Mühründe şiir kazılıdır bir padişah.

XIX

Kuşlar havada, insan karada

Ölmek istemezler!

XX

Beş aydan bu yana, ilk bir insan görüyorum...

XXI

Kışı ve Üsküdar'ı, atkısıyla geçirecek bir kadın

Yazmışım, nedense, deftere.

XXII

Sarışın Osmanlı tarihçileri...

XXIII

"Bak bre çirkin!"

Karanfilinde bir ... basılıdır.

XXIV

Beyaz kargalarlı, aykırı düşüncelerdir.

XXV

Biliyorsun; ölüm

Artık uyakta karşılanmıyor, karşılanmaz!

XXVI

Akıl , yürütülüyor, yürüttüm bu kentte.

XXVII

Bir erkeğe gerilmiş bir kadın,

karşıdadır.

XXVIII

Ebru ile bir yazı arası.

XXIX

"Şiir, ölüm ve yaşam dolayısıyla,

Şimdi ve daima, açıktır."

XXX

İşkence!.. Bu sözcüğü, ilk Karagümrük'de

Duyduk duyuldu.

XXXI

Camında sabun kurutulan evler

Beyoğlu'nun yıkılacağını bildiriyorlar.

XXXII

Ey gemileriyle birlikte yiten denizler

Ve bağlı limanlarıdır! ki unutulmasın

Gerçeklikte, gemiler terketmektedir fareleri.

(BALABAN ONU BESLEMEDEN ÖNCEDİR.)

İki keşiş; külleri karıştırıyorlardı. Avluda dikelmiş duran

çocuğa bakıyorlar ve aralarında konuşuyorlardı:

— Saçları uzadığı zaman bu çocuğa tapılır!

Başkeşiş:

— Geceyi birlikte geçirelim, diyor.

Çocuk şaşırmış, kekeliyor.

Başkeşiş ona altın bir cep saati armağan etmek istiyor.

Çocuk:

— Olmaz! diyor ve o gece hiç uyumuyor.

* * *

Ertesi sabah avluda rasladığı bir keşiş ona:

— Saatin kaç? olduğunu soruyor

21 Ocak 2016 Perşembe

in memoriam, Giuseppe Ungaretti

in memoriamLocvizzo 30 Eylül 1916AdıMoammed Sceab'tıSoyuemir ve göçebelerintihar ettiçünkü yoktu artıkVatan'ıFransa'yı sevdive adını değiştirdiMareel'diFransız değildi amave bilmiyordu artıkKuran'danezgiler dintenilenhalkının çadırındabir kahvenin tadıylayaşamayıVe bilmiyorduçözmeyikendini bırakmışlığınşarkısınıBen aldım onuotelci kadınlaParis'tekaldığımızCarmes sokağı 5 numaradansolmuş daracık bir yokuştulvry mezarlığındayatıyorbir varoşsökülmüş bir panayırgünündeher an sankiVe yalnız benim belkihala bilenyaşadığını

19 Ocak 2016 Salı

Devlet Dersi'nde yok yazılan çocuklar

Gazeteci-yazar Gökçer Tahincioğlu, ‘Devlet Dersi'nde hak ihlaline uğrayan çocukların hikâyesini anlatıyor. En huzurlu ortamda büyüyenler bile sahillere vuran, çatışmalarda ölen, istismara uğrayan çocukları izleyerek mağdur oluyor.

“Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında / Bir teneffüs daha yaşasaydı / Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür / Devlet dersinde öldürülmüştür.” der şair Ece Ayhan. ‘Meçhul Öğrenci Anıtı' şiiri kaleme döküldüğü günden beri ne değişti? Hiç. Hâlâ onlarca çocuk can veriyor bu ‘zorunlu ders' uğruna. Sokağa çıkma yasağı olan kentlerde ya da cezaevlerinde ölümle tanışan onlarca çocuk var. İstismara uğrayan, iş cinayetine kurban giden, okuldaki güvenlik şartlarının yetersizliği nedeniyle hayatını kaybeden çocuklar… Aklın sınırlarını zorlayan hak ihlalleriyle karşı karşıyalar.

Tecrübeli gazeteci Gökçer Tahincioğlu, ‘Devlet Dersi'nde yok yazılan çocukların hikâyelerini kaleme aldı. Notabene-Gündem Çocuk dizisinin ilk yayını olan ‘Devlet Dersi' kitabı, bu dersin çocukların hayatında nasıl tezahür ettiğini anlatıyor ve cezasızlık öyküleriyle yüzleşmemizi sağlıyor.

‘Çocuklar için daha iyi bir dünya mümkün' anlayışını benimseyen Gündem Çocuk Derneği'nin 10 yıldır takip ettiği davalar ve cezasız biten yargılama süreçlerinin anlatıldığı bu kitap tüm çocuklara ve çocukların avukatı olan Tahir Elçi'ye adandı.

Gazeteci-yazar Tahincioğlu, kitabın Elçi'ye adanma sürecini şöyle anlatıyor: “Tahir Elçi, tanıma ve arkadaşı olma onuruna eriştiğim, Türkiye'deki en önemli insan hakkı savunucularından biriydi. Çocukların yaşadıkları travmalara hep çare aradı, yargılanan çocukların gönüllü avukatı oldu, o çocukların da arkadaşıydı. Elçi'yi maalesef, kitabın sonuna yaklaştığımız bir aşamada kaybettik. Bu nedenle, Gündem Çocuk Derneği'ndeki arkadaşlarla birlikte kitabın Tahir Elçi ismiyle de birlikte anılmasını istedik. Bu kitaptaki birçok öykünün avukat olarak, aktivist olarak da öznelerinden biriydi zaten.”

POLİTİKALAR MAĞDUR EDİYOR

Tahincioğlu'nun ifadesiyle Devlet Dersi, hak ihlaline uğramış çocukların hikâyesi, belki bir yönüyle hak ihlaline uğrama ihtimali bulunan binlerce çocuğun da hikâyesi. Devletlerin cezasızlık politikaları, dönemlere, iktidarlara göre çok farklılık göstermeden gelişiyor ve büyüyor. Bu politikanın yükseltildiği, alçaltıldığı dönemler olabiliyor. Bu politika, devletin ‘öteki' olarak kodladığı kişilere yönelik failin devlet olduğu konularda gözlerin kapatılmasını, görmezden gelinmesini içeriyor.

Tahincioğlu, “Bu politikaların mağdur ettiği önemli bir kesim var. Çocuklar da burada ayrı bir başlık ve neredeyse merhamet, vicdan vb. duygular dışında sözü edilmiyor. Devlet Dersi, işte o çocukları, başka çocukların hikâyeleri onlara benzemesin diye anlatıyor.” diye konuşuyor.

‘ÖTEKİ' OLARAK KODLANIYORlar

“Türkiye, bir yönüyle çatışmaların ortasında, bir yönüyle çatışmalardan uzak, bir yanıyla gerilimin ortasında, bir yanıyla gerilimden uzak, bir yanıyla müthiş geride, bir yanıyla ileride bir ülke. Karmaşık ve fazlasıyla arada kalmış. Bütün bu çelişkiler arasında büyük uçurumlar var. Çocuklar da bu uçurum diplerinde büyüyor.” diyen Tahincioğlu'na göre iktidarlara göre değişen ve bir başka kesimin asla benimsemediği eğitim politikaları, toplumsal ahlâktan bir adım öteye gidemeyen kanunlarla uyumsuz mahkeme kararları, cezasızlık politikaları çocukları hedef alıyor. ‘Öteki' kimliğiyle doğmamış bir çocuk da başına gelenlerden sonra bir anda ‘öteki' olarak kodlanabiliyor. En huzurlu ortamda büyüyen çocuk, ekranlardan sahillere vuran, çatışmalarda ölen, iş cinayetine kurban giden, istismar mağduru çocukları izleyerek hak ihlaline maruz kalıyor.

ÇOCUK ODAKLI POLİTİKA YOK

Tahincioğlu, çocuk hakları odaklı bir politika yürütüldüğünü düşünmüyor. Zira çocuklar genellikle genel sistemin bir tarafında konumlandırılıyor. Ailenin parçası, ceza hukukunun parçası, medeni hukukun parçası… Fakat bütüncül bir politikadan söz etmek ve çocukların hakları özelinde bir politika geliştirildiğini söylemek mümkün değil.

Peki, hak ihlallerini giderebilmenin yolu ne? Tahincioğlu, “İlk adım bu yönde irade geliştirmektir.” diyor ve ekliyor: “İhlalleri görünmez kılarak, cezasız bırakarak önlemek elbette mümkün değil. Bu sadece sistemin kendisini yeniden üretmesi ve gelecek kuşaklara da bu sistemi nakletmesi anlamına geliyor. Bu yönde bir iradenin gelişmesi sadece çocuklar açısından değil, bütün toplum açısından cezasızlık politikasının minimize edilmesini sağlar. Ancak topyekün bir irade geliştirmek, hele ki böylesine gelenekselleşmiş bir cezasızlık anlayışı varken çok mümkün değil. Burada siyasetin mesaj vermesi ya da yasal düzenleme yapmak yetmiyor. Devletin bütün hücreleriyle bu iradeyi taşıması gerekiyor ki maalesef buradan çok uzağız. Siz ihlalden söz ettiğinizde bütün kesimler sadece ve sadece sizi de farklı biçimde kodluyor. Bırakın ihlallerle mücadele için irade oluşmasını, bugün hâlâ bu noktayı aşabilmiş değiliz.”

Her gün çocuklar ölüyor

Uğur Kaymaz, Ceylan Önkol, Berkin Elvan, Mahsum Mızrak, Abdullah Yaşa, Çağdaş Gemik, Ahmet Yıldız, Yasin Akyüz, Lütfullah Tacik ve Roboski Çocukları'nın hikâyeleri ‘Devlet Dersi'nde hikâye edilerek anlatılıyor. Yazar Gökçer Tahincioğlu, “Kitapta en zorlandığımız bölüm, çatışma bölgesinde ölen çocukların isimleri ve nasıl öldürüldükleriyle ilgili son kısımdı. Kitap basılırken geride kalmış, eksik kalmış bir liste söz konusuydu. Her gün çocukların öldüğü bir çatışma ortamı, buna tanıklık eden, okula gidemeyen, sokağa çıkamayan çocuklar... Bütün bunların her biri elbette ki hak ihlali. Telafi eğitimiyle giderilemeyecek bir ihlalden söz ediyoruz. Çocuklar bütün yaşananların en büyük mağduru.” diye konuşuyor.

İnsan, Vladimir Mayakovski

İnsan

(1916)

O bütün günahları bağışlayan, o dünyayı kutsallaştıran güneşavucunu başıma koydu.Bütün rahibelerin en dindarı gece de örtüsünü omuzlarımakoydu. Öpüyorum sevdamın bin sayfalı İncilini.Acı ve çın çın öten dualar ettim aşka,ruhum bir başkagelişi beklerken,duyuyorum yeryüzüsenin«Esenlikle git şimdi!»*ni ben.Gemisinde geceninben yeni Nuhbekliyorumaba dalgalan arasmdagelsinler,gelsinler de beni götürsünler diye,bölsünler diye tan kılıçlarıylayeryüzü düğümünü ikiye.Geliyor tan.İşte!Büsbütün açıla yayıla.Her yere ışıkları girmiş detırmalıyorlar her yeri.* ihtiyar Yahudi Simeon’un tapmakta çocuk İsa’yı gördükten sonrasevinerek söylediği sözler. (Luka İncili, n , 25).Ötüyor büklümlerive günler yavaşça kayıyor içlerineçalkanıp duran bağa kabuklarıyla.Güneş çağırıyor yineateşten voyvodalarını.Trampet çalıyor tanileri,yeryüzü çamurunun üzerine!Güneşunutma sakınhiç yoktançığırtkanınolduğumu.MAYAKOVSKİ’NÎN DOĞUŞUÇağdaşlarından yüz bulmuş budala tarihçiler şunu yazsınlarvarsın: «Bu ilginç ozanın hiç de ilginç olmayan, sıkıcı bir yaşamöyküsü var.»Bilirimgünahkârlarinlerken cehennemdeadımı anarak yalvarmaz,inmez Golgota*nın üstüne perdem depapaz alkışlarıyla.Ben efendi efendi yinegiderim içmeye kahvemiYaz bahçesi*ne.Beytüllahm*ımın göğündeparlamazdı hiç bir işaret,bozmazdı hiç kimseuykusunumezarlarındasaçları lüle lüle çoban kıralların* elbet.Size doğru indiğim gün isebir umutsuz,bir kesin,bir ötekilere benzeyen gündüve hiç kimseninaklına gelmemişti kınamak komşu yıldızısavgısız eksik diye :«Yıldız.nedir bu üşenme parıldamaktan?Kutlamayacaksan eğerdoğuşunu bir insanınyalnızşeytanolmaz mı yıldızövüp ululadığın?»Düşünün :alsak ağların içinden* Golgota, İsa’nın çarmıha gerildiği tepe.* Yaz bahçesi, Sen Petersburg'un büyük parklarından biri.* Beytüllahm, Filistin’de İsa’nın doğduğu yer.* Çoban kırallar, çocuk İsa’nın önünde bağlılıklarını bildiren çoban krallar.konuşan, ufak bir balığı* dipdiri,övgüler düzer,türküler yakarız bütünbu altından mucizeye.Ya ben nasıl göklere çıkarmamkendimi,inanılmaz bir harikaysambaştan aşağı,anlaşılmazkoskoca bir mucizeysedavranışlarımın her biri.Bakın ne güzel,bakın da hayran olun her yandanbu beş kat ışıltıya.Bunlara «el> derler işte.Harika bir çift el!Bakın görün :oynatabiliyorum sağdan sola,soldan sağa.Bakın görün :seçebiliyorumen güzel boynusarılıp dolanmağa.Açançekmecesini kafatasımıngöriir kıvılcımlar saçaneşsiz bir aklı.Var mı dersinizelimden gelmeyen şey?İstersenizyaratabilirim deyeni bir hayvan.* Slav mitolojisindeki altın balık. Puşkln’in «Balıkçı ile küçükbalığm masallarında geçer.Hem de iki kuyruklu,üç bacaklı.Beni öpensöylemez mi kivar mı, yok mutükrüğümden daha tatlı bir içki?Ayrıcaeşsiz bir dil var bendekıpkırmızı.Bir bağırsam «ha-ha-ha» diyeyankılanır sesim yükseklerde, çok yükseklerde.Bir bağırsam «HA-HA-HA»iner usul usul süzülüpava çıkmış ozanın şahini gibialçaklara perde perde.Ne söyleyeyim daha!En sonra dadönüştürebileyimdiye kışlarıyazave şaraba suyu,yeleğimin yünü altındaduyulur çarpışlarıufacık, eşsiz bir yumrunun.Sağa vurması — bir evlenme.sola vurması — titreyen seraplar bunun.Gene kimi örtmem gerekaşk uğruna benim?Kim tekmelemeye geleceksarhoş,geceyle maskeli, kim?Bir çamaşırhane.Çamaşır yıkayan kadınlar.Çok insan, çok ıslaklık.Sabun köpüklerinden de ne zevk alırlar?Bakın bakın,yağlı kırkayaklar kayboldu artık!Peki bunlar da ne?Gök ve şafak kızları mı?Bir ekmekçi fırını.Bir ekmekçi.Ekmek pişirmeye çalışır.Nedir bir ekmekçi?Una bulanmış bir sıfır.Tam o anörülen ekmekleroluyor mu sana bir keman!Keman çalıyor ekmekçi.Her şey ekmekçiye sevdalı.Bir kunduracı dükkânı.Bir kunduracı.Bir sefil birikinti.Üç beş çivi dahaçakması gerekbir çizmeye şimdi.İşe bakın siz :harp gibi açılıyor çizmenin konçları giderek,başında da bir taç kunduracının.Usta ve şenbir prenstir şimdi o.Görün beni iştebir bayrak gibi yükselmiş yüreğimle.Akıl almaz mucizesi yirminci yüzyılın!Ve uzaktan, efendimizin mezarından hacılar gelmekte.Müminler ayrıldı da boşaldı eski Mekke.

MAYAKOVSKİ'NİN YAŞAMI

Böğürmelerimle telaşa düştü büyükler, bankacdar, nazırlar.Ortaya çıkıyoryaldızlızırhlar.«Yürekse her şeyin başıne demeye,ne haltetmeye topladımparacıklarını, sizi ben?Nerden geliyor bu çalım,kim bu hakkı veren?Kim temmuz havasına çeviren her günü?Kapatın gökyüzünü telgraf telleriyle!Sokaklarla kıvırın yeryüzünü!Kim ki övünmüştürelleriyle,tüfek verin!Okşadığı mı var onu sıcak günlerin?Hepsi olsunkirpi gibidikenli.Kirletin dilini ağız dalaşlarıyla onun!»Yeryüzü ağılına kapatılmışım nasılsa,boyunduruğunu sürüklüyorum günlerin.Beynimin içindedörtnala at sürüyor«yasa».Yüreğimi bir zincir sıkıştırıyor :«din».Yan ömür geçti bile, elden ne gelir.Fenerler gözetliyor beni her yerde, fenerler bir bir.Tutsağım çoktan beri.Kurtaramaz beni hiçbir şey;yok olası yeryüzü tutuyor beni prangasında.Yetse de yıkayıp arıtmağa sevgim sizlerigönlümün okyanusu çepçevre evler arasında.Bağırıyorum...Duyduğum dahep anahtar gürültüsü!Zindancının sırtarması.Fırlatıyor önümebir ışının ucundaçürümüş bir et parçası.Sırıtıyorlar :«oh. oh!»bense başıboş dolaşıyorum işteateşler içinde, sayıklayarak.Gümbürdüyor yeryüzü güllesiayağıma zincirlenmiş de.Gözlerimi anahtarla kapattıaltınBir körü kim tutar elinden?Sonsuzluğa dekbenkapatılmışım demeksaçmasapan bir serüvene!İşte başkaldırıyorbağımlı suçlunun esin perileri.Yere batsın yüce varsayımların yükü!Sîzler, Brem'in uydurduğutavuslara inananlar,sizler, bitki uzmanı kuşkafalılarm zırvaladığıgüllere inananlariletin, e mi,kuşaktan kuşağabenim bu eşsiz yeryüzü betimlememi.Meridyenlerdenve atlas kemerlerden fışkırıpköpük köpükçınlamada altın kasırga :franklar,dolarlar,rubleler,kuronlar,yenler,marklar.Boğuluyor içinde her şey, kemanlar, tavuklar, atlar, cinlerve fillerve yaşamın ıvır zıvırı.Burun deliklerinive boğazı tıkıyorbu yapışkan gürültü.«İmdat!»Bu inilti bile çıkamıyor dışarı.Ve ortadakımıltısız, büyük bir ada,çiçekli halılardan yapılmış.İşte oradayaşıyor o benimher şeyin efendisihasmım,yenilmez düşmanımın ta kendisi. • Alfred Edmond Brem (1829-84) Alman hayvanbilimclsi ve gezgini.Zar yok çoraplarından daha ince.Şık pantolonları en göz alıcısından yollu kumaşın.Alaca bulaca renklikıravatına gelince,kalın mı kalın boynundan sarkıpkümbetine sürünüyor işkembesinin.Ölüyor insanoğlu çevrede.Ama yükseliyor göğe bir orman gibikutlamayaululuğunu :Yaşa!Bravo!Aferin!Hurra!Viva!Hoh!Hosanna!Maşallah!Peygamberlerin gücüne verirler yıldırımı.Aptallığa bak!Ama ookumuş Lokke*yihem de pek hoşlanarak!Üzerinde işkembesiningülüşüışıldatıyor,çınlatıyor kösteğinin zincirlerini.* William John Lokke (1863-1930), romanları mutlu sonlarla biten İngiliz romancısı.Tutulurdilimizşu Yunanlının eserine bakınca.Düşünürüz :«Kimnerede,ne zamanyaptı bunları?»Amakendisidir ısmarlayan merhum Fidyas’a :«Kadınlar istiyorumetli butlu,mermerden.»İyi bir bahanedört s a a t:«Canım bir şeyler yemek istiyorköleler, yine!»Onun acar ahçısıtanrı dasülün eti pişirir efendisinekille.Gerinirbir dişiyi okşadıktan sonra da.«İster misinstoklarımdaki en umulmaz yıldızı bile?Bu aradaonun içinbir sürü Galileteleskop gözleriyle araştırırlar göğü.İmparatorlukların altın danasını sarsıyor devrimler,çoban değiştiriyor insan sürüleri,amagönüllerin taç giymemiş sultanısenin kılını bile kıpırdatmıyor hiç bir ayaklanma.Mayakovski, F: 7

MAYAKOVSKİ'NİN TUTKUSU

Duyuyor musunuz?Duyuyor musunuz bu at kişnemelerini?Duyuyor musunuz?Duyuyor musunuz otomobillerin ulumasını?Bunlaryıkanmaya giden kentlilerdir Onun bereketinde.Bir insan bataklığı tüm.Sürüklüyor beni kalabalıkrasgele bir yereşaşkın, süklüm püklüm.Dizginlere asılıyorum bense,eteklere,etekliklere.Bu gördüğüm de ne?Sen misin?Oraya mı götürüyorlar?Yalan, zındıkça bir küfür!Gözümün bebeğini kan bürümüştürkızıl feneri gibikerhanelerin.Niçin sen ama?Dur!bildiğim daha tatlı zevkler var!Ulu ormanında kirpiklerin yok bir kırmldama.Dur!Geçti gitti bile...İşte oralarda, başı başlar üstünde.Işıldıyor kafatası,bir kundura dense yeri,dazlak,pırıl pırıl cilalı deri.Ancakson boğumu üstündeyüzük parmağınınüç pırlanta yanındabir iki tüy vardikilmiş.Yaklaşıyor yosma, görüyorum.Eğiliyor öpmek için elini.Dudakları fısıldıyorküçük tüyler arasındabirine «küçük flütüm» deyip,birine «küçük bulutum*»,üçüncüsüne deişitilmemiş, ünlü bir ad vererekyaratmakta olduğum.

MAYAKOVSKİ’NİN GÖĞE ÇIKIŞI

Ozanım ben. Hani çocuklara belletirsiniz ya: «Güneş pelinlerüstünden doğar stepte» . Sevilen kadının başıdır aşk yatağında,bu küçük tüyler arasında beliren.Ok fırlatıyor o gözler.Sil gözlerinden bu gülümsemeyi.Yüreğin isteği tabanca,gırtlak usturayı özler.»Büyüyor gönülsemem tutarsız ve şeytancabir sayıklamaya gömülüp.* Küçük flüt ve Küçük bulut, Mayakovski’nin Omnrga’nın flütüve Pantolonlu bulut adlı uzun şiirlerini simgeliyor.Geliyor ardımdan kadın,suya doğru çekiyor beni,ya da eğimine doğru damın.Ortalıkta kar.Kar veriyor baskın.Kıvrılıp donarak,aynanın üzerineyenidendüşüp konarak,kımıltısız bir zümrüt gibi.Ruh ürperiyoraynaların eline düşüp,kaçmasına yok bir olanak.Ve büyülenmişbir adam gibi zorarşınlıyorum Neva rıhtımlarını.Yürüyorum,bir de bakıyorum hep aynı yerdeyim,kaçmak istesem deboşuna.Burnumun dibinde bir ev beliriyor,donmuş pencereler ardındançekiliyor şiş karınlı bir şafak.Orası!Bir kedi miyavlıyor acı acı,tütüyor yanarakbir idare lambası.Bir zili çalıyorum.Eczacı!Eczacı!Asılıyorum bacaklarımın direklerine.Büyüyor düşüncelerim,birbirine dolanarakgeyikboynuzları.Gözyaşlanm ıslatıyoryerde buzlan.Anıyorum o yitikcennetimi, yere yatıp boylu boyunca.Eczacı!Eczacı!Nerde diner,neyle dineryürektekibu onmaz acı?Gökyüzünün sınırsız ovalarında,çılgınlığında Büyük Sahra’nın,çölün o kupkuru deliğindekıskançlara yer var mı peki?Kavanozların ne sırlar saklar?Bilirsin yüce tüzeyi.İzin ver şunaeczacı:fırlatayım ruhumuhiç üzülmedengök boşluğuna.Uzatıyor bana gereken!Bir kafatası.«Zehir».İki de çapraz kemik.Benim için mi bu?ölümsüzüm ben ama,benzemem başka müşterilere!Gözlerim kör,konuşmam yok,aklım örtmüş kapısını bir kere.Ne buluriçimdeparçalamayabenim bu zehir?Azbuçuk anlıyor zavallı.Meraklılar doluşuyor pencerelere,dimdik oluyor saclar.BirdenbireDükkânın ortasında yüzmeye başlıyorum.Tavan açılıyor kendi kendine.Çığlıklar.Gürültü.«Evin üstüne vardı bile!»Süzülüyorum yukarda enikonu.Batan gündekor kesilmiş bir odun gibi kilisenin haçı.Aşıyorum onu!Ormanın üstündeçığlık çığlığa kargalar.Onları da aşıyorum.Sözde çırağım daha!Bütün bildiklerimiz, bütün öğrendiklerimizhiçlik kırıntısı,fiziği, kimyası, gökbilimi hep saçma!Bir istemek yetiyor ama,ben de süzülüyorumarasında bulutların.Dilediğim yere gidebilirim şimdi!Her yere.Baladların şiirsel çamurunu çalkalayın datürküsünü yakın şimdi, türküsünü yakınAmerikan ceketli,cilalı sarı papuçluyeni şeytanın.

MAYAKOVSKİ GÖKTE

Geldik bile!Konuyorum bir bulutun üstüne,yükümlüyorumişlerimleve yorgun bedenimle bulutu.Gönülaçıcı bir ver, ilk kez geldiğim.Bakıyorum sağına soluna.İşteiyice yalanmış bir yüzey,öve öve bitiremediğimiz gök.Görürüz enine boyuna!Bir kıvılcım,bir parıltı,bir ışıldamavebir gürültü —ya daruh gibi bir şeyler midirki usul usul kaymada.«Kadın oynaktır, değişir...*** Verdi’nin Rigoletto operasından bir arya: La donna t mobile.Burada,g ö k k u b b ed emüziğini dinlemek Verdi’nin!Yarığından bir bulutunbakıyorum gizli gizlişarkı söyleyen meleklere,öyle sevimli, dingin,öyle yollu yordamlı yaşayan meleklere.İçlerinden biri çıkıptatlı tatlı bozuyoruykulu dilsizliğini:«Hoşunuza gitti miVladimir Vladimiroviçbu sonsuzluk, uzayıp giden?»Aynı tatlılıkla karşılık veriyorum :«Sevmez olur muyum hiçbu hoş sonrasızlığı ben!»Önce sinirleniyor adam :ne bir köşe varkendine,ne çay,ne içerken okunacak gazete.Yavaş yavaş alışıyorum gök törelerine.Yeni gelenler oldu mubakmaya gidiyorum ötekilerle birlikte.«Ne! siz misiniz!»Sevinçle kucaklaşıyoruz ikimiz.«Merhaba, Vladimir Vladimiroviç!«Abraham Vasiliyeviç, merhaba!Şanına yaraşırbir ölümle geldi mibu ölü buraya acaba?»Ne ince şakalar, değil mi?Çok hoşuma gidiyor bu iş,iyice tadını çıkarıyorumhep kapının dibinde kalıp.Bir bakıyorum eşikteölü tanıdıklar belirmiş,yanıma alıpgösteriyorum burçlara varan yokuşu,o gözalıcı süsünü dünyaların.Bütün olayların merkez istasyonu,bir düğmeler, manivelalar, levyeler kumkuması.Burası—dünyalar eriyip gidiyor tembel tembel—burası—daha güçlü, daha hızlı çeviriyor bir sürü el.«Böyle dönmeli hep —budur istedikleri—dünya batıp gidinceye dek.Nedir anlamı bunun?Kanla sulamak mı yeryüzünü?»Canı cehenneme topunun.«Gülüyorum telaşlarına, öfkelerine.Sularlarsa sulasınlar,bana ne?»Olabilecek bütün ışınların baş ambarı.Sönmüş yıldızların atıldığı yer.Eski bir taslak,—kimbilir kimden kalmış—balinalarla ilgili, yarım kalmış bir tasan.Burada herkes ciddi.Herkesin işi başından aşkın.Kimisi bulutları ütülüyor,güneşin fırınını besliyor kimisi.Her şeyde korkunç bir uyumyatkın,rütbe sırasına göre.İlişip kakışan yok.Daha ötesini de gerektirmiyor bu durum.Önce homurdandılar bana karşı.«Aylak, boşgezenin biri!» dediler.Ama yürektir bence her şeyin başı.Yürek ne gezer gövdesi olmayanlarda?Ben de şunu ileri sürdüm :«İstemiyorsanız siz burda beni,bir kenardagüzelce uzanıpüzerinde bir bulutunoradan seyredeyim olan biteni.»«Ama pek yakışık almaz bu dedikleriniz.»«Ya, öyleyse bana siz bir şeyler öneriniz.»Körükler iç çekiyor zaman, fırınında,bitmiştir hazırlığıbiryeni yılın.Yılların öd patlatan çığıgeçmektedirgümbürtülerle.Sayıya vurmuyorum haftaları.Bizler kizaman kadranına kapatılmışız,aşkı neden bölmüyoruz günlere peki,değiştirmiyoruz sevilen adları?Büyük bir durgunluk.Serilmişimay ışınlarının dibine,içim yatışsın diye düşlere eğilmişim.Bir güney plajında vatmışım desem yeri.Ama daha bir uyuşuk, daha bir sersem.Aşıp gidiyor her dembeni okşayışlara gömerekbaşımın üstünden sonsuzluk denizleri.

MAYAKOVSKİ'NİN DÖNÜŞÜ

1, 2, 3, 4, 8, 16 yıl, binlercesi, yüzbinlercesi.Ayağa kalk!Yeter!Güneşe bak!Böyle dilsiz, böyle miskin yatmak da neyin nesi?Mırıldanıyorum uykulu uykulu :«Bu böyle ne kükremesi?Yüreğimi yerinden oynatmağa yeltenen de kim?»Sabah mı,akşam mı?Göklerin solgun aydınlığı hep o bildiğim.Nice,nicenice yüzyıl geçti gittigünlerin uzaklığında parçalanıp toz olmaya.Saman yoluna göz gezdirincebelki diyorumkırçıl sakalım yayılmıştır uzaya.Düşüyor bir sürü yıldız.Gözlerimle izliyorum.Yeryüzüne doğrugitmedebu hız!Unutulmuş istekleri canlanıyor gönlümünve hastabeynimdüş yapıları kurmakta.—Şimdiyenidir elbet dedimne varsa yeryüzünde.Ağırlıklar takınır köyler mis kokulu baharla bütün.Kentler pırıl pırıldır elbet.Al yanaklı bir ailenin türküsü duyulur bu mutlu günde.Büyüyor özlemim.Özlemim gitgide daha sert, daha yaman.Gözalıcı bir sis yükseliyor görmeyim,bir bulut geçmesin öteden,beliriyor sanıyorumzaman zamanbir yerlerden yeryüzü.İyice kendimi veriparıyorumdünyayıöteki noktalar arasında,işte, işte!Diktim oraya gözümü.Seziyorum denizleri,kartal sesi içindeki dağlan.işte orada babam.Hep bildiğim gibi, hiç değişmemiş adam.Daha ağır işitiyor kulakları yalnız,biraz da aşınmışkolcubaşı ceketinindirsek bükümü.O da sinirli.O da gözlerini dikmiştoprağa.Neler gcçiyordur kafasından kimbiMırıldanır kendi kendine :«Belli geldi Kafkasya'yabahaı dönemi.»Ruh sürüleri deduyuyorsıla özlemi.Kentli haydutun öfkesi çınlıyor kaba kaba.Baba,canım sıkılıyor!Canım sıkılıyor, baba!Ozanların aptalını çekermiş gökyıldız nişanlarınıniğneleriyle!Ne yayarsın kendini papaz cüppeleri gibi,tutarsın kendini bir kardinale eş?Yaladığın yeter uykulu ışınlarını.Düş arkama!Ayaksız mı böyle yalnız?— Demek kirletecek şeyin yok senin?!Yeryüzü çamurunda gereği yok demek çizmenin?Bırakın örmeyiyıldızlarçevresindeyeryüzününişkence tacını!Onlarsa yıkanıyor kan renginde batan günün.Kanadını parıldatankim ötede bilmiyorumyakınında yeryüzünün.Olmasın ağaran tan?Dur!Bu yol benim de yolum.Kimi uzanıyorum kuyrukluyıldız gibi,kimi ebemkuşağmca büzülüyorum.Yay biçimleriyle bu oyun da ne?Nedir kıvrılışlarındaki iç daralması? jKuleler,kuleler gösteriyorumdünyaya, kuleler kiinanılmaz bir hızla geçer.Çoktan beribaşıboş ruh düşünüyoreskigünleri.Görüyorum avuçlarımkentlerle dopdolu /yarımkürelerin.Kulak ayırt ediyor bazı sesleri şimdi.Tam yolla!«Günaydın nine!»Kaydım asfalt üzerine.Dikildim.Alışılmamış gücünden şaşırıyor herkesbu gök yolcusunun.Bir sürü ses :«Bakın bakın,dam aktaran bir adamçatıdan düştü.Herifin şansı varmış!Ekmek parasını çıkarmak çok zor».Kalabalıkitiş kakışuğultulu gününe dalıyorişlerinin tasmasıyla artık.Ah! öyle bir gırdakolmalı,olmalı da daha beter,daha korkunç bir kükreme salmalıkentin gürültüsünü bastırmak için.Sokakların çılgınca koşusunu kim durduracak?Trenlerin yeraltı çilesini kim çözebiür?Kim durduracakhavaya kapkara is salanları,ki delip geçer her uçako dumanları!Ekvator boyuncaŞikago’lardanTombov’lara değinyuvarlanıyor rubleler.Herkes kovalıyor onlarıboyunları gergin,çiğneyerek uçtan ucadağları,denizleri,yollan.Yönetense hep aym dazlak,hep aynı görünmez varlık onları,yeryüzünde kankan dansı oynayan büyük efendi,Kimi bir düşünce kılığına bürünüp,kimi şeytan,kimi de bulutlar arkasından parlayan tanrı.Susun artık filozoflar!Bilirim niçin—bırakın tartışmayı—niçin verilmiştir onlara yaşam.Koparmakve yok etmek içintakvim yapraklarım.Acımak mı onlara?Onlar bana acır mı?Bulvarlar, bahçeler,dış mahalleleryedi yuttu beni.Burda antikacı var mı?Gösterin bana!Almak istiyorum bir hançer.Ne güzelduymak yaklaştığınıöç saatinin.

MAYAKOVSKİ YÜZYILLARDA

Nereye gidiyorum,niçin hem?Koşuyorum her yöneinsan kalabalığınınuğultusu arasındadöne döne.Petek pencereleri dolaşıyor gözlerim.güçtür onlaratemmuz,yabancı, tiksinç.Söndürdü kentcamlarını, camekânlarım bu ara.Yorgun ve başı düşük.Yalnız iştebatan güneş, o kanlı kasapbulut cesetlerinin karnım deşmekte.Sürüklenip gidiyorum.Masalsı bir köprü.Çıkıyorum üstüneve garip bir coşkunlukla bakıyorum yukardaıi.Oradaydım, iyi anımsıyorum yeri,Tam bu parıltıydı gördüğüm.BuyduöyleyseNeva dedikleri.Bir kent vardı burada,fabrika bacalarının tüten ormanına batmışçılgın bir kent.Ve bu kenttenerdeyse başlayacakelbettesolukve camsı geceler.Temmuzun ölümü.Mayakovski, F: 8Kor kesilmiş bembeyaz, yok artık gecesi.Kaçıyor ağzından sayıklamaları fısıltılarla.Kimi bir hasta arabasının haçı geçmede,kimi duyulmadan bir el ateş sesi.Ve yenidensessizlik.Bir evin üstündeha düştü ha düşecek saçaktanışınlar arasında yürüyorsun, görüyorum,bunları bir güzel demetliyorsun.Ben eKmi uzattığım ankaçıverdin burnumun dibinden sis gibi.Oradayım yinetaş kesilmişcesine.Dağıldı geceleyin aylak gezenler,teninin dokusunu duyuyorum sanki,soluğunu sanki,sesini sanki,ansızın yenidenhortladın sanki.Kaçıp gidiverdi büsbütün,kurtuldu havanın incecik bağlarından.Gitgide—yapayalnız—eridi bir topluluğun içinde.Dirilen yüreğim titredi ağırdan ağırdan.Tanıdı beni yeryüzü işkenceleri.Çok yaşadeliliğimçok yaşa!Ne iyiydi lambalar böylesokak ortalarına dikilmiş.Evler de öyle.Bir debu kabartma at kafası*,üzerindegirişin.«Jukovski sokağı mı bu sokakyolcu?»Yüzüme bakıyornasıl bakarsa bir çocuk bir iskelete,kocaman açılmış da gözleri;savuşmak istiyor elbette.«Mayakovski sokağı derler bu sokağa bin yıldan beri.Canına kıydığı yer burası işte sevgilisinin kapısında.»Kim?Ben mi? Canıma mı kıydım ben?Lafa bak!İnce ince oy sevincini, işle yüreğim!Uçuyorumpencereye doğru.Gök alışkanlığı, ne olacak.Pencere yukarda.Yükseliyorum kattan kata.Pencere perdeyle örtülü.İpeğin ardından seçtim,odabildiğim oda benim.* Lili Brik’in Leningrad’da, Jukovski sokağındaki 7 no. lu evinincümle kapısı üstünde kabartma bir at kafası varmış.Bin yıl geçmiş aradan, kalmışsın yine gencecik.Uzanmışsın ışıldayan aydan mavileşmiş saçlarınla.Bir an...Ne var kiaysaçsız bir pembelik.Sonunda geldim.Uyuyorlar daha.Elimsıkıyor hançeri.Kayarakbir göz atıyorum içerive başlıyor bende aşkyeniden,aşkve acıma.Merhaba!Elektrik yanıyor.Yuvalarından uğramış iki çift göz.«Kimsiniz siz?»«Kim olacak, Nikolayev’im,mühendis.Bu ev de kendi evim.Peki ama siz kimsiniz?Ne diye karımı tedirgin ettiniz?»Başka bir oda butitreştiği sabahın.Çırpıntılı dudak uçlanve çırçıplak gövdesiyleyabancı bir kadm.Dar attım kendimi dışarı.Tüylü,kocaman,cam yanmış bir gölge gibiiniyorum ay ışığı örtülüduvardan aşağı.Kiracılar koşuyor savurarak geceliklerini.Taşlara çarpıyorum küt diye.Kapıcı bir köşede sıkıştırıyor beni.«Nereye gitti yoldaşkırk iki numaradaki kadın?»«Bakarsan söylentiyefırlatmış pencereden kendinierkeğe doğru.Yatarlarmışsarmaş dolaş.»Nereye gitmeli şimdi?Ne çıkarsa bahtımıza,ha kır, ha deniz.Nasıl isterseniz!Tralya-ya, dzin-dza,tralya-ya, dzin-dza,tralya-ya-ya.Boynumda ışıkların akan düğümü sımsıkı,sürükleneceğim kavrulan yazda!Şakırdayacak ellerimdekelepçeler gibi tıpkıaşk yüzyılları.Yok olacak her şey.Hiçliğe dönüşecek.Ve devindiren varlıkyaşamıson ışığını kullanacakson güneşin artıkkaranlığına karşı gezegenlerin.Daha sert,daha keskinacım sürecek yine,beııse kalakalacağımgömülüp alevlerin içinesönmeyen odun yığınındayasak aşkın.SONYeniden toplanıyorsonsuzlukcezaevineserseri!Hangi göğe doğru gitmeli,hangi yıldıza doğru gitmeli yine?Altımdayeryüzü,o binlerce kiliseliyeryüzü başladıölüm duasına.

12 Ocak 2016 Salı

Yaşayan Mumya, Antonin Artaud

Kişiye özel besteyle tedavi

Müzik terapisti Yaşar Canözden, garibur adını verdiği enstrümanıyla hastalıkları tedavi ediyor. “Herkesin parmak izi nasıl farklıysa ses izi de farklı.” diyen Canözden, hastanın sesiyle eşleşen frekansı buluyor ve kişiye özel üç dakikalık beste yapıyor.

Müzikle tedavinin tarihi asırlar öncesine dayanıyor. Öyle ki 11. yüzyılda yaşayan İslam bilginlerinden İbn-i Sina, musikinin tıpta oynadığı rolü, “Tedavinin en etkili yollarından biri hastanın akli ve ruhi güçlerini artırmak, ona hastalıkla daha iyi mücadele için cesaret vermek, en iyi musikiyi dinletmek ve onu sevdiği insanlarla bir araya getirmektir.” diye tarif ediyor. Asırlar içinde yöntemler geliştiriliyor, bu tedavi şekli Osmanlı döneminde zirveye ulaşıyor. Başta Edirne olmak üzere Kayseri, Bursa, Sivas, Amasya ve Manisa'da şifahaneler kuruluyor.

17. yüzyılın önemli seyyahlarından Evliya Çelebi, Seyahatname'de hastalıkların müzikle tedavi edilmesiyle ilgili şöyle bir şerh düşüyor: “Müziğin insan ruhu üzerindeki olumlu etkisi konusunda yeterli bilgi ve deneyime sahip darüşşifanın hekimbaşısı, hastalarına önce çeşitli müzik makamları dinletiyor, kalp atışlarının hızlanıp ya da yavaşladığına bakıyor, yararlandıkları uygun melodiyi belirliyor, daha sonra da tedaviye başlıyor.”

Şimdi böyle kusursuz akustik yapıya sahip şifahanelerden bahsetmek mümkün olmasa da konuyla ilgili çalışmalar devam ediyor. 1992 yılından bu yana müzik ve ses enerji terapisi çalışmalarını sürdüren Yaşar Canözden'e göre, Edirne Sağlık Müzesi'nde bunun tarihsel sürecini görmek mümkün. “Avrupa'da akıl hastaları, içine şeytan girmiş diye yakılırdı. Bizde ise su sesi, kuş sesi ve Türk sanat musikisinden belli makamlarla tedavi yapılıyordu.” diyen Canözden, bu kadim bilgileri günümüz teknolojisiyle harmanlıyor. Avrupa'da 6-7 bin tane müzik terapi uzmanı olduğunu ifade edip, uzmanların ‘moral eğitim ünitesi' adı altında çalıştığını, Türkiye'de de yeni yeni rağbet gördüğünü anlatıyor.

Sesler yalan söylemez

“Herkesin parmak izi nasıl farklıysa ses izi de farklı.” diyen Canözden, hastanın sesiyle eşleşen frekansı buluyor ve kişiye özel üç dakikalık beste yapıyor. “Örneğin, insan bedeninin doğal titreşim düzeyi saniyede ortalama 300 titreşimdir. Her organ kendine özgü titreşime sahip. Kalbin titreşim hızıyla böbreğinki aynı değildir. Böbreğinizde arıza varsa bu onun titreşimindeki soruna işaret eder. Titreşimlerin frekans değerleri vardır. Titreşimi tespit ederken bu değerlerle ölçüm yaparız.” diyor. Canözden'e göre gözler yalan söylemez derler ama ses hiç yalan söylemez. Sevinmediğiniz bir şeye sevinmiş gibi tepki verirseniz bu durum sesinizden çok rahat anlaşılır.

Enstrüman icat etti

Müzik terapisti Canözden, tar, ud, cümbüş, viyolonsel, kabak kemane, yaylı tambur, cura gibi müzik aletlerinin seslerini bir araya topladığı garibur isimli bir enstrüman geliştirmiş. Gariburle, kişinin rahatsızlığına ve frekansına özel üç dakikalık beste yapıyor. “Bana göre evren bir gitar, bizler de onun telleriyiz. Diğer tellerle birlikte her an titreşiyoruz. Bilim adamları yüzyıllardır bu şarkıyı anlamlandırmaya çalışıyor. Örneğin Nikola Tesla… İcat ettiği deprem makinesini anlatırken ‘Birkaç saniyede binanın titremeye başladığını hissettim. On dakika daha devam etseydim binayı ve sokağı yıkabilirdi.' diyor. O, frekansların yani titreşimlerin sırrını kısmen de olsa çözmüştü. Titreşimlerin ne derece önemli olduğu hâlâ tam olarak çözülebilmiş değil ancak notalar keşfedildi. Evren bir gitar demiştik, şimdi de bu gitarın tellerini koparmadan melodiyi çözmeye çalışıyoruz.” diye konuşuyor. Sigarayı bırakma, kilo verme, kanser tedavisi, otizm gibi hastalıklar müzikle tedavi ediliyor.

Faydası çok

Müzik terapisti Yaşar Canözden, müzikle tedavinin faydalarını saymakla bitiremiyor: “Zihinsel ve fiziksel gerilimi yok eder, stresi azaltır. Duygusal iniş çıkışları yatıştırarak daha dengeli bir ruh hali içinde olmanızı sağlar. Öfke, yorgunluk, tükenmişlik gibi duygular tarafından vücudunuzda oluşturulmuş blokajları çözer. Zihninizdeki gereksiz düşünce diyaloglarını susturur. Depresyonu, korkuları, endişeleri azaltır, enerjik hissettirir. Hamileliğin kolay geçmesini sağlar, doğumu kolaylaştırır.”

9 Ocak 2016 Cumartesi

Today's Zaman Genel Yayın Yönetmeni Sevgi Akarçeşme: Gazetecilik aynadır, ülkenin yansıması kötü diye kıramazsınız

Sevgi Akarçeşme, geçtiğimiz haftalar içinde Bülent Keneş'in istifasından sonra Today's Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmenliği'ne atandı. Genç yaşı ve kadın kimliğiyle dikkat çeken Akarçeşme ile buluşup, nasıl bir gazete çıkarmak istediğini ve hedeflerini konuştuk.

Daha önce Cumhurbaşkanlığı'ndaydınız. Buradan gazeteciliğe geçiş serüveniniz nasıl oldu?

Devlet memurluğundan istifa etmem ve medyaya geçme nedenim fikirlerimi ve kendimi özgürce ifade edebileceğim bir alan olmasıydı. Yabancılar buna ‘kendini gerçekleştirmek' der. Kendini gerçekleştirme alanı olarak medyayı, haberi gördüğüm için buradayım.

Gazetecilik geçmişinizin diğer medya yöneticilerine nispeten kısa olması sizin için bir dezavantaj mı?

Medyada genel yayın yönetmenliği en zirve konum ve ben buraya göreceli olarak genç bir yaşta ve kısa bir geçmişten sonra geldim, doğrudur. Başka alanlarda tecrübem var ama medyadaki tecrübem diğer insanlara göre daha sınırlı görülebilir. Bunun aslında bir dezavantaj değil, avantaj olacağını düşünüyorum. Çünkü bazen kendi mesleğinizde çok uzun zaman kaldığınızda ve ona sürekli içeriden baktığınızda körleşebiliyorsunuz. Dışarıdan bakmak daha farklı bakış açılarını kazandırmak adına faydalı olabilir.

Türkiye'de hatta dünya basınında medya yöneticiliğinde kadın görmek pek sıradan bir durum değil. Siz, yöneticiliği kabul ettiğinizde kadınlara dair misyonu da üstlendiniz mi?

Sırf cinsiyete bağlı sebeple farklı bir misyon yüklenmesine karşıyım açıkçası. Kadın olmaktan kaynaklanan değil ama başka bir insan olmaktan kaynaklanan bakış açısı farkı olabilir. Yine de yöneticilik teklifini kabul etmede kadın olarak sorumlu hissettiğimi söyleyebilirim. Çünkü yönetici olma gibi bir hevesim hiç yoktu. Ben yazar, muhabir olarak hayatımdan memnundum, yöneticiliğin çok sevilecek bir tarafı yok, zor ve insanları mutsuz eden kararlar almanız gerekebiliyor. Ama böyle bir ihtimal ortaya çıkınca reddetmenin bütün kadınlar adına negatif bir etkisi olacağını düşündüm. Çünkü bunu reddetseydim, ki beni nisbeten daha dışa dönük, eleştirel görürler, ‘o bile kabul etmedi, bundan sonra kadınlara önermeyiz' diyebilirdi yönetim.

Yeni genel yayın yönetmeniyle ne gibi farklılıklar bekliyor Today's Zaman okurunu?

Web'de daha fazla yenilikler yapmak istiyoruz çünkü bu çağda güçlü olmak zorundasınız. Dilde bazı farklılıklar olabilir. Onun dışında ilkeler anlamında Today's Zaman'ın çizgisi değişmeyecek. Özgürlükçü, demokrat, herkes için adalet isteyen, her kesimdeki haksızlıkları gören bir yayın politikası... Zaten gazeteci olmak da böyle bir şey. Buradan çıkan bütün sesleri dünyaya duyurmak istiyoruz. Aslında Today's Zaman, Zaman Gazetesi'nin çizgisinden çok farklı bir gazete değil. Zaman da ülkenin hassasiyetlerini dile getiriyor ama bu Today's Zaman, Zaman'ın İngilizce versiyonu anlamına gelmiyor. Tercüme bir gazete değiliz. Ayrı yönetimi ve farklı yazar kadrosu, farklı muhabirleri olan bir gazeteyiz. Aynı medya grubundayız, benzer prensipleri paylaşıyoruz. Belki köklerimiz aynı ama dallarımız tamamen farklı.

Bu yönüyle Today's Zaman için Türkiye'nin dışarı açılan pencerelerinden biri de denilebilir. İçinden geçtiğimiz zor dönemleri dünyaya aktardığınızda nasıl geri dönüşler alıyorsunuz?

Aslında medya ve gazeteler birer ayna. Buradaki görüntü aynanın kendisinden kaynaklanmaz. Yani görüntü çirkin diye aynayı kıramazsınız. Ya da ‘ayna ah ne kadar güzel gösteriyorsun' diyemezsiniz. Ülkenin yansıması da öyle. Malesef pek iyi haberler veremiyoruz Türkiye'den. Today's Zaman yeni kurulduğunda daha olumlu bir tablo vardı. Türkiye, Avrupa Birliği'ne doğru ilerliyordu. Darbe davaları vardı. Onlara karşı Today's Zaman yine demokrasiyi savundu. Aslında Today's Zaman'ın durduğu yerde o anlamda bir değişiklik yok. Dolayısıyla biz ayna görevini devam ettirmeye çalışacağız. Dünyanın çok farklı yerlerinden okurlarımız var. Birtakım yerlerin duyduğu rahatsızlık da sanırım Today's Zaman'ın çok fazla takip edilmesinden kaynaklanıyor.

Hiç ummadığımız yerlerden okuyucularımız var

Today's Zaman'ın akademik yayıncılığı öne çıkaran, makale tarafı ağır basan ya da öyle olması gereken bir gazete algısı var. Bu doğru mu?

Today's Zaman bir gazete, akademik dergi değil. Akademik camia derinlikli ilerlediği için günlük hayatın dinamizminden uzak kalıyor. Biz günlük bir gazeteyiz ve tarihe not bırakıyoruz. Dolayısıyla haberler editörlerin şahsi fikirlerine göre şekillenmiyor. Mesela anayasa görüşmelerinden bir şey çıkacağını düşünmüyorum. Ama bunu haber olarak görmek zorundayım. Bunu gazeteye koymama lüksüm yok. Gazete dediğimiz zaten bir günlüktür. Bundan kaçış yok.

Uluslararası yayıncılıkta gazetenin görünürlüğü ne durumda?

Haberlerle ilgili çok çeşitli ülkelerden geri dönüşler oluyor. Mesela Somali ile ilgili yaptığımız bir haber hiç dikkat çekmez diye düşünürken ülkedeki iç siyasî; karışıklıklardan dolayı iki gruptan tepki alıyorsunuz; bu haber niye girmiş, neden böyle yazılmış diye. Dolayısıyla hiç ummadığınız yerlerden insanlar okuyor bizi.

Duygusallık değil objektiflik önemli

Çiçeği burnunda bir genel yayın yönetmeni olarak Türkiye'de basın dilini nasıl buluyorsunuz. Today's Zaman bu anlamda nerede duruyor?

Basın dilinden genel olarak şikâyetçiyim çünkü dili evrensel standartlarla uyuşmuyor. Çok fazla ajitasyon veya propaganda var. Haberlere baktığınızda ‘Burada gerçekten topluma ayna olma işlevi var mı?' diye düşünüyorsunuz. Ama İngilizce gazetede yazdığınız zaman evrensel standartlara uymak zorundasınız. Bu anlamda bizim haberlerimiz ve başlıklarımız çok daha az duygusal, daha objektif. Olan ne ise onu verme yönünde. Bu da memnuniyet verici. Çünkü bu sizi bütün manipülasyonlardan, manşetlerinizin duygusallaşmasından ve propaganda aracı olmasından uzaklaştırıyor. Türk medyasındaki haberlerin çoğunu tercüme etseniz bizim yabancı editörlerimizden onay alamaz.

Devir değişince ‘paçavra' demeye başladılar

Türkiye'de yabancı dilde yayın yapanlara, yabancı şirketlere, yabancı irtibatlı kuruluşlara hep şüpheyle bakılır. Today's Zaman'ın da zaman zaman bu ithamlarla karşılaştığına şahit oluyoruz...

Yazdığımız hiçbir şeyde gerçeklik dışı bir şey yok. New York Times ya da Washington Post daha önceden bu hükümeti övdüğünde en büyük referans kaynağı alınıyordu. O zaman hiçbir şekilde paçavra ya da dış güçlerin maşası denmiyordu. Şimdi aynı gazeteler eleştirel olmaya başladığında altında bir komplo aranmaya başlandı. Yabancılara karşı paranoya maalesef Türkiye'nin eski alışkanlıklarından ve o eski devlet reflekslerinden kaynaklanıyor. Sevr paranoyası dediğimiz ‘dört bir tarafımız düşmanlarla çevrili, Türk'ün Türk'ten başka dostu yok' gibi söylemler hep vardı. Böyle bir toplumu kendi siyasal hedefleri için kullanmaya çalışan bir iktidar olunca da kâbus tablosuyla karşı karşıya geldik. Şu an ‘kusursuz' fırtına dedikleri bir şey yaşıyoruz aslında. Ülkeler kendi elçilikleriyle, istihbarat örgütleriyle zaten olan biteni öğreniyor. Burada siz sivil topluma, toplumlara olan biteni anlatmaya çalışıyorsunuz. Bu yüzden Türkiye'de İngilizce gazete sayısı az bile.

Akarsuya bırakılan mektup, Hasan Hüseyin Korkmazgil

AKARSUYA BIRAKILAN MEKTUP   incecikti            gül dalıydı            dokunsam kırılacaktı            dokunmadım                      kurudu   gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiçağaçlar bükmesinler n'olursun boyunlarınıneden akşam oluyorum tren kalkıncakırlangıçlar birdenbire çekip gidincemendiller sallanınca neden tıkanıyorumöyle çok acımasız ki öyle birdenbire kiaz önceki çiçekler nasıl da diken dikengitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç  o sularda çimdik, bitti; köprüleri geçtik bittio elmanın tadı orda, o kuş çoktan öttü, bittiartık çocuk değiliz, susarak da bir şeyler diyebilirizgünler devlet alacağı, yıllar bir kadehcik buzlu rakıoyunlar oyuncaksı, oyuncaklar eski şarkıkavaklara oklu yürek çizip duran o çakınerde şimdi nerde şimdi, nerde o kan sarhoşluğugitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç

7 Ocak 2016 Perşembe

Today's Zaman Genel Yayın Yönetmeni Sevgi Akarçeşme: Gazetecilik aynadır, ülkenin yansıması kötü diye kıramazsınız

Sevgi Akarçeşme, geçtiğimiz haftalar içinde Bülent Keneş'in istifasından sonra Today's Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmenliği'ne atandı. Genç yaşı ve kadın kimliğiyle dikkat çeken Akarçeşme ile buluşup, nasıl bir gazete çıkarmak istediğini ve hedeflerini konuştuk.

Daha önce Cumhurbaşkanlığı'ndaydınız. Buradan gazeteciliğe geçiş serüveniniz nasıl oldu?

Devlet memurluğundan istifa etmem ve medyaya geçme nedenim fikirlerimi ve kendimi özgürce ifade edebileceğim bir alan olmasıydı. Yabancılar buna ‘kendini gerçekleştirmek' der. Kendini gerçekleştirme alanı olarak medyayı, haberi gördüğüm için buradayım.

Gazetecilik geçmişinizin diğer medya yöneticilerine nispeten kısa olması sizin için bir dezavantaj mı?

Medyada genel yayın yönetmenliği en zirve konum ve ben buraya göreceli olarak genç bir yaşta ve kısa bir geçmişten sonra geldim, doğrudur. Başka alanlarda tecrübem var ama medyadaki tecrübem diğer insanlara göre daha sınırlı görülebilir. Bunun aslında bir dezavantaj değil, avantaj olacağını düşünüyorum. Çünkü bazen kendi mesleğinizde çok uzun zaman kaldığınızda ve ona sürekli içeriden baktığınızda körleşebiliyorsunuz. Dışarıdan bakmak daha farklı bakış açılarını kazandırmak adına faydalı olabilir.

Türkiye'de hatta dünya basınında medya yöneticiliğinde kadın görmek pek sıradan bir durum değil. Siz, yöneticiliği kabul ettiğinizde kadınlara dair misyonu da üstlendiniz mi?

Sırf cinsiyete bağlı sebeple farklı bir misyon yüklenmesine karşıyım açıkçası. Kadın olmaktan kaynaklanan değil ama başka bir insan olmaktan kaynaklanan bakış açısı farkı olabilir. Yine de yöneticilik teklifini kabul etmede kadın olarak sorumlu hissettiğimi söyleyebilirim. Çünkü yönetici olma gibi bir hevesim hiç yoktu. Ben yazar, muhabir olarak hayatımdan memnundum, yöneticiliğin çok sevilecek bir tarafı yok, zor ve insanları mutsuz eden kararlar almanız gerekebiliyor. Ama böyle bir ihtimal ortaya çıkınca reddetmenin bütün kadınlar adına negatif bir etkisi olacağını düşündüm. Çünkü bunu reddetseydim, ki beni nisbeten daha dışa dönük, eleştirel görürler, ‘o bile kabul etmedi, bundan sonra kadınlara önermeyiz' diyebilirdi yönetim.

Yeni genel yayın yönetmeniyle ne gibi farklılıklar bekliyor Today's Zaman okurunu?

Web'de daha fazla yenilikler yapmak istiyoruz çünkü bu çağda güçlü olmak zorundasınız. Dilde bazı farklılıklar olabilir. Onun dışında ilkeler anlamında Today's Zaman'ın çizgisi değişmeyecek. Özgürlükçü, demokrat, herkes için adalet isteyen, her kesimdeki haksızlıkları gören bir yayın politikası... Zaten gazeteci olmak da böyle bir şey. Buradan çıkan bütün sesleri dünyaya duyurmak istiyoruz. Aslında Today's Zaman, Zaman Gazetesi'nin çizgisinden çok farklı bir gazete değil. Zaman da ülkenin hassasiyetlerini dile getiriyor ama bu Today's Zaman, Zaman'ın İngilizce versiyonu anlamına gelmiyor. Tercüme bir gazete değiliz. Ayrı yönetimi ve farklı yazar kadrosu, farklı muhabirleri olan bir gazeteyiz. Aynı medya grubundayız, benzer prensipleri paylaşıyoruz. Belki köklerimiz aynı ama dallarımız tamamen farklı.

Bu yönüyle Today's Zaman için Türkiye'nin dışarı açılan pencerelerinden biri de denilebilir. İçinden geçtiğimiz zor dönemleri dünyaya aktardığınızda nasıl geri dönüşler alıyorsunuz?

Aslında medya ve gazeteler birer ayna. Buradaki görüntü aynanın kendisinden kaynaklanmaz. Yani görüntü çirkin diye aynayı kıramazsınız. Ya da ‘ayna ah ne kadar güzel gösteriyorsun' diyemezsiniz. Ülkenin yansıması da öyle. Malesef pek iyi haberler veremiyoruz Türkiye'den. Today's Zaman yeni kurulduğunda daha olumlu bir tablo vardı. Türkiye, Avrupa Birliği'ne doğru ilerliyordu. Darbe davaları vardı. Onlara karşı Today's Zaman yine demokrasiyi savundu. Aslında Today's Zaman'ın durduğu yerde o anlamda bir değişiklik yok. Dolayısıyla biz ayna görevini devam ettirmeye çalışacağız. Dünyanın çok farklı yerlerinden okurlarımız var. Birtakım yerlerin duyduğu rahatsızlık da sanırım Today's Zaman'ın çok fazla takip edilmesinden kaynaklanıyor.

Hiç ummadığımız yerlerden okuyucularımız var

Today's Zaman'ın akademik yayıncılığı öne çıkaran, makale tarafı ağır basan ya da öyle olması gereken bir gazete algısı var. Bu doğru mu?

Today's Zaman bir gazete, akademik dergi değil. Akademik camia derinlikli ilerlediği için günlük hayatın dinamizminden uzak kalıyor. Biz günlük bir gazeteyiz ve tarihe not bırakıyoruz. Dolayısıyla haberler editörlerin şahsi fikirlerine göre şekillenmiyor. Mesela anayasa görüşmelerinden bir şey çıkacağını düşünmüyorum. Ama bunu haber olarak görmek zorundayım. Bunu gazeteye koymama lüksüm yok. Gazete dediğimiz zaten bir günlüktür. Bundan kaçış yok.

Uluslararası yayıncılıkta gazetenin görünürlüğü ne durumda?

Haberlerle ilgili çok çeşitli ülkelerden geri dönüşler oluyor. Mesela Somali ile ilgili yaptığımız bir haber hiç dikkat çekmez diye düşünürken ülkedeki iç siyasî; karışıklıklardan dolayı iki gruptan tepki alıyorsunuz; bu haber niye girmiş, neden böyle yazılmış diye. Dolayısıyla hiç ummadığınız yerlerden insanlar okuyor bizi.

Duygusallık değil objektiflik önemli

Çiçeği burnunda bir genel yayın yönetmeni olarak Türkiye'de basın dilini nasıl buluyorsunuz. Today's Zaman bu anlamda nerede duruyor?

Basın dilinden genel olarak şikâyetçiyim çünkü dili evrensel standartlarla uyuşmuyor. Çok fazla ajitasyon veya propaganda var. Haberlere baktığınızda ‘Burada gerçekten topluma ayna olma işlevi var mı?' diye düşünüyorsunuz. Ama İngilizce gazetede yazdığınız zaman evrensel standartlara uymak zorundasınız. Bu anlamda bizim haberlerimiz ve başlıklarımız çok daha az duygusal, daha objektif. Olan ne ise onu verme yönünde. Bu da memnuniyet verici. Çünkü bu sizi bütün manipülasyonlardan, manşetlerinizin duygusallaşmasından ve propaganda aracı olmasından uzaklaştırıyor. Türk medyasındaki haberlerin çoğunu tercüme etseniz bizim yabancı editörlerimizden onay alamaz.

Devir değişince ‘paçavra' demeye başladılar

Türkiye'de yabancı dilde yayın yapanlara, yabancı şirketlere, yabancı irtibatlı kuruluşlara hep şüpheyle bakılır. Today's Zaman'ın da zaman zaman bu ithamlarla karşılaştığına şahit oluyoruz...

Yazdığımız hiçbir şeyde gerçeklik dışı bir şey yok. New York Times ya da Washington Post daha önceden bu hükümeti övdüğünde en büyük referans kaynağı alınıyordu. O zaman hiçbir şekilde paçavra ya da dış güçlerin maşası denmiyordu. Şimdi aynı gazeteler eleştirel olmaya başladığında altında bir komplo aranmaya başlandı. Yabancılara karşı paranoya maalesef Türkiye'nin eski alışkanlıklarından ve o eski devlet reflekslerinden kaynaklanıyor. Sevr paranoyası dediğimiz ‘dört bir tarafımız düşmanlarla çevrili, Türk'ün Türk'ten başka dostu yok' gibi söylemler hep vardı. Böyle bir toplumu kendi siyasal hedefleri için kullanmaya çalışan bir iktidar olunca da kâbus tablosuyla karşı karşıya geldik. Şu an ‘kusursuz' fırtına dedikleri bir şey yaşıyoruz aslında. Ülkeler kendi elçilikleriyle, istihbarat örgütleriyle zaten olan biteni öğreniyor. Burada siz sivil topluma, toplumlara olan biteni anlatmaya çalışıyorsunuz. Bu yüzden Türkiye'de İngilizce gazete sayısı az bile.

5 Ocak 2016 Salı

Today's Zaman Genel Yayın Yönetmeni Sevgi Akarçeşme: Gazetecilik aynadır, ülkenin yansıması kötü diye kıramazsınız

Sevgi Akarçeşme, geçtiğimiz haftalar içinde Bülent Keneş'in istifasından sonra Today's Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmenliği'ne atandı. Genç yaşı ve kadın kimliğiyle dikkat çeken Akarçeşme ile buluşup, nasıl bir gazete çıkarmak istediğini ve hedeflerini konuştuk.

Daha önce Cumhurbaşkanlığı'ndaydınız. Buradan gazeteciliğe geçiş serüveniniz nasıl oldu?

Devlet memurluğundan istifa etmem ve medyaya geçme nedenim fikirlerimi ve kendimi özgürce ifade edebileceğim bir alan olmasıydı. Yabancılar buna ‘kendini gerçekleştirmek' der. Kendini gerçekleştirme alanı olarak medyayı, haberi gördüğüm için buradayım.

Gazetecilik geçmişinizin diğer medya yöneticilerine nispeten kısa olması sizin için bir dezavantaj mı?

Medyada genel yayın yönetmenliği en zirve konum ve ben buraya göreceli olarak genç bir yaşta ve kısa bir geçmişten sonra geldim, doğrudur. Başka alanlarda tecrübem var ama medyadaki tecrübem diğer insanlara göre daha sınırlı görülebilir. Bunun aslında bir dezavantaj değil, avantaj olacağını düşünüyorum. Çünkü bazen kendi mesleğinizde çok uzun zaman kaldığınızda ve ona sürekli içeriden baktığınızda körleşebiliyorsunuz. Dışarıdan bakmak daha farklı bakış açılarını kazandırmak adına faydalı olabilir.

Türkiye'de hatta dünya basınında medya yöneticiliğinde kadın görmek pek sıradan bir durum değil. Siz, yöneticiliği kabul ettiğinizde kadınlara dair misyonu da üstlendiniz mi?

Sırf cinsiyete bağlı sebeple farklı bir misyon yüklenmesine karşıyım açıkçası. Kadın olmaktan kaynaklanan değil ama başka bir insan olmaktan kaynaklanan bakış açısı farkı olabilir. Yine de yöneticilik teklifini kabul etmede kadın olarak sorumlu hissettiğimi söyleyebilirim. Çünkü yönetici olma gibi bir hevesim hiç yoktu. Ben yazar, muhabir olarak hayatımdan memnundum, yöneticiliğin çok sevilecek bir tarafı yok, zor ve insanları mutsuz eden kararlar almanız gerekebiliyor. Ama böyle bir ihtimal ortaya çıkınca reddetmenin bütün kadınlar adına negatif bir etkisi olacağını düşündüm. Çünkü bunu reddetseydim, ki beni nisbeten daha dışa dönük, eleştirel görürler, ‘o bile kabul etmedi, bundan sonra kadınlara önermeyiz' diyebilirdi yönetim.

Yeni genel yayın yönetmeniyle ne gibi farklılıklar bekliyor Today's Zaman okurunu?

Web'de daha fazla yenilikler yapmak istiyoruz çünkü bu çağda güçlü olmak zorundasınız. Dilde bazı farklılıklar olabilir. Onun dışında ilkeler anlamında Today's Zaman'ın çizgisi değişmeyecek. Özgürlükçü, demokrat, herkes için adalet isteyen, her kesimdeki haksızlıkları gören bir yayın politikası... Zaten gazeteci olmak da böyle bir şey. Buradan çıkan bütün sesleri dünyaya duyurmak istiyoruz. Aslında Today's Zaman, Zaman Gazetesi'nin çizgisinden çok farklı bir gazete değil. Zaman da ülkenin hassasiyetlerini dile getiriyor ama bu Today's Zaman, Zaman'ın İngilizce versiyonu anlamına gelmiyor. Tercüme bir gazete değiliz. Ayrı yönetimi ve farklı yazar kadrosu, farklı muhabirleri olan bir gazeteyiz. Aynı medya grubundayız, benzer prensipleri paylaşıyoruz. Belki köklerimiz aynı ama dallarımız tamamen farklı.

Bu yönüyle Today's Zaman için Türkiye'nin dışarı açılan pencerelerinden biri de denilebilir. İçinden geçtiğimiz zor dönemleri dünyaya aktardığınızda nasıl geri dönüşler alıyorsunuz?

Aslında medya ve gazeteler birer ayna. Buradaki görüntü aynanın kendisinden kaynaklanmaz. Yani görüntü çirkin diye aynayı kıramazsınız. Ya da ‘ayna ah ne kadar güzel gösteriyorsun' diyemezsiniz. Ülkenin yansıması da öyle. Malesef pek iyi haberler veremiyoruz Türkiye'den. Today's Zaman yeni kurulduğunda daha olumlu bir tablo vardı. Türkiye, Avrupa Birliği'ne doğru ilerliyordu. Darbe davaları vardı. Onlara karşı Today's Zaman yine demokrasiyi savundu. Aslında Today's Zaman'ın durduğu yerde o anlamda bir değişiklik yok. Dolayısıyla biz ayna görevini devam ettirmeye çalışacağız. Dünyanın çok farklı yerlerinden okurlarımız var. Birtakım yerlerin duyduğu rahatsızlık da sanırım Today's Zaman'ın çok fazla takip edilmesinden kaynaklanıyor.

Hiç ummadığımız yerlerden okuyucularımız var

Today's Zaman'ın akademik yayıncılığı öne çıkaran, makale tarafı ağır basan ya da öyle olması gereken bir gazete algısı var. Bu doğru mu?

Today's Zaman bir gazete, akademik dergi değil. Akademik camia derinlikli ilerlediği için günlük hayatın dinamizminden uzak kalıyor. Biz günlük bir gazeteyiz ve tarihe not bırakıyoruz. Dolayısıyla haberler editörlerin şahsi fikirlerine göre şekillenmiyor. Mesela anayasa görüşmelerinden bir şey çıkacağını düşünmüyorum. Ama bunu haber olarak görmek zorundayım. Bunu gazeteye koymama lüksüm yok. Gazete dediğimiz zaten bir günlüktür. Bundan kaçış yok.

Uluslararası yayıncılıkta gazetenin görünürlüğü ne durumda?

Haberlerle ilgili çok çeşitli ülkelerden geri dönüşler oluyor. Mesela Somali ile ilgili yaptığımız bir haber hiç dikkat çekmez diye düşünürken ülkedeki iç siyasî; karışıklıklardan dolayı iki gruptan tepki alıyorsunuz; bu haber niye girmiş, neden böyle yazılmış diye. Dolayısıyla hiç ummadığınız yerlerden insanlar okuyor bizi.

Duygusallık değil objektiflik önemli

Çiçeği burnunda bir genel yayın yönetmeni olarak Türkiye'de basın dilini nasıl buluyorsunuz. Today's Zaman bu anlamda nerede duruyor?

Basın dilinden genel olarak şikâyetçiyim çünkü dili evrensel standartlarla uyuşmuyor. Çok fazla ajitasyon veya propaganda var. Haberlere baktığınızda ‘Burada gerçekten topluma ayna olma işlevi var mı?' diye düşünüyorsunuz. Ama İngilizce gazetede yazdığınız zaman evrensel standartlara uymak zorundasınız. Bu anlamda bizim haberlerimiz ve başlıklarımız çok daha az duygusal, daha objektif. Olan ne ise onu verme yönünde. Bu da memnuniyet verici. Çünkü bu sizi bütün manipülasyonlardan, manşetlerinizin duygusallaşmasından ve propaganda aracı olmasından uzaklaştırıyor. Türk medyasındaki haberlerin çoğunu tercüme etseniz bizim yabancı editörlerimizden onay alamaz.

Devir değişince ‘paçavra' demeye başladılar

Türkiye'de yabancı dilde yayın yapanlara, yabancı şirketlere, yabancı irtibatlı kuruluşlara hep şüpheyle bakılır. Today's Zaman'ın da zaman zaman bu ithamlarla karşılaştığına şahit oluyoruz...

Yazdığımız hiçbir şeyde gerçeklik dışı bir şey yok. New York Times ya da Washington Post daha önceden bu hükümeti övdüğünde en büyük referans kaynağı alınıyordu. O zaman hiçbir şekilde paçavra ya da dış güçlerin maşası denmiyordu. Şimdi aynı gazeteler eleştirel olmaya başladığında altında bir komplo aranmaya başlandı. Yabancılara karşı paranoya maalesef Türkiye'nin eski alışkanlıklarından ve o eski devlet reflekslerinden kaynaklanıyor. Sevr paranoyası dediğimiz ‘dört bir tarafımız düşmanlarla çevrili, Türk'ün Türk'ten başka dostu yok' gibi söylemler hep vardı. Böyle bir toplumu kendi siyasal hedefleri için kullanmaya çalışan bir iktidar olunca da kâbus tablosuyla karşı karşıya geldik. Şu an ‘kusursuz' fırtına dedikleri bir şey yaşıyoruz aslında. Ülkeler kendi elçilikleriyle, istihbarat örgütleriyle zaten olan biteni öğreniyor. Burada siz sivil topluma, toplumlara olan biteni anlatmaya çalışıyorsunuz. Bu yüzden Türkiye'de İngilizce gazete sayısı az bile.