24 Eylül 2015 Perşembe

Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı, B.Karasu

Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı, B.KarasuADA

Başını çevirdiğinde karşısındaki karanlık artmağa başlıyor. Andronikos neden sonra anlıyor karanlığın niye arttığını. Adaya çok yaklaşmıştır artık. Kayalık tepenin karanlık kütlesi arkasında gökyüzü belli belirsiz aydınlanıyor. Yorgun kolları artık düşüncesiz, istemsiz, katılaşmışlığın duyusuz kolaylığı içinde kürekleri kaldırıp indirmeğe devam ediyor. Kulakları işitmiyor artık. Kürekler suya girip çıkıyor, sular sabahın dinginliği içinde sandalın iki yanında yırtılıyor, yamanıyor.

Başını çevirdiğinde ada hızla büyüyor şimdi karşısında. Işıma arttıkça da küçülüyor gibi. Işık artık denizin yüzünü yalamağa başlayacak neredeyse. İnce bir yel ürpertiyor şimdi Andronikos'u; adadan getirdiği bir çam uğultusu ile, bir çam kokusu ile ürpertiyor onu. Ne zamandır böyle bir koku gelmemişti burnuna. Günlük kokusundan, bu gecenin balık, yosun, tuz kokusundan ayrı, yeni. Andronikos'un böyle yeniliklerle oyalanacak vakti yok oysa... Canı oyalanmak istiyor. Ama vakti yok. Olmamalı. Niye olmamalıymış sanki? Andronikos'un ağzı biraz çarpılıyor. Manastırda, başkentte, Bizans'ta, insanlar arasında, bu çarpılma bir çeşit gülümseme sayılırdı; bir zamanlar... İnsanlar arasında yaşadığı zamanlar; düne değin... Düne değin; insanlar arasında yaşadığına inandığı, yaşadığına kendini inandırdığı, inandırmağa çalışarak aldattığını anladığı güne, düne değin. Dün değil, önceki gün. Sabah oluyor şimdi, dün de bir günlük geride.

Vakit bol bundan sonra. Vakit çok. Ölmek için de, bir şeyler yapmak için de, vakit bol, çok, çok bol. Bolluğun değeri, anlamı olmayacak ölçüde bol. Ne yapmalı bu vakti? Bir şeyler yapmalı, bir şeyler kurmalı. Ama kurmak... Kurmak için, kurmak gücünü bulmak için...

Andronikos gülüyor. Hâlâ kaptırabiliyor kendini bu gibi saçmalara, saçma düşünce zincirlerine... Kendini aldatmaktan başka işe yaramayan bu kısır...

Kısır bile değil. Kısırlığı baştan kabul etmiş. Bu çeşit döngülere kısır bile dememeli. Kısırlığı baştan kabul ettiğini unutmamalı. Sevgi sözünü bol bol kullanabilmek, başı dönesiye, esriyesiye, karşısındakileri inandırasıya, karşısmdakileri kusturasıya sevgi sözü ile oynayabilmek için sevginin bütün evreni ayakta tuttuğuna başta kendini inandırabilmek için, kısırlığı baştan kabul ettiğini unutmamalı...

Avuçları daha çok kanamasın diye kürekleri, yola çıktığından bu yana kaçıncı kez -ne olacak, kaçıncı kez diye saymak, kaçıncı kez diye düşünmek neye yarar, ne çıkar böyle sayımlardan, bu da artık önemsiz; hiç değilse sayı saymasını unutmalı bir zaman- bırakıyor elinden. Ellerini suya batırıyor. Avuçları, sanki başkasının avuçları, kendinin değil; sızlıyor. Cızırdıyor gibi, kızgın yağ dolu bir tavaya su sıçramışçasma cızırdar gibi...

Bu da bitecek zaten. Artık kürek kullanmak da yok. Taş taşımak var belki birkaç günlüğüne yahut saatliğine. Onu da bilmiyor.

Oysa bir şeyler kurmak için inanmalı insan. Her şeyden önce, inanmalı...

Döngünün kısırlığına, kısır bile sayılamayacak boşluğuna saplanıyor gene. Saplansın. Ne çıkar. Saplanıp saplanmamanın değeri kalmadı artık. Son iki günün bunluğuna yeniden girse, bu batakta batsa bile, bu düşünceyi durduramaz ki... Kısır da olsa.

Otuz üç yıllık bir ömrün sonunda, dünyayı değiştirdiğinin farkına bile varmadan Filistin'in bir dağında çarmıha gerili ölen o köylü ile aynı yaşta Andronikos...

Ama onu aklıa hiç getirmemeli şimdi. Birçok şey onun yüzünden olmuş gibi, oluyor gibi. Oysa kendini aldatmak boş bundan böyle. Olanlar onun yüzünden değil, onun yoluna bağlanmış görünen, bağlandığına inanan insanların kendi aralarında çekişmeleri yüzünden oluyor.

Sanki başkalarını suçlu bulmak... Neye yarar başkalarını suçlu bulmak? Hele bugün...

Kendi kısırlığına dönüyor.

Güneş yalıyor şimdi suları. Güneşle birlikte ince bir yel. Suların dibi görünmeğe başlıyor. Derin, cam gibi, taze yemiş gibi, buz gibi bir yeşil. Andronikos yorgun. Bakmıyor bile arkasına artık. Adanın yaklaştığını, büyüdüğünü, yükselen ışıkta basıklaştığını görmeyecek. Biliyor öyle olduğunu. Bakmak istemiyor. Havanın biraz ısınmasıyla birlikte ürpermeğe, üşümeğe başlıyor. Gecenin soğuğu kırıldıkça üşüyor. İyi öyle olması. Bu gibi şeyler, küçük küçük gerçeklikler, insanı oyalar. Andronikos daha uyuyamaz, uyumamalı.

Sular kararıyor ansızın. Yeşil, karalarla, sarılarla kararıyor. Kürekler siya. Andronikos denizci değil. Andronikos kürek çekmesini bu gece öğrendi dense yeri. Ama sular kararınca siya yapmak, yapılacak tek şey. Öteden beri bilinen, tekliğinde başka şey düşündürmeyen iş... 

Çiçek çiçek, ağaç ağaç yosunlar, sarılarla karalar, su yüzüne yaklaşıyor. Kayalar da. Artık arkasına bakmalı, sandalı nereye yanaştıracağını kestirmeli. 

Sandalı çevirmeğe başlıyor. Ağır ağır. Kayalara oturmadan yapmalı bunu. Adanın doğu kıyısı nasıl, bilmiyor, ama bu kıyısı, batı kıyısı, çok kayalık. Önemi olan tek şey, buraya varması. Kayalık olsun olmasın. Sular hafif hafif kabarmağa başlıyor. Kayalardan birine sürüklenmeden, oturmadan, yanaştırmak sandalını. Ayağa kalkıyor. Sandal yalpa vuruyor. Çakıllı koya doğru, kayalar arasından, suyun yüzündeki kayalarla içindeki kayalar arasından,bir yol gider gibi. Oradan gitmeğe çalışacak. 

Sular gene aydınlandı şimdi. İri iri çakıllar hızla yükseliyor suyun yüzüne doğru. Hafif bir hışırtı geliyor sandalın altından. Sonra çok daha kuvvetli bir hışırtı. Gıcırtı gibi... Andronikos ne yapacağını, ne yapması gerektiğini bilmiyor artık. 

Kürek mi çekmeli, suya mı girmeli. Suya girmek daha kolay olacak. Sandal sapasağlam kalmalı. 

Eteklerini kaldırıp suya sokuyor bir ayağını. Su soğuk. Gülüyor, bırakıyor eteklerini suya. Sandalı çok yatırmadan öteki ayağını da aşırıyor bordadan. Sonra atlıyor suya. Sandığından, göründüğünden derin burası. Çakıllar kaygan. Kayaların, çakılların düzüne basa basa ilerlemeğe çalışarak sandalı ardından çekiyor. Sular şimdi daha sıcak. Bacakları alıştı suya. Etekleri önce karnına sonra da dizine yapışmıştı. Şimdi bacaklarının altına yapışıyor. 

Sudan çıkıyor artık. Sandalın altındaki hışırtıların tınısı değişiyor. Andronikos'un ayakları, can acıtan kuru çakıllar üzerinde şimdi. Çakıllar iri; iri, yuvarlak ayrıtlı ama yürümek kolay değil üzerlerinde... Andronikos sandalı çekiyor. Daha, biraz daha, daha daha. Dalga gelebilir, biraz daha. Kayaya çarpabilir, biraz daha... En iyisi çakıllığın en üst kenarına çıkarmak olacak. Çekiyor, itiyor. Sandala bir şey olmamıştır herhalde. Azığını alıyor içinden; ayakkabılarını, ipini, bıçağını, iki gün önce çarşıdan aldığı çekicini, keskisini, baltasını. Peynir tulumunu, un torbasını, balını. 

Çakılların üzerinde bir yığın şey oldu bunlar. Bakıyor. Gülüyor gene. Su bulacak mı ki? Bulmalı. Kürekleri topluyor. Burada artık sandala bir şeycikler olmaz. Yağmur yağsa, kayaların meydana getirdiği sundurma onu korur. Tepeden inecek sular, kenarlardan akar, belli. Çakıllar su tehlikesini, dalgayı önler. Korsanlık etmeğe kalkanlar, kalkacaklar... Onlara karşı Andronikos'un zaten elinden bir şey gelemez. Bu sandalı burada bırakmalı. Bu iş de burada bitmeli. 

Çakıllığın üzerine yığdıklarını yeniden çuvalına dolduruyor. Ayakkabılarını geçiriyor ayağına, iplerini bileklerine dolayıp bağlıyor. Azık kalsın. Çuvalı daha sonra çıkaracak yukarıya. Önce yol, iz, yer, su bulmalı. 

Çuvalı sandalın altına saklıyor. Ne olur ne olmaz. Yalnız bıçağı, ipi yanına almalı. Onlar gerekebilir. Çuvalı bir daha açıyor, ipi ile bıçağını alıp ağzını yeniden dürüyor, sandalın altına itiyor. Bıçağının halkası var. İpe geçiriyor. İpi beline doluyor. Elleri özgür. Ne zamandır elleri böylesine özgür değildi, olmamıştı... 

Ya haç vardı, ya resimler; ya buhurluk ya da körlerin, topalların, çocukların elleri, ağızları, dudakları; mumlar ya da İnciller, tespihler. Kürekler; uykusuz, duraksız kürekler. 

Silkiniyor. Uyuklamanın sırası değil daha. Çevresine bakıyor. Kayalar dik. Tırmanamaz. Tırmanmak şart. Yol açmak şart. Kıyıda kalamaz. Tepeye çıkmalı. Tepeye muhakkak çıkmalı. Ne yapıp edip... 

Tepenin üstünde gök iyice aydınlık. Sağına doğru yürüyor. Solda, sandalın üstündeki kayalıklı sundurmada umut yok. Solda, o sundurmanın üstüne tırmansa bile, ötesine tırmanmakta yararlanabileceği tek bir çıkıntı bile görmüyor. Sağda... Belki... 

Çakıllığın sonuna geliyor. Yar, bir yay gibi sarıyor çakıllığı. Çakılların yeniden suya girdiği bir yerde... 

Çakıllık, bir su şeridinin ötesinde devam ediyor. Su şeridinin iki yanını irice iki kaya sınırlıyor; su, arada, denizin her kabarışıyla, bir deliğe doğru atılıyor, çekiliyor sonra. Andronikos dikkat ediyor, deliğin yarısı suyun içinde, yarısı üstünde. Kayaya çıkıp ayakkabısını çözüyor, öte yandaki suya atıyor kendini. Tabanları ateşe değmiş gibi sızlıyor. Sular ince ince kanlanıyor ayağını kaldırınca. Budalalıktı bu yaptığı. Çakılların üzerini örten keskin kireç parçalarını, kavkıları daha önce farketmesi gerekirdi. Şimdi daha dikkatli ama iş işten geçti. Tabanları kıyıldıktan sonra... Tuzlu su iyi gelir kesiklere. Suyun içinde dikkatle ilerliyor. Kayaların üstü daralıyor. İpini, kuşağını çözmeli, urubasını sıyırmak, bu suya çırılçıplak girmeli. İyi. Yıkanır da... Urubanın üstüne bir taş yerleştiriyor. Kayanın üzerinde, bir yana uçmadan, kurur da... 

Suyun içinde emeklemeli, dizlerine, avuçlarına, karnına dikkat etmeli. Deliğin önüne geliyor artık. Burada karar vermeli. Deliğe girmeğe çalışacak. 

Kulak veriyor. Uzaktan, suyun her kabarışının, deliğe hızla girişinin ardından bir uğultu işitiliyor. Bu delik, bir mağaraya açılıyor muhakkak. Denemeli bu yolu. Çocukluğunda, manastıra girmeden önceki yıllarda, surun önüne çıkıp mahallenin bütün çocuklarıyla birlikte denize girerken, yüzmesini iyi öğrenmişti, iyi biliyordu yüzmesini, dalmasını o zamanlar. Şimdi, yıllardır yapmadığı bir şey yapmalıydı. Yapacaktı da. 

Derin bir soluk alıyor, sonra deliğe doğru atıyor kendini. Yosunlar kamına, apışlarına sürünüyor. Kavkı yok buralarda. Delik daralıyor biraz. Kollarını uzatıp girmeğe çalışmalı. Artık yapamaz bunu. Boğulmamak daha. Geriye doğru. Geriye doğru. Hızlı. Daha hızlı... Ortalık aydınlandı. Açığa çıkmış demek. Başını sudan çıkarıyor. Gözleri kararıyor biraz-. Yeniden derin bir soluk. Bir dalış daha. Bu kez kollarını iyice öne doğru uzatıyor. Dar boğazda elleriyle çekiyor taşları kendine doğru. Gövdesi ilerliyor. Burada keskin bir şey varsa, bir daha su yüzüne çıkamaz. Ama yok. Elleri suyun dışına çıktı. Şimdi başı suyun üstünde. Çekiyor kendini ileriye. Kocaman bir mağaranın içinde. 

Camgöbeği bir ışığa boğulmuş her yer. Yol, mağaranın ortasındaki havuza açılıyor. Havuz yeşil mavi bir suyla dolu. Dibi yumuşacık, apak, kaygan bir taşla sıvalı gibi. 

Andronikos havuzun kıyısına oturup bakınıyor. Burada bir zaman yaşanabilir. Ama girişin çıkışın güçlüğü anlamsız kılıyor burada kalmağı. Kimseden kaçmıyor, kimseden korkusu yok. Ne diye kalacak burada? 

Su daha sıcaktı. Üşümeğe başlıyor Andronikos. Daha uyumadı ki. Uyuyamaz da daha. Işığın nereden geldiğim kestiremiyor. Delikten içeriye bir aydınlık süzülüyor gerçi. Orası muhakkak. Ama, boğar gibi, insanın gözünü alan bu camgöbeği ışık başka yerden gelse gerek. Mağaranın her köşesini dolaşmak. Belki başka bir açıklık yer var. Başka bir ağız, başka bir koy, başka bir... 

Suya giriyor yeniden. Soluk alıp dalıyor. Kollar bu kez daha kolay kurtuluyor. Gene emekliyor şimdi suyun içinde. Çıkıyor. Güneş yükselmiş. Ortalık ısınmış. Andronikos çıplak bedeninden elleriyle sıyırıyor suları. Urubasını alıyor kayanın üzerinden. Kurumuş. iyi. Çok iyi. Bir dinçlik gelmiş üzerine. Her sabah inmeli, denize girmeliyim diye geçiriyor aklından. Sonra dürtüyor kendi kendini, inmek için önce çıkmak gerek... 

Çakıllığın bu ucundan yükselen kayaları incelemeğe devam ediyor. Bir zamanlar şehirden eğlenmek için büyük kayıklara binilerek gelinirmiş bu adaya. Kayıklar, saray kayıkları, herhalde bu çakıllığa yanaşmazdı. Ama karşı kıyıdan gelinirken en yakın yer burası... Bugün dinlense, yarın sandalla öte yana geçebilir, iz olarak kalmış da olsa, tepeye çıkacak bir yol bulabilir. Ama dinlenmek için... Dinlenmek için bir yer bulmalı. Tepeye ne yapıp edip çıkmalı. Her yer oradan daha iyi görünür. Eğlenmeğe gelen saraylıların kaldığı köşk yıkıntı halinde de olsa, barınacak bir köşesi elbet bulunur. Yahut taşı, tuğlası kullanılabilir. Andronikos bunu da istemiyor. Adada başkaları da o yıkıntılara sığınmış olabilir. Balıkçılar bile olabilir oralarda. Ama tepeye çıkmağa üşenmeyecek kişi azdır herhalde. Andronikos önce orayı denemek istiyor. 

Ayağına ayakkabısını giyiyor. Mağaranın üzerine rastlayan yerde düz bir kaya var. İlk adım o olsun. 

Güneş daha da yükselmiş. İyice ısınıyor sırtı. Ne yapmalı etmeli, çamlığa ulaşmalı. Yoksa bu yorgunlukla sıcağa dayanmak güç olur. Bu yorgunlukla... 

Çamların altında uyunabilir. Bir iki lokma ekmek de yenebilir. Gece, bir ara, somunun bir ucunu koparıp çiğnemişti uzun uzun. Ondan beri ağzına bir şey koymadı. 

Kayaya çıktığında işler biraz daha aydınlık görünüyor. İki kulaç yukarıda, yana doğru, altındakine benzer düz bir kaya var. Küçücük kaya parçaları, elini attıkça ufalanıyor, yuvarlanıyor aşağıya. Toprağa tutunmak imkânsız. Toprağı eşelese... Bıçağının ucu altında, taşların, toprakların altından, bir diş kaya belirmeğe başlıyor eşeledikçe... Bıçakla biraz daha, biraz daha kazınalı. Diş iyice meydana çıkınca ona tutunabiliyor. Ansızın dizleri yanmağa başlıyor. Bir çıkıntı daha olsa, kendini yukarıya çekecek. Bir gayret daha... 

Taş çıkıntısı gereksiz. Bir kök görüyor. Ondan ötesi daha kolay. Andronikos şaşıyor kendine ikinci kayaya çıkınca. Çıkabileceğine aklı hiç yatmamıştı. 

Artık eğim çok az. Emekleye emekleye yarın üst kıyısına ulaşabiliyor. Çam iğnelerine güven olmaz. Dikkatli yürümeli. On adım sonra ağaçlann arasına giriyor. Kara kara, sıcaktan eğrilip büğrülmüş, yumuşamış mumlar gibi ağaçlar. Ağaçlann arasında, bir mum ormanı içinde gibi. Alevleri yaygın, yayvan, yeşil, karanlık, karanlık... Yürüyor gene. Burası çok kayağan. Ama kayşa da ağaçlara, köklere tutunabilir. Zaten yer iyiden iyiye düzelmeğe başlıyor. Urubasmın cebinde şimdilik kamını doyuracak kadar ekmek var. Geceden kalan parça. Sonrası için yeniden inmek gerekecek. înmek düşüncesi içini karartıyor şimdi. Ama bunun yolunu sonra, daha sonra bulacak. Şimdi, tepeye çıkmalı. O kadar... 

Daha doğrusu, tepeye çıkmak için bir yol bulmalı, bir patika açmalı. 

İnce bir yel esiyor ağaçlann altında. Hafif bir hışırtı işitiyor. İnceden inceye uğuldamağa başlıyor ağaçlık bu yelle... 

Çam kokusu. Bir bahçenin orasına burasına serpiştirilmiş birkaç çamın kokusu değil bu. Göz alabildiğine uzanan, deniz olmayan her yeri kaplayan çamlann yoğun kokusu. Dayanamayıp oturuyor. Belini bir ağacın gövdesine veriyor. Yel serin değil, sıcak; kokulu. Ama derisinde bir serinlik var. Denizi unutmak iyi değil diyor. Sesi kulaklarına ulaşıyor. Titrek, ürkek... Ürkek daha; ama sesini işitmeğe alışması gerek; sesini, kendi kendine de olsa, işittirmeğealışması gerek. Manastırın unutturduklarını hatırlamağa, canlandırmağa çalışması gerek... Bu adada, üç yüzyıl, dört yüzyıl önce çile dolduran keşişlerin sürdüğü hayatı yaşayacak bile olsa. Ama o keşişler, içleri inançla dolu, çıkıyorlardı dağa, yazıya yabana, çöle... Hiç değilse öyle bilinirdi... 

Öyle miydi gerçekten? Öyle miydi, yoksa, öyle olduğu düşüncesi, geride kalanlara, köyde olsun, kentte olsun, insanlar arasından ayrılmayanlara, kalabalığın besleyici emziğini ağzından bırakmak istemeyenlere yeterli mi görünmüştü? Bilinmiyordu ki... Keşişler içinde efsaneleşenleri vardı. İnançlarıyla dağı taşı, kurdu kuşu, şeytanı dize getirenlerin efsaneleriydi bunlar. Korkanı olmasa, yalnızlıktan başı dönüp birtakım düşleri gerçek gibi görenleri olmasa, kendi sesini, gölgesini, başkasının, maddesiz varlıkların belirtisi diye kabul etmeğe hazır bulunanı olmasa, bu keşişlerin dağ başında, çöl ortasında şeytanı bu kadar çok gördükleri, şeytanla bu kadar çetin didişmelere düştükleri üzerine bu kadar masal, bu kadar efsane niye anlatılsındı? 

Kalabalığın, insanların birbirlerinin ayağına basmadan yürüyemedikleri kentlerin, şehirlerin ortasında görünmeyen şeytan, niye bunları bu kadar tedirgin etsindi? 

Andronikos, böyle düşüncelere dalmanın daha sırası gelmediğini düşünüyor. Önce çevresine bakmak, önce onu tanımak gerek. Önce onu araştırmalı... 

Ansızın, matematikçilerin sıfır dedikleri şeyi düşünüyor. Onlann sıfırı, o güne değin kendisinin yokluğu düşünmek için kullandığı terimlerden -ansızın- apayrı görünüyor gözüne. Kaos'a ancak Tanrı düzen getirmişti. Ama sıfırın üstüne insanlar biri, ikiyi çıkabiliyorlardı. Bu orman sıfırdı şimdi. Biri, ikiyi, üçü çıkmak, sıfırdan hareket ederek... Bu da yepyeni bir düşünce: Sıfırdan hareket etmek... Sıfırdan hareket ederek, kolu gücünce, kafası, insanlığı gücünce, bir şeyler dizmek art arda, bir şey yapmak... 

Bir şey yapmanın şartını demin de düşünmekten kaçınmıştı, şimdi de kaçınmağa kararlı. Kalkıyor yerinden, yukarıya doğru bakıyor. Tepeye doğru... Birden farkına varıyor. Tepede ağaçlar biraz daha seyrek duruyor. Aşağıda daha sık gibiler, biribirilerini korudukları yerde. Belki de yanılıyor. Ama ağaçların arası oralarda daha aydınlık gibi duruyor... Çıkınca, anlar öyle olup olmadığını. 

Başlıyor çıkmağa. Güneş epey yükselmiş olacak. Ağaçların biraz aralandığı yerlerde, gözlerine ulaşıyor ışınlar. Doğuya doğru yürüdüğüne göre, öğleye daha üç saat kadar vardır demek. Erken de değil, geç de değil. Ama biraz karın doyurmak, biraz da dinlenmek istiyorsa, çıkmalı, inmeli, bir daha çıkmalı. Başka yolu yok bunun. 

Cebindeki somundan bir parça koparıp ağzına atıyor. Geveleyecek. Yoksa yemek yiye yiye dağa tırmanmak, kişinin soluğunu kesmekten başka işe yaramaz. Ne çabuk çıkmalı ne de ağır. Ölcüvü bulmak gerek. Bu yokuşun ölçüsünü. 

Yüreğin, şakakların atışma ayak uydurmalı, nabzın atışına. Tanrının, insanın içine yerleştirdiği tek, şaşmaz ölçüye... Değişken ama şaşmaz ölçüye. Bu ölçünün şaşması, bir türlü sonuç verir, iki türlü değil. 

Oysa ölüm yararsız bir şey, boş bir şey. Ağzındaki lokmayı unutuyor Andronikos. Ölüm, kaçınılması gereken bir şey. Ölçü, herhangi bir nedenden ötürü, insanın içinde şaştığı zaman, yapılacak bir şey yoktur. Tanrı işlettiğini durdurmuş oluyor. Ama dışarıdan uzanan bir el, insanın içine girer, ölçüyü şaşırtmak isterse, insanın yapacağı tek bir şey vardır. O eli tutmak, o bileği bütün gücünü kullanarak bükmeğe çalışmak, gerekirse, kesmek. Ya da... İnsanın içine hiçbir elin uzanmağa hakkı yok, olmamalı. Ya da... Andronikos düşünüyor, benim yaptığım şey de var, diyor, benim yaptığım, kaçmak... O bileği bükmeğe gücü yetmediği, yetmeyeceği için, bu gücü bulma gücünü verecek bir inancı olmadığı için, kaçmak... 

Lokmasını hatırlıyor gene Andronikos. Tükürüğün şişirdiği, kocamanlaştırdığı, ılıklığını tedirgin edici hale getirdiği lokmayı çiğnemek için duruyor. Ağaçlann gövdesi güzel. Sert, kara, kokulu. Yumuşamış mumlara benzetmiyor artık bu gövdeleri. Çırayı bile düşünmüyor. Katman katman, zar gibi ince kabuklann, koyaklar arasında ada ada kabarmış, pürtüklü ama gene de düz, göze yumuşak görünen hali... Büyük çatlaklann içinde panl panl, biraz tozlu, çok kokulu reçine sızıntılan... 

Yerde, çatlayan, çatlamış, çatlayacak kozalaklarla birlikte, toprağı örten iğnelerle birlikte düşünmeli çamı. Çam bir tek ağaç değil, bir doğa. Yerle gök arasında bir dizge, bir kurum. Dişleri dökülmüş, kararmış kozalaklarla nedense kopmuş, yerde yatan yeşil kozalaklar, kozalak başlangıçlan, kozalak düşleri, yan yana. Yeter ki yelden, güneşten başka bir şey düşürmesin bu kozalakları. Yeter ki bir el uzanmasın onları koparmak için... 

Bir lokma daha koparacak oluyor cebindeki somundan, vazgeçiyor. Biçilen buğdaylar, kesilen koyunlar varken, çam kozalaklarına el sürülmemesini düşünmek gülünç. Çam kozalağı da işe yarayabilir kimi zaman. Yerde bulunmazsa, koparılır. Ama insan önemli. Değil mi ki Tanrı, her şeyi, insan yaşayabilsin diye yaratmış? Bunamadıkça, hiç değilse buna inanmamak imkânsız, diye düşünüyor Andronikos. Buna inanmamayı düşünmek istiyor. Başaramıyor. Ama inanmamayı düşünebilmesi var. Gözünü yumuyor. Başka şey düşünmek istiyor, bunu unutmak istiyor. Bunu da düşünebilirse insan... O zaman ne kalır geriye? Ama herhalde 

insanın insanı kullanmağa kalkmasını haklı gösterecek bir şey söylenemez, böyle bir şey savunulamaz. Yok öyle bir şey... insanı insana oyuncak olsun diye yaratmamış Tanrı. Evet, ama ya şeytanın içimize saldığı gururla öyle düşünmek hoşumuza gidiyorsa... Andronikos, şakaklarının biraz üstünde kalan bir zonklayış içinde, susadığının, saatlerden beri su içmediğinin farkına varıyor. Oysa yanına aldığı testi aşağıda kaldı, sandalın içinlde... Testideki su idare edilse edilse iki gün, bilemedin, üç gün edilir. Daha çok edilmez zaten, bayatlar, kurtlanır. Andronikos, o suyu, sandalı bulduğu köyün meydanındaki kuyudan doldurmuştu. Bu sıcakta su idare etmek de güç olur. Suyu daha önce düşünmesi gerekirdi. Tepeye çıkmaktan daha önemli olan, su bulmak... Su değil, suyu bulmak. Tepenin bir yerlerinde bir suyun kaynadığı, keşişlerden birinin kitabında yazılıydı. Okuduğunu hatırlıyorAndronikos. Buralarda bir yerlerde, bir zamanlar, su varmış. Keşiş öyle yazıyordu. Andronikos şimdi o suyu bulabilmeli ki burada kalabilsin... 

Kalabilsin... Su bulamadığı için buradan ayrılması gerekirse, yollarda geçireceği günler uzayacak. Bir yere yerleşip bir şeyler yapması gecikecek. Değişecek bir şey yok. Başka bir yere gitmesi gerekecek. Şu anda, nereye gidebileceğini hiç mi hiç düşünemiyor, kestiremiyor. Karşı kıyı bile yok oluyor gibi gözlerinde... Şehre dönmek akla bile gelmez, getirilmez. Boş yere dolanmak, oyalanmak istemiyor. Ama bir şey yapmağa gelince... 

Alışkanlık işte. Bir şeyler yapmak diye düşünmeden edemiyor insan. Bir şeyler yapmak... Bir şeyler yapmalı. Ama an beslemek, kuş, hayvan, tavuk beslemek, bitki, sebze, yemiş yetiştirmek gibi bir iş... Gülüyor. 

Bunlann yapılması için dünyalar gerek. Yumurta, yavru, tohum, fidan gerek. Bunlan, karşı kıyı köylerinden bulabilir. Ama köylüler, bunlan satarlar... Almak için para gerek. Keşiş olduğunu söylerse, gülerler böylesi keşişe. Söylemese, kuşkulanırlar. Bugünlerde köylüler herkesten çok kuşkulu olacaktır herhalde... 

Ama sırası değil bunlann. Tepe, su, bannak. Daha doğrusu, su, tepe, bannak. Başka yolu yok. 

Tek tük kayalar belirmeğe başlıyor ağaçlann arasında. Kayalann üzerlerinde yosunlar. Yosunlar da çiğnenebilir diyor kitaplar. Hem açlığı bastınrmış, hem susuzluğu. Denemek için vakit var daha. 

Kulak veriyor Andronikos. Yel, uğultu, hışırtı, kanat sesleri, martılann çığlıklan, orada burada çekingen çekingen ötmeğe başlayan ağustosböceklerinin cmltısı... Kayalann diplerinde fundalıklar. Su aksa da sesi işitilmez. Çağıldayacak su da bu adada bulunmaz. Ayaklan yürümeğe devam etmeli. Ara vermeden, hızlanmadan... 

Kayalar şimdi üst üste, basamak basamak dizilmeğe başlıyor. Bir çeşit yol, bir çeşit merdiven gibi. Yanlan yosunlu. Üstleri çam iğnesi, kozalak, böcek kurulanyla kaplı. Şehirde böcek kurusu bulunmaz. Böcekler ayak altında ezilir, sulu sulu. Çiğnene çiğnene toz olur. Burada öyle değil. 

Şehri düşünüyor. Ne oluyordur oralarda şimdi? Sokaklarda kimler eziliyor, neler parçalanıp yakılıyor? Neler, nasıl? Kendisini aralannda görmeyen arkadaşlan bu sabah ne yapmışlardır? Hemen gidip haber mi vermişler, yoksa beklemişler midir? Bekledilerse, ne beklediler? Haber verdilerse, ne dediler? 

Haber vermek için büyük toplantının başlamasını beklemişlerdir. Büyük toplantı da, manastır başının başkanlığında, sabah ayininden sonra -nasıl olmuştur ki bu ayin, değişiklik yapılmış mıdır? herkesin ortaya çıkıp herkesin önünde eski inancı yadsıyıp yenisine katıldığını, gözlerin bugüne dek işlenen puta tapıcılık günahının korkunçluğunu artık açıkça gördüğünü, bundan böyle kimsenin böyle bir günah, böyle bir suç işlemeyeceğini söylemesi, buna söz vermesi, ant içmesi için yapılacaktı. Kendisinin kaçtığı, kaçtığı değil ya, orada bulunmadığı, o zaman ortaya çıkacaktı. Kaçtığını, olsa olsa, İoakim ile Andreas anlarlardı. Sezerlerdi. Dünkü halini, ansızın şehre çıkmak isteyişini, tedirgin tedirgin koşuşmasını hatırlayıp... Akşam ayininde görmeyince, odasına kapandığını düşünmüş olabilirlerdi. Ama bu sabah, başka türlü olurdu işler. Kaldı ki, büyük ayini bekledilerse bile ona biraz daha vakit kazandırmak için değil, ne yapacaklarına karar veremediklerinden beklemişlerdir. Belki de, kaçtığı söylenince, artlaşılınca, onu sevmeyen arkadaşlan "alçak" diyecek, onu sevenler ise "kahraman" diye düşüneceklerdi. Sevmeyenler... 

Ağaçlık birden açılıyor solunda. Andronikos, iki öbek ağacın arasına sıkışan kayalığa çıkıyor. Deniz. Mavi, büyük, düz, ışıltılı deniz. Uzak uzak uğultulu, titreşen deniz. Mavi. Her şeyi bir yana iten, atan, tek başına yaşayan, resimlerde Meryem Ananın sırtında görülen mavi harmaninin rengini bastıran, açık, kırmızısız, yeşilsiz, yaldızsız bir mavi. Adanın tam karşısında garip biçimli küçük bir kayalık. O da ada ama onun susuz olduğu bilinir. Kıraç, boz, yer yer cılız birtakım fundalarla lekeli. Geride, çok çok uzaklarda, buğular içinde karşı kıyı. Sandalı bulup aldığı, yola çıktığı köy, ufacık, yeşil bir nokta suyun dibinde. Onu bilmese, ezbere görmese, seçemez buradan. Başını yavaş yavaş, daha sola, daha sola çeviriyor. Korkar, çekinir gibi. Buğular içinde daha koyuca bir lekenin seçildiği yerde, kubbelerin altında, şimdi yüzlerce insan, eski inancı yadsıdığını, yeni yola girdiğini... 

Kahraman falan değil. Kahramanlığın tamamıyla ötesinde bir yerde. 

Ama onu sevmeyenlerin... Sahi, niye sevmezlerdi? Birkaç kez kendisiyle daha yakın bir ilişki kurmak istemiş olanlar vardı. Hiçbirine güler yüz göstermemişti. Manastırda hepsi kardeşti.Yeterdi bu. Daha yakın bir kardeşlik istemiyordu Andronikos. Tartışmalarına katılmaktan ne zamandır kaçınmıştı. Tartışmalar artık onu hiç ilgilendirmiyor da ondan. Tartışılacak şeylerin neler olduğu önceden belli zaten. Bunlann tartışılması bile gerekli değil. Tartışılması, herhangi bir sonuca da ulaştırmıyor; yalnız, birkaç kişinin birkaç saat boyunca birtakım büyük adlar sayıp gölgelerine sığınarak, "bence" sözünü her cümlenin altında sezdirerek olmadık saçmalan kafalara kaka kaka yinelemesinden öteye geçmiyor. Geçmiyordii. Şimdi, oyie düşünmeli, öyle yapmalı cüinlelen. Geçmiş zamanda. 

Andronikos, önceleri korku duymuştu içinde. Bu tartışmalara katılmıyor, katılmak istemiyor, katılamıyordu artık. Daha kötüsü, katılması için içinden gelen bir dürtü, bir istek yoktu. Yoktu, çünkü işte burası korkutucuydu- çünkü tartışılanlann önemine, gereğine inanmıyordu. Böyle şeylerin tartışılması saçmaydı. Herkes temeli bırakıp çatının kiremidinden söz açıyordu. İki oluklu mu, üç oluklu mu olsundu? 

Kendine kızmıştı. Madem öyle düşünüyordu, bunu kendilerine de söyleyebilmeliydi. Söylemişti iki üç kez. Dönüp bakmışlar, gülmüşler, sert bir iki çıkışla savmışlardı yanlarından. Ama daha sonra, kendisine eğri eğri bakmışlardı. 

Bunlar, herhalde, yeni bir inanca bağlılıklarını, yeni inanca bağlı kalacaklarını bildirmekte güçlük çekmeyeceklerdi. Ona da "alçak" derlerdi herhalde. "Alçak". Kaçtığı için. Yoksa günahlarına mı giriyordu? 

Ya sevenler? îoakim ile Andreas? 

Andronikos, denize, karşı kıyıya dalarak çöktüğü kayadan doğruluyor. 

îoakim, genç olduğu halde, yumuşak başlı. San, kıvnmlanmn gölgesinde kumrallaşan kıvırcık saçıyla sandan kızıla her türlü rengi bir araya getiren kıvırcık sakalı, bıyığıyla, yumuşacık başlı. Manastıra girdiği günlerde herkesten uzak duran, çekingen, sonra sonra, yavaş yavaş, dudağının ucunu gülümsemek ister gibi kıvırmağı öğrenen, gülümsemeği bile öğrenen, kendisine yaklaşan, kendisine sorular sormağa alışan, dediğini biraz tarttıktan sonra kabul eden îoakim. Şimdi, büyük toplantıda, sıra ona gelmiş olabilir. Birkaç cümlelik andı kırk kişinin içmesi uzun sürmez. Süremez. 

Meğer ki Andronikos'un orada bulunmayışı yüzünden tören uzamış ola... 

Sıra İoakim'e gelmişse, çekingen adımlarla ortaya çıkmış, önce gıcıklı, çatlak bir sesle, sonra da kesin ama gene de yumuşak bir tını bularak, andı içmiştir. 

Belki o da kızıyordur Andronikos'a. 

Gittiği, haber vermeden, kendisini yanma almadan, gittiği, nereye gittiğini söyleyecek ölçüde kendisine güvenemediği için. 

Oysa Andronikos bu yolculuğa yalnız çıkmak istemiştir. Ardından kimseyi sürüklemek istememiştir. 

Onun için, önce Galata'ya geçerek, torbasına doldurduklarını satın almış, oradaki gemicilerden biriyle anlaşarak Halkedon'a geçmiştir. Kendisini Halkedon'a bırakıp, Nikomedeia'ya mal götürmek üzere yoluna devam eden kayıkta, kendisini tanıyabilecek tek bir kişi vardı. Bir kumaş tecimeni. Çocukluk arkadaşı. Sokakta birlikte oynadıkları, birlikte denize girdiklerinden... Onlardan biri. 

Andronikos onu tanımıştı. Şimdi, orta yaşlı, göbek bağlamış, açık renkli giysisini işlerinin iyi gittiğini göstermek istercesine ikide bir düzelten, ikide bir çın çm öten kahkahalar atan bir adam olmuştu. Andronikos, onu tanıyınca, ondan uzak durmağa dikkat etmişti. Saçı sakalı uzun, yer yer bozarmış kumral başı külahıyla örtülü, sırtındaki cüppesi karadan artık yeşil-mora kaymış, alaca kargaların rengine çalan bir manastır kaçkınını o adam artık tanıyamazdı. Tamsa da ne çıkardı sanki. 

Ama îoakim, ne yapsa, ne etse, Andronikos'un yerini bulamazdı. 

Güneş tepeye yaklaşıyor. Andronikos kayadan inmeli, yola düşmeli. 

Delilik bu yaptığı. Denizin titrek ışıltısı şimdi gözü yorucu hale geliyor. Vakit geçiyor. Kayalardan yürümek daha kolay olmalı. 

Kayalar basamak gibi yükseliyor. Ağustosböcekleri şimdi iyice azıtmış, sersemletici bir uğultu çıkarıyor. Yelin kokusu ağırlaşıyor şimdi. Fundalıklar ağır, ballı, keskin bir koku salıyor. Çamlar kızdıkça iki ayrı kokuyu karıştırıp yayıyor havaya... 

Tanrım, diyor Andronikos, biraz sonra suyu bulabilsem ya... Sesi bir daha kulağına dek geliyor. Oysa, sesli konuştuğunun farkında değildi. Buna dikkat etmeli. Konuşurken içinden mi konuştuğunu, sesli mi konuştuğunu, insan her zaman bilmeli. 

Ağaçların aralık yerlerinden yere akan güneş ışığı daha yakıcı şimdi. Andronikos susuyor. Düşüncelerinin söz haline gelmemesine dikkat ederek çıkıyor tepeye doğru. îoakim onu bulamaz, 

îoakim ona kızmıştır kendisine haber vermeden gittiği için. İoakim, yeni inanca bağlanacağına, bağlı kalacağına ant içmiştir... îoakim, bu son günlerde zaten hep Andronikos'un ağzına bakıyor, kulaktan kulağa dolaşan birtakım söylentilerin doğrulanmasıhalinde ne yapmaları gerekeceğini kendisinden öğrenmek istiyordu. 

Söylentilere göre, varılan karar kesindi. Resimlerin karşısında dua etmek, resimleri öpmek, resimlerden bir şey beklemek, puta tapıcılıktan başka bir şey değildi. Doğu illeri halkı zaten bu gibi şeylere karşı duruyor, bunlan beğenmediğini, bunlann devleti uçuruma götüreceğini söyleyip duruyordu. Araplar vardı sonra. Devleti sıkıştıran, resimlere düşmanlığı bilinen Araplar. Bunlar, Bizans'taki İmparatoru niye bu kadar düşündürürdü, orası iyi bilinmiyor, anlaşılmıyordu. Ama karara göre, puta karşı, puta tapıcıhğa karşı çıkan bir dinin puta tapıcılığı tapınmanın şartı haline getirmesi düşünülemezdi. Kilise, resimlerden yana olduğunu hiçbir zaman açıkça bildirmemiştir diye sözler de duyuyorlardı bu ara. Kilise, resimden yana değildi de niye kiliseler resimle dolup taşıyordu? Niye İmparatordan başlamak üzere resimlerin kutsallığına inanıyordu herkes? îoakim, bunu anlamağa çalışıyordu. Andronikos, bunları düşünmek bile istemiyordu ama o da anlamağa çalışıyordu. 

Putlar, resimler kaldırılacak, putsuz, resimsiz tapınmaya dayanan bir din canlandırılacaktı. Dinin temeli buydu. Resimler kaldırılacak da değildi. Bir süre önce denenen iş, kanlı sonuçlar vermişti sarayın kapısında. Gerçi o yalnız bir resim işi değildi, İmparatorun kendini handiyse îsa yerine koymağa kalktığı duygusu da vardı kalabalığın korku dolu yüreğinde. İmparator bunu bir daha göze almayacaktı, öyle söyleniyordu. Resimler yakılacaktı. 

Yakılacaktı. Direnecekler, eski inanca körü körüne bağlı kalacaklar, kalmak isteyecekler, kalacağı sezilenler düşünülerek, onları yola getirmek için... 

Daha başka söylentiler de vardı. Başka şeyler de yapılacaktı. Bu çeşit çeşit söylentiler bu kadar ayrıntıya indiğine göre, karar verenler arasında da -hiç değilse başlangıçta- anlaşmazlık çıkmış olacaktı. 

Gene söylentilere bakılırsa, İmparator Yüce Kurulunu toplayıp bu konudaki yarlığın onaylanmasını istemişti. Patrik bunu kabul etmemişti. Hemen atılmıştı yerinden. Söz dinleyen birini Patrik yapmıştı İmparator. Bu söylentiler yayılıyordu şehirde. Oysa Patriğin çekildiğini bildirdiklerinde, değiştirildiğini haber verdiklerinde, sağlık sebeplerinden söz etmişlerdi. 

Kimbilir, karar belki de gerçekten, yalnız görünüşte oybirliğiyle verilmişti. Belki gerçeklik daha başkaydı. Söylentiler, bu kararın arkasında daha başka nedenler yattığını ekliyordu. Kısa bir süre önce Bizans'a gelen Doğu İlleri ileri gelenlerinin bu işte parmağı olduğu söyleniyordu. Doğuda, resimlere karşı yeniden harekete girişikliğini haber vermişlerdi deniyordu. İmparator, Araplara karşı Doğu ordularına güvenmek zorundaydı. Doğu ordulanise, bütün bütün resme karşıydı. Bütün bunlar karmakarışık sözler halinde anlatılıyordu. 

Ama Andronikos için, bütün bu gizli, açık nedenlerin hiç önemi yoktu... Andronikos için önemli olan, bu kararın yürürlüğe girdiği gün ne yapacağı, ne yapması gerektiğiydi. 

Ansızın, kuvvetlice bir yel esiyor. Andronikos duruyor. Terlediğini, yelin serinliğinden, yüzünü yalayışında duyduğu yıvışıklıktan anlıyor. Ama o zaman, tabanlarının sızısını da farkediyor. Kavkıların kestiği tabanlarını unutmuştu. Su bulsa, tabanlarını da biraz yıkayacak, biraz ferahlayacak. Çok sızlıyor şimdi. 

Ama yürümeli. Nasıl olsa, yapacak başka şey yok. Önce yalnız, pabuçlarının bağlarını çözüyor. Çıkarıyor pabucunu ayağından. İçindeki çam iğnelerini, tozlan, küçücük taşlan silkeliyor. Giyip bağlannı bağlıyor gene. 

Oysa Andreas, yıllarca tartışıp ileri geri söylendikten sonra son zamanlarda susmuştu. Birkaç yıl sustuğu söylenebilirdi. Ama kısa bir süre önce, dışanya vurmuştu içindeki. Bu gidişle puta tapıcılık çağma yeniden döneceğiz, demişti. Saray kapısındaki olay üzerine. O gece, halkın, özellikle kadınlann, saray kapısındaki îsa resminin parçalanması üzerine ayaklanıp bu işi yaptırmakta olan saray memurunu öldürdüğü haberi gelince, imparator misillemeye girişecekti bundan sonra, resmin yerine de haç koyduracaktı. Ama Andreas bunlan daha bilmiyordu. Andronikos'a güvendiği için bu düşüncesini açığa vurabilmiş olsa gerekti. Bunu söylediği sırada İmparatorun buyruğundan yanaydı. Ama manastırda durum değişmiş değildi ki... 

Andronikos'a güvenmekte haklıydı Andreas. 

Andronikos gidip, o güne dek bağlanılmış inanca bu kadar aykın bir düşünceyi manastır başına duyuracak kişi değildi. Ancak Andronikos'un kendisini hemen haklı göreceğini, sözlerine hak vereceğini düşünmekle yanılmıştı Andreas. Ayrıca, öyle düşünmüş müydü ki? 

Andronikos bu sözleri işittiği zaman irkilmiş, neden sonra Andreas'ın yıllarca resimler karşısında tapındıktan, inancını onlara dayandırdıktan ya da dayandırır göründükten sonra bu düşünceye birdenbire nasıl geldiğini sorabilmişti. Düşüne düşüne diye karşılık vermişti Andreas... Bu karşılık doyurucu değildi. Düşünmekle, zamanla düşünceler değişe değişe, bu kanıya varılabilirdi ama değişiklik insanın yüzünde bile belli olurdu. Andreas, bunu yıllarca önce de düşünebilecek, düşünmüş olabilecek yaştaydı. Ansızın, damdan düşercesine böyle bir kanıya vardığı kabul edilse, bunun sonuçlarını sonuna dek düşünmek, ona göre davranmak gerekirdi. Oysa o günün akşam ayininde Andreas'ta en ufak bir değişiklik gözlemleyememişti. Demek ki Andreas, ya puta tapıcılığm kötü bir şey olduğunu kabul etmiyordu, ya da sabah yalan söylemişti. Onu sınamak mı istemişti acaba? Oysa, böyle yapması için en ufak bir sebep bulunamazdı. Andreas, az konuşan, doğru söyleyen, söylediğini tartan bir insandı. Çok heyecanlanmazdı bir şey tartıştığı zaman. Ama söylediğini inanarak söylediği, içten söylediği belli olurdu. 

Andronikos duruyor. Şimdi yel esmiyor. Fundalar, pırnallar, her zamankinden baygın bir koku salıyor sıcakta. Ortalık, böceklerin cırıltısı dışında, sessiz. Uzakta, çok uzakta, ince bir uğultu; denizin kayalara çarparken çıkardığı sesin çok uzaktan işitilişi gibi... Ama deniz kımıltısız. Işığın altında titreşen, erimiş gümüş gibi bir yüzey. Bu uzak uğultu, yakınlarda hışıldayan bir su da olabilir. Andronikos silkiniyor. Suyu aramağı epeydir unuttuğunun farkına varıyor. Keşişin anlattığı kaynak, bu koca tepenin herhangi bir yanında olabilir. Onu bu kadar çabuk bulması fazla kolay olur. Yoksa aldanıyor mu? Keşişin, suyu anlatırken, doğan güne karşı yıkanıp su içtiğini yazdığı ansızın geliyor aklına. Unutmuştu bunu. Gene de, doğuya doğru yürüyor sabahtan beri. 

Andreas, daha ertesi gün, bir ara yanına gelmiş, söze bir gün önce bıraktığı yerden devam etmişti. Resimlerin kutsallaşmağa başlaması, resimlerden yardım beklenmesi, Iran savaşları sırasına rastlar, demişti. Andronikos bunun doğru olup olmadığını bilemiyordu. Öyle bir şey duymamıştı o güne dek. Bildiği, resimlerin oldum olası kutsal sayıldığıydı. Andreas, Ermeniler, resme değil haça önem verirler, diye bağlamıştı sözünü. Şaşmıştı Andronikos. Ermenileri örnek vermek, olsa olsa Andreas’ın aklına gelecek bir şeydi. Resim düşmanı da değilim, diye eklemişti sonra Andreas. Ama resim uğruna cana kıyılması, resmin bu kadar kutlallık kazanması, korkutuyor beni... 

Andronikos, birden, bu sözleri yarlığın dediklerine bağlıyor. Yarlığ, bütün resimlere değil, kutsal resme karşıydı. Andronikos kızıyor bu budalalığına. Bunu daha önce nasıl düşünmemiş, Andreas'la bu konuda, iki satır olsun, niye konuşmamıştı? 

Geriye bakmak geliyor akima. O zaman, epey yol aldığını, denizden epey yükseldiğini anlıyor., Aşağıda, çakıllığm bir bölüğünü görebiliyor şimdi. Kayalar artık yer bırakmıyor çamlara bu yamaçta. Ağaçların arasından, tepeye yaklaşıp yaklaşmadığını bir bakışta anlamak güç. Nereye baksa ağaç var. Gerçi ağaçlar biraz daha aralıklı buralarda. Ancak tepeye varması için daha epey yürümesi gerekiyor herhalde... 

Su gerçekten buralarda bir yerde kaynıyorsa, onu bulmalı her şeyden önce: Doğan güne karşı yıkanılan su, olsa olsa tepenin öte yamacında olabilir. Oysa daha tepeye varmamış durumda Andronikos. Yoksa, önce tepe, sonra su, mu demeli? 

Andronikos, birden, yorulduğunu duyuyor. Çöküyor bir ağacın dibine. Sağma bakınca, sırt gibi yükselen bir toprak parçasının üst yanının düz olduğunu farkediyor. Oraya çıksa belki daha iyi görebilecek. Kalkıyor, bu sırtın doruğuna doğru yürüyor. Doruk diye gördüğü yere varınca düzlüğün aldatıcı olduğunu anlıyor ama buradan, muhakkak ki, daha iyi görebiliyor ileriyi. Tepeye çıkmak için nereden yürümesi gerektiği belli artık. Orada, düğüm düğüm olmuş yaşlı bir çam artığına veriyor sırtını. Somununu cebinden çıkarıyor. Ağır ağır ısırıp ağır ağır çiğnemeğe başlıyor. 

Söylentiler dallanıp budaklanınca Andreas'ın tutumunu daha iyi anladığını sanmıştı. Andreas yalana sapmadığına, inandığını söyleyip inanmadığını söylemediğine göre resimler karşısında tapınmanın puta tapıcılık diye görülmesi gerektiğine inanıyordu. Puta tapıcılığa da kötü bir şey diye bakıyordu. Orası da belliydi. Ama niye resimler karşısında tapınmağa devam ediyordu? Andronikos, bir orasını çıkaramıyordu. Andreas, düşüncelerinden, öz düşüncelerinden mi yanaydı, İmparatorun düşüncelerinden mi? İmparatorun buyruklarına, kendi düşüncesinden daha çok mu saygı gösteriyordu? 

Bu sözlerin arkasında daha başka hesaplar, birtakım başka niyetler olabilirdi... 

Olsun olmasın, Andronikos için bunun önemi yoktu artık. Olamazdı zaten. Ancak Andreas'ın resimler karşısında tapınmağa devam etmesi, resmi inancın değişmesini bekleyerek yapılan, alışılagelmiş bir hareketten başka bir şey değildi herhalde. Öyle anlıyor şimdi. Yapılması gerektiğine göre, yapılan, düpedüz yapılan bir iş. İnsanın içini, gönlünü bağlamayan bir iş. Andronikos'un aklı buna ermiyor. Ermiyor ama Andreas'ın bunu yapmasını ancak öylece anlayabiliyor, açıklayabiliyor. 

Andronikos son lokmayı ağzına atıyor. Ağır ağır çiğniyor ki susamasın, lokması boğazına takılmasın. Bundan sonra, yapılacak başka hiçbir iş kalmıyor. Suyu bulması gerekecek, o kadar... 

Ama son söylentiler çıktığı gün Andreas ona "Gördün mü?" der gibi bakmış olsaydı, Andronikos kızabilirdi. Andreas bunu yapmamıştı. Yanına gelmiş, "Benim düşüncemi biliyorsun, sen ne yapacaksın?" diye konuşmuştu. Andronikos karşılık vermemişti. Bilmiyordu ne yapacağını. Ne yapacağını bilemeyişinden bile, birçok şeyi daha o anda anlaması gerekirdi. Daha o gün. 

Ama bilmemeği, bilememeği, kesin bir şey sanarak aldanmıştı; aldatmıştı kendini. 

îoakim yanaşmıştı ona, az sonra. Heyecanla anlatmıştı işittiklerini. Andronikos'un heyecanlanmamasına şaşmıştı. "Ne yapacaksın?" diye sormuştu. Andronikos, ona da, "Bilmiyorum," diye karşılık vermişti. Bilmiyordu. Bilmediğini bağıra bağıra anlatmak istiyordu. Öyle geliyordu içinden. Sonra yatışmıştı. Akşama doğru İoakim'e yaklaşarak "Düşünüyorum," demiş, sonra uzaklaşmıştı hemen ondan. îoakim onu büyük bir iç çekişmesine düşmüş, en büyük, en önemli inanç, bulunç konularım içinden tartışıyor sanmıştı herhalde. 

Oysa onun düşündüğü, düşünmeğe başladığı, o kadar başkaydı ki... O akşam, sabahtan şehre çıkıp dönen keşişler manastırda toplandığında, şehirde yayılan söylentileri anlatıyorlardı. Saray yakınlarındaki, merkez kiliselerinin yakınlarındaki mahallelerde halk biraz çekingen, biraz kararsız görünüyordu. Bir iki mahallede, yeni düşünceleri pek doğru, yerinde bulanlar vardı. Böyle bir kararın bir an önce çıkmasının herkes için daha iyi olacağını söyleyenler vardı. Ama kenar mahallelere uzanmış olan keşişlerin anlattığı, biraz değişikti. Sur diplerindeki mahallelerde, otlakların, mezarlıkların kıyısındaki sokaklarda, küçük kiliselerin çevresindeki evlerde halk homurdanıyordu. Söylentilerin gerçekleşmesini günahların en büyüğünü işlemekle bir tutanlar... 

Kalkmalı artık, yürümeli. Güneş tepeye yaklaşıyor. Andronikos tepeye doğru, doğuya doğru yürümeğe başlıyor. Yol düz değil ama deminkine göre çok daha kolay yürünen bir yol. 

Bir tutanlar olduğu gibi, bu işin ardında bir oyun olduğunu düşünenler, bir dolap sezenler, bunun muhakkak başka bir harekete bahane yerine geçeceğini söyleyenler vardı. Durup dururken, akşamdan sabaha böyle bir şey çıkarmak akıl kân değildi. Toplantılarda gerçekten kararlaştınlan, Tann bilir, neydi... 

İmparator Doğuluydu. Doğu ordulanyla yakın ilişkisi biliniyordu. Doğu ordulan onu tutmasa tahtı da elden giderdi. Oysa devleti ayakta tutması, doğudaki düşmanlara karşı koyabilmesi için Doğu ilinin ordulanna, Doğulu kilise ilerigelenlerine uymak zorundaydı. Yoksa... 

Andronikos yeni yeni farkına vanyor bu Doğu korkusunun. Bizans halkı bir Doğu umacısının korkusu içinde ne düşüneceğini şaşırmış, söylenip duruyordu. Bu düşünceler, bu korkular, onun da aklını çelmişti. Ama üzerinde durmamıştı bunlann. Yoksa... Yoksa... diye sonu getirilemeyen birtakım kuşkulan sezdirmekle yetinmek neye yarardı? 

Başkalan da vardı. İmparatorun bu girişimini, o güne dek en yüce varlık, asıl efendi sayılmış olan İsa'nın yerine kendini saltık hükümdar olarak göstermeğe yöneltilmiş bir hareket diye görenler... 

Bu korkunç kanşıklık içinde, sis ortasında kalmış gibi, bir yol aramak, gerçekliği kavramak... 

Ama Andronikos bütün bunlan bir yana bırakmış, yemeğini yedikten sonra çekilmişti hücresine. Yemek boyunca İoakim, gözlerini ondan ayırmamıştı. Yanına takılıp odasına girmesin diye çok dalgın, çok düşünen bir hal takınmıştı Andronikos. Odasına girdikten, kapısını ardından kapadıktan sonra, kendini döşeğine atmıştı. 

Orada, kıpırdamadan, bir dalıp bir uyanarak sabahı bulmuştu. 

"Yeni" ile "inanç" sözlerim biribiriyle çatıştırmıştı sabaha dek. Bir ilişki kuramıyordu bu iki söz arasında. Kimse kovalamıyordu ardından. Kimse, "yeni" sözü ile "inanç" sözü arasında ilişki görmesini, kurmasını istememişti. Kimse sıkıştırmıyordu onu. Ama Andronikos, sabaha dek bu sıkıntıları çözmeliymiş, ne yapacağını kararlaştırmalıymış gibi uğraşmıştı kafasındaki bu düşüncelerle. 

Ağaçlar şimdi gerçekten aralanıyor. Tepeye yaklaştığını biliyor Andronikos. Yol hâlâ çıkıyor yukarıya doğru, biraz da dikleşmeye başlıyor. Yel, arada bir, esiyor şimdi, ama fınn ağzından eser gibi. 

Birden, çok yemiş gibi oluyor Andronikos. Kap kap yemek yemiş gibi. Böyle sürüp gidemez, biliyor. Biraz uyumaz, biraz su içmezse, şişecek, ağırlaşacak, hiçbir işe yaramayacak. Oysa günün bir yansı geçti geçiyor. İndikten sonra biraz gölge düşmesini bekleyecek bu yanlara. O zaman çıkacak bir daha. 

Ama hele çıksın... 

Sabaha karşı yerinden sıçrar gibi uyanmıştı. Hücre aydınlanıyordu yavaş yavaş. Bakmıştı uzun uzun çevresine, duvarlara, pencereye. Neden sonra anlamıştı uykuya daldığını; kafasına üşüşmüş, kafasını doldurmuş düşüncelerin, bir süre için olsun, uykuya yenildiğini. Sevinmişti buna bir bakıma. Böyle, hiçbir karara, değil karara sonuca bile varmaksızın, varmağı ummaksızm, düşünmek boş iş değil de neydi? 

İşe yanlış yerden girişmiş, düşünmeğe tersinden başlamıştı. Kendi kendine soracağı ilk soru şuydu: Bu söylentiler gerçekleşirse, bugüne dek inandığım, inancım sonucu yaptığım şeyleri, hareketleri değiştirmek zorunda kalacağıma göre bu değişikliği kabul edersem ne olacak, etmezsem ne olacak? Soru buydu gerçekte. Bu olmalıydı. Kaçmamalı, bu sorunun karşılığım aramalıydı... 

Ağaçlar gitgide aralanıyor. Deniz gitgide genişliyor altında. Yelin sıcaklığına, şimdi daha geniş aralıklardan tepesine vuran güneşin kızgınlığı katılıyor. Ağustosböceklerinin cırıltısı, arada bir kesildiği zaman algılanabilen yaygın, sancı bir titreşme şimdi. Görünmeyen bu binlerce böceğin kendisini görüp göremediğini, cırıltısını kestiği zaman bu susuşun, kendisinden korktuğu anlamına gelip gelmediğini merak ediyor. 

Andronikos irkilerek duruyor ansızın. Sonra gülüyor kendi kendine, gevşiyor. Karşıdan, şehre doğru yelkenleri şişkin bir gemi, ufak bir gemi, gidiyor. Nikomedeia körfezinden geliyor herhalde. Bir şeyler taşıyordur şehre. Belki şarap, belki zeytin, belki zeytinyağı. Gemiden onu göremezler orada. Görseler ne çıkar sanki... Ama her şeyden önce, Andronikos, bu kovalanma korkusunu atmalı içinden. Bir gün daha kalsaydı şehirde, kovalanırdı. Kovalanabilirdi. Kaçmak zorunda kalabilirdi. Oysa şimdi burada olduğuna, buraya gelebildiğine göre, kaçması için onu zorlamağa kimsecikler vakit bulamadan, kaçmış demek. Sıkıntısı olmamalı. 

Gök tertemiz, bulutsuz. Masmavi; buğulu bile değil. Yelkenin aklığı, denizin ışıltı içindeki gümüşlü mavisi üzerinde teknenin karalı kırmızılı yollarından apayrı bir varlık gibi, hareketli, canlı, kendi keyfine uyan bir varlık gibi... Gemi süzülüyor şehre doğru. Karşı kıyı biraz buğulu. Ama yeşillik kümeleri açıkça seçiliyor. Andronikos geminin ardından bakıyor gene. 

Gözü kaya kaya şehre dek uzanıyor. O zaman bir daha irkiliyor. Ama bu kez kovalanma korkusu, kovalanma duygusu içinde değil. 

Kubbelerin arasında, buğuyu bastıran kara kara birtakım dumanlar var. Dikiyor gözünü bu dumanlara. Yangınlar bu mevsimde, hele bu saatte, kolay çıkar. Bu kadar uzaktan göründüğüne göre yaygın olsa gerek bugünkü yangınlar. Ama bu kadar da çok... Yoksa... 

Duruyor Andronikos, düşünmekten bile çekiniyor. O zaman, içinden atmağa çalıştığı korku yersiz değil. Kendi şu anda bu korkunun dışında ama şehirde olup bitenler... 

Belki resimleri, belki yeni inanca bağlanmağı kabul etmeyenkeşişlerin manastırlarını, kiliselerini, belki de ilk günlerde homurdanmış olan mahallelerdeki evleri yakıyorlar. Hep bir inanç uğruna. 

Oysa onu ilgilendirmemeli artık bunlar. İnanç uğruna yakılanlarla inanç uğruna yakanlar onu ilgilendirmemeli artık. Değil mi ki... 

Başını çevirip hızla yürümeğe başlıyor. Yorgunluğunu, sıcağı, suyu, uykuyu düşünmeden. Biraz da öfkeye benzeyen bir duygu içinde. 

Oysa yüreğinden söküp atması gerekli olan şeylerden, duygulardan biri de bu. Hızlı yürümeli artık. Tepeye geliyor gibi bir şey. Daha çok sürükleyemez kendini. Bir an önce oraya varmalı. 

Varıyor da. Ağaçlar geride kaldı. Küçük bir açıklık var karşısında. Orada burada tek tek ağaçlar. Uğuldayarak, çıtırdayarak yele uyan. Yerler çam iğneleriyle tamamıyla örtülü değil. Geniş geniş taşlar, kayalar, açık toprak parçalan var. Güneş bildiği gibi yakıyor burayı. Onu durduracak, engelleyecek hiçbir şey yok. 

Su da buralarda bir yerde olmalı, diye düşünüyor Andronikos. Suyu buralarda aramalı. En yüksek yere, adanın tepesine varmış durumda. Orada durup geriye bakıyor. 

Altında, gittikçe derinleşen, koyulaşan, uğultu, kımıltı içinde bir çam denizi var. Böceklerin tümü sanki orada cırıldıyor, kuşların tümü orada ötüyor. Tam karşısında, adanın ikinci tepesi var. Çok daha alçakta duruyor. Onun üstü silme çam kaplı. Kopkoyu. Deniz iki yanda, erir gibi, titrek bir pırıltı içinde, dümdüz, geniş... Şehre doğru uzaklaşan gemiciğin ardında martılar hâlâ uçuşuyor. Arada bir, yellerle birlikte, acıklı, yırtık, memeden kesilen çocuğunkini andıran sesleri, bağırtılan ulaşıyor kulağa. 

Şimdi martılar da uzakta. Öğle sıcağında martıdan başka hangi kuş uçar buralarda? 

Andronikos şimdi tepenin ardına bakıyor. Burada ağaçlar çok daha aşağıda başlıyor. Ağaçlara dek basamak basamak inen kayalar var. Doğuya doğru. Güney yamacında kayalar daha bile iri, daha bile sık. Ama ağaçlık daha yukanda başlıyor. Andronikos doğuya doğru inecek. Suyun orada bulunması, aklında yanlış kalmamışsa o sözler, daha olası... 

Hangi sorunun karşılığını vermesi gerektiğini kestirdikten sonra, kararlaştırdıktan sonra, Andronikos rahat etmiş gibiydi. O gün, sabahtan akşama dek düşünmemeğe çalışmıştı. Her günkü yaşayışını yaşamış, her günkü adımlarını atmıştı. îoakim ona ürkek ürkek bakıyor, göz göze gelmeğe çalışıyor, ama, besbelli, yanına yanaşıp bir şey sormaktan çekiniyordu. Andreas ise, her günkü gibi, her hareketini niye yaptığını iyi bilen insanlar gibi davranarak gidip geliyordu. 

O akşam, söylentiler daha da dallanıp budaklanmıştı. Kararın çıktığı, pek yakında bildirileceği, ona göre hareket edileceği, tedbirle alınacağı söyleniyordu.

Yatsıdan sonra Andronikos, sorusunun orasını burasını kemirmeğe başlamıştı. Ama sabah kalktığı zaman, şu nokta iyice aydınlanmıştı gözünde: Yeni inancı, değişikliği kabul ederse, ömründe bir kez daha, söylenen, istenen, uyulması buyurulan, kendisini herkesle birleştiren, herkese bağlayan şeyi yapmış olacaktı. Olacaktı ama bugüne dek inanarak yaptığı şeye tamamıyla aykırı bir davranışa da zorlayacaktı kendini. Zorlayacaktı. Bugüne dek edindiği alışkanlıkların dışına çıkmak için zorlayacaktı, bu alışkanlıkların karşılığı olduğu inançlardan kurtulmak için zorlayacaktı kendini. Zorlayacaktı. Demek, eskiye bağlıydı. Demek, eski inancın dışına çıkmak onun için kolay olmayacaktı. 

O gün de, akşama dek, her adımını eskisi gibi atmış, her işini eskisi gibi yapmıştı. Ama, bir gün öncesine göre bir değişiklik vardı o günkü davranışında. Attığı her adımı, yaptığı her hareketi, kutsal resimler karşısında her haç çıkarışım, değişikliğin ışığında görmeğe çalışıyordu. Kutsal resimlere bakarken, bunların kutsal sayılmadığını düşünmeğe çalışıyordu. Haç çıkanrken, resmin ötesinde bir varlığı, resimdeki biçimlerden ayn, onlardan kurtulmuş olarak düşünmeğe çalışıyordu. 

Bunu kiliseler çapında, daha sonra irili ufaklı yüzlerce kiliseyi bir araya getiren şehir çapında, ondan sonra da Başkentin çevresinde toplanan topraklar çapında, bütün Bizans devletinin, İmparatorun bütün topraklarının çapında düşünmeğe çalışmıştı. 

Bir yığın resim gelmişti gözünün önüne. Dağ gibi büyüyen, güneşin gökte çizdiği yayı yeryüzünde belirten saatlerin geçişiyle bir yaldız yalımı, bir yaldız dalgası, bir altın yaldız denizi gibi büyüyen, bir dağ gibi kocamanlaşan, üst üste yığılmış resimler gelmişti: Bir, birkaç, onlarca, yüzlerce kilise gözünün önüne gelmişti. Duvarları çırılçıplak, resimlerin yıllardan beri durduğu yerleri kirli bir aklık içinde, kiliseler gelmişti gözünün önüne. KutsalBilgelik adına kurulmuş, tavanları, kubbeleri, kemerleri, duvarları resim içinde, resimle kaplı, harca saplanmış ufak ufak taşlardan yapılı resimlerle kaplı koca kiliseyi, devletin en büyük, dünyanın en büyük kilisesini düşünmüştü. O resimler duvarlardan indirilemezdi. Onlar, olsa olsa, gene boyayla, badanayla, harçla kapatılır, örtülürdü. 

Ama o dağ gibi, o deniz gibi yığının hakkından ancak bir tek şey gelebilirdi. 

Ateş. 

Ateş düşüncesi o akşam, geldi, Andronikos'un içine yerleşti. Güneş battığı sırada. 

Bütün gün o değişikliği gözünün önüne getirmeğe çalışmıştı. Güç işti bu. Bu kadarını düşünmek yorucuydu. Buyruğu verecek olanlar böyle mi düşünmüşlerdi? Böyle düşünmüşler miydi? Andronikos, böyle düşünmemişlerdir diye karar vermişti o gece. 

Onlar, öyle düşünmeden, istediklerinin olması için ateş gerekliyse ateş deyiveren insanlardı herhalde. Ateşin nasıl yakılacağını, resimlerin nasıl kül edileceğini, herhalde, yardımcılarına,yardımcılarının yardımcılarına bırakırlardı. O yardımcılar, yardımcı yamakları düşünürdü herhalde bu gibi işleri. Buyruğu verenler değil. Ama ateşi düşünebilmesi, Andronikos'u ürkütmüştü. Sabah, içinde korku duyarak uyanmıştı. Ateşi düşünebilmiş olduğu için kendinden korkarak. 

Silkiniyor. 

Ne kadar zamandan beri bu kayanın üzerinde oturup durduğunu düşünüyor Andronikos. Dalmamalı böyle. Başı dönmeğe başlıyor. Doğuya bakan kayalıklar arasında suyu muhakkak bulmalı. Bulmazsa... Bulmazsa... Bulacak. Bulmalı. O kadar. 

iniyor biraz daha. Şimdi gözleri, bütün dikkatleriyle, yere çakılı. Biraz daha indikten sonra, kayalığın kesildiği, ağaçlığın daha başlamadığı yere geliyor. Dönüp bakıyor ardına. Başı ağrıyor. Boynu ağnyor. Ter içinde. Gözleri kamaşıyor. Denize çok baktı. Bir şey seçemiyor. Karşısındaki kayaların, fundaların bütün çizgileri, ayrıtları, titreşen sıcak havanın içinde büsbütün titrek görünüyor. 

O noktadan sonra atılacak adım şuydu: Madem bütün bu değişiklikler, bu zorlamalar kendisine güç gelecekti, yeniliği, değişikliği kabul etmemeliydi. O zaman ne olacaktı? 

Bir gece daha geçtikten sonra Andronikos bütün sorulan cevaplandırmıştı. Aydınlık içinde çıkmıştı sabaha. 

Ama başının ağnsı, gözlerinin yanması -şimdiki gibi- onu serseme çevirmişti. Üç gün üç gece, bir değirmen taşının yanıbaşında bir direğe bağlansa, üç gün üç gece, taşlann, millerin gıcırtısından başka bir şey yememeğe, içmemeğe, işitmemeğe hüküm giyse, başı herhalde daha çok ağnmaz, beyni herhalde daha çok zonklamazdı. 

Ama yol açıktı artık. 

Gidiş yolu. Kaçış yolu. 

İnancını değiştirmeyecekti. Yeni inancı kabul etmeyecekti. Karar, söylentilerin gerçekleşmesi halinde iki gün sonra yürürlüğe girerse, Andronikos'un başına neler geleceği besbelliydi. En azından, zindana atılacaktı. Aklı başına gelinceye değin. 

Aklını başına getirinceye değin. 

Zindana atılışının üzerinden iki gün geçmeden aforoz edilebilirdi. Dahası, ölümüne karar verilebilirdi. 

imparatorlara, imparator buyruklarına karşı gelenlerin, din konusundaki kararlara, inanç üzerine çıkarılan yarlığlara uymayanların, karşı koyanların, ölmeden önce bu davranışlarından ötürü sonsuz pişmanlık duymaları için hiçbir şeyin esirgenmediğini Andronikos çok iyi biliyordu. Yapılan işkencelerin çeşitlerini, sokakta oynayan çocuklar bile bilirdi. Çocukken, sokakların kuytu uçlarında, arsalarda, mezarlık kıyılarında işkence oyunlarını az mı oynamışlardı? 

Bizans çocukları, savaş oyunu, eşkiya oyunu oynadıkları kadar, işkence oyunu da oynarlardı. Oysa Andronikos, aforoza, işkenceye varmadan, yalnız zindanı düşünmekle yetinmişti. 

Zindana atılacağı muhakkaktı. Hem de iki gün sonra. Kesin, düpedüz bir bilgiydi bu. 

İmdi, demişti o gece, kendi kendine tartışır, konuşurken, zindandan bu kadar korkuyorsam, zindana atılmağı bu kadar korkunç bir şey sayıyorsam, inancımın gücünü duyduğumu, inancımı değiştirmemeğe karar verecek ölçüde inandığımı nasıl söyleyebilir, nasıl düşünebilirim? Oysa yıllarca, keşiş olarak, din adamı olarak, bu inancı yaşadım, bu inanca bağlılığımı her türlü kuşkunun üzerinde, ötesinde saydım. İnsanlara, yeterince inanmadıkları için ilendim, saldırdım. İnancın, her türlü zenginliğin, her türlü acının üstünde olduğuna, her türlü dünya malı ile dünya acısının üstünde olduğuna, zengini de, yoksulu da, inandırmağa, kandırmağa çalıştım. Yoksa, alıştığım için mi yapıyordum bunu? Alıştığım, öyle düşünüp öyle söylemeğe alıştığım, gerisini düşünmeği aklıma bile getirmediğim, su içer, yemek yer, yürür, yatıp uyur gibi bu işleri yaptığım, ne yaptığımı tamamıyla unuttuğum, aklıma bile getirmediğim için mi? 

Oysa, bu inancın temsilcisi, insan kılığındaki temsilcisi, din adamı olarak, kimini yerdim insanların, kimini övdüm. Gün oldu, insanların inançlarını ölçüye, tartıya vurup kiminin doğru, kiminin eğri yolda olduğunu söyledim. Kendimi düşünmedim hiç. Kendimi, doğru yoldan ayrılamaz görüyordum demek. Demek, yıllarca sevgi sözü ettim, sevgiyi saygıdan, saygıyı el öpmekten, el öpmeği elimi öptürmekten, resim, haç öptürmekten ayırmadım. Evlerde, insanlar arasında birtakım sevgileri beğendim, birtakım başka sevgileri kınadım; benden istenen kutsamayı esirgediğim oldu. Bütün bunları yaparken de, bunu yapmağa hakkım var mı yok mu, diye düşünmedim. Bütün bunları yaparken, bana öğretilen, içinde büyüdüğüm, içinde varlık olarak gerçekleştiğim, temsilciliği günün birinde elime teslim edilen bir inancı düşünüyor, o inanç adına yapıyordum yaptığımı. 

Şimdi, bu inancın değil ama inancın uygulanı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder