29 Eylül 2015 Salı

Quousque Eadem?, E.M.Cioran

QUOUSQUE EADEM?

Altında doğduğum yıldıza hepten lanet olsun; Onu hiçbir gökyüzü korumasın, şerefsiz bir toz yığını gibi mekanın içinde ufalansın! Beni yaratıkların arasına iten hain an da, zamanın listesinden ilelebet silinsin! Arzularım, ebediyetin gündelik olarak alçaldığı bu yaşam ve ölüm karışımıyla uyuşamaz artık.

Gelecekten bezmişim, onu günlerini kat etmiş ve ona karşı kabuğumdan taşmışım, yanılsamalarımı hükümsüzleştirmem onları daha iyi tahrik etmek içindir. Öngörülemez –ve halbuki her şeyin kendini tekrar ettiği- bir evrendeki o azgınlaşmanın sonu hiç gelmeyecek mi yani? Daha ne kadar zaman kendimize, “ilahlaştırdığım bu yaşamdan tiksiniyorum” diyeceğiz. Sayıklamalarımızın boşluğu hepimizi yavan bir mukadderata boyun eğen tanrılara çeviriyor. Bizzat kaos bile ancak bir kargaşa sistemi olabilirken, şu dünyanın simetrisine niçin hala başkaldırıyoruz? Alın yazımız kıtalar ve yıldızlarla çürümek olduğundan mütevekkil hastalar gibi ve çağların sonuna kadar, öngörülmüş, ürkütücü ve beyhude bir meraklılığı peşimiz sıra sürükleyeceğiz.

Sonbahar gezileri başlasın

Yaz geçse de içimizdeki İstanbul'dan kaçış hayali hiç bitmiyor. O halde günübirlik hafta sonu gezilerini gündeme alabiliriz. Zaten sonbahar, şehre kısa mesafedeki doğal alanları keşfe çıkmanın tam da mevsimi değil mi?

Sosyal medyadan birçok konuda olduğu gibi gezme planlarında da yardım alıyoruz. Böylece heyecanla gittiğimiz bir mekândan hayal kırıklığıyla ayrılma ihtimalini en aza indirmiş oluyoruz. Gezi tecrübelerini bol fotoğraflı ve hoş ifadelerle paylaşan adreslerden biri Facebook'taki ‘Metin ile Yoldan Çıkın' sayfası. Profesyonel turizmci olan Metin Çelik, ailesiyle birlikte tam bir doğa tutkunu. “Navigasyonlar ara yolları da gösteriyor artık. Yoldan çıkın, çekinmeyin. Kalan son doğal hayatı ve insanları keşfedin.” diyen Çelik'in eşi Özlem Hanım da tecrübelerini ve Anadolu'nun dört bir yanındaki zenginlikleri ‘Özlemle Türkiye' sayfasında takipçileriyle paylaşıyor. Bunun gibi birçok sayfayı takip ederek siz de alternatif tatil planları geliştirebilirsiniz. Emin olun, turizm acentelerinin tanıtım metinlerinden çok daha gerçekçi ve faydalı bilgiler edineceksiniz.

Sonbahar buraya renk cümbüşüyle gelir

Bolu Mengen, sonbahar tatilcileri için ideal bir bölge. Özellikle fotoğraf çekmeyi sevenler burada karşılarına serilen manzaraya hayran kalacak. Çünkü sonbaharda kayın, meşe, ıhlamur ve daha birçok ağaç çeşidi sonbaharla birlikte tam bir renk cümbüşüne dönüşüyor. Genelde bu tür manzaralara uzaktan bakılır ama Mengen Ormanları ziyaretçilerini bu manzaranın içine dalıp yürüyüş yapmaya çağırıyor. Burada geçireceğiniz bir güne Şirinyazı Tabiat Parkı'nı da sığdırabilirsiniz. Henüz çok fazla keşfedilmediğinden ‘kafa dinleme' hayalini gerçekleştirmek için fazlasıyla ideal. Bu keyfi bir gün daha uzatıp konaklamak isterseniz bir mekân önerebiliriz. Yedigöller Milli Parkı'na yakın Nesilce Tatil Köyü, Mengen'deki onlarca güzel mekândan biri. Burada bungalovlarda kalarak ahşaptan gelen huzuru bir günlüğüne de olsa tecrübe etmelisiniz. Sabah yapacağınız köy kahvaltısından sonra çocuğunuza ağaçlar arasında hamak keyfini tattırabilirsiniz. Tesiste at biniciliği imkânı da var. Mengen ve çevresine ulaşmak için İstanbul'dan itibaren üç saatlik bir yolculuğu göze almanız gerekecek.

Köy kahvaltısından sonra Sapanca'ya devam

İstanbul'da yaşayıp hafta sonu kaçamağını sevenlerin bildiği yerlerden biri Maşukiye ve Sapanca bölgesi. Maşukiye'de konaklama adına fazla imkân olmasa da son yılların kır kahvaltısı modasını çoktan yakalamış. Ziyaretçilerine organik köy ürünleri vaat eden mekânların güzelliğine diyecek yok. Otantik kaplarla sunulan yemeklerin organikliği konusunda bazı misafirler pek emin olmasa da bizzat tecrübe etmeye değer. Maşukiye'den sonra uğrayacağınız mekânlara ise Sapanca'da Zelişçiftliği'ni ekleyebilirsiniz. Sapanca Gölü'ne kuş bakışı bakan bu dağ evi sadece yaz aylarında değil, bahar ve kışta da tercih ediliyor. Müdavimlerin buradaki yiyecek önerisi ise ciğer.

Marmara'nın son dereleri kurumadan...

İstanbul'a yaklaşık bir saatlik mesafedeki Ballıkayalar, Marmara Bölgesi'nin doğallığı henüz bozulmamış mekânlarından. Gebze'nin Tavşanlı köyünde yer alan Ballıkayalar, büyük bir kanyonun içinden geçen deresi ve sarp kayalarıyla biliniyor. Bu yönüyle en çok doğa yürüyüşü ve kaya tırmanışını sevenlerin ilgisini çekiyor. Kayaların arasında maceraya yanaşmayanlar veya çocuklarıyla gelenler de bu yolu kat ettiğine kesinlikle pişman olmayacak. Burada dere kenarında mangal yaparak çocuklara İstanbul'da tecrübe edemeyecekleri bir keyif yaşatabilirsiniz. Mangalı yorucu bulanlar için de milli park içindeki tesisler misafirlerini bekliyor. Vadi yaz aylarında kampçıların ve üniversiteli dağcılık kulüplerinin akınına uğruyor. Günübirlik geziler için sonbahar sakinliğini değerlendirmekte fayda var.

Restorana gerek yok mangalım yeter diyenlere

Şehirden kaçıp bir günlüğüne de olsa yeşile doymak isteyenleri bekleyen bir adres de İğneada. İstanbul'a yakın gezi alanları genelde Anadolu yakasında, Kocaeli tarafında sıralanır. İğneada için bu kez yönümüzü Trakya'ya çeviriyoruz. Deniz sezonunda şenlenen sahilleri, sonbaharda mangalcıları ve kampçıları ağırlıyor. Yeşilin içinde kaybolmak isteyenler ise sahilden uzaklaşıp Longoz ormanlarına doğru yol almalı. Orman kamp kurmaktan ziyade mangal ve piknik için uygun. Buradaki yeme içme, dinlenme vaktinden sonra tercihiniz kesinlikle kısa bir orman yürüyüşü olmalı. Zaten yeşil alanlarda yaptığımız en büyük hata yiyip içip, mekânı terk etmek değil mi? Bu kez bunu yapmayıp ormanda kaybolmayı ve kainatın güzelliklerini şifa gibi içinize çekmeyi deneyin. Dönüş yoluna girmeden de Dupnisa Mağarası'na uğrayabilirsiniz. Mağaranın girişinde de piknik alanı var ancak genelde kalabalık olduğundan Longoz ormanları daha doğru bir tercih gibi görünüyor. Böylece etrafındaki irili ufaklı gölleriyle ormandaki sonbahar manzarasını yakalayabilirsiniz.

26 Eylül 2015 Cumartesi

Sunak, T.Uyar

SUNAK ilkin bir kadını kestiler soyup giysilerinisonra kitapları yaktılar, suları kestilersu bir ulusun özlemidir bu yüzden dağlara bakarlarbir silâh olarak alınır satılırve ıslatır esirgemeden bir rençberin boğazını oysa ay bir ateş gibi yağıyorusul usul terliyor bir batık gemikan sızıyor bir halkın dinmeyen uğultusundanve eskiden bir şehire girdiğimi hatırlıyorumbir şehire yerleştiğimi hatırlıyorumrüzgârın eskittiği bir şemsiyeylesuyun paslandırdığı bir silâhlaherkes gibi bir avuç bedenimleyarım dirimler yarım ölümler taşıyarakbir denizin altındanoldukça ağır bir denizin altındanağzı tıkalı bir sürahi gibisuyun yüzüne çıktığımı şimdi artık neyi hatırlasam bir anı oluyorörneğin bir adamın içkiye düşkünlüğünübir kadının sunuluşunu soyularakkanım mı hatırlatıyor ben mi üflüyorumgidip toparlıyorum bir yerlerden başkaldıran gölgemi diyorum ki ey batık gemiartık kar yağıyor güvercinleresokak alışılmış düzenini sürdürüyorharcayan kıllı elleriylesunak kan içinde, kan içinde sunakalıp boyuyor gövdemizi sokaktayım ve herkes alışkınhatta bekliyor onu durmadanbir soylunun serinleme alışkanlığıylabir ağustos akşamındadurmadan kurban, durmadan sunutükenmeyen açlığına düzenindöğüşmeyi ve kanı hazırlıyoraşkın son kertesinionu, durmadan şimdi ey eski gümüş, batık gemi, diyorum kiher yerde seni hatırlıyorum durmadansaat kaç olursa olsun, takvim ne derse desinaçlıkta, bir bıçağın kabzasında ve dağdadurmak istediğimi hatırlıyorum durmadanitilirken ve dövülürken ve kovalanırkengüneş batarken ve doğarkenbir parmaklığa dayayıp ellerimidurmak istediğimi hatırlıyorum durmadanitilirken ve dövülürken ve kovalanırkengüneş batarken ve doğarkenbir parmaklığa dayayıp ellerimidurmak istediğimi sunak inceltir coğrafyasınıakşam bir dinginliğe benzer kendiliğinden II dünyayı en çok sevdiğim zamanher şeyi en çok unuttuğum zaman sanılırçünkü kuşların güzle güneye gittiğine inanılıroysa taş kırmanın ve otel inşa etmenin mevsimi yokturcepte tabanca da cigara paketi arar gibi aranıradamoğlu hırçın bir kış gibidirdoğrusu hırçın bir kış niteliğindedir birden akidesi parlayınca fosforundünyanın elbette sonu vardıryani sunak temizlenir kandansunmanın önü alınıren denize yatkın küreklerleustaca biçilmiş kerestelerve usturlâpın en alâsı iskenderiyedenve haritanın en makbulu kanla yoklanansonu vardır imdibu böyle nasıl bir bahardırbütün sürgünlerin lâhana olarak hesaplandığıbütün harfler anlamını yitirmişbütün sokaklar geliş geçişe dardırve acılar bütün etkisini yitirmişgemiler bütün limanların uğraşı III dünya bir sunaktırsonunda kalemlerin bile sunulduğuişte benim kanım ortadaakmıyor artık IV sakinim bütün gece boyuncabaşımı değişmeyen düşüme koyuncalâleler kızıllaşır menekşeler morlaşırsütçü gelmez kapıya vurmazgazeteci de öylebilirimdünyanın sonu vardır.

24 Eylül 2015 Perşembe

Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı, B.Karasu

Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı, B.KarasuADA

Başını çevirdiğinde karşısındaki karanlık artmağa başlıyor. Andronikos neden sonra anlıyor karanlığın niye arttığını. Adaya çok yaklaşmıştır artık. Kayalık tepenin karanlık kütlesi arkasında gökyüzü belli belirsiz aydınlanıyor. Yorgun kolları artık düşüncesiz, istemsiz, katılaşmışlığın duyusuz kolaylığı içinde kürekleri kaldırıp indirmeğe devam ediyor. Kulakları işitmiyor artık. Kürekler suya girip çıkıyor, sular sabahın dinginliği içinde sandalın iki yanında yırtılıyor, yamanıyor.

Başını çevirdiğinde ada hızla büyüyor şimdi karşısında. Işıma arttıkça da küçülüyor gibi. Işık artık denizin yüzünü yalamağa başlayacak neredeyse. İnce bir yel ürpertiyor şimdi Andronikos'u; adadan getirdiği bir çam uğultusu ile, bir çam kokusu ile ürpertiyor onu. Ne zamandır böyle bir koku gelmemişti burnuna. Günlük kokusundan, bu gecenin balık, yosun, tuz kokusundan ayrı, yeni. Andronikos'un böyle yeniliklerle oyalanacak vakti yok oysa... Canı oyalanmak istiyor. Ama vakti yok. Olmamalı. Niye olmamalıymış sanki? Andronikos'un ağzı biraz çarpılıyor. Manastırda, başkentte, Bizans'ta, insanlar arasında, bu çarpılma bir çeşit gülümseme sayılırdı; bir zamanlar... İnsanlar arasında yaşadığı zamanlar; düne değin... Düne değin; insanlar arasında yaşadığına inandığı, yaşadığına kendini inandırdığı, inandırmağa çalışarak aldattığını anladığı güne, düne değin. Dün değil, önceki gün. Sabah oluyor şimdi, dün de bir günlük geride.

Vakit bol bundan sonra. Vakit çok. Ölmek için de, bir şeyler yapmak için de, vakit bol, çok, çok bol. Bolluğun değeri, anlamı olmayacak ölçüde bol. Ne yapmalı bu vakti? Bir şeyler yapmalı, bir şeyler kurmalı. Ama kurmak... Kurmak için, kurmak gücünü bulmak için...

Andronikos gülüyor. Hâlâ kaptırabiliyor kendini bu gibi saçmalara, saçma düşünce zincirlerine... Kendini aldatmaktan başka işe yaramayan bu kısır...

Kısır bile değil. Kısırlığı baştan kabul etmiş. Bu çeşit döngülere kısır bile dememeli. Kısırlığı baştan kabul ettiğini unutmamalı. Sevgi sözünü bol bol kullanabilmek, başı dönesiye, esriyesiye, karşısındakileri inandırasıya, karşısmdakileri kusturasıya sevgi sözü ile oynayabilmek için sevginin bütün evreni ayakta tuttuğuna başta kendini inandırabilmek için, kısırlığı baştan kabul ettiğini unutmamalı...

Avuçları daha çok kanamasın diye kürekleri, yola çıktığından bu yana kaçıncı kez -ne olacak, kaçıncı kez diye saymak, kaçıncı kez diye düşünmek neye yarar, ne çıkar böyle sayımlardan, bu da artık önemsiz; hiç değilse sayı saymasını unutmalı bir zaman- bırakıyor elinden. Ellerini suya batırıyor. Avuçları, sanki başkasının avuçları, kendinin değil; sızlıyor. Cızırdıyor gibi, kızgın yağ dolu bir tavaya su sıçramışçasma cızırdar gibi...

Bu da bitecek zaten. Artık kürek kullanmak da yok. Taş taşımak var belki birkaç günlüğüne yahut saatliğine. Onu da bilmiyor.

Oysa bir şeyler kurmak için inanmalı insan. Her şeyden önce, inanmalı...

Döngünün kısırlığına, kısır bile sayılamayacak boşluğuna saplanıyor gene. Saplansın. Ne çıkar. Saplanıp saplanmamanın değeri kalmadı artık. Son iki günün bunluğuna yeniden girse, bu batakta batsa bile, bu düşünceyi durduramaz ki... Kısır da olsa.

Otuz üç yıllık bir ömrün sonunda, dünyayı değiştirdiğinin farkına bile varmadan Filistin'in bir dağında çarmıha gerili ölen o köylü ile aynı yaşta Andronikos...

Ama onu aklıa hiç getirmemeli şimdi. Birçok şey onun yüzünden olmuş gibi, oluyor gibi. Oysa kendini aldatmak boş bundan böyle. Olanlar onun yüzünden değil, onun yoluna bağlanmış görünen, bağlandığına inanan insanların kendi aralarında çekişmeleri yüzünden oluyor.

Sanki başkalarını suçlu bulmak... Neye yarar başkalarını suçlu bulmak? Hele bugün...

Kendi kısırlığına dönüyor.

Güneş yalıyor şimdi suları. Güneşle birlikte ince bir yel. Suların dibi görünmeğe başlıyor. Derin, cam gibi, taze yemiş gibi, buz gibi bir yeşil. Andronikos yorgun. Bakmıyor bile arkasına artık. Adanın yaklaştığını, büyüdüğünü, yükselen ışıkta basıklaştığını görmeyecek. Biliyor öyle olduğunu. Bakmak istemiyor. Havanın biraz ısınmasıyla birlikte ürpermeğe, üşümeğe başlıyor. Gecenin soğuğu kırıldıkça üşüyor. İyi öyle olması. Bu gibi şeyler, küçük küçük gerçeklikler, insanı oyalar. Andronikos daha uyuyamaz, uyumamalı.

Sular kararıyor ansızın. Yeşil, karalarla, sarılarla kararıyor. Kürekler siya. Andronikos denizci değil. Andronikos kürek çekmesini bu gece öğrendi dense yeri. Ama sular kararınca siya yapmak, yapılacak tek şey. Öteden beri bilinen, tekliğinde başka şey düşündürmeyen iş... 

Çiçek çiçek, ağaç ağaç yosunlar, sarılarla karalar, su yüzüne yaklaşıyor. Kayalar da. Artık arkasına bakmalı, sandalı nereye yanaştıracağını kestirmeli. 

Sandalı çevirmeğe başlıyor. Ağır ağır. Kayalara oturmadan yapmalı bunu. Adanın doğu kıyısı nasıl, bilmiyor, ama bu kıyısı, batı kıyısı, çok kayalık. Önemi olan tek şey, buraya varması. Kayalık olsun olmasın. Sular hafif hafif kabarmağa başlıyor. Kayalardan birine sürüklenmeden, oturmadan, yanaştırmak sandalını. Ayağa kalkıyor. Sandal yalpa vuruyor. Çakıllı koya doğru, kayalar arasından, suyun yüzündeki kayalarla içindeki kayalar arasından,bir yol gider gibi. Oradan gitmeğe çalışacak. 

Sular gene aydınlandı şimdi. İri iri çakıllar hızla yükseliyor suyun yüzüne doğru. Hafif bir hışırtı geliyor sandalın altından. Sonra çok daha kuvvetli bir hışırtı. Gıcırtı gibi... Andronikos ne yapacağını, ne yapması gerektiğini bilmiyor artık. 

Kürek mi çekmeli, suya mı girmeli. Suya girmek daha kolay olacak. Sandal sapasağlam kalmalı. 

Eteklerini kaldırıp suya sokuyor bir ayağını. Su soğuk. Gülüyor, bırakıyor eteklerini suya. Sandalı çok yatırmadan öteki ayağını da aşırıyor bordadan. Sonra atlıyor suya. Sandığından, göründüğünden derin burası. Çakıllar kaygan. Kayaların, çakılların düzüne basa basa ilerlemeğe çalışarak sandalı ardından çekiyor. Sular şimdi daha sıcak. Bacakları alıştı suya. Etekleri önce karnına sonra da dizine yapışmıştı. Şimdi bacaklarının altına yapışıyor. 

Sudan çıkıyor artık. Sandalın altındaki hışırtıların tınısı değişiyor. Andronikos'un ayakları, can acıtan kuru çakıllar üzerinde şimdi. Çakıllar iri; iri, yuvarlak ayrıtlı ama yürümek kolay değil üzerlerinde... Andronikos sandalı çekiyor. Daha, biraz daha, daha daha. Dalga gelebilir, biraz daha. Kayaya çarpabilir, biraz daha... En iyisi çakıllığın en üst kenarına çıkarmak olacak. Çekiyor, itiyor. Sandala bir şey olmamıştır herhalde. Azığını alıyor içinden; ayakkabılarını, ipini, bıçağını, iki gün önce çarşıdan aldığı çekicini, keskisini, baltasını. Peynir tulumunu, un torbasını, balını. 

Çakılların üzerinde bir yığın şey oldu bunlar. Bakıyor. Gülüyor gene. Su bulacak mı ki? Bulmalı. Kürekleri topluyor. Burada artık sandala bir şeycikler olmaz. Yağmur yağsa, kayaların meydana getirdiği sundurma onu korur. Tepeden inecek sular, kenarlardan akar, belli. Çakıllar su tehlikesini, dalgayı önler. Korsanlık etmeğe kalkanlar, kalkacaklar... Onlara karşı Andronikos'un zaten elinden bir şey gelemez. Bu sandalı burada bırakmalı. Bu iş de burada bitmeli. 

Çakıllığın üzerine yığdıklarını yeniden çuvalına dolduruyor. Ayakkabılarını geçiriyor ayağına, iplerini bileklerine dolayıp bağlıyor. Azık kalsın. Çuvalı daha sonra çıkaracak yukarıya. Önce yol, iz, yer, su bulmalı. 

Çuvalı sandalın altına saklıyor. Ne olur ne olmaz. Yalnız bıçağı, ipi yanına almalı. Onlar gerekebilir. Çuvalı bir daha açıyor, ipi ile bıçağını alıp ağzını yeniden dürüyor, sandalın altına itiyor. Bıçağının halkası var. İpe geçiriyor. İpi beline doluyor. Elleri özgür. Ne zamandır elleri böylesine özgür değildi, olmamıştı... 

Ya haç vardı, ya resimler; ya buhurluk ya da körlerin, topalların, çocukların elleri, ağızları, dudakları; mumlar ya da İnciller, tespihler. Kürekler; uykusuz, duraksız kürekler. 

Silkiniyor. Uyuklamanın sırası değil daha. Çevresine bakıyor. Kayalar dik. Tırmanamaz. Tırmanmak şart. Yol açmak şart. Kıyıda kalamaz. Tepeye çıkmalı. Tepeye muhakkak çıkmalı. Ne yapıp edip... 

Tepenin üstünde gök iyice aydınlık. Sağına doğru yürüyor. Solda, sandalın üstündeki kayalıklı sundurmada umut yok. Solda, o sundurmanın üstüne tırmansa bile, ötesine tırmanmakta yararlanabileceği tek bir çıkıntı bile görmüyor. Sağda... Belki... 

Çakıllığın sonuna geliyor. Yar, bir yay gibi sarıyor çakıllığı. Çakılların yeniden suya girdiği bir yerde... 

Çakıllık, bir su şeridinin ötesinde devam ediyor. Su şeridinin iki yanını irice iki kaya sınırlıyor; su, arada, denizin her kabarışıyla, bir deliğe doğru atılıyor, çekiliyor sonra. Andronikos dikkat ediyor, deliğin yarısı suyun içinde, yarısı üstünde. Kayaya çıkıp ayakkabısını çözüyor, öte yandaki suya atıyor kendini. Tabanları ateşe değmiş gibi sızlıyor. Sular ince ince kanlanıyor ayağını kaldırınca. Budalalıktı bu yaptığı. Çakılların üzerini örten keskin kireç parçalarını, kavkıları daha önce farketmesi gerekirdi. Şimdi daha dikkatli ama iş işten geçti. Tabanları kıyıldıktan sonra... Tuzlu su iyi gelir kesiklere. Suyun içinde dikkatle ilerliyor. Kayaların üstü daralıyor. İpini, kuşağını çözmeli, urubasını sıyırmak, bu suya çırılçıplak girmeli. İyi. Yıkanır da... Urubanın üstüne bir taş yerleştiriyor. Kayanın üzerinde, bir yana uçmadan, kurur da... 

Suyun içinde emeklemeli, dizlerine, avuçlarına, karnına dikkat etmeli. Deliğin önüne geliyor artık. Burada karar vermeli. Deliğe girmeğe çalışacak. 

Kulak veriyor. Uzaktan, suyun her kabarışının, deliğe hızla girişinin ardından bir uğultu işitiliyor. Bu delik, bir mağaraya açılıyor muhakkak. Denemeli bu yolu. Çocukluğunda, manastıra girmeden önceki yıllarda, surun önüne çıkıp mahallenin bütün çocuklarıyla birlikte denize girerken, yüzmesini iyi öğrenmişti, iyi biliyordu yüzmesini, dalmasını o zamanlar. Şimdi, yıllardır yapmadığı bir şey yapmalıydı. Yapacaktı da. 

Derin bir soluk alıyor, sonra deliğe doğru atıyor kendini. Yosunlar kamına, apışlarına sürünüyor. Kavkı yok buralarda. Delik daralıyor biraz. Kollarını uzatıp girmeğe çalışmalı. Artık yapamaz bunu. Boğulmamak daha. Geriye doğru. Geriye doğru. Hızlı. Daha hızlı... Ortalık aydınlandı. Açığa çıkmış demek. Başını sudan çıkarıyor. Gözleri kararıyor biraz-. Yeniden derin bir soluk. Bir dalış daha. Bu kez kollarını iyice öne doğru uzatıyor. Dar boğazda elleriyle çekiyor taşları kendine doğru. Gövdesi ilerliyor. Burada keskin bir şey varsa, bir daha su yüzüne çıkamaz. Ama yok. Elleri suyun dışına çıktı. Şimdi başı suyun üstünde. Çekiyor kendini ileriye. Kocaman bir mağaranın içinde. 

Camgöbeği bir ışığa boğulmuş her yer. Yol, mağaranın ortasındaki havuza açılıyor. Havuz yeşil mavi bir suyla dolu. Dibi yumuşacık, apak, kaygan bir taşla sıvalı gibi. 

Andronikos havuzun kıyısına oturup bakınıyor. Burada bir zaman yaşanabilir. Ama girişin çıkışın güçlüğü anlamsız kılıyor burada kalmağı. Kimseden kaçmıyor, kimseden korkusu yok. Ne diye kalacak burada? 

Su daha sıcaktı. Üşümeğe başlıyor Andronikos. Daha uyumadı ki. Uyuyamaz da daha. Işığın nereden geldiğim kestiremiyor. Delikten içeriye bir aydınlık süzülüyor gerçi. Orası muhakkak. Ama, boğar gibi, insanın gözünü alan bu camgöbeği ışık başka yerden gelse gerek. Mağaranın her köşesini dolaşmak. Belki başka bir açıklık yer var. Başka bir ağız, başka bir koy, başka bir... 

Suya giriyor yeniden. Soluk alıp dalıyor. Kollar bu kez daha kolay kurtuluyor. Gene emekliyor şimdi suyun içinde. Çıkıyor. Güneş yükselmiş. Ortalık ısınmış. Andronikos çıplak bedeninden elleriyle sıyırıyor suları. Urubasını alıyor kayanın üzerinden. Kurumuş. iyi. Çok iyi. Bir dinçlik gelmiş üzerine. Her sabah inmeli, denize girmeliyim diye geçiriyor aklından. Sonra dürtüyor kendi kendini, inmek için önce çıkmak gerek... 

Çakıllığın bu ucundan yükselen kayaları incelemeğe devam ediyor. Bir zamanlar şehirden eğlenmek için büyük kayıklara binilerek gelinirmiş bu adaya. Kayıklar, saray kayıkları, herhalde bu çakıllığa yanaşmazdı. Ama karşı kıyıdan gelinirken en yakın yer burası... Bugün dinlense, yarın sandalla öte yana geçebilir, iz olarak kalmış da olsa, tepeye çıkacak bir yol bulabilir. Ama dinlenmek için... Dinlenmek için bir yer bulmalı. Tepeye ne yapıp edip çıkmalı. Her yer oradan daha iyi görünür. Eğlenmeğe gelen saraylıların kaldığı köşk yıkıntı halinde de olsa, barınacak bir köşesi elbet bulunur. Yahut taşı, tuğlası kullanılabilir. Andronikos bunu da istemiyor. Adada başkaları da o yıkıntılara sığınmış olabilir. Balıkçılar bile olabilir oralarda. Ama tepeye çıkmağa üşenmeyecek kişi azdır herhalde. Andronikos önce orayı denemek istiyor. 

Ayağına ayakkabısını giyiyor. Mağaranın üzerine rastlayan yerde düz bir kaya var. İlk adım o olsun. 

Güneş daha da yükselmiş. İyice ısınıyor sırtı. Ne yapmalı etmeli, çamlığa ulaşmalı. Yoksa bu yorgunlukla sıcağa dayanmak güç olur. Bu yorgunlukla... 

Çamların altında uyunabilir. Bir iki lokma ekmek de yenebilir. Gece, bir ara, somunun bir ucunu koparıp çiğnemişti uzun uzun. Ondan beri ağzına bir şey koymadı. 

Kayaya çıktığında işler biraz daha aydınlık görünüyor. İki kulaç yukarıda, yana doğru, altındakine benzer düz bir kaya var. Küçücük kaya parçaları, elini attıkça ufalanıyor, yuvarlanıyor aşağıya. Toprağa tutunmak imkânsız. Toprağı eşelese... Bıçağının ucu altında, taşların, toprakların altından, bir diş kaya belirmeğe başlıyor eşeledikçe... Bıçakla biraz daha, biraz daha kazınalı. Diş iyice meydana çıkınca ona tutunabiliyor. Ansızın dizleri yanmağa başlıyor. Bir çıkıntı daha olsa, kendini yukarıya çekecek. Bir gayret daha... 

Taş çıkıntısı gereksiz. Bir kök görüyor. Ondan ötesi daha kolay. Andronikos şaşıyor kendine ikinci kayaya çıkınca. Çıkabileceğine aklı hiç yatmamıştı. 

Artık eğim çok az. Emekleye emekleye yarın üst kıyısına ulaşabiliyor. Çam iğnelerine güven olmaz. Dikkatli yürümeli. On adım sonra ağaçlann arasına giriyor. Kara kara, sıcaktan eğrilip büğrülmüş, yumuşamış mumlar gibi ağaçlar. Ağaçlann arasında, bir mum ormanı içinde gibi. Alevleri yaygın, yayvan, yeşil, karanlık, karanlık... Yürüyor gene. Burası çok kayağan. Ama kayşa da ağaçlara, köklere tutunabilir. Zaten yer iyiden iyiye düzelmeğe başlıyor. Urubasmın cebinde şimdilik kamını doyuracak kadar ekmek var. Geceden kalan parça. Sonrası için yeniden inmek gerekecek. înmek düşüncesi içini karartıyor şimdi. Ama bunun yolunu sonra, daha sonra bulacak. Şimdi, tepeye çıkmalı. O kadar... 

Daha doğrusu, tepeye çıkmak için bir yol bulmalı, bir patika açmalı. 

İnce bir yel esiyor ağaçlann altında. Hafif bir hışırtı işitiyor. İnceden inceye uğuldamağa başlıyor ağaçlık bu yelle... 

Çam kokusu. Bir bahçenin orasına burasına serpiştirilmiş birkaç çamın kokusu değil bu. Göz alabildiğine uzanan, deniz olmayan her yeri kaplayan çamlann yoğun kokusu. Dayanamayıp oturuyor. Belini bir ağacın gövdesine veriyor. Yel serin değil, sıcak; kokulu. Ama derisinde bir serinlik var. Denizi unutmak iyi değil diyor. Sesi kulaklarına ulaşıyor. Titrek, ürkek... Ürkek daha; ama sesini işitmeğe alışması gerek; sesini, kendi kendine de olsa, işittirmeğealışması gerek. Manastırın unutturduklarını hatırlamağa, canlandırmağa çalışması gerek... Bu adada, üç yüzyıl, dört yüzyıl önce çile dolduran keşişlerin sürdüğü hayatı yaşayacak bile olsa. Ama o keşişler, içleri inançla dolu, çıkıyorlardı dağa, yazıya yabana, çöle... Hiç değilse öyle bilinirdi... 

Öyle miydi gerçekten? Öyle miydi, yoksa, öyle olduğu düşüncesi, geride kalanlara, köyde olsun, kentte olsun, insanlar arasından ayrılmayanlara, kalabalığın besleyici emziğini ağzından bırakmak istemeyenlere yeterli mi görünmüştü? Bilinmiyordu ki... Keşişler içinde efsaneleşenleri vardı. İnançlarıyla dağı taşı, kurdu kuşu, şeytanı dize getirenlerin efsaneleriydi bunlar. Korkanı olmasa, yalnızlıktan başı dönüp birtakım düşleri gerçek gibi görenleri olmasa, kendi sesini, gölgesini, başkasının, maddesiz varlıkların belirtisi diye kabul etmeğe hazır bulunanı olmasa, bu keşişlerin dağ başında, çöl ortasında şeytanı bu kadar çok gördükleri, şeytanla bu kadar çetin didişmelere düştükleri üzerine bu kadar masal, bu kadar efsane niye anlatılsındı? 

Kalabalığın, insanların birbirlerinin ayağına basmadan yürüyemedikleri kentlerin, şehirlerin ortasında görünmeyen şeytan, niye bunları bu kadar tedirgin etsindi? 

Andronikos, böyle düşüncelere dalmanın daha sırası gelmediğini düşünüyor. Önce çevresine bakmak, önce onu tanımak gerek. Önce onu araştırmalı... 

Ansızın, matematikçilerin sıfır dedikleri şeyi düşünüyor. Onlann sıfırı, o güne değin kendisinin yokluğu düşünmek için kullandığı terimlerden -ansızın- apayrı görünüyor gözüne. Kaos'a ancak Tanrı düzen getirmişti. Ama sıfırın üstüne insanlar biri, ikiyi çıkabiliyorlardı. Bu orman sıfırdı şimdi. Biri, ikiyi, üçü çıkmak, sıfırdan hareket ederek... Bu da yepyeni bir düşünce: Sıfırdan hareket etmek... Sıfırdan hareket ederek, kolu gücünce, kafası, insanlığı gücünce, bir şeyler dizmek art arda, bir şey yapmak... 

Bir şey yapmanın şartını demin de düşünmekten kaçınmıştı, şimdi de kaçınmağa kararlı. Kalkıyor yerinden, yukarıya doğru bakıyor. Tepeye doğru... Birden farkına varıyor. Tepede ağaçlar biraz daha seyrek duruyor. Aşağıda daha sık gibiler, biribirilerini korudukları yerde. Belki de yanılıyor. Ama ağaçların arası oralarda daha aydınlık gibi duruyor... Çıkınca, anlar öyle olup olmadığını. 

Başlıyor çıkmağa. Güneş epey yükselmiş olacak. Ağaçların biraz aralandığı yerlerde, gözlerine ulaşıyor ışınlar. Doğuya doğru yürüdüğüne göre, öğleye daha üç saat kadar vardır demek. Erken de değil, geç de değil. Ama biraz karın doyurmak, biraz da dinlenmek istiyorsa, çıkmalı, inmeli, bir daha çıkmalı. Başka yolu yok bunun. 

Cebindeki somundan bir parça koparıp ağzına atıyor. Geveleyecek. Yoksa yemek yiye yiye dağa tırmanmak, kişinin soluğunu kesmekten başka işe yaramaz. Ne çabuk çıkmalı ne de ağır. Ölcüvü bulmak gerek. Bu yokuşun ölçüsünü. 

Yüreğin, şakakların atışma ayak uydurmalı, nabzın atışına. Tanrının, insanın içine yerleştirdiği tek, şaşmaz ölçüye... Değişken ama şaşmaz ölçüye. Bu ölçünün şaşması, bir türlü sonuç verir, iki türlü değil. 

Oysa ölüm yararsız bir şey, boş bir şey. Ağzındaki lokmayı unutuyor Andronikos. Ölüm, kaçınılması gereken bir şey. Ölçü, herhangi bir nedenden ötürü, insanın içinde şaştığı zaman, yapılacak bir şey yoktur. Tanrı işlettiğini durdurmuş oluyor. Ama dışarıdan uzanan bir el, insanın içine girer, ölçüyü şaşırtmak isterse, insanın yapacağı tek bir şey vardır. O eli tutmak, o bileği bütün gücünü kullanarak bükmeğe çalışmak, gerekirse, kesmek. Ya da... İnsanın içine hiçbir elin uzanmağa hakkı yok, olmamalı. Ya da... Andronikos düşünüyor, benim yaptığım şey de var, diyor, benim yaptığım, kaçmak... O bileği bükmeğe gücü yetmediği, yetmeyeceği için, bu gücü bulma gücünü verecek bir inancı olmadığı için, kaçmak... 

Lokmasını hatırlıyor gene Andronikos. Tükürüğün şişirdiği, kocamanlaştırdığı, ılıklığını tedirgin edici hale getirdiği lokmayı çiğnemek için duruyor. Ağaçlann gövdesi güzel. Sert, kara, kokulu. Yumuşamış mumlara benzetmiyor artık bu gövdeleri. Çırayı bile düşünmüyor. Katman katman, zar gibi ince kabuklann, koyaklar arasında ada ada kabarmış, pürtüklü ama gene de düz, göze yumuşak görünen hali... Büyük çatlaklann içinde panl panl, biraz tozlu, çok kokulu reçine sızıntılan... 

Yerde, çatlayan, çatlamış, çatlayacak kozalaklarla birlikte, toprağı örten iğnelerle birlikte düşünmeli çamı. Çam bir tek ağaç değil, bir doğa. Yerle gök arasında bir dizge, bir kurum. Dişleri dökülmüş, kararmış kozalaklarla nedense kopmuş, yerde yatan yeşil kozalaklar, kozalak başlangıçlan, kozalak düşleri, yan yana. Yeter ki yelden, güneşten başka bir şey düşürmesin bu kozalakları. Yeter ki bir el uzanmasın onları koparmak için... 

Bir lokma daha koparacak oluyor cebindeki somundan, vazgeçiyor. Biçilen buğdaylar, kesilen koyunlar varken, çam kozalaklarına el sürülmemesini düşünmek gülünç. Çam kozalağı da işe yarayabilir kimi zaman. Yerde bulunmazsa, koparılır. Ama insan önemli. Değil mi ki Tanrı, her şeyi, insan yaşayabilsin diye yaratmış? Bunamadıkça, hiç değilse buna inanmamak imkânsız, diye düşünüyor Andronikos. Buna inanmamayı düşünmek istiyor. Başaramıyor. Ama inanmamayı düşünebilmesi var. Gözünü yumuyor. Başka şey düşünmek istiyor, bunu unutmak istiyor. Bunu da düşünebilirse insan... O zaman ne kalır geriye? Ama herhalde 

insanın insanı kullanmağa kalkmasını haklı gösterecek bir şey söylenemez, böyle bir şey savunulamaz. Yok öyle bir şey... insanı insana oyuncak olsun diye yaratmamış Tanrı. Evet, ama ya şeytanın içimize saldığı gururla öyle düşünmek hoşumuza gidiyorsa... Andronikos, şakaklarının biraz üstünde kalan bir zonklayış içinde, susadığının, saatlerden beri su içmediğinin farkına varıyor. Oysa yanına aldığı testi aşağıda kaldı, sandalın içinlde... Testideki su idare edilse edilse iki gün, bilemedin, üç gün edilir. Daha çok edilmez zaten, bayatlar, kurtlanır. Andronikos, o suyu, sandalı bulduğu köyün meydanındaki kuyudan doldurmuştu. Bu sıcakta su idare etmek de güç olur. Suyu daha önce düşünmesi gerekirdi. Tepeye çıkmaktan daha önemli olan, su bulmak... Su değil, suyu bulmak. Tepenin bir yerlerinde bir suyun kaynadığı, keşişlerden birinin kitabında yazılıydı. Okuduğunu hatırlıyorAndronikos. Buralarda bir yerlerde, bir zamanlar, su varmış. Keşiş öyle yazıyordu. Andronikos şimdi o suyu bulabilmeli ki burada kalabilsin... 

Kalabilsin... Su bulamadığı için buradan ayrılması gerekirse, yollarda geçireceği günler uzayacak. Bir yere yerleşip bir şeyler yapması gecikecek. Değişecek bir şey yok. Başka bir yere gitmesi gerekecek. Şu anda, nereye gidebileceğini hiç mi hiç düşünemiyor, kestiremiyor. Karşı kıyı bile yok oluyor gibi gözlerinde... Şehre dönmek akla bile gelmez, getirilmez. Boş yere dolanmak, oyalanmak istemiyor. Ama bir şey yapmağa gelince... 

Alışkanlık işte. Bir şeyler yapmak diye düşünmeden edemiyor insan. Bir şeyler yapmak... Bir şeyler yapmalı. Ama an beslemek, kuş, hayvan, tavuk beslemek, bitki, sebze, yemiş yetiştirmek gibi bir iş... Gülüyor. 

Bunlann yapılması için dünyalar gerek. Yumurta, yavru, tohum, fidan gerek. Bunlan, karşı kıyı köylerinden bulabilir. Ama köylüler, bunlan satarlar... Almak için para gerek. Keşiş olduğunu söylerse, gülerler böylesi keşişe. Söylemese, kuşkulanırlar. Bugünlerde köylüler herkesten çok kuşkulu olacaktır herhalde... 

Ama sırası değil bunlann. Tepe, su, bannak. Daha doğrusu, su, tepe, bannak. Başka yolu yok. 

Tek tük kayalar belirmeğe başlıyor ağaçlann arasında. Kayalann üzerlerinde yosunlar. Yosunlar da çiğnenebilir diyor kitaplar. Hem açlığı bastınrmış, hem susuzluğu. Denemek için vakit var daha. 

Kulak veriyor Andronikos. Yel, uğultu, hışırtı, kanat sesleri, martılann çığlıklan, orada burada çekingen çekingen ötmeğe başlayan ağustosböceklerinin cmltısı... Kayalann diplerinde fundalıklar. Su aksa da sesi işitilmez. Çağıldayacak su da bu adada bulunmaz. Ayaklan yürümeğe devam etmeli. Ara vermeden, hızlanmadan... 

Kayalar şimdi üst üste, basamak basamak dizilmeğe başlıyor. Bir çeşit yol, bir çeşit merdiven gibi. Yanlan yosunlu. Üstleri çam iğnesi, kozalak, böcek kurulanyla kaplı. Şehirde böcek kurusu bulunmaz. Böcekler ayak altında ezilir, sulu sulu. Çiğnene çiğnene toz olur. Burada öyle değil. 

Şehri düşünüyor. Ne oluyordur oralarda şimdi? Sokaklarda kimler eziliyor, neler parçalanıp yakılıyor? Neler, nasıl? Kendisini aralannda görmeyen arkadaşlan bu sabah ne yapmışlardır? Hemen gidip haber mi vermişler, yoksa beklemişler midir? Bekledilerse, ne beklediler? Haber verdilerse, ne dediler? 

Haber vermek için büyük toplantının başlamasını beklemişlerdir. Büyük toplantı da, manastır başının başkanlığında, sabah ayininden sonra -nasıl olmuştur ki bu ayin, değişiklik yapılmış mıdır? herkesin ortaya çıkıp herkesin önünde eski inancı yadsıyıp yenisine katıldığını, gözlerin bugüne dek işlenen puta tapıcılık günahının korkunçluğunu artık açıkça gördüğünü, bundan böyle kimsenin böyle bir günah, böyle bir suç işlemeyeceğini söylemesi, buna söz vermesi, ant içmesi için yapılacaktı. Kendisinin kaçtığı, kaçtığı değil ya, orada bulunmadığı, o zaman ortaya çıkacaktı. Kaçtığını, olsa olsa, İoakim ile Andreas anlarlardı. Sezerlerdi. Dünkü halini, ansızın şehre çıkmak isteyişini, tedirgin tedirgin koşuşmasını hatırlayıp... Akşam ayininde görmeyince, odasına kapandığını düşünmüş olabilirlerdi. Ama bu sabah, başka türlü olurdu işler. Kaldı ki, büyük ayini bekledilerse bile ona biraz daha vakit kazandırmak için değil, ne yapacaklarına karar veremediklerinden beklemişlerdir. Belki de, kaçtığı söylenince, artlaşılınca, onu sevmeyen arkadaşlan "alçak" diyecek, onu sevenler ise "kahraman" diye düşüneceklerdi. Sevmeyenler... 

Ağaçlık birden açılıyor solunda. Andronikos, iki öbek ağacın arasına sıkışan kayalığa çıkıyor. Deniz. Mavi, büyük, düz, ışıltılı deniz. Uzak uzak uğultulu, titreşen deniz. Mavi. Her şeyi bir yana iten, atan, tek başına yaşayan, resimlerde Meryem Ananın sırtında görülen mavi harmaninin rengini bastıran, açık, kırmızısız, yeşilsiz, yaldızsız bir mavi. Adanın tam karşısında garip biçimli küçük bir kayalık. O da ada ama onun susuz olduğu bilinir. Kıraç, boz, yer yer cılız birtakım fundalarla lekeli. Geride, çok çok uzaklarda, buğular içinde karşı kıyı. Sandalı bulup aldığı, yola çıktığı köy, ufacık, yeşil bir nokta suyun dibinde. Onu bilmese, ezbere görmese, seçemez buradan. Başını yavaş yavaş, daha sola, daha sola çeviriyor. Korkar, çekinir gibi. Buğular içinde daha koyuca bir lekenin seçildiği yerde, kubbelerin altında, şimdi yüzlerce insan, eski inancı yadsıdığını, yeni yola girdiğini... 

Kahraman falan değil. Kahramanlığın tamamıyla ötesinde bir yerde. 

Ama onu sevmeyenlerin... Sahi, niye sevmezlerdi? Birkaç kez kendisiyle daha yakın bir ilişki kurmak istemiş olanlar vardı. Hiçbirine güler yüz göstermemişti. Manastırda hepsi kardeşti.Yeterdi bu. Daha yakın bir kardeşlik istemiyordu Andronikos. Tartışmalarına katılmaktan ne zamandır kaçınmıştı. Tartışmalar artık onu hiç ilgilendirmiyor da ondan. Tartışılacak şeylerin neler olduğu önceden belli zaten. Bunlann tartışılması bile gerekli değil. Tartışılması, herhangi bir sonuca da ulaştırmıyor; yalnız, birkaç kişinin birkaç saat boyunca birtakım büyük adlar sayıp gölgelerine sığınarak, "bence" sözünü her cümlenin altında sezdirerek olmadık saçmalan kafalara kaka kaka yinelemesinden öteye geçmiyor. Geçmiyordii. Şimdi, oyie düşünmeli, öyle yapmalı cüinlelen. Geçmiş zamanda. 

Andronikos, önceleri korku duymuştu içinde. Bu tartışmalara katılmıyor, katılmak istemiyor, katılamıyordu artık. Daha kötüsü, katılması için içinden gelen bir dürtü, bir istek yoktu. Yoktu, çünkü işte burası korkutucuydu- çünkü tartışılanlann önemine, gereğine inanmıyordu. Böyle şeylerin tartışılması saçmaydı. Herkes temeli bırakıp çatının kiremidinden söz açıyordu. İki oluklu mu, üç oluklu mu olsundu? 

Kendine kızmıştı. Madem öyle düşünüyordu, bunu kendilerine de söyleyebilmeliydi. Söylemişti iki üç kez. Dönüp bakmışlar, gülmüşler, sert bir iki çıkışla savmışlardı yanlarından. Ama daha sonra, kendisine eğri eğri bakmışlardı. 

Bunlar, herhalde, yeni bir inanca bağlılıklarını, yeni inanca bağlı kalacaklarını bildirmekte güçlük çekmeyeceklerdi. Ona da "alçak" derlerdi herhalde. "Alçak". Kaçtığı için. Yoksa günahlarına mı giriyordu? 

Ya sevenler? îoakim ile Andreas? 

Andronikos, denize, karşı kıyıya dalarak çöktüğü kayadan doğruluyor. 

îoakim, genç olduğu halde, yumuşak başlı. San, kıvnmlanmn gölgesinde kumrallaşan kıvırcık saçıyla sandan kızıla her türlü rengi bir araya getiren kıvırcık sakalı, bıyığıyla, yumuşacık başlı. Manastıra girdiği günlerde herkesten uzak duran, çekingen, sonra sonra, yavaş yavaş, dudağının ucunu gülümsemek ister gibi kıvırmağı öğrenen, gülümsemeği bile öğrenen, kendisine yaklaşan, kendisine sorular sormağa alışan, dediğini biraz tarttıktan sonra kabul eden îoakim. Şimdi, büyük toplantıda, sıra ona gelmiş olabilir. Birkaç cümlelik andı kırk kişinin içmesi uzun sürmez. Süremez. 

Meğer ki Andronikos'un orada bulunmayışı yüzünden tören uzamış ola... 

Sıra İoakim'e gelmişse, çekingen adımlarla ortaya çıkmış, önce gıcıklı, çatlak bir sesle, sonra da kesin ama gene de yumuşak bir tını bularak, andı içmiştir. 

Belki o da kızıyordur Andronikos'a. 

Gittiği, haber vermeden, kendisini yanma almadan, gittiği, nereye gittiğini söyleyecek ölçüde kendisine güvenemediği için. 

Oysa Andronikos bu yolculuğa yalnız çıkmak istemiştir. Ardından kimseyi sürüklemek istememiştir. 

Onun için, önce Galata'ya geçerek, torbasına doldurduklarını satın almış, oradaki gemicilerden biriyle anlaşarak Halkedon'a geçmiştir. Kendisini Halkedon'a bırakıp, Nikomedeia'ya mal götürmek üzere yoluna devam eden kayıkta, kendisini tanıyabilecek tek bir kişi vardı. Bir kumaş tecimeni. Çocukluk arkadaşı. Sokakta birlikte oynadıkları, birlikte denize girdiklerinden... Onlardan biri. 

Andronikos onu tanımıştı. Şimdi, orta yaşlı, göbek bağlamış, açık renkli giysisini işlerinin iyi gittiğini göstermek istercesine ikide bir düzelten, ikide bir çın çm öten kahkahalar atan bir adam olmuştu. Andronikos, onu tanıyınca, ondan uzak durmağa dikkat etmişti. Saçı sakalı uzun, yer yer bozarmış kumral başı külahıyla örtülü, sırtındaki cüppesi karadan artık yeşil-mora kaymış, alaca kargaların rengine çalan bir manastır kaçkınını o adam artık tanıyamazdı. Tamsa da ne çıkardı sanki. 

Ama îoakim, ne yapsa, ne etse, Andronikos'un yerini bulamazdı. 

Güneş tepeye yaklaşıyor. Andronikos kayadan inmeli, yola düşmeli. 

Delilik bu yaptığı. Denizin titrek ışıltısı şimdi gözü yorucu hale geliyor. Vakit geçiyor. Kayalardan yürümek daha kolay olmalı. 

Kayalar basamak gibi yükseliyor. Ağustosböcekleri şimdi iyice azıtmış, sersemletici bir uğultu çıkarıyor. Yelin kokusu ağırlaşıyor şimdi. Fundalıklar ağır, ballı, keskin bir koku salıyor. Çamlar kızdıkça iki ayrı kokuyu karıştırıp yayıyor havaya... 

Tanrım, diyor Andronikos, biraz sonra suyu bulabilsem ya... Sesi bir daha kulağına dek geliyor. Oysa, sesli konuştuğunun farkında değildi. Buna dikkat etmeli. Konuşurken içinden mi konuştuğunu, sesli mi konuştuğunu, insan her zaman bilmeli. 

Ağaçların aralık yerlerinden yere akan güneş ışığı daha yakıcı şimdi. Andronikos susuyor. Düşüncelerinin söz haline gelmemesine dikkat ederek çıkıyor tepeye doğru. îoakim onu bulamaz, 

îoakim ona kızmıştır kendisine haber vermeden gittiği için. İoakim, yeni inanca bağlanacağına, bağlı kalacağına ant içmiştir... îoakim, bu son günlerde zaten hep Andronikos'un ağzına bakıyor, kulaktan kulağa dolaşan birtakım söylentilerin doğrulanmasıhalinde ne yapmaları gerekeceğini kendisinden öğrenmek istiyordu. 

Söylentilere göre, varılan karar kesindi. Resimlerin karşısında dua etmek, resimleri öpmek, resimlerden bir şey beklemek, puta tapıcılıktan başka bir şey değildi. Doğu illeri halkı zaten bu gibi şeylere karşı duruyor, bunlan beğenmediğini, bunlann devleti uçuruma götüreceğini söyleyip duruyordu. Araplar vardı sonra. Devleti sıkıştıran, resimlere düşmanlığı bilinen Araplar. Bunlar, Bizans'taki İmparatoru niye bu kadar düşündürürdü, orası iyi bilinmiyor, anlaşılmıyordu. Ama karara göre, puta karşı, puta tapıcıhğa karşı çıkan bir dinin puta tapıcılığı tapınmanın şartı haline getirmesi düşünülemezdi. Kilise, resimlerden yana olduğunu hiçbir zaman açıkça bildirmemiştir diye sözler de duyuyorlardı bu ara. Kilise, resimden yana değildi de niye kiliseler resimle dolup taşıyordu? Niye İmparatordan başlamak üzere resimlerin kutsallığına inanıyordu herkes? îoakim, bunu anlamağa çalışıyordu. Andronikos, bunları düşünmek bile istemiyordu ama o da anlamağa çalışıyordu. 

Putlar, resimler kaldırılacak, putsuz, resimsiz tapınmaya dayanan bir din canlandırılacaktı. Dinin temeli buydu. Resimler kaldırılacak da değildi. Bir süre önce denenen iş, kanlı sonuçlar vermişti sarayın kapısında. Gerçi o yalnız bir resim işi değildi, İmparatorun kendini handiyse îsa yerine koymağa kalktığı duygusu da vardı kalabalığın korku dolu yüreğinde. İmparator bunu bir daha göze almayacaktı, öyle söyleniyordu. Resimler yakılacaktı. 

Yakılacaktı. Direnecekler, eski inanca körü körüne bağlı kalacaklar, kalmak isteyecekler, kalacağı sezilenler düşünülerek, onları yola getirmek için... 

Daha başka söylentiler de vardı. Başka şeyler de yapılacaktı. Bu çeşit çeşit söylentiler bu kadar ayrıntıya indiğine göre, karar verenler arasında da -hiç değilse başlangıçta- anlaşmazlık çıkmış olacaktı. 

Gene söylentilere bakılırsa, İmparator Yüce Kurulunu toplayıp bu konudaki yarlığın onaylanmasını istemişti. Patrik bunu kabul etmemişti. Hemen atılmıştı yerinden. Söz dinleyen birini Patrik yapmıştı İmparator. Bu söylentiler yayılıyordu şehirde. Oysa Patriğin çekildiğini bildirdiklerinde, değiştirildiğini haber verdiklerinde, sağlık sebeplerinden söz etmişlerdi. 

Kimbilir, karar belki de gerçekten, yalnız görünüşte oybirliğiyle verilmişti. Belki gerçeklik daha başkaydı. Söylentiler, bu kararın arkasında daha başka nedenler yattığını ekliyordu. Kısa bir süre önce Bizans'a gelen Doğu İlleri ileri gelenlerinin bu işte parmağı olduğu söyleniyordu. Doğuda, resimlere karşı yeniden harekete girişikliğini haber vermişlerdi deniyordu. İmparator, Araplara karşı Doğu ordularına güvenmek zorundaydı. Doğu ordulanise, bütün bütün resme karşıydı. Bütün bunlar karmakarışık sözler halinde anlatılıyordu. 

Ama Andronikos için, bütün bu gizli, açık nedenlerin hiç önemi yoktu... Andronikos için önemli olan, bu kararın yürürlüğe girdiği gün ne yapacağı, ne yapması gerektiğiydi. 

Ansızın, kuvvetlice bir yel esiyor. Andronikos duruyor. Terlediğini, yelin serinliğinden, yüzünü yalayışında duyduğu yıvışıklıktan anlıyor. Ama o zaman, tabanlarının sızısını da farkediyor. Kavkıların kestiği tabanlarını unutmuştu. Su bulsa, tabanlarını da biraz yıkayacak, biraz ferahlayacak. Çok sızlıyor şimdi. 

Ama yürümeli. Nasıl olsa, yapacak başka şey yok. Önce yalnız, pabuçlarının bağlarını çözüyor. Çıkarıyor pabucunu ayağından. İçindeki çam iğnelerini, tozlan, küçücük taşlan silkeliyor. Giyip bağlannı bağlıyor gene. 

Oysa Andreas, yıllarca tartışıp ileri geri söylendikten sonra son zamanlarda susmuştu. Birkaç yıl sustuğu söylenebilirdi. Ama kısa bir süre önce, dışanya vurmuştu içindeki. Bu gidişle puta tapıcılık çağma yeniden döneceğiz, demişti. Saray kapısındaki olay üzerine. O gece, halkın, özellikle kadınlann, saray kapısındaki îsa resminin parçalanması üzerine ayaklanıp bu işi yaptırmakta olan saray memurunu öldürdüğü haberi gelince, imparator misillemeye girişecekti bundan sonra, resmin yerine de haç koyduracaktı. Ama Andreas bunlan daha bilmiyordu. Andronikos'a güvendiği için bu düşüncesini açığa vurabilmiş olsa gerekti. Bunu söylediği sırada İmparatorun buyruğundan yanaydı. Ama manastırda durum değişmiş değildi ki... 

Andronikos'a güvenmekte haklıydı Andreas. 

Andronikos gidip, o güne dek bağlanılmış inanca bu kadar aykın bir düşünceyi manastır başına duyuracak kişi değildi. Ancak Andronikos'un kendisini hemen haklı göreceğini, sözlerine hak vereceğini düşünmekle yanılmıştı Andreas. Ayrıca, öyle düşünmüş müydü ki? 

Andronikos bu sözleri işittiği zaman irkilmiş, neden sonra Andreas'ın yıllarca resimler karşısında tapındıktan, inancını onlara dayandırdıktan ya da dayandırır göründükten sonra bu düşünceye birdenbire nasıl geldiğini sorabilmişti. Düşüne düşüne diye karşılık vermişti Andreas... Bu karşılık doyurucu değildi. Düşünmekle, zamanla düşünceler değişe değişe, bu kanıya varılabilirdi ama değişiklik insanın yüzünde bile belli olurdu. Andreas, bunu yıllarca önce de düşünebilecek, düşünmüş olabilecek yaştaydı. Ansızın, damdan düşercesine böyle bir kanıya vardığı kabul edilse, bunun sonuçlarını sonuna dek düşünmek, ona göre davranmak gerekirdi. Oysa o günün akşam ayininde Andreas'ta en ufak bir değişiklik gözlemleyememişti. Demek ki Andreas, ya puta tapıcılığm kötü bir şey olduğunu kabul etmiyordu, ya da sabah yalan söylemişti. Onu sınamak mı istemişti acaba? Oysa, böyle yapması için en ufak bir sebep bulunamazdı. Andreas, az konuşan, doğru söyleyen, söylediğini tartan bir insandı. Çok heyecanlanmazdı bir şey tartıştığı zaman. Ama söylediğini inanarak söylediği, içten söylediği belli olurdu. 

Andronikos duruyor. Şimdi yel esmiyor. Fundalar, pırnallar, her zamankinden baygın bir koku salıyor sıcakta. Ortalık, böceklerin cırıltısı dışında, sessiz. Uzakta, çok uzakta, ince bir uğultu; denizin kayalara çarparken çıkardığı sesin çok uzaktan işitilişi gibi... Ama deniz kımıltısız. Işığın altında titreşen, erimiş gümüş gibi bir yüzey. Bu uzak uğultu, yakınlarda hışıldayan bir su da olabilir. Andronikos silkiniyor. Suyu aramağı epeydir unuttuğunun farkına varıyor. Keşişin anlattığı kaynak, bu koca tepenin herhangi bir yanında olabilir. Onu bu kadar çabuk bulması fazla kolay olur. Yoksa aldanıyor mu? Keşişin, suyu anlatırken, doğan güne karşı yıkanıp su içtiğini yazdığı ansızın geliyor aklına. Unutmuştu bunu. Gene de, doğuya doğru yürüyor sabahtan beri. 

Andreas, daha ertesi gün, bir ara yanına gelmiş, söze bir gün önce bıraktığı yerden devam etmişti. Resimlerin kutsallaşmağa başlaması, resimlerden yardım beklenmesi, Iran savaşları sırasına rastlar, demişti. Andronikos bunun doğru olup olmadığını bilemiyordu. Öyle bir şey duymamıştı o güne dek. Bildiği, resimlerin oldum olası kutsal sayıldığıydı. Andreas, Ermeniler, resme değil haça önem verirler, diye bağlamıştı sözünü. Şaşmıştı Andronikos. Ermenileri örnek vermek, olsa olsa Andreas’ın aklına gelecek bir şeydi. Resim düşmanı da değilim, diye eklemişti sonra Andreas. Ama resim uğruna cana kıyılması, resmin bu kadar kutlallık kazanması, korkutuyor beni... 

Andronikos, birden, bu sözleri yarlığın dediklerine bağlıyor. Yarlığ, bütün resimlere değil, kutsal resme karşıydı. Andronikos kızıyor bu budalalığına. Bunu daha önce nasıl düşünmemiş, Andreas'la bu konuda, iki satır olsun, niye konuşmamıştı? 

Geriye bakmak geliyor akima. O zaman, epey yol aldığını, denizden epey yükseldiğini anlıyor., Aşağıda, çakıllığm bir bölüğünü görebiliyor şimdi. Kayalar artık yer bırakmıyor çamlara bu yamaçta. Ağaçların arasından, tepeye yaklaşıp yaklaşmadığını bir bakışta anlamak güç. Nereye baksa ağaç var. Gerçi ağaçlar biraz daha aralıklı buralarda. Ancak tepeye varması için daha epey yürümesi gerekiyor herhalde... 

Su gerçekten buralarda bir yerde kaynıyorsa, onu bulmalı her şeyden önce: Doğan güne karşı yıkanılan su, olsa olsa tepenin öte yamacında olabilir. Oysa daha tepeye varmamış durumda Andronikos. Yoksa, önce tepe, sonra su, mu demeli? 

Andronikos, birden, yorulduğunu duyuyor. Çöküyor bir ağacın dibine. Sağma bakınca, sırt gibi yükselen bir toprak parçasının üst yanının düz olduğunu farkediyor. Oraya çıksa belki daha iyi görebilecek. Kalkıyor, bu sırtın doruğuna doğru yürüyor. Doruk diye gördüğü yere varınca düzlüğün aldatıcı olduğunu anlıyor ama buradan, muhakkak ki, daha iyi görebiliyor ileriyi. Tepeye çıkmak için nereden yürümesi gerektiği belli artık. Orada, düğüm düğüm olmuş yaşlı bir çam artığına veriyor sırtını. Somununu cebinden çıkarıyor. Ağır ağır ısırıp ağır ağır çiğnemeğe başlıyor. 

Söylentiler dallanıp budaklanınca Andreas'ın tutumunu daha iyi anladığını sanmıştı. Andreas yalana sapmadığına, inandığını söyleyip inanmadığını söylemediğine göre resimler karşısında tapınmanın puta tapıcılık diye görülmesi gerektiğine inanıyordu. Puta tapıcılığa da kötü bir şey diye bakıyordu. Orası da belliydi. Ama niye resimler karşısında tapınmağa devam ediyordu? Andronikos, bir orasını çıkaramıyordu. Andreas, düşüncelerinden, öz düşüncelerinden mi yanaydı, İmparatorun düşüncelerinden mi? İmparatorun buyruklarına, kendi düşüncesinden daha çok mu saygı gösteriyordu? 

Bu sözlerin arkasında daha başka hesaplar, birtakım başka niyetler olabilirdi... 

Olsun olmasın, Andronikos için bunun önemi yoktu artık. Olamazdı zaten. Ancak Andreas'ın resimler karşısında tapınmağa devam etmesi, resmi inancın değişmesini bekleyerek yapılan, alışılagelmiş bir hareketten başka bir şey değildi herhalde. Öyle anlıyor şimdi. Yapılması gerektiğine göre, yapılan, düpedüz yapılan bir iş. İnsanın içini, gönlünü bağlamayan bir iş. Andronikos'un aklı buna ermiyor. Ermiyor ama Andreas'ın bunu yapmasını ancak öylece anlayabiliyor, açıklayabiliyor. 

Andronikos son lokmayı ağzına atıyor. Ağır ağır çiğniyor ki susamasın, lokması boğazına takılmasın. Bundan sonra, yapılacak başka hiçbir iş kalmıyor. Suyu bulması gerekecek, o kadar... 

Ama son söylentiler çıktığı gün Andreas ona "Gördün mü?" der gibi bakmış olsaydı, Andronikos kızabilirdi. Andreas bunu yapmamıştı. Yanına gelmiş, "Benim düşüncemi biliyorsun, sen ne yapacaksın?" diye konuşmuştu. Andronikos karşılık vermemişti. Bilmiyordu ne yapacağını. Ne yapacağını bilemeyişinden bile, birçok şeyi daha o anda anlaması gerekirdi. Daha o gün. 

Ama bilmemeği, bilememeği, kesin bir şey sanarak aldanmıştı; aldatmıştı kendini. 

îoakim yanaşmıştı ona, az sonra. Heyecanla anlatmıştı işittiklerini. Andronikos'un heyecanlanmamasına şaşmıştı. "Ne yapacaksın?" diye sormuştu. Andronikos, ona da, "Bilmiyorum," diye karşılık vermişti. Bilmiyordu. Bilmediğini bağıra bağıra anlatmak istiyordu. Öyle geliyordu içinden. Sonra yatışmıştı. Akşama doğru İoakim'e yaklaşarak "Düşünüyorum," demiş, sonra uzaklaşmıştı hemen ondan. îoakim onu büyük bir iç çekişmesine düşmüş, en büyük, en önemli inanç, bulunç konularım içinden tartışıyor sanmıştı herhalde. 

Oysa onun düşündüğü, düşünmeğe başladığı, o kadar başkaydı ki... O akşam, sabahtan şehre çıkıp dönen keşişler manastırda toplandığında, şehirde yayılan söylentileri anlatıyorlardı. Saray yakınlarındaki, merkez kiliselerinin yakınlarındaki mahallelerde halk biraz çekingen, biraz kararsız görünüyordu. Bir iki mahallede, yeni düşünceleri pek doğru, yerinde bulanlar vardı. Böyle bir kararın bir an önce çıkmasının herkes için daha iyi olacağını söyleyenler vardı. Ama kenar mahallelere uzanmış olan keşişlerin anlattığı, biraz değişikti. Sur diplerindeki mahallelerde, otlakların, mezarlıkların kıyısındaki sokaklarda, küçük kiliselerin çevresindeki evlerde halk homurdanıyordu. Söylentilerin gerçekleşmesini günahların en büyüğünü işlemekle bir tutanlar... 

Kalkmalı artık, yürümeli. Güneş tepeye yaklaşıyor. Andronikos tepeye doğru, doğuya doğru yürümeğe başlıyor. Yol düz değil ama deminkine göre çok daha kolay yürünen bir yol. 

Bir tutanlar olduğu gibi, bu işin ardında bir oyun olduğunu düşünenler, bir dolap sezenler, bunun muhakkak başka bir harekete bahane yerine geçeceğini söyleyenler vardı. Durup dururken, akşamdan sabaha böyle bir şey çıkarmak akıl kân değildi. Toplantılarda gerçekten kararlaştınlan, Tann bilir, neydi... 

İmparator Doğuluydu. Doğu ordulanyla yakın ilişkisi biliniyordu. Doğu ordulan onu tutmasa tahtı da elden giderdi. Oysa devleti ayakta tutması, doğudaki düşmanlara karşı koyabilmesi için Doğu ilinin ordulanna, Doğulu kilise ilerigelenlerine uymak zorundaydı. Yoksa... 

Andronikos yeni yeni farkına vanyor bu Doğu korkusunun. Bizans halkı bir Doğu umacısının korkusu içinde ne düşüneceğini şaşırmış, söylenip duruyordu. Bu düşünceler, bu korkular, onun da aklını çelmişti. Ama üzerinde durmamıştı bunlann. Yoksa... Yoksa... diye sonu getirilemeyen birtakım kuşkulan sezdirmekle yetinmek neye yarardı? 

Başkalan da vardı. İmparatorun bu girişimini, o güne dek en yüce varlık, asıl efendi sayılmış olan İsa'nın yerine kendini saltık hükümdar olarak göstermeğe yöneltilmiş bir hareket diye görenler... 

Bu korkunç kanşıklık içinde, sis ortasında kalmış gibi, bir yol aramak, gerçekliği kavramak... 

Ama Andronikos bütün bunlan bir yana bırakmış, yemeğini yedikten sonra çekilmişti hücresine. Yemek boyunca İoakim, gözlerini ondan ayırmamıştı. Yanına takılıp odasına girmesin diye çok dalgın, çok düşünen bir hal takınmıştı Andronikos. Odasına girdikten, kapısını ardından kapadıktan sonra, kendini döşeğine atmıştı. 

Orada, kıpırdamadan, bir dalıp bir uyanarak sabahı bulmuştu. 

"Yeni" ile "inanç" sözlerim biribiriyle çatıştırmıştı sabaha dek. Bir ilişki kuramıyordu bu iki söz arasında. Kimse kovalamıyordu ardından. Kimse, "yeni" sözü ile "inanç" sözü arasında ilişki görmesini, kurmasını istememişti. Kimse sıkıştırmıyordu onu. Ama Andronikos, sabaha dek bu sıkıntıları çözmeliymiş, ne yapacağını kararlaştırmalıymış gibi uğraşmıştı kafasındaki bu düşüncelerle. 

Ağaçlar şimdi gerçekten aralanıyor. Tepeye yaklaştığını biliyor Andronikos. Yol hâlâ çıkıyor yukarıya doğru, biraz da dikleşmeye başlıyor. Yel, arada bir, esiyor şimdi, ama fınn ağzından eser gibi. 

Birden, çok yemiş gibi oluyor Andronikos. Kap kap yemek yemiş gibi. Böyle sürüp gidemez, biliyor. Biraz uyumaz, biraz su içmezse, şişecek, ağırlaşacak, hiçbir işe yaramayacak. Oysa günün bir yansı geçti geçiyor. İndikten sonra biraz gölge düşmesini bekleyecek bu yanlara. O zaman çıkacak bir daha. 

Ama hele çıksın... 

Sabaha karşı yerinden sıçrar gibi uyanmıştı. Hücre aydınlanıyordu yavaş yavaş. Bakmıştı uzun uzun çevresine, duvarlara, pencereye. Neden sonra anlamıştı uykuya daldığını; kafasına üşüşmüş, kafasını doldurmuş düşüncelerin, bir süre için olsun, uykuya yenildiğini. Sevinmişti buna bir bakıma. Böyle, hiçbir karara, değil karara sonuca bile varmaksızın, varmağı ummaksızm, düşünmek boş iş değil de neydi? 

İşe yanlış yerden girişmiş, düşünmeğe tersinden başlamıştı. Kendi kendine soracağı ilk soru şuydu: Bu söylentiler gerçekleşirse, bugüne dek inandığım, inancım sonucu yaptığım şeyleri, hareketleri değiştirmek zorunda kalacağıma göre bu değişikliği kabul edersem ne olacak, etmezsem ne olacak? Soru buydu gerçekte. Bu olmalıydı. Kaçmamalı, bu sorunun karşılığım aramalıydı... 

Ağaçlar gitgide aralanıyor. Deniz gitgide genişliyor altında. Yelin sıcaklığına, şimdi daha geniş aralıklardan tepesine vuran güneşin kızgınlığı katılıyor. Ağustosböceklerinin cırıltısı, arada bir kesildiği zaman algılanabilen yaygın, sancı bir titreşme şimdi. Görünmeyen bu binlerce böceğin kendisini görüp göremediğini, cırıltısını kestiği zaman bu susuşun, kendisinden korktuğu anlamına gelip gelmediğini merak ediyor. 

Andronikos irkilerek duruyor ansızın. Sonra gülüyor kendi kendine, gevşiyor. Karşıdan, şehre doğru yelkenleri şişkin bir gemi, ufak bir gemi, gidiyor. Nikomedeia körfezinden geliyor herhalde. Bir şeyler taşıyordur şehre. Belki şarap, belki zeytin, belki zeytinyağı. Gemiden onu göremezler orada. Görseler ne çıkar sanki... Ama her şeyden önce, Andronikos, bu kovalanma korkusunu atmalı içinden. Bir gün daha kalsaydı şehirde, kovalanırdı. Kovalanabilirdi. Kaçmak zorunda kalabilirdi. Oysa şimdi burada olduğuna, buraya gelebildiğine göre, kaçması için onu zorlamağa kimsecikler vakit bulamadan, kaçmış demek. Sıkıntısı olmamalı. 

Gök tertemiz, bulutsuz. Masmavi; buğulu bile değil. Yelkenin aklığı, denizin ışıltı içindeki gümüşlü mavisi üzerinde teknenin karalı kırmızılı yollarından apayrı bir varlık gibi, hareketli, canlı, kendi keyfine uyan bir varlık gibi... Gemi süzülüyor şehre doğru. Karşı kıyı biraz buğulu. Ama yeşillik kümeleri açıkça seçiliyor. Andronikos geminin ardından bakıyor gene. 

Gözü kaya kaya şehre dek uzanıyor. O zaman bir daha irkiliyor. Ama bu kez kovalanma korkusu, kovalanma duygusu içinde değil. 

Kubbelerin arasında, buğuyu bastıran kara kara birtakım dumanlar var. Dikiyor gözünü bu dumanlara. Yangınlar bu mevsimde, hele bu saatte, kolay çıkar. Bu kadar uzaktan göründüğüne göre yaygın olsa gerek bugünkü yangınlar. Ama bu kadar da çok... Yoksa... 

Duruyor Andronikos, düşünmekten bile çekiniyor. O zaman, içinden atmağa çalıştığı korku yersiz değil. Kendi şu anda bu korkunun dışında ama şehirde olup bitenler... 

Belki resimleri, belki yeni inanca bağlanmağı kabul etmeyenkeşişlerin manastırlarını, kiliselerini, belki de ilk günlerde homurdanmış olan mahallelerdeki evleri yakıyorlar. Hep bir inanç uğruna. 

Oysa onu ilgilendirmemeli artık bunlar. İnanç uğruna yakılanlarla inanç uğruna yakanlar onu ilgilendirmemeli artık. Değil mi ki... 

Başını çevirip hızla yürümeğe başlıyor. Yorgunluğunu, sıcağı, suyu, uykuyu düşünmeden. Biraz da öfkeye benzeyen bir duygu içinde. 

Oysa yüreğinden söküp atması gerekli olan şeylerden, duygulardan biri de bu. Hızlı yürümeli artık. Tepeye geliyor gibi bir şey. Daha çok sürükleyemez kendini. Bir an önce oraya varmalı. 

Varıyor da. Ağaçlar geride kaldı. Küçük bir açıklık var karşısında. Orada burada tek tek ağaçlar. Uğuldayarak, çıtırdayarak yele uyan. Yerler çam iğneleriyle tamamıyla örtülü değil. Geniş geniş taşlar, kayalar, açık toprak parçalan var. Güneş bildiği gibi yakıyor burayı. Onu durduracak, engelleyecek hiçbir şey yok. 

Su da buralarda bir yerde olmalı, diye düşünüyor Andronikos. Suyu buralarda aramalı. En yüksek yere, adanın tepesine varmış durumda. Orada durup geriye bakıyor. 

Altında, gittikçe derinleşen, koyulaşan, uğultu, kımıltı içinde bir çam denizi var. Böceklerin tümü sanki orada cırıldıyor, kuşların tümü orada ötüyor. Tam karşısında, adanın ikinci tepesi var. Çok daha alçakta duruyor. Onun üstü silme çam kaplı. Kopkoyu. Deniz iki yanda, erir gibi, titrek bir pırıltı içinde, dümdüz, geniş... Şehre doğru uzaklaşan gemiciğin ardında martılar hâlâ uçuşuyor. Arada bir, yellerle birlikte, acıklı, yırtık, memeden kesilen çocuğunkini andıran sesleri, bağırtılan ulaşıyor kulağa. 

Şimdi martılar da uzakta. Öğle sıcağında martıdan başka hangi kuş uçar buralarda? 

Andronikos şimdi tepenin ardına bakıyor. Burada ağaçlar çok daha aşağıda başlıyor. Ağaçlara dek basamak basamak inen kayalar var. Doğuya doğru. Güney yamacında kayalar daha bile iri, daha bile sık. Ama ağaçlık daha yukanda başlıyor. Andronikos doğuya doğru inecek. Suyun orada bulunması, aklında yanlış kalmamışsa o sözler, daha olası... 

Hangi sorunun karşılığını vermesi gerektiğini kestirdikten sonra, kararlaştırdıktan sonra, Andronikos rahat etmiş gibiydi. O gün, sabahtan akşama dek düşünmemeğe çalışmıştı. Her günkü yaşayışını yaşamış, her günkü adımlarını atmıştı. îoakim ona ürkek ürkek bakıyor, göz göze gelmeğe çalışıyor, ama, besbelli, yanına yanaşıp bir şey sormaktan çekiniyordu. Andreas ise, her günkü gibi, her hareketini niye yaptığını iyi bilen insanlar gibi davranarak gidip geliyordu. 

O akşam, söylentiler daha da dallanıp budaklanmıştı. Kararın çıktığı, pek yakında bildirileceği, ona göre hareket edileceği, tedbirle alınacağı söyleniyordu.

Yatsıdan sonra Andronikos, sorusunun orasını burasını kemirmeğe başlamıştı. Ama sabah kalktığı zaman, şu nokta iyice aydınlanmıştı gözünde: Yeni inancı, değişikliği kabul ederse, ömründe bir kez daha, söylenen, istenen, uyulması buyurulan, kendisini herkesle birleştiren, herkese bağlayan şeyi yapmış olacaktı. Olacaktı ama bugüne dek inanarak yaptığı şeye tamamıyla aykırı bir davranışa da zorlayacaktı kendini. Zorlayacaktı. Bugüne dek edindiği alışkanlıkların dışına çıkmak için zorlayacaktı, bu alışkanlıkların karşılığı olduğu inançlardan kurtulmak için zorlayacaktı kendini. Zorlayacaktı. Demek, eskiye bağlıydı. Demek, eski inancın dışına çıkmak onun için kolay olmayacaktı. 

O gün de, akşama dek, her adımını eskisi gibi atmış, her işini eskisi gibi yapmıştı. Ama, bir gün öncesine göre bir değişiklik vardı o günkü davranışında. Attığı her adımı, yaptığı her hareketi, kutsal resimler karşısında her haç çıkarışım, değişikliğin ışığında görmeğe çalışıyordu. Kutsal resimlere bakarken, bunların kutsal sayılmadığını düşünmeğe çalışıyordu. Haç çıkanrken, resmin ötesinde bir varlığı, resimdeki biçimlerden ayn, onlardan kurtulmuş olarak düşünmeğe çalışıyordu. 

Bunu kiliseler çapında, daha sonra irili ufaklı yüzlerce kiliseyi bir araya getiren şehir çapında, ondan sonra da Başkentin çevresinde toplanan topraklar çapında, bütün Bizans devletinin, İmparatorun bütün topraklarının çapında düşünmeğe çalışmıştı. 

Bir yığın resim gelmişti gözünün önüne. Dağ gibi büyüyen, güneşin gökte çizdiği yayı yeryüzünde belirten saatlerin geçişiyle bir yaldız yalımı, bir yaldız dalgası, bir altın yaldız denizi gibi büyüyen, bir dağ gibi kocamanlaşan, üst üste yığılmış resimler gelmişti: Bir, birkaç, onlarca, yüzlerce kilise gözünün önüne gelmişti. Duvarları çırılçıplak, resimlerin yıllardan beri durduğu yerleri kirli bir aklık içinde, kiliseler gelmişti gözünün önüne. KutsalBilgelik adına kurulmuş, tavanları, kubbeleri, kemerleri, duvarları resim içinde, resimle kaplı, harca saplanmış ufak ufak taşlardan yapılı resimlerle kaplı koca kiliseyi, devletin en büyük, dünyanın en büyük kilisesini düşünmüştü. O resimler duvarlardan indirilemezdi. Onlar, olsa olsa, gene boyayla, badanayla, harçla kapatılır, örtülürdü. 

Ama o dağ gibi, o deniz gibi yığının hakkından ancak bir tek şey gelebilirdi. 

Ateş. 

Ateş düşüncesi o akşam, geldi, Andronikos'un içine yerleşti. Güneş battığı sırada. 

Bütün gün o değişikliği gözünün önüne getirmeğe çalışmıştı. Güç işti bu. Bu kadarını düşünmek yorucuydu. Buyruğu verecek olanlar böyle mi düşünmüşlerdi? Böyle düşünmüşler miydi? Andronikos, böyle düşünmemişlerdir diye karar vermişti o gece. 

Onlar, öyle düşünmeden, istediklerinin olması için ateş gerekliyse ateş deyiveren insanlardı herhalde. Ateşin nasıl yakılacağını, resimlerin nasıl kül edileceğini, herhalde, yardımcılarına,yardımcılarının yardımcılarına bırakırlardı. O yardımcılar, yardımcı yamakları düşünürdü herhalde bu gibi işleri. Buyruğu verenler değil. Ama ateşi düşünebilmesi, Andronikos'u ürkütmüştü. Sabah, içinde korku duyarak uyanmıştı. Ateşi düşünebilmiş olduğu için kendinden korkarak. 

Silkiniyor. 

Ne kadar zamandan beri bu kayanın üzerinde oturup durduğunu düşünüyor Andronikos. Dalmamalı böyle. Başı dönmeğe başlıyor. Doğuya bakan kayalıklar arasında suyu muhakkak bulmalı. Bulmazsa... Bulmazsa... Bulacak. Bulmalı. O kadar. 

iniyor biraz daha. Şimdi gözleri, bütün dikkatleriyle, yere çakılı. Biraz daha indikten sonra, kayalığın kesildiği, ağaçlığın daha başlamadığı yere geliyor. Dönüp bakıyor ardına. Başı ağrıyor. Boynu ağnyor. Ter içinde. Gözleri kamaşıyor. Denize çok baktı. Bir şey seçemiyor. Karşısındaki kayaların, fundaların bütün çizgileri, ayrıtları, titreşen sıcak havanın içinde büsbütün titrek görünüyor. 

O noktadan sonra atılacak adım şuydu: Madem bütün bu değişiklikler, bu zorlamalar kendisine güç gelecekti, yeniliği, değişikliği kabul etmemeliydi. O zaman ne olacaktı? 

Bir gece daha geçtikten sonra Andronikos bütün sorulan cevaplandırmıştı. Aydınlık içinde çıkmıştı sabaha. 

Ama başının ağnsı, gözlerinin yanması -şimdiki gibi- onu serseme çevirmişti. Üç gün üç gece, bir değirmen taşının yanıbaşında bir direğe bağlansa, üç gün üç gece, taşlann, millerin gıcırtısından başka bir şey yememeğe, içmemeğe, işitmemeğe hüküm giyse, başı herhalde daha çok ağnmaz, beyni herhalde daha çok zonklamazdı. 

Ama yol açıktı artık. 

Gidiş yolu. Kaçış yolu. 

İnancını değiştirmeyecekti. Yeni inancı kabul etmeyecekti. Karar, söylentilerin gerçekleşmesi halinde iki gün sonra yürürlüğe girerse, Andronikos'un başına neler geleceği besbelliydi. En azından, zindana atılacaktı. Aklı başına gelinceye değin. 

Aklını başına getirinceye değin. 

Zindana atılışının üzerinden iki gün geçmeden aforoz edilebilirdi. Dahası, ölümüne karar verilebilirdi. 

imparatorlara, imparator buyruklarına karşı gelenlerin, din konusundaki kararlara, inanç üzerine çıkarılan yarlığlara uymayanların, karşı koyanların, ölmeden önce bu davranışlarından ötürü sonsuz pişmanlık duymaları için hiçbir şeyin esirgenmediğini Andronikos çok iyi biliyordu. Yapılan işkencelerin çeşitlerini, sokakta oynayan çocuklar bile bilirdi. Çocukken, sokakların kuytu uçlarında, arsalarda, mezarlık kıyılarında işkence oyunlarını az mı oynamışlardı? 

Bizans çocukları, savaş oyunu, eşkiya oyunu oynadıkları kadar, işkence oyunu da oynarlardı. Oysa Andronikos, aforoza, işkenceye varmadan, yalnız zindanı düşünmekle yetinmişti. 

Zindana atılacağı muhakkaktı. Hem de iki gün sonra. Kesin, düpedüz bir bilgiydi bu. 

İmdi, demişti o gece, kendi kendine tartışır, konuşurken, zindandan bu kadar korkuyorsam, zindana atılmağı bu kadar korkunç bir şey sayıyorsam, inancımın gücünü duyduğumu, inancımı değiştirmemeğe karar verecek ölçüde inandığımı nasıl söyleyebilir, nasıl düşünebilirim? Oysa yıllarca, keşiş olarak, din adamı olarak, bu inancı yaşadım, bu inanca bağlılığımı her türlü kuşkunun üzerinde, ötesinde saydım. İnsanlara, yeterince inanmadıkları için ilendim, saldırdım. İnancın, her türlü zenginliğin, her türlü acının üstünde olduğuna, her türlü dünya malı ile dünya acısının üstünde olduğuna, zengini de, yoksulu da, inandırmağa, kandırmağa çalıştım. Yoksa, alıştığım için mi yapıyordum bunu? Alıştığım, öyle düşünüp öyle söylemeğe alıştığım, gerisini düşünmeği aklıma bile getirmediğim, su içer, yemek yer, yürür, yatıp uyur gibi bu işleri yaptığım, ne yaptığımı tamamıyla unuttuğum, aklıma bile getirmediğim için mi? 

Oysa, bu inancın temsilcisi, insan kılığındaki temsilcisi, din adamı olarak, kimini yerdim insanların, kimini övdüm. Gün oldu, insanların inançlarını ölçüye, tartıya vurup kiminin doğru, kiminin eğri yolda olduğunu söyledim. Kendimi düşünmedim hiç. Kendimi, doğru yoldan ayrılamaz görüyordum demek. Demek, yıllarca sevgi sözü ettim, sevgiyi saygıdan, saygıyı el öpmekten, el öpmeği elimi öptürmekten, resim, haç öptürmekten ayırmadım. Evlerde, insanlar arasında birtakım sevgileri beğendim, birtakım başka sevgileri kınadım; benden istenen kutsamayı esirgediğim oldu. Bütün bunları yaparken de, bunu yapmağa hakkım var mı yok mu, diye düşünmedim. Bütün bunları yaparken, bana öğretilen, içinde büyüdüğüm, içinde varlık olarak gerçekleştiğim, temsilciliği günün birinde elime teslim edilen bir inancı düşünüyor, o inanç adına yapıyordum yaptığımı. 

Şimdi, bu inancın değil ama inancın uygulanı

22 Eylül 2015 Salı

Sisifos Söyleni, A.Camus

Sisifos Söyleni, A.Camus

Bu çeviride sık sık karşılaşacakları "uyumsuz" sözcüğü okurlara biraz bulanık gelebileceği için küçük bir açıklama yapmakta yarar var. Bu sözcük, sözlük anlamı "usa, mantığa uymayan, abes, saçma, boş, anlamsız" olan "absürde" sözcüğünün karşılığı olarak kullanılmıştır. Ama Sisifos Söyleni'nde "absürde" sözcüğü bu anlamı aşar, insan ya da düşünce sözcüklerinin sıfatı olduğu zaman, insan açısından evrenin mantığa aykırılığını, tutarsızlığını anlamış, her şeyi olduğu gibi gören, bilinçli insan ya da düşünceyi belirtir.                                                                                                                                             Talisin Yücel

UYUMSUZ ÖZGÜRLÜK  sf. 56

Şimdi işin başlıcası yapıldı. Ayrılamayacağım birkaç kesin gerçek var elimde. Bildiğim, kesin olan, yadsıyamayacağım, atamayacağım, işte önemli olan bu. Benliğimin belirsiz özlemlerle yaşayan bu bölümünden, bu birlik isteğinden başka, bu çözme isteğinden başka, bu aydınlık ve uygunluk gereksiniminden başka her şeyi yadsıyabilirim. Beni çevreleyen, bana çarpan ya da beni götüren bu dünyada, bu kaostan, bu her şeyin başı rastlantıdan başka, kargaşadan doğan bu tanrısal denklikten başka her şeyi çürütebilirim. Bu dünyanın kendisini aşan bir anlamı var mı, bilmiyorum. Ama bu anlamı bilmediğimi, öğrenmenin de benim için şimdilik olanaksız olduğunu biliyorum. Kendi koşulumun dışında olan bir anlamın benim için anlamı ne? Ben ancak insan ölçüleriyle anlayabilirim. Dokunduğum şey, bana karşı direnen şey, işte budur benim anlamadığım. Bu iki kesinlik, saltıklık ve birlik isteğimle bu dünyanın usa ve mantığa uygun bir ilkeye indirgenmezliği, bunları uzlaştıramayacağımı da biliyorum. Yalana başvurmadıkça, benim olmayan, benim kendi koşulumun sınırlan içinde hiçbir anlam taşımayan bir umudu araya sokmadıkça, bundan başka hangi gerçeği tanıyabilirim? 

Ağaçlar arasında bir ağaç, hayvanlar arasında bir kedi olsaydım, bu yaşamın bir anlamı olurdu, daha doğrusu bu sorunun hiç anlamı olmazdı, çünkü dünyadan bir parça olurdum. Bu dünya olurdum, oysa şimdi tüm yakınlık gereksinimimle onun karşısındayım. Öylesine önemsiz olan bu us, işte beni tüm evrenin karşıtı yapan bu. Bir kalemde yadsıyamam onu. Öyleyse doğru olduğuna inandığımı bırakmamalıyım. Bana karşı bile olsa, alabildiğine açık bulduğumu alıkoymalıyım. Bu uzlaşmazlığın, dünya ile düşüncem arasındaki bu kırılmanın temeli, bu konudaki bilinçliliğim değil de nedir? Demek ki onu sürdürmek istiyorsam, her zaman yenilenen, her zaman gergin ve kesintisiz bir bilinçle sürdürebilirim. Şu sırada uyumsuz, aynı zamanda hem alabildiğine açık hem de fethedilmesi alabildiğine güç olan uyumsuz, bir insanın yaşamına dönüyor, yurdunu yeniden buluyor. Gene de, bu sırada, düşünce açık görüşlü çabanın kısır ve kurumuş yolunu bırakabiliyor. Şimdi günlük yaşama giriyor. Adsız kişinin dünyasını yeniden buluyor, ama artık başkaldırısı ve açık görüşlülüğüyle dönüyor buraya. Umut etmemeyi öğrendi. Şimdiki zamanın cehennemi, onun ülkesi burasıdır artık. Tüm sorunlar keskinliklerini yeniden kazanıyor. Soyut açıklık biçimlerin ve renklerin içliliği karşısında geri çekiliyor. Tinsel uzlaşmazlıklar cisimleniyor, insan yüreğinin düşkün ve görkemli sığınağını yeniden buluyor. Hiçbiri çözüme ulaşmadı. Ama hepsi de yüz değiştirdi. Ölecek mi, yoksa sıçrayıp kurtulacak mıyız, kavram ve biçimlerden kendi ölçümüze uygun bir ev mi kuracağız? Yoksa parçalayıcı ve olağanüstü uyumsuzu mu seçeceğiz? Bu konuda son bir çaba daha harcayarak tüm sonuçları çıkaralım. Beden,- sevgi, yaratım, eylem, insan soyluluğu, bu dünyada yerlerini yeniden alacak o zaman. İnsan orada büyüklüğünü besleyen ilgisizlik ekmeğini ve uyumsuzun şarabını yeniden bulacak sonunda.

Yöntem üzerinde duralım gene; dayatmak söz konusu. Uyumsuz insan yolunun belli bir noktasında kışkırtılmıştır. Tarih ne dinden yoksundur ne peygamberden, tanrısızları bile vardır. Ondan sıçraması isteniyor. Verebileceği tek yanıt iyi anlamadığı, bunun açık olmadığı. Kişi de yalnızca iyi anlamadığını yapmak ister. Ona bunun gurur günahı olduğu, belki de işin sonunda cehennemin bulunduğu söylenir, ama bu garip geleceği gözlerinin önüne getirmesine yetecek imgelem gücü yoktur; ölümsüz yaşamı yitirdiği söylenir, ama bu ona önemsiz görünür. Suçluluğu benimsettirilmek istenir ona. O kendini suçsuz bulur. Doğrusunu söylemek gerekirse, yalnız bunu duyar, çaresiz suçsuzluğunu. Her şeyi bu sağlar ona. Böylece kendi kendinden istediği yalnızca bildiğiyle yaşamak, elindekiyle yetinmek, araya kesin olmayan hiçbir şey sokmamaktır. Hiçbir şeyin böyle olmadığı söylenir ona. Ama hiç değilse bu bir kesinliktir. İşi onunladır: hiçbir şeye sarılmadan yaşanıp yaşanamayacağını bilmek ister.

Şimdi intihar kavramını ele alabilirim. Bu kavrama nasıl bir çözüm getirebileceğimiz önceden sezilmiş olmalı. Bu noktada sorun tersine çevrilmiştir. Bundan önce sorun yaşamın yaşanmak için bir anlamı bulunması gerekip gerekmediğiydi. Burada, tersine, yaşam anlamdan ne kadar yoksun olursa o kadar iyi yaşanacağı çıkıyor ortaya. Bir deneyimi, bir yazgıyı yaşamak onu bütünüyle benimsemektir. Öyleyse, bilinçle gün ışığına çıkardığımız bu uyumsuzu, uyumsuz olduğunu bile bile, göz önünden uzaklaştırmamak için elimizden gelen her şeyi yapmazsak, bu yazgıyı yaşamayacağız demektir. Onu yaşatan karşıtlığın öğelerinden birini yadsımak, ondan sıyrılmaktır. Bilinçli başkaldırıyı yok etmek sorunu ortadan kaldırmaktır. Sürekli devrim izleği böylece bireysel deneyim alanına geçer. Yaşamak uyumsuzu yaşatmaktır. Uyumsuzu yaşatmak her şeyden önce ona bakmaktır. Eurydice'nin tersine, uyumsuz ancak kendisine sırt çevrildiği zaman ölür. Böylece, tutarlı olan ender felsefe durumlarından biri başkaldırı olarak belirir. Başkaldırı insanla kendi karanlığının sürekli biçimde karşılaştırılmasıdır. Olanaksız bir saydamlık gereksinimidir. Her saniyesinde dünyayı yeniden tartışma konusu eder. Tehlike, insana onu kavramanın yeri doldurulmaz fırsatını verdiği gibi, metafizik ayaklanma da tüm deneyim boyunca bilinci yaşatır. İnsanın kendi kendisi için sürekli biçimde varoluşu, hazır oluşudur. Özlem değildir, umutsuzdur. Yalnızca ezici bir yazgının kesinliğidir, bu başkaldırı kendisine eşlik etmesi beklenen boyun eğişten de uzaktır.

Uyumsuz deneyimin intihardan ne denli uzaklaştığı burada görülüyor. İntiharın başkaldırıdan sonra geldiği sanılabilir. Ama yanlış olarak. Çünkü intihar başkaldırının mantıksal sonucu değildir. İçerdiği boyun eğiş dolayısıyla, onun tam tersidir. İntihar, sıçrama gibi, en son noktasına götürülmüş kabullenmedir. Her şey tükenmiştir, insan temel tarihine geri döner. Geleceğini, biricik ve korkunç geleceğini fark eder ve ona doğru atılır. İntihar uyumsuzu kendince çözer. Onu da aynı ölüme sürükler. Ama biliyorum ki sürüp gitmek için uyumsuzun çözüme varmaması gerekir. Aynı zamanda hem bilinç hem de ölümün yadsınması olduğu ölçüde intihardan sıyrılır. İdamlığın son düşüncesinin en ucunda, her şeye karşın birkaç metre ötede, baş döndürücü düşüşünün kıyısında gördüğü şu kundura bağıdır. İntihar edenin tam karşıtıdır idamlık.

Bu başkaldırı yaşama değerini verir. Bir yaşamın tüm uzunluğunca yayılmış olarak, büyüklüğünü yeniden yerine getirir. Gözleri bağlanmamış bir insan için, kendisini aşan bir gerçekle çarpışan anlayışın görünümü kadar güzel bir görünüm yoktur. İnsan gururunun gösterişi erişilmez bir şey. Tüm değerden düşürmeler etkisiz kalacaktır burada. Düşüncenin kendi benimsediği bu sıkı düzende, tümüyle oluşturulmuş bu istemde, bu karşı karşıyalıkta, güçlü ve eşsiz bir şey vardır. İnsandışılığı, insanın büyüklüğünü oluşturan bu gerçeği yoksunlaştırmak, insanın kendisini yoksunlaştırmaktır. Bana her şeyi açıklayan öğretilerin aynı zamanda beni zayıflatmalarının nedenini şimdi anlıyorum. Kendi yaşamımın ağırlığından kurtarıyorlar beni, oysa onu yalnız başıma taşımam gerek. Bu dönemeçte olsa olsa bir vazgeçiş ahlakıyla birleşecek, kuşkucu bir metafizik tasarlayabilirim.

Bilinç ve başkaldırı, bu yadsımalar vazgeçişin karşıtıdır. Tersine, insan yüreğinde indirgenmez ve tutkulu olan ne varsa hepsi bunları yaşamıyla canlandırır. Uzlaşmamış olarak ölmek söz konusudur. Gönüllü olarak değil, uzlaşmamış olarak ölmek söz konusudur. İntihar bir yanılmadır. Uyumsuz insanın tüm yapabileceği her şeyi tüketmektir, kendi kendini de tüketmektir. Uyumsuz onun son noktasına varmış gerilimi, bir yalnız çabayla sürekli olarak sürdürdüğü gerilimdir, çünkü bu bilinçte ve bu günü gününe başkaldırıda biricik gerçeğini ortaya koyduğunu bilir. Bu gerçek de meydan okumadır. İlk sonuçlardan biri bu.

Yeni bulgulanmış bir kavramdan, bu kavramın getirdiği tüm sonuçlan (ve yalnız onları) çıkarmaktan başka bir şey olmayan bu elverişli durumu bırakmazsam, ikinci bir çelişkiyle karşı karşıya gelirim. Bu yönteme bağlı kalmak istediğime göre, metafizik özgürlük sorunuyla hiçbir alışverişim yok demektir. İnsan özgür mü, değil mi, bunu bilmek beni ilgilendirmez. Ben yalnız kendi özgürlüğümü deneyebilirim. Bu konuda genel kavramlara varamam, ancak açık birkaç yargım olabilir. "Öz olarak özgürlük" sorunu anlamsızdır. Çünkü bambaşka bir biçimde Tanrı sorununa bağlıdır. İnsanın özgür olup olmadığını bilmek, bir efendisi olup olamayacağının bilinmesini buyurur. Bu sorunun kendine özgü uyumsuzluğu, özgürlük sorununu sorun durumuna getiren kavramın aynı zamanda onun bütün anlamını çekip almasından gelir. Çünkü Tann önünde, bir özgürlük sorunundan çok, bir kötülük sorunu vardır. Seçeneği biliyoruz: ya özgür değiliz ve kötülükten her gücü elinde tutan Tanrı sorumludur; ya özgür ve sorumluyuz, ama Tanrı her gücü elinde tutmamaktadır. Tüm bu incelikler bu çelişkinin keskinliğine hiçbir şey eklememiş, bu keskinliği azaltmamıştır.

İşte bu nedenle beni aşan ve benim bireysel deneyim çerçevemden taşar taşmaz anlamını yitiren bir kavramın basit tanımında coşkuyla kendimden geçemem. Üstün bir varlığın bana vermiş olabileceği bir özgürlük ne olabilir, bunu anlayamam. "Hierarşi" duygusunu yitirdim. Benim özgürlük anlayışım tutuklunun anlayışı ya da devlet içinde çağdaş kişinin anlayışı olabilir ancak. Benim bildiğim tek özgürlük, düşünce ve eylem özgürlüğü. Öyleyse, uyumsuz benim tüm ölümsüz özgürlük şanslarımı sıfıra indirirken, bana eylem özgürlüğümü verir, onun etkinliğini artırır. Bu umut ve gelecek yoksunluğu, insanın her şeye açık oluşunda bir gelişme anlamına gelir.

Günü gününe yaşayan insan, uyumsuzla karşılaşmadan önce, amaçlarla, bir gelecek ya da haklı çıkma (kime ya da neye karşı, sorun bu değil) kaygısıyla yaşar. Şanslarını ölçüp biçer, daha sonraya, emekliliğine ya da oğullarının çalışmasına bel bağlar. Yaşamında yönetilebilecek bir şeyler bulunduğuna inanır hâlâ. Gerçekte tüm bu olaylar bu özgürlüğü yalanlasa bile, özgürmüş gibi davranır. Uyumsuzun belirmesinden sonra, her şey sarsılmış durumdadır. Bu "ben varım" düşüncesi, her şeyin bir anlamı varmış gibi davranışım (yeri geldikçe hiçbir şeyin anlamı olmadığını söylesem bile), tüm bunlar her an gelebilecek bir ölümün uyumsuzluğuyla baş döndürücü bir biçimde de yalanlanır. Yarını düşünmek, kendine bir amaç seçmek, yeğlemeleri olmak, tüm bunlar özgürlüğe inancı gerektirir, bazı bazı insan onu duymadığını iyice anlasa bile. Ama şu anda bu üstün özgürlüğün, bir gerçeğe temellik edebilecek tek şey olan var olma özgürlüğünün, evet, işte bu özgürlüğün bulunmadığını çok iyi biliyorum. Ölüm tek gerçek olarak durmaktadır önümde. Ondan sonra iş işten geçmiştir. Sürüp gitmekte de özgür değilim, tutsağım, hem de ölümsüz devrim umudu bulunmayan, horgörüye başvuramayacak olan bir tutsağım. Devrim ve horgörü olmayınca da kim tutsak kalabilir? Ölümsüzlük güveni olmayınca, tam anlamıyla hangi özgürlük var olabilir?

Ama aynı zamanda, uyumsuz insan şimdiye kadar düşüyle yaşadığı bu özgürlük konutuna bağlı kaldığını anlar. Bir anlamda, bu durum kendisini köstekliyordu. Yaşamının bir amacı olduğunu düşlediği ölçüde, erişilecek bir amacın gereklerine uyuyor, özgürlüğünün tutsağı oluyordu. Böylece, olmaya hazırlandığım bir aile babasından (ya da bir mühendisten ya da PTT'de bir memur adayından) başka türlü davranamazdım. Başka bir şey olmaktansa bu olmayı seçebileceğime inanıyorum. Buna bilinçsiz olarak inanıyorum, orası doğru. Ama aynı zamanda, konutumu beni çevreleyenlerin inançlarından, insansal çevremin önyargılarından alıyorum (ötekiler özgür olduklarına o kadar inanıyorlar ki, bu iyimserlik de o kadar bulaşıcı ki!). Tinsel ya da toplumsal her türlü önyargıdan ne kadar uzak durursak duralım, bir ölçüde etkilerinde kalırız, hatta yaşayışımızı bunların en iyilerine (iyi ve kötü önyargılar vardır) uydururuz. Böylece uyumsuz insan gerçekten özgür olmamış olduğunu anlar. Daha açık konuşmak gerekirse, umut ettiğim ölçüde, bana özgü bir gerçeğin, bir varoluş ya da yaratış biçiminin kaygısını duyduğum ölçüde, sonra yaşamımı düzenlediğim ve böylece onun bir anlamı olduğunu benimsediğimi tanıtladığım ölçüde, kendime engeller yaratır, yaşamımı bu engellerin içine kapatırım. Bende ancak tiksinti uyandıran ve, şimdi iyice görüyorum, insan özgürlüğünü ciddiye almaktan başka bir şey yapmayan birçok kafa ve yürek memurunun yaptığını yapmış olurum.

Uyumsuz şu noktada aydınlatır beni: yarın yoktur. Bundan böyle derin özgürlüğümün ussal dayanağı budur işte. Burada iki karşılaştırma yapacağım. Önce gizemciler kendilerine verecek bir özgürlük bulurlar. Tanrılarına gömülmekle, onun kurallarına boyun eğmekle, kendileri de gizliden gizliye özgür olurlar. Kendiliğinden benimsenmiş tutsaklıkta derin bir bağımsızlık bulurlar. Ama bu özgürlüğün anlamı nedir? Her şeyden önce kendi kendilerine karşı kendilerini özgür buldukları, özgür olmaktan çok, serbestliğe kavuştukları söylenebilir. Aynı biçimde, tümüyle ölüme (burada en açık uyumsuzluk olarak ele alınan ölüme) yönelmiş uyumsuz insan, benliğinde billurlaşan tutkulu dikkatten başka her şeyden sıyrıldığını duyar. Ortak kurallar karşısında bir özgürlük tadar. Burada varoluşçu felsefenin başlangıç izleklerinin tüm değerini korudukları görülüyor. Bilince dönüş, günlük uykunun dışına kaçış uyumsuz özgürlüğün ilk adımlarım belirtir. Ama amaçlanan varoluşçu din söylevi, onunla birlikte de temelde bilinçten sıyrılan şu tinsel sıçramadır. Aynı biçimde (ikinci karşılaştırmam bu), ilkçağ tutsakları da kendi kendilerinin değillerdi. Ama kendilerini hiç sorumlu bulmamaktan başka bir şey olmayan özgürlüğü tanırlardı. Ölümün de ezen, ama kurtaran, soylu Romalı elleri vardır.

Bu dipsiz kesinliğe gömülmek, bundan böyle kendini kendi yaşamına onu geliştirecek, onu tutkulunun körlüğüne düşmeden gözden geçirecek kadar yabancı bulmak; bunda bir kurtuluş ilkesi vardır. Bu yeni bağımsızlığın süresi de her türlü eylem özgürlüğü gibi sınırlıdır. Ölümsüzlüğe çek vermez. Ama hepsi de eskiden ölümde duran özgürlük düşlerinin yerini alır. Bir şafak vakti erkenden, önünde hapishanenin kapıları açılan idamlığın o tanrısal "hazırlığı", yaşamın duru alevi dışında kalan her şey karşısında bu inanılmaz ilgisizlik, ölümle uyumsuz, iyice sezildiği gibi, usa uygun tek özgürlüğün, bir insan yüreğinin duyup yaşayabileceği özgürlüğün ilkeleridir burada. Bu da ikinci bir sonuç. Uyumsuz insan böylece olası, yıkıcı ve donmuş, saydam ve sınırlı bir evren görür, bu evrende hiçbir olasılık yoktur, ama her şey verilmiştir, bu evren aşıldı mı, yıkılış ve hiçlik başlar. O zaman uyumsuz insan, böyle bir evrende yaşamaya ve ondan gücünü, umut etmenin yadsınmasını, avuntusuz bir yaşamın yılmaz tanıklığını çıkarmaya karar verebilir.

Ama böyle bir evrende yaşamak ne demektir? Şimdilik geleceğe ilgisizlikten ve verilmiş olan her şeyi tüketmekten başka hiçbir şey. Yaşamın anlamına inanmak her zaman bir değerler basamağını varsayar, seçmeler ve yeğlemeler varsayar. Uyumsuza inançsa, tanımlarımıza göre, bunun karşıtını öğretir. Ama bu konu üzerinde durulmaya değer bir şey.

Hiçbir şeye sığınmadan yaşanabilir mi, yaşanamaz mı, beni ilgilendiren tek şey bu. Bu alandan hiç dışarı çıkmak istemiyorum. Bana yaşamın bu yüzü verildiğine göre, kendimi ona uydurabilir miyim? Bu özel kaygı karşısında, uyumsuza inanmak deneyimlerin niteliğinin yerini niceliğe vermek anlamına gelir. Bu yaşamın uyumsuzun yüzünden başka yüzü olmadığına inanırsam, tüm dengesinin benim bilinçli başkaldırmamla onun içinde çırpındığı karanlık arasındaki sürekli karşıtlığa dayandığını duyarsam, özgürlüğümün ancak sınırlı yazgısına göre bir anlam taşıdığını kabul edersem, o zaman önemli olanın en iyi yaşama değil, en fazla yaşama olduğunu söylemem gerekir. Bunun bayağı mı, yoksa tiksindirici mi, hoş mu, yoksa üzücü mü olduğunu düşünecek değilim. Kesinlikle söyleyelim, burada olgu yargıları benimsenmiş, değer yargıları bir yana bırakılmıştır. Yalnız görebildiğimden sonuçlar çıkarmam ve bir varsayım olabilecek hiçbir şeye kapılmamam gerek. Böyle yaşamanın dürüst olmadığı düşünülürse, o zaman gerçek dürüstlük bana dürüst olmamayı buyuruyor demektir.

En fazla yaşamak; geniş anlamda, bu yaşamın kuralının hiçbir anlamı yok. Açıkça belirtmek gerek. Bir kez bu nicelik kavramı yeterince deşilmemiş görünüyor. Çünkü insan deneyiminin geniş bir bölümünü kapsayabilir. Bir insanın ahlakı, değer sıralaması ancak biriktirdiği deneyimlerin niceliği ve çeşitliliğiyle bir anlam taşıyabilir. Çağdaş yaşamın koşulları da insanların çoğunluğuna aynı deneyimlerin niceliğini ve bunun sonucu olarak aynı derin deneyimi kabul ettiriyor. Bireyin kendi katkısını, kendisine "verilmiş" olanı, yani kendisinde doğuştan bulunanı da göz önünde bulundurmak gerekir kuşkusuz. Ama bu konuda bir yargıya varamam ve, bir kez daha, burada kuralımın dolaysız açıklığa uymak olduğunu söylemeliyim. O zaman ortak bir ahlakın gerçek özelliğinin kendisine yön veren ülkünün öneminden çok, kapsamı ölçülebilecek bir deneyim ölçütünde bulunduğunu görürüm. Benzetmeyi biraz zorlayacak olursak, bizim sekiz saatlik günümüzün ahlakı olduğu gibi, Yunanlıların boş zamanlarının da ahlakı vardı. Ama şimdiden birçok insan, bunlar arasında da en yürek parçalayıcıları, bize daha uzun bir deneyimin bu değerler tablosunu değiştirdiğini sezdiriyor. Sırf deneyimlerinin niceliğiyle tüm rekorları kıracak (bu spor deyimini özellikle kullanıyorum), böylece kendi ahlakını kazanacak günlük gazete serüvenini getiriyor usumuza. Bununla birlikte romantizmden uzaklaşalım da yalnız seçimini yapmaya ve yalnız oyunun kuralı olduğuna inandığını incelemeye kararlı bir insan için bu tutumun ne anlama gelebileceğini düşünelim.

Tüm rekorları kırmak her şeyden önce ve yalnız dünyayla karşı karşıya gelmek, elden geldiğince sık gelmektir. Çelişkilere, söz oyunlarına düşmeden nasıl becerebiliriz bunu? Uyumsuz bir yandan tüm deneyimlerin ilginçlikten uzak olduklarını öğretir, öte yandan deneyimlerin en büyük niceliğine doğru iter de ondan. O zaman, yukarıda sözünü ettiğim birçok insanın yaptığı şey nasıl yapılmaz, bize bu insan maddesinin elden geldiğince fazlasını getiren yaşama biçimi nasıl seçilmez, böylece de bir başka yandan atıldığı ileri sürülen değerler basamağı nasıl sokulmaz işin içine?

Ama bize bilgi veren gene uyumsuz ve onun çelişkin yaşamıdır. Çünkü yanlışlık, bu deneyimler bize bağlıyken, onlann yaşam koşullarımıza bağlı olduğunu düşünmekte. Burada basitleyici olmak gerekir. Yaşadıkları yılların sayısı aynı olan iki insana dünya hep aynı deneyimler toplamını sağlar. Bunun bilincinde olmak bize düşer. Yaşamını, başkaldırısını, özgürlüğünü duymak, elden geldiğince fazla duymak, fazla yaşamaktır. Uyanıklığın egemen olduğu yerde, değerler basamağı gereksiz kalır. Daha da basitleyici olalım. Tek engelin, tek "kazanamamağın erken ölüm olduğunu söyleyelim. Burada esinlenen evren ölüm denen o sürekli ayrıklığa karşıt olmasıyla yaşar yalnız. Böylece de uyumsuz insanın gözünde (bunu istese bile), hiçbir coşkunluk, hiçbir tutku, hiçbir özveri kırk yıllık bir bilinçli yaşamla altmış yıl üzerine yayılmış bir açık görüşlülüğü eşit kılamaz. Delilikle ölüm, bunlar onun onarılmaz durumlarıdır. İnsan seçmez. Öyleyse uyumsuz ve taşıdığı yaşam fazlalığı insanın istemine bağlı değil, karşıtına, yani ölüme bağlıdır. Sözcükleri iyice tartarak konuşursak, yalnız bir şans sorunu söz konusudur. Buna razı olmasını bilmek gerek. Yirmi yıllık yaşamın ve deneyimlerin yeri hiçbir zaman doldurulamayacaktır.

O kadar uyanık bir ırkta garip kaçan bir tutarsızlıkla, Yunanlılar genç ölen insanlar tanrıların sevgilisi olsun isterlerdi. Bu ise ancak tanrıların gülünç dünyasına girmenin, sevinçlerin en ansım, yani  duymanın ve bu yeryüzünde duymanın sevincini bir daha bulamamasıya yitirmek olduğu kabul edilirse doğrudur. Sürekli olarak bilinçli kalan bir ruhun önünde şimdiki zaman ve şimdiki zamanların birbirlerini kovalaması, uyumsuz insanın ülküsü budur işte. Ama ülkü sözcüğü falsolu bir ses saklıyor burada. Onun iççağrısı değil bu, uslamlamasının üçüncü sonucu yalnız. Uyumsuz üzerine gözlem, insandışının bunalımlı bilincinden yola çıkarak insan başkaldırısının tutkulu alevleri içinden yolunun sonuna gelir. 

Böylece, ölümden üç sonuç çıkarıyorum: başkaldırım, özgürlüğüm ve tutkum. Yalnız bilinç yoluyla ölüme çağrı olan şeyi yaşam kuralı biçimine sokuyor ve intiharı yadsıyorum. Günler boyunca sürüp giden bu boğuk yankıyı bilmiyor değilim. Ama yalnız bir sözüm var söyleyecek: bunun zorunlu olduğu. Nietzsche, "Açıkça görülüyor ki gökte ve yeryüzünde başlıca işimiz uzun zaman ve aynı yönde boyun eğmektir; bunun sonunda örneğin erdem gibi, sanat, müzik, dans, us, düşünce gibi, uğrunda yaşam çabasına değen bir şey, değiştiren bir şey, incelmiş çılgın ya da tanrısal bir şey çıkar," diye yazdığı zaman, büyük bir ahlakın kuralını gösterir. Ama uyumsuz insanın yolunu da gösterir. Aleve boyun eğmek aynı zamanda hem en kolay hem de en zor şeydir. Bununla birlikte zorlukta boy ölçüşürken, insanın bazı bazı kendini yargılaması iyi olur. Bunu yalnız o yapabilir.

"Dua düşüncenin üzerine karanlık basınca başlar," der Alain. Gizemcilerle varlıkçılar da "Ama varlığın geceyle karşılaşması gerek," diye karşılık verirler. Hiç kuşkuşuz öyle, ama şu kapalı gözlerde ve yalnız insanın istemiyle doğan gece tinsel varlığın içinde silinmek için oluşturduğu gece değil. Bir geceyle karşılaşması gerekse, bu daha çok aydınlık görüşlü kalan umutsuzluğun gecesi, kutup gecesi, tinsel varlığın uyanıklığı, belki de usun ışığında her nesneyi kesin çizgileriyle ortaya çıkaran şu ak ve el değmemiş aydınlığın yükseleceği gece olsun. Bu basamakta, eşdeğerlilik tutkulu anlamayla karşılaşır. O zaman varoluşsal sıçramayı yargılamak bile söz konusu olmaktan çıkar artık. İnsan tutumlarının yüz yıllık freski içinde yeniden alır yerini. Bilinçliyse, izleyici için bu sıçrama da uyumsuzdur. Çelişkiyi çözdüğünü sandığı ölçüde, tümüyle eski durumuna getirir onu. Bundan dolayı coşku vericidir. Bundan dolayı her şey yeniden yerini alır, görkemliliği ve çeşitliliği içinde uyumsuz dünya yeniden doğar. Ama durmak kötü, bir tek görüş açısıyla yetinmek, tüm tinsel güçlerin belki de en etkilisi olan çelişkiden yoksun kalmaksa zordur. Yukarıda söylenenler bir düşünce biçimini tanımlıyor yalnızca. Şimdi yaşamak söz konusu.

Usturupluca eleştirip güldürüyorlar

‘Nedir?', duyduğumuzda tanıdık gelen ama tam olarak ne anlama geldiğini bilmediğimiz kavramları açıklıyor. Önceleri trip, bohem, melankoliyi tercih eden ekip, ‘diktatör' videosuyla izlenme rekoru kırdı. Kentsel dönüşüm, koalisyon, 4.5 G ve Avrupa ligi gibi konularla gündemden kopmayacağını gösterdi. Videoların beğenilen siması Burcu Bakdur, proje için “Söyleyeceğini çekinmeden, usturupluca söylüyor. Biraz da güldürüyor.” diyor.

‘Nedir?' projesinin yönetmeni Orçun Baş, çoğu meslektaşı gibi aldığı diplomaya küsüp kamera arkasına geçenlerden. Çektiği kısa fimlerle tanınan Baş, geçen yıl eylül ayında ‘Nedir?' için kolları sıvar. Arama motoruna en çok yazılan kelimeleri gülümseterek anlatmaktır niyetleri. Takipçi sayısı günden güne artar. Zamanla kamuoyunun tartıştığı meseleleri de aynı sempatik dille anlatmaya karar verirler. Tek farkla; bu defa işin içine biraz daha kinaye ve ironi katarak. Yönetmen, proje sevildikçe toplumsal bir sorumluluk duygusu hissettiklerini gizlemiyor. Daha muhalif olma gereği duyan beyin takımı, videoların dilini beklentiye göre biçimlendirmiş. Kurgu ve çekimler de profesyonelleşince ‘Nedir?' videoları, en çok izlenenlere girmeyi başarmış.

Sadece beş kişiden oluşan kadro, son sürat çekimlerini sürdürüyor. Yönetmen Orçun Baş'a programlarının neden çok sevildiğini soruyoruz. “Toplum bizde kendini buluyor.” cevabını veriyor. Basın özgürlüğünün daha çok tartışıldığı şu günlerde netameli konulara girmekten çekinmemeleri, merak edilen konular arasında. Orçun Baş, Türkiye'de yaşayan herkesin aklından geçenleri sadece yüksek sesle söyledikleri görüşünde: “Aslında bu konular yüzyıllar boyunca konuşulan ve herkesin üzerinde bir fikri olan konular. Eminiz herkes kendi arasında bu ve benzer meselelerde espriler ve konuşmalar yapıyor. Biz sadece insanların kendi aralarındaki günlük sohbetlerini programımız altında bir araya toplayıp, projemizle geri sunuyoruz. Yaptığımız yalnızca bu.”

Kentsel dönüşüm: Çirkin gecekonduları yıkıp AVM dikmek!

Koalisyon, diktatör, narsizm gibi en sevilen videolarda takipçilerinin çıkan isim Burcu Bakdur. Özellikle Diktatör videosundan sonra herkesin ilgisine mazhar oldu. Orçun Baş ile birlikte metinleri kaleme alıyor. Diktatör gibi iç karartıcı bir kavramı bile hem düşündürüp hem gülümseterek açıklayan Bakdur, moderatörlüğünü yaptığı ‘Berlin Felsefe Akşamları' seminerlerinde tanışır Orçun Baş ile. İstanbul'a döndüklerinde ‘Nedir, ne değildir?' diye tartışırken kendini stüdyoda çekimde bulur. O gün bugündür de videolardan gülümsemeye, izleyeni ise kara kara düşündürmeye devam ediyor.

Kentsel dönüşümü, “Bakın burada çirkin gecekondular var, fakir, bakın bunları atıyoruz rezidans dikiyoruz. Uzun uzun daha da uzun. Buraya bir Okçu Kışlası, bu bir AVM işte yapıyoruz. Buraya bir yol ama double.” Sözleriyle başlayıp muzipçe gülümsüyor Burcu Bakdur. Kimsenin buçuğuna anlam veremediği 4.5 G konusunda soru işaretlerini ise şöyle gideriyor: “Ölçü birimi, ihale oynadılar saray kafede, alan aldı satan sattı, bilmiyor musun? Şanzelize kafenin yanı. 1 Nisan 2016'da geçiyoruz bu sisteme. Bir şaka söz konusu da olabilir aslında…” Kadronun bütün çekimlerinde aynı kara mizah söz konusu olunca, Burcu Bakdur'a söz düşüyor. Bakdur, kavramları izah ederken asla dünyanın en büyük meselesini açıklığa kavuşturuyor havasına bürünmediklerini dile getiriyor. Kendisi mutlu olursa izleyenlerin de tebessüm edeceğini iyi biliyor. Şimdilerde diktatör videosu gündemdeyse de o hepsinden aynı dönüşü aldıklarını açıklıyor: “Sevilmemiz, tek bir anlatım özelinde bir durum değil, çoğu oldukça seviliyor. Dolayısıyla bizim aslında amacımız tartışma açacak konular bulmak değil. Her konu esprili ve akılcı olduğu sürece ilgi çekiyor. Biz mutluyuz yaptığımız işten, izleyiciler de mutluysa ne âlâ!” Söz, en çok hangi kavramı anlatmak istediğine gelince ‘umut' çıkıyor ağzından Burcu Bakdur'un.

Orçun Baş: Marjinal konu seçmiyoruz, bu da bir otosansür

321Media projesi ‘Nedir?'in beş kişilik kadrosu, Türkiye'de tartışılmayan birçok konuyu kamuoyunun dikkatine sunmakta kararlı. Yönetmen Orçun Baş, daha yolun başında olduklarını, konuşulmasını istedikleri uzun bir liste olduğunu bizimle paylaşıyor. Yönetmen son günlerde yaşanan toplumsal olaylardan dolayı en çok ‘vicdan' üzerine düşündüklerini şu cümlelerle açıklıyor: “Sanırım bu aralar en önemsediğimiz kavram, vicdan. Herkesin bir fikri var bu konuda, oysa o kadar karmaşık bir konu değil. Bu kavramla ilgili bir bölüm yapmayı da düşünüyoruz. Oto sansür uygulayacağımız kadar ‘marjinal' bir konu seçmiyoruz zaten. Ama bu da bir oto sansür, değil mi? Aksinin çok mümkün olduğunu sanmıyoruz.”

15 Eylül 2015 Salı

Manzara, A.Matsas

Manzara Burada, zamanın çarkına yok edebileceği hiç bir şey vermeyen bu kayayla denizden, gökyakutla elmastan oluşan madeni manzarada;

burada, tek lekesi senin kendi gölgen olan ve ölümün tohumunu yalnız senin teninin taşıdığı o her şeye egemen ışıkta; burada, belki yalnız bir an için putlar gözden yitecek; belki de bir kez daha bakabileceksin kendi gerçek yüzüne çakan bir şimşeğin aydınlığında; nice maskenin ardına gizlenen o yüze, zorunluklarla, boyunduruklarla çarpılmış, senin aldattığın, herkesin zorbalıkla kandırarak senden çaldığı. Böylece arınarak bir toprak testi gibi ya da çıplak bir kemik gibi etinden sıyrılarak bir an için kurtulacak özündeki kil hayatın ve ölümün amansız baskılarından.

Yaşarken paralel, şehit olunca kahraman!

17/25 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu'nun ardından iktidar, Emniyet'te yaklaşık 50 bin polisi tasfiye etmiş, binlercesini de ‘paralel' iddiasıyla sürgüne yollamıştı.

Polisler, psikolojik ve mesleki baskılara tâbi tutulmuş; kiminin ayda üç, kiminin ise beş kez tayini çıkarılmıştı. Geçtiğimiz hafta PKK'lı teröristlerce Iğdır'da şehit edilen 14 polisten ikisi, ‘paralel' iddiasıyla sürgün edilen isimlerdi. Bingöl'de şehit edilen Emniyet Müdür Yardımcısı Atıf Şahin de AKP'li bir milletvekili tarafından ‘paralel' ilan edilmiş, Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun çocuğuyla milli maç izlediği şehit emniyet müdürü de bu iddialardan nasibini almış, hatta cezaevine gönderilmekle tehdit edilmişti. Yaşarken ülkeyi yönetenlerce cadı avına maruz bırakılan polisler, şehit olunca yine aynı kişilerce kahraman ediliyor.

Son günlerde şehit olan polislerin içinde, 17/25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarının ardından ‘paralel' olarak yaftalananlar da var. Mağdur polisler, şehit olduklarında ise siyaselerce kahraman ilan ediliyor.

Türkiye Dağlıca, Iğdır ve Tunceli'deki şehitlerine ağlıyor. Dağlıca'da 16 asker, Iğdır'da 14 polis ve Tunceli'de 1 polis olmak üzere iki gün içinde toplam 31 asker ve polis PKK'lı teröristlerce şehit edildi. Polislerden bazıları sözde ‘paralel yapı' safsatasıyla doğuya sürüldü ancak şehit olunca siyasilerce kahraman ilan edildiler. Dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala'nın göreve gelmesinin hemen ardından binlerce emniyetçi, hiçbir gerekçe gösterilmeden sürüldü. Psikolojik ve mesleki baskılara tabi tutuldu. Kimileri bir ayda üç defa, kimileri ise beş defa tayin edildi.

Şehit emniyet müdürüne milletvekili iftirası

Bingöl İl Emniyet Müdür Yardımcısı Atıf Şahin, ‘paralel' iddiasıyla sürgün edilmişti. Şahin, 10 Ekim 2014'te PKK'lılarca açılan çapraz ateşin ortasında kalmış ve Başkomiser Hüseyin Hatipoğlu ile beraber şehit edilmişti. Şahin, 17/25 Aralık rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasının ardından Nazilli Emniyet Müdürlüğü görevinden alındı. Ardından da hakkında soruşturma açılarak pasif göreve getirildi. 2014 yılının Haziran ayındaki tayin ve terfi kurulunda ise sürprizle karşılaştı. Terfisine bir yıl kala şark görevine Bingöl'e gönderildi. Orada da ‘paralelci' olduğu iddiasıyla sürekli takip altına alındı. Kendisi de yakın çevresine yaşanan durumdan sürekli rahatsız olduğunu defalarca dile getirdi. Şehit olunca Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından ‘kahraman' olarak nitelendirildi. Oysa dönemin AKP Aydın Milletvekili Ali Gültekin Kılınç, onu aylar önce ‘paralel' ilan etmişti. Bir gazeteye konuşan Kılınç, “Paralel polisler beni öldürecekti.” diyerek eski Nazilli Emniyet Müdürü Atıf Şahin'i hedef tahtasına oturtmuştu. Kılıç, “Beni öldürüp kaza süsü vereceklerdi. 17 Aralık'tan sonra paralel yapının ulaştığı noktayı görünce, beni resmen öldürmek istedikleri gerçeğini şimdi daha net anladım.” demişti.

Davutoğlu, ‘paralel' diye fişlenen şehit polisin oğlu ile maç izledi

Önce sözde ‘paralel yapı' iddiasıyla fişlenip şehit olduktan sonra kahraman ilan edilen bir diğer emniyet müdürü İstanbul Bomba İnceleme ve İmha Şube Müdürü Beyazıt Çeken. Çeken, 10 Ağustos'ta DHKP-C'li iki teröristin Sultanbeyli Fatih Polis Merkezi'ne bombalı saldırısı sonucu inceleme için olay yerine gittiği esnada uğradığı silahlı saldırıda şehit olmuştu. Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun Dağlıca'daki askerlerimizin şehit olduğu gün, Türkiye Hollanda maçını beraber izlediği şehit çocuğu Cevdet Çeken'in babası olan Beyazıt Çeken de sözde paralel yapı mensubu olarak fişlenmiş. Türkiye'de 17/25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarıyla emniyet hallaç pamuğuna çevrilmiş yaklaşık 50 bin polis tasfiye edilmişti. Tasfiye edilmeyen nadir şubelerden biri Bomba İnceleme ve İmha Şube Müdürlüğü'ydü. Ülkede yeterince bomba imha uzmanı olmadığı için bu şubelere ülke genelinde dokunulmamıştı. Beyazıt Çeken de İstanbul Bomba İnceleme ve İmha Şube müdür yardımcısı iken 17/25 Aralık yolsuzluk operasyonlarından sonra aynı şubeye müdür olarak atanmıştı. Bomba imha müdürü olduktan sonra ise dönemin İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürü Mustafa Çalışkan tarafından tehdit edilmişti. Mustafa Çalışkan, şehit polis müdürü Beyazıt Çeken'i, Yurt Atayün ve Ömer Köse'nin tutuklu olduğu Selam Tehvid soruşturmasına dahil etmekle tehdit etmiş ve ayağını denk almasını söylemişti. Mustafa Çalışkan ise Selami Altınok'un içişleri bakanı olmasından sonra İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne getirilmişti.

‘Paralel' diye Iğdır'a sürüldüler zırhlı araç dahi vermediler

8 Eylül'de Iğdır'da Dilucu Sınır Kapısı'na göreve giderken PKK'lılarca yola döşenen 1 ton patlayıcının patlaması sonucu şehit edilen 14 polisten Başkomiser Mehmet Parlak ve polis memuru Ali Koç'un ‘paralel' safsatasıyla önce görevlerinden alındıkları daha sonra Iğdır'a sürüldükleri ortaya çıktı. Başkomiser Parlak hakkında, ‘paralel' iddiası ile önce idari soruşturma açıldığı ve uyarı cezası verildiği öğrenildi. Parlak, geçen hafta idare mahkemesine başvurarak uyarı cezasına itiraz etti. Kendisi hakkında verilen cezadan dolayı çok üzüldüğünü bir arkadaşına anlattı. Kendisine yöneltilen ‘örgüt üyesi' suçlamasını “akıllara zarar konu ve suçlama” diye aktardı. Şehidin bir arkadaşı, “Suçlamalar çok zoruna gitmişti. Geçen hafta davasını açtı. Ama artık gerek kalmadı. Her suçtan aklandı. Hatta tüm günahlarında da. O artık mazlumen şehit.” ifadelerini kullandı.

Karakola sürülmüştü

Iğdır'daki hain saldırıda şehit olan Ali Koç da ‘paralel' suçlamasına maruz kalan isimlerdendi. 17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet soruşturması sonrasında bir kamu kurumundaki koruma görevinden alınarak bir karakola sürüldü. Koç, daha sonra Iğdır'a gönderildi. Arkadaşları Koç'u anlatırken “Nazik, kibar, beyefendi, dürüst ve çalışkan bir arkadaştı. Güler yüzlü, samimi ve duygusal bir insandı. Paralelci diye önce karakola sonra da Iğdır'a gönderildi. Her zaman ‘en büyük keramet istikamettir' derdi.” dediler.

‘Erdoğan zırhlı araç vermişken bir anda casus ilan edildi'

Günün Mağdurları Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Murat Çetiner, güç ve iktidar sahiplerinin insanları istedikleri gibi fişleyip yaftaladıklarını söylüyor. Çetiner, “Ülkemizde insanlar iki kategoriye ayrılıyor. Partinin işine yarıyor mu yaramıyor mu buna göre belirleniyor. Güç ve iktidar sahipleri insanları istedikleri gibi fişleyip yaftalıyorlar. Siirt'ten Diyarbakır'a başarısından dolayı il emniyet müdürü olarak görevlendirilen hatta dönemin başbakanı tarafından zırhlı makam aracı ile ödüllendirilen Recep Güven, bir anda hain casus ilan edilip Sincan Cezaevi'ne konulabiliyorsa, hakkında soruşturmalar olan, arkasından bir gölge gibi paralel dedikoduları dolaşan amir, memur personel şehit olunca durum bir anda belki de mecburiyetten değişiveriyor. Daha da kötüsü senin şehidin-benim şehidim tartışması dahi doğuyor. Tunceli'de şehit olan polis memurunun istihbarat şubeden çıkartıldığı ve karakolda idari büro memuru yapıldığı, teröristleri etkisiz hale getiren memurun da Özel Harekât'tan bu süreçte çıkartıldığı kamuoyuna yansıdı. Iğdır'da şehit olan polis memuru Burak Zor da İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü'nde kritik görevlerde çalışmıştı. Daha sonra Iğdır'a sürüldü. Burada yaşanan temel mağduriyet kendini savunamama, uluslararası standartlarda bir hukuk güvenliğine sahip olamamadır.” şeklinde konuştu.