29 Aralık 2015 Salı

Hepimiz bir şeylerin ‘Geek'iyiz!

Geçtiğimiz günlerde vizyona giren Star Wars'un kendisinden çok hayranlarının yaptığı çılgınlıklar haber oluyor. Filmi izlemekle kalmayıp seri hakkında akla gelebilecek her türlü bilgiyi edinen, her ayrıntıyı eşeleyen kişiler, aslında birer ‘Geek'. Peki nedir bu geek ve başka nelerin geeki var? Buyurun haberi okuyun.

Annelerin ‘oğlum kalk artık şu bilgisayarın başından' derken gözden kaçırdıkları bir şey var. Bilgisayarın başından kalkmak demek, ertesi gün “Abi Game of Thrones'un son bölümü…” diye başlayan, “Leaguea of Legends bozdu yea…” diye devam eden muhabbetler edilirken ortalığa bön bön bakmak demek bir bakıma. Hatta yine diğer insanlar vizyondaki bir filmin ıncığını cıncığını anlatırken senin filmle ilgili yorumunun “Abi film çok iyiydi yea”dan öteye geçememesi demek. Dolayısıyla dünyanın sonu olmasa da epeyce müşkül bir durum olduğu kesin. Çünkü artık internetin de gelmesiyle bilgisayar dünyası eskisi gibi değil.

Yüzde yüz bir doğruluk garantisi vermese de internet sınırsız bir bilgi kaynağı ve nasıl kullandığına bağlı olarak ekran başında geçirilen saatler kişiye inanılmaz bir bilgi akışı sağlıyor. Hatta böyle insanları tanımlamak için konulan bir sıfat bile var: “Geek”. Geek, Türkçe karşılığı tam olarak yapılamasa da belki ‘sanal entelektüellik' olarak tanımlayabileceğimiz bir kavram. Tanımlaması zor olduğundan biz de “Nedir bu geek'lik?” diye sormak üzere Türkiye'deki geekleri buluşturan sitelerin başında gelen ‘geekyapar.com'un kurucuları ile görüştük. Nedir bu geekyapar.com derseniz, içeriklerinden birkaç başlık vermek yardımcı olabilir: ‘2015'in en iyi çizgi romanları', ‘Star Wars'ta fark etmemiş olabileceğiniz 12 meşhur konuk oyuncu', ‘Uzakdoğu Dövüş Hayranları Buyurun'.

Yiğitcan Erdoğan, geekliği “bir konu hakkında tutkulu ve meraklı bir şekilde araştırma yapan, onu eşeleyen, tarihine giden, yetinmeyip onun hakkında yazıp çizen, bilgisini diğer insanlarla paylaşan kişilerin yaptığı” olarak tanımlıyor. Dolayısıyla geniş bir kavram ve altına bir sürü konu giriyor.

Bir örnek vermelerini istiyoruz. Can Türkdoğan “Mesela sporun da geekleri.” var deyip devam ediyor: “Maçların ardından yapılan klasik muhabbetlerden ziyade yerli yabancı oyuncuların yaşamını bilmek, o takım ne zaman ne yaptı, hangi yıllarda ne kupa aldı, bunları eşeleyip çok keyif alan insanlar aslında birer futbol geeki.”

Yiğitcan Erdoğan, araya girip ekliyor: “Mesela Socrates diye bir spor dergisi çıkıyor. Küçük hikâyelerle sporun aktörlerini anlatıyor, eşeliyor, tarihini, istatistiğini araştırıyor, yazıya döküyor. Tam spor geeklerine hitap eden bir dergi.”

Ömercan Güldal ise çizgiyi şöyle çekiyor: “Uğraştığı şeyi hobi olmaktan öteye götüren fakat bunu işe dönüştürmek niyeti ile de yapmayan, herhangi bir konunun ıncığını cıncığını merak eden takip eden herkes geek bence. Konu önemli değil.”

Kesinlikle asosyal değiliz

Geekyapar sitesinin kurucuları, her konunun geeki olabileceği konusunda hemfikir. Ancak belli konuların diğerlerinden biraz daha ön plana çıktığı da kesin. Yiğitcan da katılıyor ve bu alanları şöyle sıralıyor: “Evet geek biraz daha derinlik seviyor. Yani merak edilecek çok yanı olan konular. Filmler, diziler, çizgi romanlar, bilgisayar oyunları... Hakkında konuşabileceği konular. Çünkü gevezelik geekliğin şanındandır. Konuşmadan bilgisini paylaşmadan duramaz.”

Can Türkdoğan tam da burada geeklerin sanıldığı gibi asosyal insanlar olmadığını belirtiyor: “İnsanlar bu tür bir ortama dahil olanların asosyal olacağından korkuyorlar ama biz en azından kendimizin hiç de asosyal olmadığını düşünen bir ekibiz. Konu ne olursa olsun sitede bir tartışma, konuşma dönüyor ve insanlar aktif olarak görüşlerini belirtiyorlar. Böyle bir platforma geleceklerse gelsinler. Hiç kötü bir şey değil.”

Ardından sözü Ömer Can alıyor: “Şöyle bir şey var aslında. Akıllı telefon ve Facebook'la filan asosyalleşme zaten herkese yayıldı, sadece geeklere özgü bir şey değil. Bunun tek farkı bilgisayar başında vakit geçirmeyi ve sıkılmamayı geekler biraz da uzun süredir yapıyor. Bu bir araç sadece ve ne yönde kullandığına biraz bakıyor. Sen herhangi bir konuda kendini geliştiriyorsan bu niye negatif olsun. Ben hep söylüyorum, İngilizceyi büyük oranda bilgisayar oyunları ile öğrendim.”

Bu arada geekyapar'ın üç yöneticisi de sosyal bilimlerden geliyor. Yiğitcan, ODTÜ Uluslararası İlişkiler mezunu. Şu sıralar mesaisinin tamamına yakınını geekyapar.com'a içerik üreterek harcıyor. Can ve Ömer Can da kültürel ilişkiler mezunu. Can'ın bir süre kurumsal hayatı olmuş ama sevmediği için bırakıp geekyapar'a dahil olmuş. Aynı zamanda bir çocuk tiyatrosunda rol alıyor. Ömer Can da aynı şekilde içerik üretimi ve oyunculukla meşgul yani gerçekten hiç de asosyal insanlar değiller.

Geekler söz konusu olunca kadınların adını fazla duymamamızın sebeplerini soruyoruz. Yiğitcan, zaman zaman geekyapar.com'da da karşılaştıkları dilden rahatsızlıklarını dile getiriyor: “Genelde şöyle laflar duyarsınız, ‘beyler son Star Wars filmi şöyleydi böyleydi. Abi filan'. Ben onları anlamlı bulmuyorum. Bu aslında Türkiye'de kadınların genel olarak görünür olmasıyla ilgili bir sıkıntı. Biraz da görünür olmama yönünde yetiştiriliyor kadınlar. Aslında kadın geek sayısı da çok fazla. The Walking Dead, Game of Thrones izleyicilerinin birçoğunu kadınlar oluşturuyor. Biz siteyi yüzde 55 erkek yüzde 45 kadın oranına getirdik.”

Star Wars'ın geekler üzerinde çok emeği var

Peki geek denince neden Star Wars geliyor akıllara? Yiğitcan Erdoğan'a göre bunun sebeplerinden biri Amerikan sinemasının geekliğin bahsettiğimiz özellikleri ile en çok uyuşan, geeklere en çok hitap eden filminin Star Wars olması. Filmin yönetmeni George Lucas, “Benim filmimin arkasında çok derin bir evren var.” diyor. Merak edilecek çok şey var. Zaten film tuttuktan sonra Star Wars'un yüzlerce kitabı çizgi romanı, animasyonu yapıldı. Star Wars'ta bu görülünce Amerikan sineması buraya evrildi. Lucas'ın geekler üzerinde çok emeği vardır.”

Steve Jobbs gerçek bir geektir

Geeklere örnek olarak kitlelerin tanıdığı bir isim vermelerini istiyoruz. Steve Jobbs'tan bahsediyorlar. Apple, Microsoft, Facebook gibi büyük şirketlerin başındaki adamların aslında birer ‘geek' olduğundan bahsediyorlar. Türkiye'den kimler var diye sorduğumuzda futbol alanında iki isim veriyorlar: Güntekin Onay ve Ali Ece. Bunlar tutkulu insanlar. Üçlüye göre son zamanlarda çizgi roman geekliği de aldı başını yürüdü. Hatta üretim de yapılıyormuş artık. Yiğitcan, Devrim Kunter'in Seyfettin Efendi serisi ve İlban Ertem'in Puslu Kıtalar Atlası çizgi romanını örnek gösteriyor. Bir de oyun yazan girişimcilerden bahsediyorlar. Öte yandan az da olsa Türk dizilerinin de geekleri olduğundan da bahsediyorlar ve Behzat Ç. ile Ezel'i örnek vermeden geçmiyorlar.

24 Aralık 2015 Perşembe

Hayâl Şehir, Halit Asım

Hayâl ŞehirBozuldu ruhun yuvası, Şimdi odur kanat çırpan. Kuşların ölüm duası, Bu yakınlarda duyulan.

Ruhların gittiği yere Kuruldu bir hayâl şehir. Yumulan altın gözlere, Geceden şarkı ve şiir..

22 Aralık 2015 Salı

Usta oyuncu Mustafa Uğurlu: Seyirciden tam karşılık alamıyoruz, demek ki eksiğimiz var

Mustafa Uğurlu, ‘Uzaklarda Arama' ve ‘Rüzgârın Hatıraları' filmleriyle beyazperdede. Usta Oyuncu, filmlerinin hak ettiği değeri görmemesinden dolayı pek keyifli değil: “Bize düşen görevde bir eksiklik var demek ki seyirciyle bağlantıyı tam kuramadık.”

‘Uzaklarda Arama' ile ‘Rüzgârın Hatıraları' gösterimde. Tepkiler nasıl?

İkisi de vizyonda ama gereken ilgiyi görmedi. Kimin hatası bilmiyorum. Bize düşen görevde bir eksiklik var demek ki seyirciyle bağlantıyı tam kuramadık. Rüzgârın Hatıraları, Antalya Film Festivali'nde hayli ilgi görmüştü, ödüller aldı. Heyecanlanmış, heveslenmiştik ama sonra hak ettiği değeri görmedi. Gerçi hâlâ gösterimde, belli olmaz. Çok az salonda seyirciyle buluştuğu için çok umutlu olduğum söylenemez. Uzaklarda Aramada durum çok farklı değil.

Rakibiniz bin 400 salonda gösterilen ‘Düğün Dernek 2: Sünnet'. Zor...

Bunun büyük etkisi var tabii. Öyle olunca salon bulamadık. Bu nedenle diğerlerinin altında psikolojik olarak eziliyor.

Bu durum size ne hissettiriyor?

Gönül ister ki bizimki gibi hikâyelere yer veren yapımların da izlenmesi. Demek ki seyircimizi çok uzaklaştırmışız. Seksenlerde gelişen olaylar, şiddet ortamı, sıkıyönetimler, seks furyası seyirciyi uzaklaştırdı derken Ağır Roman, İstanbul Kanatlarımın Altında ile sektör yeniden canlanmıştı. Fakat sonra tekrar hikâyelerimizden uzaklaşan bir kitleyle karşılaştık. Temel sorun olarak sistemin getirdiği alışkanlıklar zincirini görüyorum. İkincisi; bizlerin seyirciyle doğru iletişimi kuramayışı. Bu filmlerle ilgili bir eksiklik var. Rüzgârın Hatıraları; Cannes'dan senaryo desteği aldı, dünyanın bir numaralı görüntü yönetmeniyle çalışıldı, hikâye güzel, yönetmen iyi, oyuncular çok yetenekli… Böyle olunca seyredilebilir bir film yaptığımızı zannederken seyirciden tam karşılığını alamıyoruz. Demek ki eksik tarafımız var. Bunu irdelemek lazım. Filmciler sorunu daha iyi tespit eder sanırım.

Filmografiniz bağımsız yapımlarla dolu. Popüler filmlerde oynamayı hiç düşünmüyor musunuz?

Sanat nedir? Toplumun aksak taraflarını gündeme getirip daha yaşanılabilir hale getirmek. Bunu ister mizahla yaparsın, ister dramayla… Bir sanat yapıtının içinde olması gereken hikâye, oyuncular, iyi yönetmenler arıyoruz. Derdimiz bu. Onun dışında bir şeyde oynayacak halimiz yok. Çok keyifli bir ülke değiliz, bir sürü sorunumuz var. Böyle olunca hep gülelim. Nereye kadar? Gülelim ama birbirimize bir şeyler katalım. Sulu, cırtlak gülmecenin içinde bu yüzden olmak istemiyorum. Onlara da bir şey demiyorum. Önemli olan alternatifini oluşturup seyirciye ulaştırmak.

Teklifleri ret mi ediyorsunuz, yoksa gelmiyor mu?

Çoğu filmden gelmiyor. Her filmde aranan bir aktör olduğumu zannetmiyorum. Çünkü herkesin yapabilecekleri sınırlıdır. Tip olarak farklı bir imaj çizmiş olabilirim. Geldiğinde ince eleyip sık dokumaya çalışıyoruz. Son dönemde yaptığımız filmlerde sonuç çok da umduğumuz gibi değil.

‘Kalabalık içinde yalnız yaşıyorum'

Rüzgârın Hatıraları'nda Özcan Alper ile ilk defa çalıştınız…

Çok yetenekli ve başarılı olduğunu düşündüğüm bir yönetmen. Rüzgârın Hatıraları, güçlü bir hikâye. Ülkemizin yaralı taraflarından birini deşiyor. O bakımdan onunla çalışmak hayli keyifliydi. Bu filmin setinde de zor şartlar altında çalıştık. Batum'da başladık, gelip Artvin'in yaylalarına çıktık. Tiyatro nedeniyle orayı daha önce görmüştüm. Meğer biz dağın eteklerinde dolaşmışız. Tepe acayip etkileyici ve büyüleyiciymiş. Sislerin üstünde çekim yaptığımız çok zaman oldu. Sisi kaçırmamak için çok erken kalkıp yola çıkıyorduk.

Onun çekimleri ne kadar sürdü?

1 buçuk ay. Ben daha az kaldım orada. Dağda, genç yaşında karısıyla yaşayan bir karakteri canlandırdığım için o ortam bana acayip ufuklar açtı. Yalnızlığın getirdiği hapsedilmiş duygusunu dağın başına çıkınca daha net hissediyorsunuz.

Yalnızlığı seven birisiniz. Oynamak zor olmasa gerek.

Kalabalık ortam içinde yalnız yaşadığıma inanıyorum. Biraz asosyalim. Cihangir'de oturuyorum ama gittiğim yer sayısı bir-iki tane.

Arkadaşlarınız sanat dünyasından mı? Yoksa…

İki taraftan da var. Ama çok sık görüşmem, çok şey paylaştığım söylenemez. Belki bir film, oyun için birlikte oluyoruz, sonra dağılıyoruz. Bu kadar sürüyor. Gönül ister ki dostluklarımız gelişsin ama bir tarafım eksik zannediyorum. İnsanlarla fazla girift olamıyorum.

Neler yapıyorsunuz bu ara?

Bazen hiçbir şey yapmam, bazen bir elimde saz vardır, diğerinde kitap. Bir anda yoğunlaşır, bir anda bırakır, tembelliğime dönerim. Hiçbir şeyle yüz göz olmak istemiyorum. Bu hayatımın her alanına yansıyor. Kendimden sıkıldığım anlar var, her yerde görünmenin anlamı yok. Az kazanalım, seyirci bizi özlesin dediğim oluyor. Daha az parayla geçinme becerisine ulaşınca her şey çözülüyor.

Başucu yazarı, sevdiği mutfak, dostu

Yazar:Başucu yazarları sürekli değişiyor. Kitaplarının çoğunluğu tiyatro, şiir üzerine. Şu anda öne çıkan yazar; Cemal Süreya, Orhan Veli, Melih Cevdet Anday… Ara sıra karıştırıyor.

Şehir:Hayatının merkezinde İstanbul var. Tiyatro yaptığı dönemlerde Adana'dan Bursa'ya birçok ilde yaşadı ama İstanbul başka. Her yaz sahil kasabasına yerleşme fantezisi depreşiyor, kışın unutuyor.

Mutfak:Yöre ayırmaksızın Türk mutfağı diyor. Annesinden öğrendiği yemekleri yapıyor: “Eskiden vakit ayırmazdım. Şimdi zevk almaya başladım, bayağı yapıyorum. Yelpazeyi genişletme niyetindeyim.”

Dostu:Sürekli görüştüğü, proje gelince danıştığı bir isim yok. Pardon var; kendisi. İç sesini dinliyor. Çevreden kime denk gelirse yapacağı işi çıtlatır, fikir alır, yine bildiğini yapar.

Usta: İlki abisi Ahmet Uğurlu, sonra hocaları... Abisini izleyerek, ona öykünerek çıkmış yola. “Yaptığı işleri, tercihlerini incelemek bile bana rehber olabilir.” diyor.

‘Türkan Şoray gerçek bir star'

Uzaklarda Arama'yı Türkan Şoray yönetti. Sultan'la çalışmak nasıl bir deneyimdi?

Türkan Şoray gerçek bir star. Starlığı hâlâ devam ediyor. 200'den fazla film yapmış, dört-beş yönetmenliği olan bir hanımefendiden bahsediyoruz. Bilgi birikimi inanılmaz. Onunla birlikte olmanın avantajlarını yaşadık. Hikâyeyi oyuncuyla birlikte anlatmasını seven tarafı var. Bu da en çok özlemini duyduğum yönetmen tarzı. O bakımdan heyecan vericiydi. Her sahneyi sanki tiyatrodaymışız gibi oyuncuya anlatıp kelime anlamına, vurgusuna kadar çalıştığımız anları hatırlıyorum.

Setten önceki Şoray algısıyla, sonraki arasında ne fark var?

Hiçbir fark yok. Bir anda çalıştık, o sevecen tarafını hiç yitirmedi. İnsan hiç mi yorulmaz, tebessümün arkasında farklı bir yaklaşımda bulunmaz. Onun motivasyonunun karşısında çalışmak dışında başka bir şey düşünemiyorsunuz.

Çekimler iki ay boyunca Muğla'da yapıldı. Sürekli orada mıydınız?

Çoğunluğu Muğla'nın Yeşilyurt köyünde çektik. Yöre halkını oynattığı için Türkan Hanım, çok kalabalık bir kadro haline geldiğimiz günler sıcağın altında çalışmak zordu. Kostümler, makyaj… Sıcaklığın dışında başka bir sorunumuz olmadı. İki ay oradaydık ama boşluk buldukça İstanbul'a döndüm.

Tatilin bir kısmı Muğla'da tamamlandı mı?

Nerde! Muğla'da kalıyorduk, köye gidip geliyorduk sürekli. Setin olmadığı bir-iki gün ayağımızı denize sokma şansımız oldu, o kadar.

Kadronun çoğunluğu kadınlardan oluşuyor. Sıra dışı bir set...

Bir kadın hikâyesi. Bu projede olmamın en büyük nedenlerinden biri de o. Memlekette şiddet almış başını gidiyor. Kadın dayanışması, empatiye davet etmesi beni hikâyeye çekti.

Yağmur, H. Asım

YağmurÜstünde aklımın tüy ve yaprakGibi kaydığı bir kanlı nehir,İçinde sayıklar hep o sihirZümrüt mesafelere ulaşmak..Elemin karlı başı yorgundur,Süzülmede dudaklardan vehim.Alnımın ateşindedir elim,Soğumak düşüncesi bu yağmur.

15 Aralık 2015 Salı

Airbus 380'i tek başına imal etti!

Sıradan bir uçak yapmak için sadece bir kağıt ve 90 saniye yeterli olur. Ancak tasarımcı Luca laconi-Stewart bu Airbus A380 için teker teker kendi kestiği 3 bin parçayla birlikte bin saat çalıştı.

Daha önce 1:60 ölçeğinde Boeing 777 modeli üreten tasarımcı, 100 tane Manila klasörü, bir şişe tutkal ve bir tane maket bıçağı kullanarak bu sefer Singapur Havayolları'nın A380 modelini çıkardı. Ancak tasarımcıyı zorlayan, uçağın tasarımıyla birlikte ekonomi sınıf koltuklardan birinci sınıfın koltuklarına kadar tüm detayları sadece elleriyle ortaya yaptı.

Kullandığı 3 bin parçadan en küçük parça uçaktaki business sınıfı koltukların güvenliğini sağlayan 2.5 x 1 milimetre büyüklüğündeki iğnedir. Bu uçak Luca Iaconi-Stewart'ın ilk maket uçağı değil. 23 yaşındaki tasarımcının karmaşık parçalardan oluşan bir dizi kağıt uçağı var.

Sanatçı Air India 777-300 ER isimli uçağının detaylı bir planını online olarak gördükten sonra kendi minyatürlerini yapmaya karar verdi. Boeing 777'nin ölçekli bir modelini yapmak 5 yıl sürdü. Ekonomi sınıfının koltuklarını yapmak 20 dakika sürerken, first class bölümünün koltukların tamamlanması 8 saati buldu.

Tasarımcı, Manila dosyasının doğru şekilde kullanıldığında şaşırtıcı şekilde güçlü olduğunu söyledi. Tasarımcının dünyanın en iyi maket uçak yapıcısı olduğu biliniyor.

8 Aralık 2015 Salı

Ahmet Ümit: Abdülhamit'i çok seven iktidar, İttihatçılar gibi davranıyor

Ahmet Ümit, son romanı ‘Elveda Güzel Vatanım'da, kahramanı Şehsuvar Sami ve sevgilisi Ester üzerinden İttihat ve Terakki dönemini anlatıyor. Ve diyor ki: “Abdülhamit'i çok seven, onun fikirlerini savunan bir siyasî; hareketin, İttihatçıların yöntemlerini benimsemesi korkunç.”

Günümüz Türkiye'sine benzediği için mi İttihat ve Terakki dönemini konu alan bir roman kaleme aldınız?

Bu romanı yazma nedenim demokrasinin kısıtlanması, giderek otoriter bir rejime doğru yönelmemiz değil. Başından beri ‘Neden biz demokrasiyi kuramadık?' sorusunu temel alıyorum. Sadece demokrasi de değil. ‘Biz neden huzur içinde yaşayamıyoruz, neden hep bir çatışma var ve neden demokrasi dışı yöntemlere başvuruyoruz?' İnsanlar birbirlerini hep öteki ilan ediyor. Bu meseleler, öteden beri kafamı kurcalamıştır. Bugün yaşadığımız olayların ipuçlarını II. Mahmud döneminde başlayan ‘Batılılaşma Hareketleri'nde görüyorum. Bu değişim, İttihat Terakki'de en iyi şekilde kristalize oluyor. İşte o dönemde tıkanmış politik bir buhran, bir ekonomik kriz var, ülke yönetilemiyor. Ben de “İttihat ve Terakki'ye ve öncesi Jöntürklere bakayım.” dedim. Onlar da hep Batı'ya bakmışlar. Fransız İhtilali'nden etkilenmiş burjuva demokrasisi diyebileceğimiz anlayışı örnek alıyorlar. Ve İttihat ve Terakki zaman içinde büyük bir güce dönüşüyor.

Kitapta geçen bir diyalogdan hareketle sorayım: “Yıkmak istedikleri rejimin bizzat kendisine dönüştüler. Abdülhamit'te tenkit ettikleri ne varsa, bugün hepsini kendileri yapıyorlar. Belki de daha fenasını…” diyorsunuz.

İktidar değiller; ama güç ortağı oluyorlar. Bir zamanlar kovuşturulan adamlar siyaseti belirlemeye başlıyor. Eleştiriler, anlatıldığı gibi sadece dindar kesimden gelmiyor. Liberal kesimden de tenkitler alıyorlar. Ama İttihat Terakki, kendilerine muhalif olan herkesi tehdit etmeye; hatta öldürmeye başlıyor. Henüz iktidar bile değilken üstelik. Ve İttihatçılar iktidarı ele geçirdikçe baskı aracına dönüşüyor. Abdülhamit'in istibdadını kendileri yürütüyorlar.

İttihat ve Terakki özgürlükçü bir hareket olarak yola çıkıyor. Ancak despotik bir tavra bürünüyor…

Evet, aslında temel soru şu: Bizdeki özgürlük hareketleri neden böyle oluyor? Mesela bugünkü hükümetin son dönemleri, İttihatçı bir tavırdır. Enteresan olansa şu: Abdülhamit'i çok seven, onun fikirlerini savunan bir siyasî; hareketin, İttihatçıların yöntemlerini benimsemesi korkunç. Nedir o yöntemler? En yakından misal vereyim: Gazetecileri tehdit etmek, dövmek ve onları içeri atmak. Dolayısıyla yaşadığımız süreç benzerlik gösteriyor. Geçmişte yaşadığımız hataları bilmezsek ve tekrarlarsak o zaman tarih tekerrür eder. Siyasette duygusallık olmaz, o, aşk da olur. Kimse çıkıp da ‘ben değerli yalnızlığı seçiyorum' diyemez. Bu, bizi mahva götüren yalnızlık olur ve yetmiş milyonun kaderiyle oynanır.

Romandan iktibasla, “Kitap okuma vakti geçti komutanım, şimdi silaha sarılma vakti.” deniyor. Bugün de ülkenin her yanında silah sesleri duyuluyor. Bu tavırda da bir devamlılık söz konusu değil mi?

Artık her yerde zorbalık var. Bir örnekle durumu izah edeyim: Sovyetlerde komünist partiler şöyle kurulurdu: Entelektüeller ve örgütçüler. Bunların birliği partiyi meydana getirirdi. Ki bu, bütün oluşumlarda söz konusudur. Bir tarafta fikri oluşturacak insanlar, öte tarafta da o fikri kitlelere taşıyacaklar vardır. İttihatçılarda Ahmet Rıza gibiler tasfiye edildiğinde, geriye bir tek örgütçüler kaldı. Onlara ‘Arkadaşlar, topluma baskı uygular, özgürlükleri daraltırsanız, yanlış yaparsınız.' diyecek kimse kalmadı.

Tıpkı AKP'deki gibi…

Şu anda da aynı süreci yaşıyoruz. Kendi akil adamlarını tasfiye ettiler. Bence parti içinde halen memnun olmayan bir kesim var; ama sesleri çıkmıyor.

KİMSE SABAHLARI MUTLU UYANMIYOR

Dikkatimi çeken bir şey var: Enver Paşa'yı Ortodoks Türk tarih anlatımındaki gibi tasvir etmiyorsunuz…

Kemalistler İttihatçıların izlerini silmek istediler, ‘her şey bizimle başladı' demek için. Osmanlı taraftarları ise ‘bunlar zaten masonik bir oluşumdu' dediler. Ben 1906-1926 arasındaki yirmi yıllık çalkantılı dönemi nesnel olarak ele alıyorum. Roman, bir ideolojiyi savunma işi değildir. Roman, bütün tarihî; olayların insan üzerindeki etkilerini anlatır. İnsanın sonsuzluğu üzerine kurulmuştur. Abdülhamit ya da İttihatçıların devrinde hapse girmiş bir gazeteciyle bugün hapse giren bir gazeteci arasında fark yoktur, aynı duyguları hissederler. Beni üzen, bu topraklarda zulmün bitmemesi.

O yüzden mi kitabınızı 10 Ekim'de Ankara'daki patlamalarda katledilen insanlara ithaf ettiniz?

Gayet tabii. Türkiye'de şu an bir kaos var, savaşın eşiğine yaklaşmış durumdayız. Ekonomi kötüye gidiyor. Herkes birbirinden nefret eder hale geldi. Kimse sabahları mutlu uyanmıyor. Sadece muhalefettekiler değil, iktidardakiler de mutsuz. Bu, böyle daha fazla gidemez. Kitabı yazma nedenim bu olayların kökenini göstermek.

Bir ilerici bir gerici olmuş enterasan yapı

Kitabın sonunda bir İttihat ve Terakki kronolojisi veriyorsunuz ki çok yerinde olmuş…

İnsanlar İttihat ve Terakki deyince tam olarak anlamıyorlar haliyle; çünkü çok karışık bir süreç. Bir ilerici, bir gerici olmuş enteresan bir yapı. Yani kuruluşundan 2 Kasım 1918 akşamı denizaltıyla kaçtıkları döneme kadar anlattım ve orada bitirdim. Ama asıl önemli olan 1926 İzmir suikastıdır.

Eric Jan Zürcher, İzmir suikastının son İttihatçıların tasfiyesi üzerine kurgulandığını söyler…

Aynen öyle… Atatürk, bizzat kendi ilgileniyor bu hadiseyle. Çünkü Said Nursî;'den Mehmet Akif'e, oradan Mustafa Suphi'ye herkes İttihatçı. Bu arada Mustafa Kemal, Enver'e göre üçüncü sınıf bir kadroda. Dolayısıyla İttihatçıları bitirmeyi kafaya koymuş ta başında. İttihatçılar arasında katliamcılar var; ama hemen hepsi vatanperver insanlar. Kişisel hırsızlık, büyük yolsuzluk üst düzeyde yok. Cesur adamlar, ölümüne savaşıyorlar, zaten ölüyorlar da.

Vatan, dedemizin mezarıdır dinlediğimiz müziktir!

Romanı, ne kadar sürede yazdınız?

Dört yıl… İttihatçıların olduğu her yere gittim. Paris, Makedonya, Selanik, Resne, Manastır, Ohri… Çıktıkları dağları tek tek dolaştım. Yerli ve yabancı tarihçilerle sohbetler ve tabii ki konuyla alakalı yoğun bir okuma yaptım.

Peki, İttihat ve Terakki'yi en iyi anlatan romanlar hangileridir?

Mithat Cemal ‘Kuntay Üç İstanbul', Nahid Sırrı Örik ‘Sultan Hamid Düşerken', Kemal Tahir ‘Kurt Kanunu', dördüncü kitap da ‘Elveda Güzel Vatanım' olur inşallah.

O zaman kitabın mottosu olacak soruyu yazarına soralım: ‘Sahi, vatan nedir?'

Vatan, sadece bir toprak parçası değil. Vatan, hayatımızın kendisidir. Kültürümüzdür, konuşma biçimimizdir, adabımızdır, misafirperverliğimizdir, dinimizdir, inancımızdır, dinlediğimiz müziktir, sevdiğimiz kadındır, dedemizin mezarıdır, anneannemizin seccadesidir, torunumuza seslenmemizdir… Bizim olan neyse vatan onun içindedir. İnsanlar yanılıyor, vatan sadece bayrak, toprak demek değil. Osmanlı'nın vatanı zaman içinde ne kadar değişti, düşünün. Vatan, hayat tarzıdır. İnsanlar baskı görmezse, herkes mutlu olursa yaşadığı vatana sahip çıkar. Ama öteler, ‘benim gibi düşünmeyenleri mahvedeceğim' dersen bu yöntem yanlıştır. Bu tutum İttihatçıların son dönemlerindeki çıkmazdır. Ülkedeki bu bölünmüşlük beni çok korkutuyor. Bir vatan varsa orada birlikte yaşayan insanların hoşgörüsü vardır. Bu ortadan kalkarsa vatan kalmaz. 12 Eylül'ün bütün süreçlerini en ağır şekilde yaşadım. On dört yaşından beri bu ülkede huzur görmedim. Artık yeter!

1 Aralık 2015 Salı

Cep telefonundan sanat da çıkar!

Fotoğrafçılıkta analogdan dijitale geçildiği ilk zamanları hatırlayın. ‘Öyle fotoğrafçılık mı olur' deyip burun kıvıranlar arasında belki siz de vardınız. Bugün ise bambaşka bir kavramdan bahsediyoruz: Mobil fotoğrafçılık. Sadece cep telefonu kullanarak sanatsal değeri hiç de fena olmayan fotoğrafları çeken insanlar var.

İnsan nisyandan gelirmiş, bir de rahata çabuk alışırmış… Eskiler böyle söylemiş. Yalan da sayılmaz hani. Aksi halde fotoğraf çekmenin aşırı zahmetli olduğu yılları, 36'lık bir filmi tab ettirmek için fotoğrafçıların yolunu aşındırdığımız zamanları bu kadar çabuk unutmazdık. Karanlık odada saatlerini geçiren profesyonelleri hiç saymıyoruz bile. Bu rahatlık kuşkusuz analogdan dijitale geçişle başladı. Deklanşöre basar basmaz ne çektiğimizi görebilmek, film bitecek derdi olmadan sınırsız fotoğraf çekebilmek ve çektiğimiz fotoğrafları bastırmadan saklayabilmek zaten yeterince konforlu iken işin daha da kolaylaşacağını nereden bilebilirdik?

Bu kolaylık, hayatında eline makine almamış kişilere dahi günde 5-10 kare fotoğraf çektiren cep telefonu ile mümkün oldu. Ve biz bugün analog, dijital derken fotoğrafçılıkta yeni bir dönemden bahseder hale geldik: “Mobil fotoğrafçılık”. Mobil fotoğrafçılık, akıllı telefonların kamera özelliği yardımıyla çekilen her fotoğrafı kapsıyor. Hatta dünyada yavaş yavaş bir sanat akımı olarak kabul edilmeye bile başlandı. Yetmedi ‘iphonegraphy' gibi özelleştirilmiş alt akımların doğmasını da beraberinde getirdi. Bugün bütün dünyada sadece cep telefonları ile çektiği fotoğrafları sosyal paylaşım sitelerinde yayınlayarak adını duyuran kişiler var.

Bir yıl önce hayata geçirilen H-Art Collective de bu alanda Türkiye'de kurulan ilk oluşum. H-Art Collective'in ortaya çıkışı cep telefonu ile sanatsal ve estetik değeri yüksek olan fotoğraflar çeken 4 kişinin bir araya gelmesi ile olmuş… Sevil Alkan, İlknur Can, Emrullah Eyvallah ve Hakan Çınar… Sevil Alkan hariç hepsinin analog ya da profesyonel dijital makineler kullandıkları bir fotoğrafçılık geçmişleri var. Fakat özel projeler haricinde şimdilerde yoğun olarak akıllı telefonlarını kullanıyorlar fotoğraf çekmek için. Sevil Alkan ise kendi ifadesiyle ‘fotoğraf çekmeye cep telefonu ile başlayan' biri. Mobil fotoğrafçılığı o kadar ilerletmişler ki geçtiğimiz hafta cep telefonu ile çektikleri sokak fotoğraflarından bir sergi açtılar. 16 Aralık'a kadar İstanbul Fotoğraf Galerisi'nde görülebilecek fotoğrafların cep telefonu ile çekildiğini anlamak profesyonel bir göz gerektiriyor. Sergi vesilesiyle H-Art Collectiv ekibiyle mobil fotoğrafçılığı konuştuk.

Reklam hariç her yerde var

‘Mobil fotoğrafçılık nereye doğru gidiyor?' sorumuzun cevabı İlknur Can'da. Reklam sektörü hariç fotoğrafçılığın dahil olduğu her alanda mobil aygıtlarla çekilen karelerin yer almaya başladığını anlatıyor Can. Çok yeni bir örnek de veriyor: “Mesela daha birkaç hafta önce National Geographic dergisinin kapağında cep telefonu ile çekilmiş bir fotoğraf vardı. Ve bunun cep telefonu ile çekildiği özellikle belirtilmiyordu.” Ona göre belki bir gün gelecek ve mobil fotoğrafçılık sözcüğü hiç kullanılmayacak bile. Türkiye'de de durum farklı değil.

Sevil Alkan, hemen Instagram kullanımında dünyada ilk sıralarda olduğumuz bilgisini hatırlatıyor. Instagram, mobil fotoğrafçılığın hayat bulduğu en önemli mecralardan biri. Tabii burada paylaşılan fotoğrafların ne derece kaliteli olduğu tartışılır. Fakat Alkan, son zamanlarda sadece cep telefonları ile çekim yaparak çok iyi iş çıkaranlar olduğunu söylüyor. Hatta onlara göre bu ayrım zamanla azalacak. Özellikle baskı teknolojisinin ilerlemesiyle. İlknur Can son yıllarda Türkiye'deki festivallerde mobil işlere de yer verilmeye başlandığını ifade ediyor. Emrullah Eyvallah, kendi sergilerinden örnek veriyor: “Mobil kısmını atsak ve buradaki fotoğrafları ‘bir kolektifin sergisi' olarak lanse etsek kimse ‘Cep telefonu ile mi çekilmiş?' filan demeyecek. Onlara göre önemli olan ortaya çıkan sonuç ve cep telefonları ya da makineler sadece birer araç.

Cep telefonu ile çekim yapmayı geleneksel fotoğrafçılık ile kıyaslamalarını istiyoruz. Sevil Alkan, “Profesyonel makineyi birine doğrulttuğunuzdaki tepkiyle cep telefonunu doğrulttuğunuzdaki tepki çok farklı oluyor.” diyor. Cep telefonunun kolaylığı bu noktada tartışılmaz. Bir de ‘en iyi fotoğraf makinesi yanınızdaki makinedir' sözünü hatırlatıyor Alkan ve ekliyor: “Fotoğraf çekmek için illa hazırlık yapıp dışarı çıkmak zorunda değilsin. İşe giderken, markete giderken, gezerken, birini ziyarete giderken karşınıza bir şey çıkabilir ve siz o an onu kaçırmamış olursunuz.” İlknur Can da ‘Makine ne kadar küçükse o kadar görünmez oluyorsunuz' diyerek Alkan'a destek veriyor.

Mobil Sevil gelmiş!

Mobil fotoğrafçılığın zorluklarına gelince üç sanatçı da hep bir ağızdan ‘ciddiye alınmamak olabilir' diye cevap veriyor. Sevil Alkan kendisinden örnek veriyor: “Bir belgesel projem var. Birkaç fotoğrafçı arkadaşla çalışıyoruz. Onların hiç mobil fotoğrafçılık deneyimi yok, yıllardır profesyonel makinelerle çekim yapıyorlar. Benim yaptığım işlere kıymet veriyorlar o ayrı ama bazen yanlarına gittiğimde ‘Mobil Sevil gelmiş' diye dalga geçiyorlar.”

Emrullah Eyvallah her ne kadar kendisini ‘fotoğrafçıyım' diye lanse etmediğini söylese de Instagram'da takip eden insanlarla bir ortamda yüz yüze karşılaştığında mutlaka şu soruyla karşılaştığını anlatıyor: “Ne makine kullanıyorsunuz?” Devamını kendisi anlatsın: “Cebimden çıkartıp telefonumu gösteriyorum ve bazen bir burun bükme, bir aşağılama durumu oluyor tabii.”

Önemli olan fotoğraf, istersen çamaşır makinesiyle çek!

Emrullah Eyvallah, uzun yıllar profesyonel makinelerle çekim yapmış biri olarak kendi durumunu şu sözlerle anlatıyor: “Cep telefonuna döndüm demek biraz ukalalık olur ama fotoğraf makinesini bir aksesuar olarak taşıyanlar da var. Ekipmandan çok fotoğrafa yönelen insanlar içinse neyle çektiğinin önemi yok. İstersen çamaşır makinesiyle çek. Kaldı ki Magnum fotoğrafçılar arasında da Instagram'da sadece cep telefonundan çektiklerini paylaşanlar var.”

Mobil fotoğrafçılıkla ilgili eleştirilerin başında uygulamalar yoluyla fotoğrafa çok fazla müdahale edilmesi geliyor. ‘Photoshop'ta ve efekt kullanımında bir sınır var mı?' diye soruyoruz. İlknur Can, ‘Hiçbir sınır yok ama kullanıcı kendi sınırını belirleyebilir' diye cevap veriyor ve ekliyor: “Biz kendi adımıza manipüle olarak adlandırılabilecek bir müdahalede bulunmuyoruz. Yani fotoğrafta olmayan bir şeyi kareye eklemek gibi bir durum yok. Bu sergide sokak fotoğrafları var mesela. Sokak zaten yeterince renkli ve değişken.”

24 Kasım 2015 Salı

Ohio impromptu, Samuel Beckett

Toplantılar gökyüzüne taşındı

Havayolu şirketleri artık uçakta telefon konuşmasına, internet ve faks kullanımına izin veriyor. First class uçuşlarda iş ortamı için gerekli birçok ihtiyaç sunuluyor.

İşadamlarının çalışma ofisi şeklinde kullandığı iş jetlerinden sonra, yolcu uçaklarında da benzer manzaralar yaşanmaya başladı. Gelişen teknolojiyle birlikte telefon, internet ve faks gibi çalışma ortamı için gerekli altyapıya kavuşan yolcu uçaklarında, işadamlarının gerçekleştirdiği toplantıların yanı sıra diğer yolcular da teknolojinin nimetlerinden yararlanmaya başladı. Özellikle Emirates, Etihad, Katar, Delta, Lufthansa, British ve THY gibi havayolu şirketleri, havalimanı ve uçaklarda sunduğu teknolojik altyapı hizmetiyle her yıl milyonlarca dolar ek gelir elde ediyor.

Havayolu şirketleri, yolcu memnuniyetini artırmak amacıyla teknolojinin tüm imkânlarını henüz uçuşa başlamadan önce sunmaya çalışıyor. Telefonla bilet satın alma, rezervasyon, check-in ve yemek siparişi gibi pek çok hizmeti yolcularına sağlayan havayolu şirketleri, havalimanlarındaki son derece lüks ve konforlu dinlenme salonlarıyla da dikkat çekiyor. Salonlardaki telefon ve internetin yanı sıra faks, scanner ve fotokopi hizmeti de yolculara büyük kolaylık sağlıyor. Şirketler, yolculardan gelen talepler üzerine pek çok hizmeti uçaklarda da sunuyor. İş görüşmesi veya toplantıya gidenler, uçuş öncesi dinlenme salonlarında gerçekleştirdikleri son hazırlıklarına, sunulan teknolojik hizmetler sayesinde uçakta da devam edebiliyor.

Uçakta roman yazan da var

Uçaklarda internet hizmeti sunulmuyor hatta uçuş emniyeti nedeniyle dizüstü bilgisayarların açılmasına dahi izin verilmiyordu. Ancak artan talep üzerine yolcuların uçakta da internet kullanmasına ve telefonla konuşmasına izin verildiğini ifade eden yetkililer, havayolu şirketlerinin de milyon dolarlık altyapı yatırımına giderek uçaklarda teknolojik altyapı oluşturduğunu belirtiyor. Kabin memurları da, özellikle işadamlarının uçuş boyunca gidecekleri görüşmeye hazırlandığını anlatarak, bu sebeple yoğun çalışma nedeniyle bazı yolcuların ikram servisinden dahi faydalanmak istemediğini söylüyor. Uçakta bilgisayarına roman yazan yolculara rastladıklarını anlatan kabin memurları, gökyüzünde şiir veya şarkı sözü yazanların yanı sıra reklam sloganı bulanlarla yeni projeler konusunda parlak fikir üretenlerle de sıkça karşılaştıklarını dile getiriyor.

Airbus 380 ve Boeing 787 gibi geniş gövdeli uçaklarda yolculara çalışma ofisi ortamında özel bölümler de oluşturuluyor. Yolculara özellikle first class uçuşlarda, iş ortamı için gereken telefon, internet ve faks gibi tüm ihtiyaçlar sunuluyor. Çalışma ortamından uzaklaşmak isteyenler için de zengin uçuş içi eğlenme sistemleri ve ikram hizmetinin yanı sıra duş almak isteyenler için özel kabinler de yer alıyor.

İş jetleri sınırları aştı!

Teknolojik altyapısıyla uçuş güvenliğinin ön planda tutulduğu iş jetleri (uzun menzil-geniş kabin, orta üstü sınıf ile orta ve diğer küçük sınıflar), aynı zamanda konforuyla da dikkat çekiyor. Sık seyahat eden işadamları, özellikle havalimanlarındaki kuyruklarda beklemek ya da rötarlara takılmamak için iş jetlerini tercih ediyor. İşadamları satın aldıkları uçaklara ise genellikle milyon dolar seviyesinde modifikasyon işlemi de yaptırıyor. Çehresi tamamen değişen bu uçaklarda, birbirinden ilginç özel tasarımlar da dikkat çekiyor. Kabinde, genel olarak yolcuların mahremiyetini sağlamak üzere, iş ya da dinlenme amaçlı özel kamaralar yer alıyor. Aynı zamanda kabin ekibinin dinlenme alanı, bar ve mutfağı bulunan iş jetlerinde, eğlence sistemlerinin yanı sıra sessiz, ferah ve lüks kabinde özel tasarım koltuklar bulunuyor. İyileştirilmiş ses geçirmezlik sistemi ile aerodinamik gürültü ortadan kalkıyor. Böylece son derece güzel bir uçuş için her türlü imkân sağlanmış oluyor.

Valizler kilitlenmeyecek

Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü, uçak altına verilen valizlerin kilitlenmesi halinde ‘uçuş güvenliği nedeniyle' açılıp aranacağı konusunda uyardı. Twitter üzerinden yapılan açıklamada, valizlerin güvenlik ekipleri tarafından aranacağı ve bu nedenle bagajların kilitlenmemesi gerektiği belirtildi. Açılan bagajların aranmasının ardından bagajlara not bırakılacağı ifade edilerek, kilitli bagajların ise gerektiğinde güvenlik birimlerince kilitleri kırılarak aranacağı kaydedildi.

Pegasus, en dijital ulaştırma şirketi

Pegasus Hava Yolları, ‘Accenture Dijitalleşme Endeksi'ne göre Türkiye'nin en dijital ulaştırma şirketi gösterildi. Çalışmada, 17 sektörün öncü şirketlerinin dijital karnesi çıkarıldı ve sektörlerin dijitalleşme alanındaki liderleri belirlendi. Şirketlerin dijitalleşme oranı ortalama yüzde 60, Pegasus'un dijitalleşme skoru ise yüzde 79 şeklinde açıklandı.

Kaza yapan uçak satışa çıkarıldı

Antalya Havalimanı'na 10 Ekim 2011'de inişi sırasında lastiğin patlaması nedeniyle kaza yapan SKY Havayolları'nın Boeing 737-400 tipi uçağı satışa çıkarıldı. Şirketin 2013'te iflas etmesi nedeniyle borcundan dolayı Antalya 6'ncı İcra Müdürlüğü tarafından 1,5 milyon lira muhammen bedelle satışa çıkarılan uçağın ihalesi 18 Aralık'ta yapılacak.

19 Kasım 2015 Perşembe

Davet, Halit Asım

DAVET durma, kendini kendinden,çöz eski bir tekne gibi…kafa tasını bir yelkenolarak kullan ve de ki,“düşüncelerim esiniz!”yakındır o hain davet…muradına ermek için,hudut dışına firar et!seslere ses vermek için,de ki, “gelmiyor sesiniz!”

18 Kasım 2015 Çarşamba

Tarık Toros: 'Ben bu kanalın genel yayın müdürüyüm' sözünü ilk kez o gün kullandım

İpek Medya Grubu'na hukuksuz el koyma sürecinde yaptığı yayıncılıkla takdir toplayan Tarık Toros ile gazetecilik hikâyesini konuştuk. Bu mesleğe nasıl başladığını, ne gibi sorunlarla karşılaştığını ve yarınlarını değerlendirdik. “Ben bu kanalın genel yayın müdürüyüm” sözleriyle hafızalara kazınan Toros'a bilinmeyen yanlarını sorduk.

Kayyum görevlilerinin polis eşliğinde Bugün TV'nin ana kumanda odasına girdikleri gün söylediğiniz ‘Ben bu kanalın genel yayın müdürüyüm' sözleri hafızalara kazındı. Sık mı kullanır mıydınız bu cümleyi?

Sekiz yıldır Koza-İpek Grubu'nda çalışıyorum. Daha önce hiç, “Ben bu kanalın genel yayın müdürüyüm. Talimatı ben veririm.” gibi ifadeler kullanmadım. İlk defa sekizinci senemde, beni kanalımdan attıkları gün bu cümleyi kurdum. Orada öyle yapılması gerekiyordu. Arkadaşlarıma biber gazı atıldı, kapılarımız kırıldı. 45 dakikalık bir arbedenin ardından içeri girdiklerinde ise kimse beni aramadı. Kumanda odasına girip yayına müdahale edeceklerini duyunca fırladım yerimden, kumanda odasına indim ve herkesin izlediği görüntüler yaşandı. Bu tamamen bize emanet edilen sorumluluk gereği ve mesleğin onurunu korumakla alakalıydı. Eğer onlar lisan-ı münasip ile gelselerdi bunların hiçbiri yaşanmazdı. Normalde sakin bir insanım, rica ile konuşurum. Hep istişare ile hareket eder, fikirlere saygı duyarım. Kanalda hep toplantı masasının dediği olur. Kimseye de o güne kadar oranın başı olduğumu hissettirecek bir sözüm, tavrım söz konusu olmamıştır.

Sosyal hayatta nasıl bir Tarık Toros var peki?

İşim aynı zamanda yaşam biçimim. Çok işten çıkarıldım veya istifa ettim. İpek Medya, çalıştığım dokuzuncu kurum. Bu aralarda yer yer bir buçuk seneye kadar ara verdiğim olmuştur. O zamanlarda bile oturup play station oynamadım, gelişmeleri takip ettim. Şahsi internet sitemde yazılar yazdım. Tıpkı çalışıyormuş gibi medyayı takip ettim. Bunun haricinde pek bir şey takip etmiyorum. Çok kitap okuyamıyor, sinemaya gidemiyorum. Tabii şu ara çok isterdim Cem Yılmaz'ın vizyona girecek filmini ilk seansta gidip izlemeyi, yurtdışına gidip birkaç hafta kafa dinlemeyi, biriktirdiğim kitapları okuyabilmeyi... Çok esprili olduğumu düşünmüyorum ama oturduğum zaman sohbeti çekip çevirdiğimi söylerler. Normalde sakin ve sosyal yönü güçlü biriyimdir. Özgürlüğüme düşkünüm ve seyahati severim. Yer yer yalnız kalmak, inzivaya çekilmek isterim. Son dönemde şunu itiraf etmek gerekir ki yakınlarım eski Tarık Toros ve yeni Tarık Toros muamelesi yapıyor, buna da alışmaya çalışıyorum.

Gazeteciler, ‘Bu meslek virüs gibidir.' der, size de bu virüs bulaşmış sanki. Ne zaman ve neden başladınız bu işe?

Lise yıllarımda, üniversitede nereyi tercih edeceğim henüz belli değilken, bir gazetenin köşesinde ‘Hangi mesleğe uygunsunuz?' diye bir anket doldurmuştum, ‘kütüphanecilik' çıkmıştı. O zaman yadırgamıştım fakat şimdi verdiğim cevaplar ile çıkan mesleğin çok da yanlış olmadığını düşünüyorum. Hep devlet okullarında okudum, devlet yurtlarında kaldım. Ortaokuldan sonra babam, beni teknik lise ve teknik üniversite alanlarına yönlendirdi. Mesleğin ilk yıllarında bunu da yadırgadım, gazeteci olacaktım, keşke siyasal bilgiler ya da hukuk okusaydım dedim. Sonra düşündüm ve çok doğru bir tercih yaptığımı fark ettim. Televizyonculuk teknik bir meslek, elektroniği iyi bilmeniz gerekiyor ki ben bunu okudum. Matematiğim çok iyidir, matematiksel bir kafayla düşündüğümü fark ettim. Okulumu bitirdikten sonra okuduğum mesleği yapmayı hiç düşünmedim. 1993-94'lü yıllardı, özel televizyonculuk yeni kurulmuştu, medyada çeşitlilik artıyordu. Benim de ilgim vardı, heves ettim. İletişim fakülteli arkadaşlarımın da yardımcı olmasıyla başladım. Kendime bir sene süre verdim, bu işi yapacak mıyım, yapmayacak mıyım diye. O sürenin dolduğunu bile hatırlamıyorum. Çünkü girdiğim andan itibaren artık bu mesleğin erbabı olmuştum. STV, TGRT, Kanal 6 televizyonlarında muhabir olarak çalıştım. Ankara yıllarım altı yıl kadar sürdü, sonrasında İstanbul'a geçmek durumunda kaldım.

Büyük itiraflar ve günah çıkarmalar olacak

Birçok kurumda çalıştıktan sonra Bugün'ü sizin için bu kadar özel kılan neydi?

Burada buram buram mesleğimi yaptım. Doğru bir ekiple, Türkiye'nin en iyi ve en temiz patronuyla çalıştım. Gazetecilik biraz gezici bir meslektir. Yayın politikasıyla bağdaşamazsınız, şefinizle anlaşamazsınız, şehir değiştirirsiniz, cazip bir teklif alırsınız farklı kurumlara geçersiniz. Her şey vardır bizim meslekte. Gazetecilikte üç-beş yıl aynı yerde çalışmak istikrardır. Fakat Koza İpek benim ve bütün arkadaşlarım için bir ömür yürünecek bir yoldu. Bir aile, bir yuva olduk orada biz. Akın Bey, kanalı satın aldığında kimseyi çıkarmadı işten. Eski yönetimden beri 10-12 yıldır orada bulunan arkadaşlar var. Hâlâ da orada çalışıyorlar ama şu anda mutsuzlar. Çünkü başlarında güvendikleri ve inandıkları yöneticiler yok. İçerideki herkes çıkartılanlarla aynı akıbeti yaşayacağını düşünüyor.

Yaşananlardan sonra umutsuzluk durumu başladı mı sizde?

Bu yaşadıklarımızdan çıkardığımız dersler ve sonuçlarla, elbirliğiyle güçlü bir toplum inşa edeceğiz. Hukuk, demokrasi ve özgürlükleri konuşmamızın sebebi bu. Avrupa Birliği ile ilgili atılan olumlu her adımda havalara sıçramamızın sebebi de buydu. Bütün bunların hepsinin tecrübe hanesine yazıldığına ve ileride imzalanacak toplumsal sözleşmeye bir madde olarak gireceğine inanıyorum. Olanda hayır vardır. Askerî; vesayet çok tartışıldı, sivil vesayeti de yaşamamız gerekiyormuş. Denetim mekanizması kalmadığında ne olduğunu görmemiz gerekiyormuş, medya özgürlüğü kalmazsa neler yaşandığını tecrübe etmemiz gerekiyormuş. Ve elbette insanları da tanımış oluyoruz. Sivil toplum kuruluşlarını, gazetecileri, siyasileri tanıyoruz. Yarın büyük günah çıkarmalar, büyük itiraflar olacak. Bütün bunlara bu çerçeveden bakacağız. Bir bağlamda toplum kendi itibarını inşa ediyor, edecek.

İpek Medya direnişi gazeteciliğe armağan olsun

Medya nasıl bir sınav veriyor sizce?

Çok kötü bir imtihan veriyor. Osmanlı'nın son döneminde bile böyle değildi. Zaman zaman, ‘mütareke basını' gibi benzetmeler yapılır. Mütareke basını bile böyle değildi. Ben yirmi yıldır bu işi yapan biri olarak elli, altmış yıldır bu işi yapan duayen isimlere soruyorum; gazetecilere, akademisyenlere, hukukçulara, işadamlarına soruyorum; cumhuriyetle yaşıt insanlar bile böyle bir dönem yaşamadıklarını söylüyor. Yakın zamana kadar basının durumu, Demirel süreciyle, darbe dönemleriyle karşılaştırılır analiz edilmeye çalışılırdı. Şimdi hepsinden farklı bir dönem yaşadığımızı, cumhuriyetin çok büyük bir sınavdan geçtiğini düşünüyor herkes. Bu, bugünün meselesi değil onu anladım. Nesiller ve bu tecrübeyi paylaşanlar mühim bir tecrübeyi yaşıyor. Ben nasıl 12 Eylül dönemini görmüş bir gazeteci olarak kendimi şanslı sayıyorsam, bu süreci yaşayanların da kendini şanslı sayması gerekir. Sonraki nesillere anlatacak çok şeyleri olacak.

Baskın gününe dair ne hissediyorsunuz?

Gazetecilik öteden beri muktedirlerin kamuoyu oluşturma aracıdır. Biz muktedirin kamuoyu oluşturma aracı olmadığımız için bunlar başımıza geldi. Her görüşe, her fikre evrensel kriterler çerçevesinde yer verdiğimiz için bunlar başımıza geldi. Ondan dolayı içim çok rahat. İpek Medya baskınının güzel bir örnek teşkil ettiğini düşünüyorum. Gazeteciliğe armağan olsun.

Kanala el koyma ülkenin yaşadığı bir travma

Ankara'dan ayrılışınızda da kolluk kuvvetleriyle kötü bir hatıranız vardı...

1999 yılı temmuz ayıydı. Bir sancak devir teslim törenine gönderildim. Sembolik bir tören, sadece 15 dakika sürüyor. Ben de o töreni izliyorum. Bir grup asker sancağı getiriyor, sonra sancak andı okunuyor. Cumhurbaşkanı sancağı öpüp teslim alıyor. Ben de bu olayı bir pazar günü rehavetiyle takip ediyorum. Hava sıcak. Muhabirlerle beklerken gazete okuyorum. Öğlene doğru bir anons sesi duydum: ‘Sancak tören alanına getiriliyor!' Askerî; bir sesti. Basın tribünü ayağa kalktı sancağa bakıyor. Ben umursamadım, yerimde gazete okumaya devam ediyorum. Sonra İstiklal Marşı diye bir ses geldi. Kapattım gazeteyi ayağa kalktım. İstiklal Marşı okundu, tekrar oturduk. Bir dakika geçti geçmedi, bir yarbay koşarak geldi, parmağıyla beni gösterdi ‘sen benimle dışarı gel' dedi. Yarbay, ‘Hiçbir Türk sancak devir teslim sırasında gazete okuyamaz.' diyerek beni dışarı attı. Ertesi gün sabahleyin benden bir savunma alıp görülen lüzum üzerine kapının önüne bıraktılar. O zaman aylarca işsiz kaldım. Demirel'e kadar herkesle konuştum. Ölümü bile düşündüm. Hayatımdaki ilk büyük travmaydı. Şimdi babam ‘Bu da ikinci büyük travma galiba.' diyor. Diyorum ki: ‘Baba yok, o büyük bir travmaydı fakat bunu travma olarak kabul etmiyorum'. Bu başka bir şey. Bu farklı bir olay çünkü oradaki olay ferdiydi. Burada güpegündüz, dünyanın gözü önünde, bir medya grubunu hukuksuz bir şekilde polislerin gasp etmesi karşısında kanalını koruyan bir genel yayın yönetmeni var. Bu, ülkenin yaşadığı bir travmaydı.

10 Kasım 2015 Salı

Özgür medyaya 'can' oldular

Âşıklar Şöleni adlı türkü programı, futbolun konuşulduğu Dört Büyükler, siyasetin tartışıldığı Özel Gündem… CanErzincan, bu tarz bir yayın akışıyla devam ediyordu hayatına. Ta ki Kanaltürk ve Bugün TV'ye el konulduğu güne kadar...

28 Ekim Çarşamba günü saatler 16.34'ü gösterdiğinde iki kanalın ekranı kayyum kararıyla siyaha düşürüldü! Bu görüntülere şahit olan CanErzincan TV Yönetim Kurulu Başkanı Recep Aktaş kanalını arayıp talimat verdi: “Kanalımız özgür medyayı savunanlara açıktır. Gelip buradan yayınlarını sürdürebilirler, cümlelerini ekrana yazın.” Talimat ekrana yansıtıldı, medya özgürlüğünü savunanlar, CanErzincan TV'ye taşındı. İşte o günden beri ‘Özgür Medya' sloganıyla bir ulusal kanal gibi yayın yapan televizyonun hikâyesi.

Yerel kanal deyince aklımıza sıcağı sıcağına yayın yapan haber bültenleri, gündeme damga vuran açık oturumlar, yüksek bütçeli diziler, magazin dünyasının son gelişmelerini takip edeceğiniz programlar ve prodüksiyon harikası talk showlar gelmiyor. Öyle ki kumandamızdaki kanal sıralamasında ilk 10'a giren yerel kanal yok. “Akılsız cep telefonuyla mı çekiyorlar ya bu programı!” şeklindeki esprilerle görüntü kalitesi de eleştiriliyor, şarkıya-türküye dayanan halaycı yayın anlayışları da… Ancak CanErzincan TV, bu anlayışı tersine çeviriyor. Hem de ‘Özgür Medya' sloganıyla…

Malumunuz 28 Ekim'de Koza-İpek Yayın Grubu'na ait Kanaltürk TV ve Bugün TV'nin yayını kesildi. O gün gazeteciler darp edildi, kameraların kablosu söküldü, reji odasına sığınan genel yayın yönetmeni ve muhabirler son dakikaya kadar yayını sürdürdü. Saatler 16.34'ü gösterdiğinde ise ekran siyaha düştü. Bu görüntülere şahit olan CanErzincan TV Yönetim Kurulu Başkanı Recep Aktaş, kanalını arayıp talimat verdi: “Kanalımız özgür medyayı savunanlara açıktır. Gelip buradan yayınlarını sürdürebilirler, cümlelerini ekrana yazın.”

Talimat ekrana yansıtıldı, medya özgürlüğünü savunanlar soluğu CanErzincan TV'de aldı ve Özgür Bugün, sesini bu yerel kanaldan duyurmaya başladı. Kanaltürk'ün sabah haberlerini sunan Turan Görüryılmaz, ilk gün 12 saat canlı yayında kaldı. Akabinde Bugün TV editörlerinden Fatih Akalan, nöbeti devraldı, anbean yayına devam edildi. Basın özgürlüğünü savunanlar kanala akın ederek medyayı susturma girişimine güçlü bir tepki verdi.

YAYINLARINI TASVİP ETMEDİĞİM TELEVİZYONLARA DA KAPIMI AÇARIM

Recep Aktaş, kanalını özgür basının kalesi haline getirdiği için memnun. Ancak aldığı tehdit telefonlarının ardı arkası kesilmiyor. Görüşmemiz esnasında gelen telefonlardan birinde, “Bize kazık attın, gününü göreceksin, bundan sonra kork!” şeklinde yankılanıyor ahizenin ucundaki ses. Aktaş, “Allah'tan başka korkacak kimsemiz yok. Bugün yayıncılığını tasvip etmediğim medya kuruluşlarına da baskın yapılsa aynı çağrıda bulunur, kapılarımı açarım. Basın özgürlüğünden yanayım.” diyor. Sonrasında CanErzincan'ın hikâyesini anlatmaya başlıyor.

Sanayi Mahallesi'nde, Halay Düğün Salonları'nın binasında yer alan CanErzincan TV, ilginç atmosferiyle karşılıyor bizi. Asansöre bindiğimiz anda başlayan dans müziği bir yana, kanalın koridorlarını süsleyen bol manzaralı tablolar diğer yana… Kanal, Anadolu'nun bağrından yayın yapıyor adeta.

Kanalın sahibi 55 yaşındaki Recep Aktaş, renkli bir kişilik. Bağlamasına eşlik eden türkülerden, mucit yönünden, ülkücü damarından, siyaset sahnesine çıkma teşebbüslerinden, gazetecilik geçmişinden bahsediyor ve tabii ki asıl mesleği öğretmenlikten…

Aktaş, yıllarca öğretmenlik yapmış ancak kendi tabiriyle kabına sığamamış ve mesleğini bırakmış. Bir süre ticaretle uğraşmış, Erzincan depreminde işleri altüst olunca iflasın eşiğine gelmiş. Yeniden öğretmenliğe dönmüş. Adıyaman'ın bir köyünde onlarca çocuğu okutmuş. O yıllarda köyde ilkokul beşi bitiren öğrenci yokmuş. Aktaş, talebelerini ilkokuldan mezun etmiş, hepsini götürüp ortaokula yazdırmış. Yine yerinde duramamış. Bu sefer gazeteciliğe merak sarmış. Çıkardığı CanErzincan adındaki yerel gazete 10 yıl boyunca Türkiye'nin dört bir yanında satışa sunulmuş. İnternetin yaygınlaşmasıyla gazete satışları düşünce CanErzincan televizyonu vücut bulmuş. O da hayli meşakkatli olmuş tabii. Aktaş, işadamı ve bürokrat hemşehrilerinden beklediği desteği görememiş. Onun bugünkü tehditlere eyvallah etmemesinde kanalın kuruluş sürecinde karşılaştığı olumsuz tavırlar da etkili belki. Zira “İşin mi yok, git öğretmenlik yap.” diyen çok olmuş. Ailesi desteklemiş desteklemesine ama gönülsüzce. Aktaş, “Hepsini borca harca soktum, bir aylık maaşım evime girmedi. Gazeteydi, televizyondu bu yolda harcandı hep.” diyor. Medyaya olan merakının kaynağından da bahsediyor: “Bu ülkede söz söyleyebilmek için ya güçlü bir partiden siyasete atılacaksın ya da kalem ehli olacaksın. Belediye başkanlığına aday oldum ama az bir farkla kaybettim. Madem orada söz sahibi olamıyordum, medya kanalıyla halkıma ulaşmak istedim.”

Bu kanalı tırnaklarıyla kazıya kazıya var ettiğini söyleyen Aktaş, stüdyodaki elektrik tesisatını bile kendi döşemiş. Yeri gelmiş kameramanlık yapmış, yeri gelmiş sesçi olmuş. Gündüz bağlamasını eline almış, türkü programı yapmış, akşam Özel Gündem adını verdikleri programda siyasî; tartışmalara katılmış. Nitekim son iki dönemde MHP'den milletvekili aday adayı da olmuş. Ancak umduğunu bulamamış.

Ülkücü olduğunu, gençliğinde birkaç defa sürgün yediğini, Dev-Sol'un halk mahkemelerinde yargılandığını ve son anda kurtulduğunu anlatan Aktaş, mazlumun yanında olmayı o yıllarda öğrendiğini ifade ediyor. Hak ve özgürlükler adına o günden bugüne mesafe kat edilemediğini üzülerek belirten Aktaş, “Kanalın kapılarını açmakla ekstra bir iş yapmadım. Gelenlerin hangi görüşü savundukları, neye mensup oldukları beni ilgilendirmiyor. Her siyasî; partiye yer veriyorlar. Bana da cemaatçi diyebilirler, değilim. Direnebildiğim kadar direneceğim, tehditlere boyun eğmeyeceğim. Demokrasiye ve basın özgürlüğüne inanan biri olarak kapılarımı açtım.” açıklamasında bulunuyor.

PERSONELİN MESAİSİ ÜÇ KATINA ÇIKTI

CanErzincan TV'de dört teknik eleman, birer tane de kameraman, sesçi, yönetmen, resim seçici ve altyazı yazan personel bulunuyor. Bunların haricinde sekreter ve doğrudan satış elemanı var. Hepsinin iş tanımı belli olsa da herkes bir diğerinin işini yapabiliyor. Örneğin çay servisi ve getir-götür işleri için alınan Ömer Faruk Aydın, “Ben burada her şeyim.” diyor. Söylediğine anlam veremeyince, “Yeri gelince kameraman yeri gelince alt yazıcı…” diye ekliyor. Ulaştırmaya bakan Ali Akgün de konukları getirip götürdüğünü, bunun yanı sıra kameramanlık yaptığını anlatıyor. “İşinizi severek yapınca yorucu gelmiyor. Eskiden en fazla dört-beş saat mesai yapıyordum. Şimdi 12 saat çalışıyorum ama hiç dokunmuyor. İşin bir ucundan tutabiliyorsak ne mutlu.” diye konuşuyor. Daha önce bir başka yerel kanalda çalışan Ceren Akpınar da halinden memnun. CanErzincan'da rejide görev yapıyor. Özgür Bugün'ün burada yayına başlamasıyla haberciliği öğrendiğini, kendini geliştirdiğini, kanalının özgürlükçü tavrından dolayı gurur duyduğunu ifade ediyor. Kanaldaki teknik yetersizlikler ya da herkesin her şeyi yapması onları rahatsız etmiyor. Aksine, bu hal ekip ruhunu canlı tutuyor.

‘EN ÇOK İZLENEN BEŞ HABER KANALI ARASINA GİRECEĞİZ'

Bugün TV editörlerinden Fatih Akalan'ı canlı yayındaki meslektaşına çay servisi yaparken yakalıyoruz. O da CanErzincan personeli gibi her işe koşuyor, şimdilik. YouTube ve radyo yayınına geçmek için telefon görüşmelerini yapıyor. Her şey spontane gelişiyor. Akalan, Bugün TV'deki imkânlarla buradakileri kıyaslamadığını, baskıya boyun eğmeyip gazeteciliğe devam ettiklerini ifade ediyor. Üç kamerayla yayın yaptıklarını, gerekirse tek kamerayla bile yayın yapabileceklerini belirten Akalan, SD yayıncılıktan HD yayıncılığa geçtiklerini, 4'e 3 denilen eski sistemden sinema görüntüsüne daha yakın olan 16'ya 9 sisteme geçtiklerini aktarıyor. Her şeyin yolunda gitmesi halinde üç ay içinde Türkiye genelinde en çok izlenen ilk beş haber kanalı içinde olacaklarını iddia eden Akalan, CanErzincan isminin sempatik olduğunu, bu sempatinin marka değeri açısından avantaja dönüşeceğini söylüyor.

Peki, canlı yayın üzerine kurulu bir iş yaparken hiç mi aksama olmuyor? Elbette oluyor. Örneğin Akalan, sabah 7-9 kuşağına Cihan Haber Ajansı'nın bültenini girmesini söylemiş personele. Sabah aradığında ise arkadaşın, “Uyuyakalmışım, bülteni giremedim.” cevabıyla karşılaşmış. Normalde reklamın üç dakika sarkmasının bile skandal olduğunu dile getiren Akalan, bu ve benzeri durumlarda kimsenin endişelenmediğini anlatıyor. Telefonda doğrudan satış yapan personelin artık konuk koordinatörü olduğunu, sekreterin konukların ulaşımını koordine ettiğini ifade eden Akalan, az personelle çok iş yaptıklarını belirtiyor.

‘YORGUNLUK VAR AMA YILGINLIK YOK'

Kanaltürk'ün sabah haberlerinden tanıdığımız Turan Görüryılmaz, CanErzincan'ın kapısından girdiği andan itibaren mesleğe yeni başlıyormuşçasına heyecan duyduğunu ifade ediyor. Televizyonculuk anlamında teknik imkânların yetersiz olduğunu söyleyen Görüryılmaz, ‘İmkânlarımız bu' deyip kolları sıvadıklarını anlatıyor. O, mesaisi bittikten sonra gelip gönüllü çalışmak isteyen televizyoncu arkadaşlardan bahsediyor. Birçok meslektaşının coşkuyla katkıda bulunmak istediğini anlatan Görüryılmaz, “CanErzincan baskının ve medyayı susturma girişimlerinin simgesi haline geldi. Son kalmış özgür medya platformu olarak görülüyor.” diyor. İlk gün 12 saat canlı yayın yapan Görüryılmaz, yorgun olduğunu ama kesinlikle yılgın hissetmediğini dile getiriyor: “Bugünün kayyumlarının gururla anlatacakları hikâyeleri olmayacak. Biz ise onurlu bir mücadelenin hikâyesini bırakacağız geride.”

Sokak ,Onat Kutlar

7 Kasım 2015 Cumartesi

Parasız Yatılı, Füruzan

Füruzan Parasız Yatılı

PARASIZ YATILI

— Sen çıkınca işin bitip, gene yürüyerek iner. Mısır Çarşısı'ndaki beğendiğimiz börekçi var ya, kanarya kuşları olan, orda öğle yemeğimizi yeriz. N'olacak kırk yılda bir ziyafet. Onun için Cağaloğlu'na yürüyerek gidip gelmekten yorulmayız, değil mi benim kızım? İstersek tatlı bile yeriz. Köprü'den de eğlene güle döneriz.

Anne kız sabah kalabalığının arasında, yabancı, çabuk yürüyorlardı. Annesi durmadan konuşuyordu. Böyle konuşkanlığının olduğu geçmişteki tek günü, hastaneye hastabakıcı olarak aldıkıar' gündü.

Çocuk o zamanlar üçüncü sınıftaydı. Önlüğü ağarık bir kara olmuştu. Kış basmıştı. Bu, köşedeki kömürcüden kömür alma günlerinin başiamasıydı. Mangal yakmayı öğrenmişti. Kapıda ilk çırayı ateşleyip kömürleri dikine onların üzerine yerleştiriyordu. Boruyu koyunca çıtırtılar başlıyor, küçük kıvılcımlar çevreye saçılıyordu. Kömürler kızarıp ateş olmaya dönünce her şeyi unutup - arka sırada oturmayı - Kızılay Kolu'ndan yemek yemeyi - ulusal bayramlarda şiir okumamayı - ilk yalazların maviliği yitene dek bekliyordu sokak kapısında. Odalarına mangalı aldığında ürktüğü şeyler yok oluyor, eski ceviz masalarında —annesinin en onurlandığı eşyalarıydı— çalışmaya oturuyordu. Mangalın o harlı halini çok seviyordu. Annesi korları küllemenin gerektiğini, çünkü bununla ancak ertesi güne ısınacak ateşleri kalabileceğini söylerdi. Külleri güzel, parlak korların üstüne kapayıp birini —en kızılını, en mavi mavi olanını açıkta bırakırdı — , derslerinden ara verip mangala baktığında sıcacık duran tek kor, odanın sığınma olanağını artırırdı. İşte o, «hastabakıcı olursun» dedikleri gün annesi kapıyı açıp girdiğinde bir şey değişmişti. Çünkü annesi bilmediği, görmediği haller içindeydi. Konuşmasıyle, dışarının arı havasıyle dolduruvermişti odayı.

— Alıyorlar beni, bir iki güne kadar başlıyorum. Başhemşireye çıktım, iriyarı bir kadın. Bir bir sordu. «Daha önce çalıştın mı? Kocan ne zaman öldü? Bu iş dur durak bilmez, fazla marifetli olmak lâzım değil, çalışkan olmak gerek, yatak düzeltmeyi, tükürük hokkalarını dökmeyi, ördekleri temiz tutmayı becermek yeter. Belki zamanla hastaların ateşini alacak kadar başarılı olursun. Haftada iki gün izinli çıkarsın, pazar gecesi dönersin. Çocuğun var mı? Bırakacak kimsen yok ha? 'Kendini yönetir, uslu' diyorsun. Ama küçükmüş. Hiç sınıfta kalmadı mı? Aferin ona. Genç güzel kadınsın. Burada oluru olmazı bulunur. Ciddî ol. Bir şey denirse senden bilirim. Malûm kancık köpek kuyruk sallamadıkça hikâyesi. Boya filan da istemez. Kendinden mi yanağının, dudağının rengi? İşte bilmem artık. Doktorlardan, şundan bundan yakınmak yok. Bir işte kalıcı olmak isteyen başta gelenlerine uyar. Uykun hafif mi?» Düşün bir iş bulduk artık. İlk parayla bir çeki kömür alacağım. Sana da lastik çizme. Belki izinli geldiğim günler sinemaya bile gideriz. Hiç belli olmaz. İşimizi iyi yaptıktan sonra kim ne diyebilir? Çıkıp ev sahibine haber vermeliyiz. Artık akşamları yoğurt alırken sokak kapısını hızlı çarpmasın. Dedim ya biz çalıştıktan sonra... Uykum da hafif. Bölük pörçük uyumaya alıştım yıllardır...

Annesi işe başlayınca onun ismi «bizim hastanedeki işimiz» oldu. İlk evden ayrılacağı gece tahin helvası aldılar bakkaldan. Peynirle tükenmez yaptılar, masalarına mavi çiçekli muşambalarını serdiler. Bu muşamba eve babasının yaşadığı günlerdeki düzenden kalmış, ferahlığın, korkusuzluğun anısıydı. Niçin babasını hep yaşayacak sanmışlardı? O da ölecek gibi görünmüyordu. Öyle dürüst öyle kesin bir adamdı ki; ölümün sinsiliği ona hiç gölge düşürmemişti. Evine her gece ekmek alıp gelen bir erkeğin yokluğu, sessizlik olup yerleşmişti odalarına. «Yaşlı da değildi,» demişti annesi. Hiç sekiz yaşında bir çocuk babasız kalır mı? Muşambalarını annesi gereksiz yere bir iki kez silmişti. Tükenmez tabağındaki peynirlerin cızırtısı dinmemişti. Tahin helvasının şekeri gevşemiş, pürüzleniyordu.

— Ev sahibiyle konuştum. Hiç korkma, geceleri oda kapısını kapa sıkıca, uyu. O sabah namaza kalktığında seni, kapıyı vurup uyandıracak. «Çocuktur, » dedim. «Çocuk uykusu doyumsuz olur, kalkamaz kendi kendine.» Her sabah helvayla ekmek yersin. Çay zaten sevmiyorsun. Elim yanıyor, diyorsun. Okuldan gelince mangalımızı yakar sıcacık oturursun. Gece kapağı ört ateşe. Ha benim kızım, sakın unutma. Benim aklımı evde bırakma. Sen akıllı kızsın. Geceleri hiç korkma. Dedim ya ev yainız değil. Sen korkak değilsindir Bak sana neler alacağım. Ağır hastalara özel yemek çıkarmış, onlardan kalan tavuklar falan olurmuş haşlanmış. Sarıveririm pakete, gizli değil ha, zaten dökülüyormuş. Ziyafet çekeriz kendimize.

— Ben o yemekleri istemem anne. Yalnız hani, «Ördekleri temiz tutmak lâzım,» demişti ya, o kadını, ördeklerini anlatırsın bana.

Annesi susmuştu. Tam dudaklarında duran bir şeyleri söylemekten vazgeçiverip. Gece yatağa girdiklerinde —beraber yatıyorlardı epeydir— yarınki derslerden birinin beden eğitimi olduğunu bile unutmuştu. Oysa beden eğitimi dersine o katılmazdı. Onun gibi katılmayanlarla, koridorlarda, hep açık kalmış alt kat musluklarının sesini dinleyerek, gölgeli ışıksız camlardan kışı, entin yapılarını seyrederlerdi.

— Şort, lastik pabuç, soket çorap beyaz olacak. Beyaz fanila bluz gerek. İki tane olursa daha iyi. Terleyince değişmek için. Yürüyüşte 23 Nisan, 29 Ekim herkes çiçek gibi olmalı, düzenli, bakımlı. Ben, yapamadık anlamam. İstedikten sonra, istemek yeter. Yardım kolundaki çocuklarımız için de düşündüklerimiz var tabiî. Ama bunu daha elzem giyim eşyalarına ayırmak kararındayız. Önlükle katılacaklar. Önlükler gıcır gıcır ütülıi. Kızlarda tafta koıdela. Temiz, tertemiz olmalı herkes. Her Türk ocuğunun görevidir temiz olmak. Ne diyorum size? Dişler her gün ovulmalı. Kulaklarda sarı topak kirler görürsem ağrıdı, akıntı yaptı anlamam, yersiniz cetveli.

Alt kat muslukları hiç kapanmazdı nedense. Ders arasında öğrenciler muslukların başına doluşurdu. Hepsi su içerlerdi. Susayan da susamayan da. İtişmek, suyun avuçtan süzülüp kol yenlerinden içeri girmesi, bahçede eğlenmenin gereği olan bağrışların başlangıcıydı. Ders zili çalıncaya dek duyulmayan su sesleri, sınıflara girilince öne geçerdi.

Annesinin sırtına sarılmıştı. «Her dediğini yaparım anne, sen üzülme. Zaten öğleleri okulda yemek yiyorum. Aklın bende kalmasın.» Annesi hiç kıpırdamamıştı. Uyumadığı belliydi. Bedeni rahat, gevşemiş değildi. Annesinin ısıtan kokusunu duymak için iyice sokulmuştu sırtına. Geceyi dinlemiştiuzun süre. Uyumak istemiyordu. İlk kez gecenin uzunluğunu öğrenmeye başlamıştı.

Sabah kalktığında kapı vuruluyordu. Annesi yoktu. Okul önlüğü, kalın iplik çorapları, yün hırkası düzenli, iskemledeydi. Dışardan vurulan kapının sesiyle uyandığını anlayınca kalkmış, «Hajida'nım teyze,» diye seslenmişti. Ev sahibi kadın helaya —aynı helâyı kullanırlardı— kovayla su döküyordu. Giyinip masanın başına oturmuştu. Kış aydınlığı patiska perdelerden geçip köşeli, üşütücü yayılmıştı. Okul çantasını alıp odadan çıkarken —hiçbir şey yememişti o sabah— gerisin geri dönüp iskemleye oturmuştu. Sonra da sessiz ağlamaya başlamıştı.

— Sen pekiyiyle bitirdin okulu. İlkokulu yoksul bir çocuğun pekiyiyle bitirmesi kolay iş değil. Parasız yatılı okullarına alıyorlarmış sizleri. Öyle dediler bana. Muhtarlıkta fakirlik ilmühaberi çıkarırken tanımadığım bir kadın, «Ben de oğlumu zabit okuluna sokacağım ama kefil istediklerini, bir malı rehin göstermek lâzım olduğunu söylediler, çaresizlerıdim hanımcığım,» dedi. Mal kim? Biz kim? Malımız olsa yüzsuyu döker miyiz el kapılarında? Bizim için olmaz öyle şey. O kadın doğru bilmiyor. Halkâğıdını aldığım gibi çıktım. Kimselere de danışmadım hiç. Zabit okulları pahalıdır. Yok silâhtı, yok zabit elbisesiydi di mi ya? Hem canım sormadım. Gerekmez de. Seri gir bugün imtihana, her sorduklarını çatır çatır bileceksin. Gerçi binlerce öğrenci katılıyormuş, aralarından yüz yüz elli kişiyi alıyorlarmış. Gene de sen kazanacaksın, gör bak... Benim akıllı uslu kızımsın. İsterlerse öyle mal mülk gibi bir şey, ben derim ki, ne gerek? Benim kızım kalmaz sınıfta. Devlet masrafına ziyan vermez. Bunları okulun müdürüne, böyle bir bir anlatırım. Hemen anlar. Hem canım o da bizim gibi bir insan. «Benim kızım yıllardır yalnız uyanır sabahları,» derim. «Hiç şımardığı olmamıştır kimseye. Bir gün bile çıtırtısı duyulmamıştır, » derim... «Sanki o çocuk olmamıştır,» derim.

Yokuştan yukarı çıkarlarken sırt hamallarının yüklendiği kâğıt topların üstüne doğru yağmur çiselemeye başladı. Yumuşak bir haziran yağmuruydu. Kızla annesi gerekmeden, karşıya geçmek için polisin arabaları durdurmasını bekliyorlardı. Yağmurun yağışı hızlanmıştı. İkisi de bu önemli gün için süslenmişlerdi. Anne boynuna ipek eşarp takmıştı, çocuk saçını ıslatıp taşlı tokasıyle toplamıştı.

— Korkuyor musun ? Hiç konuştuğun yok sabahtan beri. Hadi hadi Salıpazarı'ndan bu taşlı tokanın eşini alacağım sana. Sonra bizi tayin edecekler. Sen okulu bitirip öğretmen olunca, ben de çalışmam hastanede. Beraber çıkar gideriz. Koltuklar alırız. Onlara çiçekli basma örtüler dikerim ben. Bir de kabul günümüz olur. Konukları ağırlamak için, eğer unutmadımsa, anasonlu galeta yaparım. Masraf kapısı olmaz. Belki, bir de küçük halı alırız. Hasta pisliği dökmekten, koridorlarda koşuşturmaktan kurtulurum. Hele o lizol kokusu yok mu, içini üşütüyor insanın. Bir de hep ölümü düşünmek. Şöyle bir dağın eteğinde olur gideceğimiz yer, benim kızım. Herkes İstanbul'da kalalım dermiş. Hepsini sordum bilenlere, öğrendim iyicene. Hükümet tabiî seni alır. Biz İstanbul'u neyapacağız? Bize bir ev, kışın kömürlüğümüzde odun-kömür gerek. Bir de mutfağımız olur değil mi? Eğer kefil falan derlerse, demezler ya, o kadının uydurması, oğluna güvenmemesi. Sormadım ordan burdan o işi. Sade sen öğretmen olunca n'olacak, onları öğrendim. Bize nereye tayin çıkarsa oraya gideriz di mi?

— Bu okulu kazanacakların hepsi de benim gibi yoksul çocukları mı, anne? Onu da öğrendin mi?

— Öyle ya yoksul çocukları ki, parasız yatılı için imtihan oluyorlar.

— Öyleyse ben burayı kazanırım. Üzülme. Sınavı pekiyiyle bitiririm. Artık burda, arkadaşlarım olur. Haftada iki gün sen hastaneden, ben okuldan çıkıp eve döneriz. Sana da konuk günlerinde bakkal bisküvisi alırım.

Sınavların yapıldığı okul karşı yöne düşüyordu. Yeniden geçtiler caddeyi, ürke ürke. Ara sokaktan yürüdüler. Yüksek bir duvarın yanındaki kapıda durdular. Okulun öğrenci giriş kapısıydı bu. İçerden uğultular geliyordu. Yağmur taş duvarların arasından çıkan aykırı yeşillikleri parlatmıştı.

— Bizden de erken gelenler olmuş. Geç meç kalmış olmayalım?

Hademe giyimli bir kadın onlara doğru yürüdü, taşlı yoldan. Bezgin, alışık bakışlarıyle anne, kızın üstünden dışarda bir şeye bakıyordu.

Anne, saygılı sordu:

— Geciktik mi acaba? Çocukların çoğu gelmiş. Hademe kadın ilgisiz,

— Parasız yatılı imtihanlarının çocukları hep erken gelir. Hiç gecikmezler.

Çocuk annesinden ayrıldı. Kıyısı duvarlı taş yolda yürümeye başladı. Hademe kadın, görmedikleri bir iskemleyi görmedikleri bir çatının oraya çekip oturmuş, yün örmeye başlamıştı.

Çocuk, dönemeçte arkasına baktı. Dış kapıda annesi, yağmurun altında gülümseyerek duruyordu.

Ekim 1970

4 Kasım 2015 Çarşamba

Alemdağı'nda Bir Yılan, Sait Faik Abasıyanık

ALEMDAĞI'NDA  BİR YILAN

Daha tiyatroya girerken kar başlamıştı. Çıkınca meydanı bembeyaz buldum. Boynumdan içeriye bir damla düştü. Ürperdim. 

— Çek elini ağzından. Tırnağını yeme, diye bağırdım. Önümden giden iki kişi dönüp baktılar. 

Yüzümü görmek için yavaşladılar. Sanki ben her akşam onunlaymışım gibi bir yalnızlık duyuyorum. O cuma günleri gelirdi. Alçıdan, ağzı pipolu gemici onu beklerdi. 

Güneş muşamba perdede tam üçü işaret ederdi. Geleceğine yüzde yüz emin olduğum günler beklerken uyuyakalırdım. Kapıyı tırmalar gibi vurduğu zaman nasıl duyardım rüyamın içinde. Yataktan fırlardım. Kapıyı açardım. Rengi solmuş, nefesi boğazından gelirdi. Masadan bir cıgara alır yakardı. 

Dünya ötede idi. Burada bir konsol, bir ayna, bir alçıdan gemici, bir yatak, bir ayna daha, bir telefon, bir koltuk, kitaplar, gazeteler, kibrit çöpleri, cıgara izmaritleri, soba, battaniye vardı. Dünya ötede idi. Gökyüzünde uçaklar vardı. İçlerinde yolcular vardı. Trenler gidiyordu. Herifin biri imza ediyor, öteki para veriyordu. Akşam serinliği çıkmıştı. Akşam simidi de çıkmıştı dünyada.. 

Odanın içini simitçinin sesi doldurdu. Dünya ötede idi. 

Biletçi bilet zımbalıyor, bir adamla bir çocuk gazete okuyorlar. Bir delikanlı, kara kaşlı, sıhhatli bir oğlan upuzun yatmış. Yakışıklı, kuvvetli bir oğlan. Ellerini pantolonunun ceplerine sokmuş, sıska birisi de sağımda yatmış. Çocuk gazeteyi bıraktı. Pardösüsünü başının altına dürdü. O da uzandı. Bir vapurun alt kamarasındayım. 

Günlerden cuma. Mektep tatil. Süleymaniye'de Kirazlı Mescit sokağında oturuyoruz. Ben on yedi yaşlarındayım. Münir Paşa Konağı'nın çam ağacını hatırlıyorum. Lisenin bahçesindeki büyük çam ağacı bir yangında yanmış olabilir. Münir Paşa Konağı'nın yağlı boya tavanları çoktan duman ve kül olmuştur. Tahtakuruları da yanmıştır. Yatağım, yorganım, gözyaşım yanmıştır. Havuzlar yanmıştır. Yapraklarını kışın dökmeyen ağaçlar yanmıştır. Anılar, anılar yanmıştır. Yanmış oğlu yanmıştır. Beni bugüne getiren kitaplar yanmıştır. 

Ben de koyun postu taklidi bir kürk bulup pardösüme diktirmeliyim. 

Günlerden pazartesi. Yine vapurun alt kamarasındayım. Yine hava karlı. Yine İstanbul çirkin. İstanbul mu? İstanbul çirkin şehir. Pis şehir. Hele yağmurlu günlerinde. Başka günler güzel mi, değil; güzel değil. Başka günler de Köprüsü balgamlıdır.. Yan sokakları çamurludur, molozludur. Geceleri kusmukludur. Evler güneşe sırtını çevirmiştir. Sokaklar dardır. Esnafı gaddardır. Zengini lakayttır. İnsanlar her yerde böyle. Yaldızlı karyolalarda çift yatanlar bile tek. 

Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor. 

Güzel yer, güzel yer Alemdağı. Şu saatte on beş metrelik ağaçlarıyla, Taşdelen'i ile, yılanı ile... Ama kış günü yılanlar inindedir. Olsun. Hava Alemdağı'nda ılıktır. Güneş yaprakları kıpkızıl ağaçların içinde doğmuştur. Gökten parça parça ılık bir şeyler yağmakta, çürümüş yaprakların üstüne birikmektedir. Taşdelen parmak gibi akar. İçimizi şıkır şıkır eden bir maşrapa ile önce içimizi, sonra çırılçıplak soyunarak dışımızı yıkıyor. Su içmeye gelen bir tavşan, bir yılan, bir karatavuk, bir keklik Pelenezköyden şerefimize kaçıp gelmiş bir keçi ile alt alta üst üste oynaşıyoruz. 

Panco, Panco, diye bağırınca yılan da, keçi de, keklik de, tavşan da oldukları yerde alçıdanmış gibi donup kalıyorlar. Bembeyaz kesiliyorlar. Hemen keskin bir bıçak çıkarıp cebimden kiminin kulağını, kiminin kanadının altını kesiyorum. Kan akınca hareket başlıyor. Beni bırakıp Panco'ya koşuyorlar. 

Panco'nun her zamanki kansız ve hiddetli yüzünde çıban yarasına doğru kaymış bir gülümseme gözüküyor. Keklikleri gagasından öpüyor. Tavşanın bıyığını çekiyor. Yılanı bileğine doluyor. Top getirmiş, futbol topu. Ben kaleciyim. Yılan da kaleci. Ötekiler yaprakların üzerine yatmış, güneşin içinde oynuyorlar. Saatlerce oynuyorlar. Yılanla ben top kalemize girerken yana çekilip seyrediyoruz. Mızıkçılık ediyoruz. 

Alemdağı güzel, Alemdağı. İstanbul çamur içinde. Taksi şoförleri su birikintilerini inadına insanların üzerine sıçratıyorlar. Kar inadına içimize içimize yağıyor. 

Kadının biri beşinci kattan bir kediyi sokağa atıyor. Bir kadınla bir yabancı erkek kedinin başındalar. 

Kedinin burnundan hafifçe kan sızıyor. Erkek Fransızca: 

— Il est mort d'hemoragie, le pauvre[1], diyor. 

Kadın bana Türkçe, kedinin beşinci kattan atıldığını anlatıyor. Galatasaray lisesinin kalın ve yüksek bahçe duvarının kenarına artık ölmüş kediyi itiyoruz. Beşinci kattaki kadın sobasına şimdi kömür atıyordur. Hava da ne soğudu. Keşke kar yağsa. Kar yağdığı zaman yine havada ılık bir şeyler oluyor. 

Panco ne zaman dönmüş Alemdağı'ndan. Birdenbire bir arkadaşı ile yanımdan geçiyor. Bir duvarın, ölmüş bir kedinin yanından geçer gibi. Kollarımız birbirine sürünüyor hafifçe. Duvarlar açılıyor. İnsanlar birbiriyle senelerdir dargınmışlar da birdenbire aynı hisleri duyarak: "Yeter artık" diyerek barışmışlar gibi öpüşüyorlar. Dönüyorum. Panco arkadaşı ile gülüşerek gidiyor hâlâ. Yangının kül ettiği Münir Paşa Konağı'nın havuzunda kirli yeşil bir su bekler dururdu. Suyun dibi gözükmezdi ama gözümü kapayınca içine atılmış on paralıkların parladığını görürdüm. Bir defa da şimdi vali olan bir arkadaşımızı elli kuruş vererek elbiseleriyle suya atmıştık. 

Panco'nun arkadaşı ile beraber getirdiği kahveyi hiç bilmezdim. Kapısında alüminyum tencereler, naylon bardaklar satan bir hırdavatçı bulunan, iki kapısı da ardına kadar açıkhanla apartıman arası bir binanın birinci katındaymış bu kahve. Onların bu kapıdan içeriye girdiklerini görünce merak ettim. Ben de girdim. Baktım karşımda cam bir kapı. Cam kapının içinde büyük bir salon, içeride insanlar tavla ve iskambil oynuyorlar. Daha köşede bir bilardo masası var. İçeriye girince herkes bana baktı. Buraya gelenler hep aynı müşteriler olmalı ki beni baştan aşağı bir süzdüler. Oturup bir kahve içmek bile cehennem azabı gibi bir şey olacaktı. Birini arıyormuş gibi yaptım. Olmazsa bizim Luka Efendi vardır. Duvarcıdır, boyacıdır. Onu soracaktım. Gözlüklüdür. Kendisi Yunan tebaasıdır. Ama Arnavuttur. Kahveciye onu sormak istedim. Baktım Panco Luka Efendiyi siper ederek kendini bana göstermemeye çalışıyor. Eskiden tanıdığım birisi niçin geldiğimi anlamış gibi bana baktı. Gülümser gibi idi. Allah belanı versin deyyus; dedim. Döndüm. Giderken bir daha dönüp baktım. Yine pardösüsünün yakasındaki kürkü gördüm. 

Kürkü görünce rahatladım. Tavşanı, kekliği o ılık, harikulade kaygan ve güzel yılanı, karatavuğu, Alemdağı'nı, Taşdelen suyunu, çürümüş yaprakları, yaprakların üstüne yağan pelte pelte güneşi hatırladım.

3 Kasım 2015 Salı

Ünlü olmanın avantajları yararlı işlerde kullanıyorum

Oyuncu Mert Fırat, ihtiyaç sahipleriyle destek verenleri buluşturan ‘İhtiyaç Haritası' platformunun kurucu üyelerinden.

Kampanyanın yüzü olmadığını dile getiren Fırat, “Ben de kafa patlatıyorum, zaman harcıyorum ama projenin mimarlarından Elif ve Ali Ercan'ın harcadığı maddi olarak ölçülemez. Hepimizin ortaya koyduğu emek var.” diyor. İşitme engelliler, kadın dernekleri, Yeşil Yol, Oy ve Ötesi gibi 30'dan fazla aktivitenin içinde yer alan Fırat, “Bilinen, ünlü birisi olmanın sağladığı faydanın farkındayım. Yetişebildiğim, vaktimin uyduğu, yardımdan başka düşünce içinde olmayan her şeye destek vermeye çalışıyorum.” diye konuşuyor.

İhtiyaç haritası fikrinin çıkış noktası nedir?

Benzer bir sürü yapı var. Bu yapıları buluşturmak ve onları görünür kılmak fikrinden yola çıktı. 30'a yakın dernekte çalışmışım. Keşke hepsini görebileceğimiz platform olsa diye konuşuyorduk. Elif'le birlikte yürüttüğümüz danıştığım çalışmalar oldu. Devamında biz yolu birlikte yürüyelim dedik. Ali Ercan Özgür arkadaşımız, sosyal sorumluluk konusunda çok fazla bilgili, doktora yapmış. O da harita kısmını anlattı. Hâlâ daha beta versiyonu. Gittikçe gelişen bir platform. Haber alma ağını da güçlendirip koordinasyona katkı sağlıyor. Sokağa kadar inebiliyor harita, bu bir avantaj.

Harita neleri kapsıyor?

Van depreminde mesela 1 ton gıda ihtiyacı varken 20 tonun gitmesi, depolanamaması gibi sorunları gideren yapısı var. Çünkü ihtiyacı önceden girip, onun nasıl giderileceği öğreniliyor. Bağış kabul etmiyoruz. Diyelim ki teknolojik sistem satan bir firmaya rica ediyoruz bize kumbara oluşturun diye, destek verenleri de oraya yönlendiriyoruz. 20 bin lira toplanıyor, bizim de 20 tane bilgisayara mı ihtiyacımız var, o kumbarayla o ihtiyacı gideriyoruz.

Sizin isminiz projenin önüne geçiyor mu?

Başından beri kampanyanın yüzü olmayı düşünmedim, o algıdan da rahatsız oluyorum açıkçası. Ben de kafa patlatıyorum, zaman harcıyorum ama Elif'in, Ali Ercan'ın harcadığı maddi olarak ölçülemez. Hepimizin ortaya koyduğu emek var. Yüzü gibi değil de bir parçasıyım. Tanınan simalarla çalışıp onların da taşın altına ellerini sokmalarını sağlayacağız. İlk hedefimiz kendimizi iyi anlatmak. Ev hanımının, öğrencinin, öğretmenin destek vereceği bir ortam oluşturmak derdimiz. Arama motorları gibi. Bir yandan da herkes kendi hesabını oluşturup kendi yardımını yapıyor. Dernekle çalışmak keyifli ama yaşam döngüsü içinde zaman ayıramıyoruz. İhtiyaç haritası o zamanı da doğuruyor aslında.

Bireysel yardımlara da kapı açıyor yani.

Ayda 2 saat yardım yapmak istiyorsan yapıyorsun. Bir yandan da bunun iyilik değil, birlikte bir şey yapmaya dair olduğunu görüyorsun. En önemlisi de o. Yardım, sınıfsal üstünlük sağlamaz. Adı yardım da değildir destektir, birlikte bir şey yapmaktır.

İhtiyaç Haritası, Yeşil Yol, kadına şiddete karşı kampanyalar… Nerede bir sosyal sorumluluk varsa sesi olmuşsunuz.

30'dan fazla çalışmanın içinde bulunup hepsine konsantre olma isteği var ama mümkün değil. Dolayısıyla bunun sürdürülebilir olmasını istediğim için ihtiyaç haritası benim de bir ihtiyacım. İşitme engelliler, kadın dernekleri, kadına şiddete karşı projeler, eğitim, Okuyorum Oynuyorum projeleri, HeForShe, Yeşil Yol, görme engelliler, Lösev, Oy ve Ötesi, hayvan koruma dernekleri, doğumdan hasar görmüş çocuklar… Yetişebildiğim, vaktimin uyduğu, yardımdan öteye niyeti olmayan her şeye destek vermeye çalışıyorum. Bilinen birisi olmanın sağladığı faydanın da farkındayım. Bu yararı oraya da kullanmak istiyorum. Bu vakti birçok merkezin içinde yapılan söyleşilerde kullanıp para kazanmak, o parayı başka şeylere aktarmak da mümkün. Birilerini harekete geçirmek, farkındalığı artırmak için kullanıyorum elimden geldiğince.

Mahalleli bize aşure getirdi

Moda Sahnesi'nin iz düşümü gibi Bursa'da Sanat Mahal'i açtınız. Anadolu'da sanat merkezi kurmaya ne zaman nasıl karar verdiniz?

Bir buçuk yıl oldu. Aslında çok istiyordum. Oyun atölyesinde 2006'dan bu zamana kadar bir şubemiz olsa diyordum. Bir röportajımızda var, ‘10 yıl sonra olmak istediğiniz yer' diye soruyor, ‘Oyun atölyesinin şubeleri' cevabım. Orada olmadı Moda Sahnesi'ni kurduk. Sanat, mahalde bambaşka. Mahal kısmı Nurhan Karadağ hocamızın öğrettiği kısım. Mahalleliyle bir şey yapmak mahalleden bir şey almak, aktarmak. Birlikte paylaşarak yerleri besleyerek yerelden de beslenerek. Ortaklarımızdan 4'ü Bursalı. Kurduğumuz yapıda mahalle çevre ile entegreyiz. 10 yıllık sözleşme yaptık, Bursalı olacağız.

Geri dönüşümler nasıl?

Yüzde 70 doluluk oranıyla oynuyoruz. Mahalleden bize aşure, kek, poğaça, börek geliyor. Burada durmak, çalışmak için geliyor. Gönüllü çalışmak için geliyor. ‘Kitabımı okusam burada' diyor.

Dizilere zaman kalıyor mu?

Bir İngiliz şirketle sinema filmi çekeceğiz. Sürekli dizi teklifleri geliyor. Her hafta aşağı yukarı bir senaryo okuyorum. İçinde kendini iyi hissedeceğim bir teklif, kendimden bir şeyler katacağım iş bulursam ekranda olurum. Seyrettiklerimde de keşke şunun içinde olsam dediğim işler yok. Hikâyeler noktasında da. Oynamak öyle bir şey ya. Bizi oynatan sizi yazdıran, bir şeyler katmak isteği. Öbür türlü sanayi tipi oluyor.

ÜNLÜ OLMAK SAHNEYİ HER ZAMAN KURTARMAZ

Sanat hayatınız da oldukça yoğun. Aynı anda 3 tiyatro oyunu oynamak zor değil mi?

Takvimim birbirine çakışmadığı sürece zor değil keyifli, heyecanlı. 3 tane başka rol çünkü. Yoğunlukla ilgili de bir problemim yok. Hem ihtiyaç haritası hem kutu film hem Kürk Mantolu Madonna. Ocakta 4. oyunum başlayacak. Birini kaldırır ya da süresini azaltırız. Hayat çok kısa. 35 yaşına gelmişim bile. Yapmak istediklerimle hayatın hızı çok farklı, sistem de yardımcı olmuyor. O yüzden acelem yok ama hevesim çok.

Mert Fırat'ı sahnede izlemek için gelenler oluyormuş. Ekranlardan tanınan ünlü oyuncuların tiyatro yapması seyirciyi artırıyor mu?

Dizilerden tanınmış arkadaşlarımızın belirli bir seyirciyi örgütleyip oraya getiriyor oluşunu önemsiyorum. Yüzde 90 doluluk oranıyla oynuyoruz mesela. Diğer tiyatrolarda da benzeri durumlar var. Bu ünlü kişilerin tiyatro sahnesine çıkıyor olmaları sadece 10 gösterim için önemli. İnsanlar Melis Birkan, Onur Ünsal için geliyor. Mert Fırat onun karşılığını vermiyorsa seyirci sayısı 10. oyundan sonra düşüşe geçmeye başlıyor. İlk aşamada önemli ama sonra oyunun kalitesi belirliyor.

İhtiyaç Haritası'nın mimarlarından Elif Kalan: 2 sokak mesafedeki ihtiyaçları harita buluşturdu

Nasıl destekler alıyorsunuz?

‘Uzmanlık alanım tasarım, sitenize baktım şunları yapsanız daha iyi olur, şurada yazım hatası var düzeltin' diyenler var. Bu bizim hoşumuza gidiyor. Sadece şirketler değil herkesin birlikte yürüteceği bir sistem oluşturmaya çalışıyoruz.

İmece usulünü çağrıştırıyor...

Onun teknolojiyle desteklenmiş hali. İnsanlar saatler geçiriyor bilgisayar başında bundan faydalanıyoruz. Sorunlu yerlerde muhtarlar devreye giriyor. Sivil toplum, gönüllülerimiz... Hepsiyle çalışmak istiyoruz. Yaşadığımız bir şey. Gaziantep'te iki sokak yakınlar ancak birbirlerinden haberleri yok. Okul kitap ihtiyacı girmiş, diğeri de kitap bağışlamak istemiş. 2 sokak ötede olduğunu haritada görünce gidip teslim etti. Adana Yüreğir'de karşılaştık benzer bir şeyle. Okul için ihtiyaç girilmiş. Adana'daki bir özel şirket de ‘Ben bu okulun her şeyini karşılayabilirim' dedi. Her yerde kaynaklar var. Bunları da harekete geçirmek istiyoruz.

Şu aşamada hangi alanlarda gönüllüye ihtiyacınız var?

Sistemden gelen ihtiyaçlar bizi yönlendiriyor ama şöyle düşündük; ihtiyaçlar genelde okullarda. Öğretmenlerden bir ekibimiz oluşacak gibi. Gönderilecek eşyaları kontrol etmek için gönüllü ekibimiz olabilir. Kitap ve kıyafetlerin ayrıştırılmasında gönüllülere ihtiyacımız olacak. Muhtarlarla çalışacak gönüllü alanımız olabilir. Siteden üye olanlar da yönlendirebilir bizi, ‘Ben şunu yapmak istiyorum' diye. Seçme alanları var.

27 Ekim 2015 Salı

Hırsızlar da uçuşa geçti!

Havalimanlarında yolcuları karşılamaya veya uğurlamaya gelenlerin oluşturduğu kalabalık ortamlar hırsızlara yeni fırsatlar sunuyor.

Uçakla seyahat edenlerin sayısındaki artış, havalimanlarında ciddi yoğunluğa neden oluyor. Ancak yolcuları karşılamaya veya uğurlamaya gelenlerin oluşturduğu kalabalık ortamlar ise hırsızlara adeta yeni fırsatlar sunuyor. Yolcuların dalgınlığından faydalanan hırsızlar kalabalıklarda cüzdanları, restoranlarda ise masa ve sandalye üzerindeki çanta ve giysileri alıyor. Geçen hafta sonu benim de montum çalındı. Ancak ümitsizliğe düşmedim ve hemen polise suç duyurusunda bulundum. Kameradan tespit edilen Cezayir asıllı hırsız kısa sürede yakalandı ve montumu teslim aldım. Siz de mağduriyetinize çözüm bulmak istiyorsanız, yaşadığınız hırsızlık olayı karşısında mutlaka şikâyetçi olun. Böylece hem olaylar azalsın hem de hırsızlar yakalanıp adalete teslim edilebilsin.

Yetkililer, havalimanlarını mesken tutan yani terminallerde yatıp kalkan evsizlerin yanı sıra Suriye'deki iç savaş nedeniyle ülkemize sığınan mültecilerle yankesicilik yapmak amacıyla şehir merkezinden gelenlerin de hırsızlık olayına karıştığını ifade ediyor. Hırsızlığa karşı mağduriyet yaşamak istemeyen herkesin tedbir alması gerektiğine dikkat çeken yetkililer, özellikle kalabalık ortamlarda şüpheli davranışlarda bulunan kişilerin yanından uzaklaşılması, terminal içinde çanta ve valizlerin sahipsiz bırakılmaması, restoranlarda ise masadan ayrılırken özel eşyaların unutulmaması konusunda uyarıyor. Yetkililer ayrıca hırsızlık olayı sonrası mutlaka polise şikâyette bulunulmasını isterken, ifade verirken ‘olayın gerçekleştiği yer ve saat konusunda' kesin bilgi verilmesinin de hırsızın kameradan tespit edilmesini kolaylaştıracağını dile getiriyor.

Yasalar yetersiz

Yetkililer, havalimanlarının en büyük sorunlarından biri haline gelen Suriyeli dilenciler ve evsizler konusunda ise yasaların yetersiz kalmasından şikâyetçi. “Bu kişilerin statüleri belli değil.” diyen yetkililer, özellikle Suriyelilerin, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmadığını, geçici izinleri bulunmadığını ve bu yüzden ülkede kaçak yaşadığını dile getiriyor. Yetkililerin verdiği bilgiye göre Suriyeliler, uluslararası sınıflandırmaya da tabi değil. Bu yüzden suç işlemeleri halinde yapılan yasal işlemlerden sonuç alınamıyor. İkametgâhları olmadığından aldıkları cezalar dahi tebliğ edilemiyor. Ayrıca sabahları gruplar halinde havalimanına gelen Suriyeli çocuklar da son zamanlarda ciddi sıkıntı oluşturuyor. Güvenlik kontrolünü aşıp terminale girmeyi başaran çocuklar, dilenerek yerli ve yabancı yolculara ciddi rahatsızlık veriyor. Uzun süredir terminalde yaşayan ‘evsizler' ise havalimanından uzaklaştırılmasına rağmen bir süre sonra yeniden terminalde kalmaya devam ediyor.

Kameradan tespit ediliyor

Havalimanında yaşadığınız hırsızlık olayı sonrası vakit geçirmeden emniyet müdürlüğüne giderek suç duyurusunda bulunmayı ihmal etmeyin. Eğer şikâyetçi olursanız, polise ifade verdikten sonra hırsızın tespiti için kamera odasına yönlendirileceksiniz. Burada da, olayın yaşandığı bölgedeki tüm kamera kayıtlarını polisle izleyerek hırsızlık olayının nasıl gerçekleştiğini görüp zanlıyı tespit edebilirsiniz.

Şikâyetçi olunmuyor!

Yetkililer, dilenenler veya hırsızlık yapanlar hakkında şikayette bulunulmadığından da şikâyet ediyor. Bu yüzden yasal işlem yapılmıyor ve zanlılar yakalanmayınca da olaylarda artış yaşanıyor. Yolcular, olayla ilgili yasal işlemlerin uzayacağı ve bu yüzden uçaklarını kaçıracaklarını düşünerek polise şikâyetten kaçınıyor. Restoran veya işyeri sahipleri ise hırsızlık yaparken suçüstü yakaladıkları kişilerden dahi şikayetçi olmuyor. Bu kişilerin bir süre sonra serbest bırakıldığını ve tekrar havalimanına geldiğini ifade eden işletmeciler, suç işleyenlerin aynı rahatsızlığı vermemeleri için şikayet etmekten vazgeçtiklerini dile getiriyor.

Yedek batarya yasak

Amerika'da Federal Havacılık İdaresi FAA, havalimanlarında yedek lityum bataryaların yolcuların bagajlarında olup olmadığını kontrol etmeye başladı. Yasak, yedek bataryaların, uçağın kargo bölümünde yangın riski çıkarabileceği endişesiyle getirildi. Bu yüzden bundan sonra yolculara, check-in (bilet ve bagaj işlemi) sırasında uçuşu tehlikeye atacağı düşünülen cihazların yanı sıra yedek bataryaların da bulunup bulunmadığı sorulacak. Söz konusu yasak şimdilik Amerika seyahatlerinde geçerli olacak.

New York'a A380 ile uçun

Birleşik Arap Emirlikleri'nin ulusal havayolu şirketi Etihad Airways'in Etihad Rezidans kabinli lüks Airbus A380 uçağı, Abu Dabi-New York uçuşlarına başladı. İstanbul'dan New York'a giden Etihad yolcuları, 23 Kasım'dan itibaren seyahatlerinin Abu Dabi-New York kısmını ise dünyanın en büyük yolcu uçağı A380 ile gerçekleştirebilecek. Uçakta, 9 First Apartment, 70 Business Studio ve 415 akıllı ekonomik koltuğu ile yüksek standartlarda konfor, eğlence ve kabin içi bağlantı sunuluyor.

Pegasus, yaz sezonunu açtı

Pegasus Hava Yolları'nın, 2016 yaz tarifesi biletleri satışa sunuldu. Yurtiçinde 33, yurtdışında 69 olmak üzere 40 ülkede 102 noktaya tarifeli seferler düzenleyen şirket, 1 milyondan fazla koltuğunu iç hatlarda 29,99 TL'den, dış hatlarda da 45,99 dolardan başlayan fiyatlarla satışa sundu.

Wanderers a short film by Erik Wernquist

22 Ekim 2015 Perşembe

Dağda Konuşma,Paul Celan

Bir akşam, güneş batmış, batan yıldız güneş de değilmiş, işte o sırada Yahudi, yola koyulmuş,evinden çıkmış, gitmiş de gitmiş Yahudi ve Yahudinin Oğlu, adı da kendisiyle gitmiş, dilin dönmediği, dile gelmez adı ,yürüyerek gelmiş, tökezleyerek gelmiş oralardan, sesini duyurmuş, asasına dayanarak gelmiş, taşa basarak gelmiş, işitiyor musun beni, işitiyorsun, benim, ben ,ben bir de şu işittiğin, işittiğini sandığın, ben ve öteki,-böyle yürümüş işte, duyulan buymuş, bir akşam yürüyüp gitmiş, bazı şeylerin battığı sırada, bulutların altından yürümüş, gölgede yürümüş, hem kendisinin hem de yabancının gölgesinde bilirsin, zaten Yahudi'nin gerçekten kendisine ait, eğreti olmayan neyi vardır ki, ödünç alınmamış, geri verilmeyecek olan neyi, işte böylece yürüyüp gelmiş oradan, güzel, benzersiz yolda yürüyerek, Lenz gibi dağlardan geçerek yürümüş, onu hep aşağıda yaşatırlarmış, ait olduğu yerde alçaklarda, o, Yahudi, gelmiş, gelmiş.Gelmiş oralardan, evet, yolda yürüyerek, o güzel yolda.Karşısına kim çıkmış dersin?Karşıdan gelen kuzeniymiş, kuzeni ve kardeş çocuğu, ondan çeyrek Yahudi yaşamı kadar yaşlıymış, büyükmüş o yana gelişi, gelmiş, o da gölgede, ödünç alınmış olanında zaten sorup duruyorum kendime, Tanrının Yahudi kıldığı kim oralardan kendi gölgesi eşliğinde gelir?- ,gelmiş, gelmiş büyük büyük, karşıdan, Büyük Küçüğe yaklaşmış ve Küçük Yahudi, asasını Büyük Yahudi'nin asası karşısında susturmuş.Böylece taş da susmuş, dağda sesler kesilmiş, o ve ötekinin yürüdüğü dağda.Sessiz,sessizmiş dağın yüksekleri.Uzun sürmemiş sessizlik,çünkü ne zaman ki bir Yahudi çıkagelir ve bir ikincisiyle karşılaşır, suskunluğun sonu hemen gelir dağda bile.Çünkü Yahudi ve doğa, başka başka şeylerdir, hâlâ, bugün bile, burada bile.İşte öylece duruyorlar, iki kardeş çocuğu, sol tarafta dağ zambağı açmış, delice açmış, hiçbir yerde açmadığı gibi açmış, sağdaysa çan çiçeği var ve Dianthus superbus, saçaklı karanfil pek de uzakta değil.Ama kardeş çocuklarının, Allahın işi işte, gözleri yok.Daha doğrusu:var olmasına var da gözleri, önlerinde perde var, hayır arkalarında, hareketli bir perde;imge gözden girer girmez dokuda asılı kalıyor, hemen oracıkta bir ip imgeyi çepeçevre sarıyor, perdenin salgıladığı ip imgenin çevresine bir koza örüyor ve ikisinin çocuğu doğuyor, yarı imge, yarı perde.

Zavallı dağ zambağı, zavallı çan çiçeği! Öylece duruyorlar, kardeş çocukları, bir dağ yolunda, asa susar, taş susar, suskunluk da suskunluk değil, dilsiz değil tek kelime, tek cümle, bir duraksama yalnızca, bir söz deliği, bir boşluk, görüyorsun bütün hücreleri sağda solda;o ikisi hem dil onlar, hem ağız, eskisi gibi, gözlerinde perde var, siz, sizi zavallılar, siz ayakta değilsiniz, çiçek açmıyorsunuz, siz yoksunuz, temmuz da temmuz değil!Gevezler! Şimdi bile, dil anlamsızca dişlere çarpıyorken, dudaklar büzülmüyorken bile hâlâ söyleyecekleri var! Bırakalım, öyleyse, konuşsunlar''Sen uzaklardan geldin,buralara kadar geldin...''''Geldim ya.Senin geldiğin gibi.''''Biliyorum.''''Biliyorsun.Biliyorsun, görüyorsun ya: Yukarıda yeryüzü kıvrımlar oluşturmuş, bir kez kıvrılmış, iki kez, üç kez, tam ortası açılmış, ortada su var, su  yeşil, yeşil beyazlanmış, beyaz daha yukarılardan,

buzullardan geliyor, denilebilir ki, burada konuşulan dil bu, içinde beyazlar olan yeşil, bir dil ki, ne senin ne de benim için soruyorum, kimin için düşünülmüş, yeryüzü, senin için değil, diyorum, benim için de düşünülmemiş-, öyle bir dil ki,  Ben yok içinde, Sen de yok, O var, hep O, başka bir şey yok.''

''Anladım, anladım.Uzaklardan geldim ben, senin geldiğin gibi.''

''Biliyorum.''

''Biliyorsun ve sormak istiyorsun: Buna rağmen geldin, buna rağmen buraya kadar geldin-neden ve ne için?

''Neden ve ne için... Belki de konuşmak, kendime ya da sana seslenmek zorunda olduğum için, asayla değil, ağzımla ve dilimle konuşmak zorunda olduğum için.Kime seslenir asa?Taş, ya taş-o kime seslenir?''Kime seslensin kardeş çocuğu?Taş seslenmez, taş konuşur, ve konuşan, kardeş çocuğu kimseye seslenmiyordur, kimse onu işitmediği için konuşur, hiç kimse ve Hiç kimse, sonra der ki, ağzı değil, dili değil, taş ve yalnızca taşın kendisi der ki:işittin mi?''

''İşittin mi, der-bilyorum kardeş çocuğu, biliyorum...İşittin mi, der, ben buradayım.Hemen buracıkta, buradayım, geldim.Asayla geldim, ben, başkası değil, ben, o değil gelen, saatimle ben, haketmediğim, ben isabet almış olan, ben isabet almamış olan, belleği olan ben, belleği zayıf olan ben, ben ,ben ,ben...''''Der,der...İşittin mi der...Ve işittin mi, elbette, İşittinmi bir şey demez, hiç bir şey yanıtlamaz, çünkü İşittin mi buzullarla aynı şeydir, kıvrımlar oluşturmuş olanla, üç kıvrım üst üste, insanlar için değildir...Oradaki Yeşil ve Beyaz, dağ zambağı, çan çiçeğiyle bir olan... Oysa ben, kardeş çocuğu, şuracıkta duran, ait olmadığım bu yolda, bugün, şimdi, güneş batmışken, güneş ve ışığı, ben burada gölgeyle, kendi gölgem ve yabancınınkiyle, ben-sana şunları söyleyebilen ben:

            --Taşta yattım, o zamanlar, bilirsin, taş döşemede;yanımda onlar yatıyordu, benim gibi olan ötekiler ve benden farklı olan ötekiler, kardeş çocukları;yatmış uyuyorlardı, uyuyorlardı ve uyumuyorlardı,düş görüyor ve düş görmüyorlardı, beni sevmiyorlardı, ben de onları sevmiyordum, çünkü bentektim, tek birisini kim sever ki, onlar çoktu, çevremde yatanlardan fazlası da vardı, hepsini birden sevmeyi kim isteyebilir ki, senden saklayacak değilim, ben de onları sevmiyordum, beni sevemeyecek olanları sevmiyordum, ben orada yanan mumu seviyordum, solda köşede mumu seviyordum, çünkü yanarak eriyordu, yok yanarak eridiği için değil, o mum onun, analarımızın babasının yaktığı mumdu, çünkü o akşam özel bir gün başlıyordu, yedinci gün, yedinci günü birinci gün izleyecekti, yedinci sonuncu değildi, sevdiğim mum değildi, kardeş çocuğu, onun yanarak eriyişini sevmiştim, biliyor musun, o günden sonra hiç bir şeyi sevmedim;hiçbir şeyi, yok belki de o günkü mum gibi yanarak eriyen bir şeyi sevdim, yedinci ama sonuncu gün değil, hayır burada olduğuma göre, burada, güzel olduğu söylenen bu yolda, buradayım işte, dağ zambağı ve çan çiçeğinin yanında ve yüz adım ötede, karşıda, gidebileceğim mesafede, karaçam, kozalaklı çamlara doğru yükseliyor, görüyorum, görüyorum, ve görmüyorum, asam da konuştu, taşa seslendi, benim asam şimdi susuyor, taş diyorsun sen taş konuşabilir, benim gözümde perdeler var, hareketli perdeler, birini biraz kadırdın, yerini hemen ikincisi aldı, ve yıldız, evet, yıldız şimdi dağın üzerinde -,yıldız gözümden içeri girmek isterse, evlenmesi gerekecek ve artık kendi kendisi olmayacak, yarı perde, yarı yıldız olacak biliyorum, biliyorum kardeş çocuğu, burada sana rastladım, ve konuştuk, çok şey, oradaki yeryüzü kıvrımları, biliyorsun insanlar için değil, bizler için de değil, biz ki burada yürüdük, birbirimize rastladık, biz burada yıldızın altında, biz, Yahudiler Lenz gibi dağları geçerek gelen, sen Büyük, bense Küçük, sen, geveze, ben, geveze, bizler asalarımızla, bizler dile gelmez, dilin dönmediği adlarımızla, bizler gölgelerimizle,kendi gölgemiz ve yabancınınkiyle, sen burada, ben burada- - ben burada, ben, sana bütün bunları söyleyebilen, söylemiş olabilecek olan ben;sana bunu söyleyemeyen, söylememiş olan ben;solumda dağ zambağıyla, çan çiçeğiyle ben, yanarak erimiş mumla ben, günle günlerle ben, buradaki ben, oradaki ben, belki şimdi!-sevilmemişlerin sevgisinin eşliğinde, burada kendime giden yolda, yukarıda.''

Almancadan çeviren:Dürrin Tunç 

kitap-lık dergisi/Haziran 2003 sayı:62

        

20 Ekim 2015 Salı

Deney ,William Blake

DENEYBir kucak dolusu tohumun var,Ve burası da güzel bir ülke.Niye saçmıyorsun tohumlarınıVe yaşamıyorsun neşe içinde?Kumsala mı saçayım onlarıVe verimli bir toprağa mı dönüşütüreyim orayı?Çünkü başka hiç bir yereEkemiyorum tohumlarımı,Kökünden sökmedenPis kokulu yabani otları. William Blake,Hasta Gül

Paralel dünyalar!

Fotoğraf çekmek için profesyonel kameraya ihtiyaç olmadığını göstermek isteyen bir fotoğraf sanatçısı cep telefonuyla göletlerden yansıyan paralel dünyaları görüntüledi.

İşte akıllı telefon kullanarak çekilen harika yansımalar:

13 Ekim 2015 Salı

Belki Yine Gelirim, A.Telli

BELKİ YİNE GELİRİM  Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdirHer sözcük dilimin ucunda küfre dönüyor çünküBir gök gürlese bari diyorum, bir sağnak patlasaBitse bu sessizlik, bu kirli yapışkanlık bitseAma bir tufan az mı gelir yoksa yine deYırtılan ve parçalanan bir şeyler olmalı mutlakaHiç durmadan yırtılan ve parçalanan bir şeyler.Oysa ne kadar sakin bu sokaklar ve bu kentNe kadar dingin görünüyor bana şimdi gökyüzüGidenler nerde kaldılar, özledim gülüşleriniBir kenti güzelleştiren yalnız onlardı sankiOnlardı çocuklara ve aşka ölesiye bağlananKadınları güzelleştiren herhalde onlardı"Tükürsem cinayet sayılır" diyordu birisiTükürsek cinayet sayılıyor artıkAma nerede kaldılar, özledim gülüşlerini onlarınUzun uzun bakıyorum kıvrılan sokaklaraTek yaprak bile kıpırdamıyor nedenseVe tek tek söndürüyor ışıklarını varoşlarAlnımı kırık bir cama yaslıyorum, kanıyorKanımın pıhtılarında güllerin serinliğiVe fakat bir cellat gibi yetişiyor pusudakiDilimin ucunda küfre dönüyor her sözcükYaşamak neleri öğretiyor, düşünüyorumOkuduğum bütün kitaplar paramparçaÇıkıp dolaşıyorum akşamüstleri bir başımaBir uçtan bir uca yalnızlıklar oluyor kentBulvar kahvelerinin önünden geçiyorumSırnaşık aydınlar, arabesk hüzünlerBir gazete sayfasında sereserpe bir yosmaSesler gittikçe azalıyor, kuşlar azalıyorVe ne zaman yolum düşse vurulduğun yereKızgın bir halka oluyor boynumda o sokakHüznü yalnız atlarımız duyuyor artıkBiz çoktan unutmuşuz böyle şeyleriAma içimde bir sırtlanın dalgın duruşuVe dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcükİçimde zaptedilmez bir kırma isteğiDizginlerini koparan bir at sanki buSoluk soluğa kalıyorum her sonbaharVe sevgilim ne zaman hoşgörülü olsaBir yolculuk düşüyor aklıma, gidiyorumBütün gençliğim böylece geçip gitti işteAma hala bir şeyler var vazgeçemediğimHangi duvar yıkılmaz sorular doğruysaBir gün gelirsek hangi kent güzelleşmezŞiirlerim bir dostun vurulduğu yerde yakıldıGeri almıyorum külleri yangınlar çıksın diyeDevriyeler çıkart şimdi, bütün ışıklarını söndürSorduğum hiçbir soruyu geri almıyorum ey sokakVe dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcükDudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdirBir gök gürlese bari diyorum bir sağnak patlasaBitse bu kirli ve yapışkan sessizlik, hiç gitmesemOysa ne kadar sakin sokaklar, bu kent ve bütün yeryüzüİpince bir su gibi sızıyorum gecenin tenha göğüneSessizce çekip gidiyorum şimdi, sessiz ve kimliksizBelki yine gelirim, sesime ses veren olursa bir gün...

Davutoğlu, hayal dünyasında yaşıyor

Marmara Üniversitesi'nde siyaset bilimi dersleri veren Dr. Behlül Özkan'a göre, AKP dönemi dış politikası tam bir çöküşle sonuçlandı. Türkiye'yi küresel güç olarak tanımlamak ise temel siyaset bilimi gerçeklerine aykırı.

Davutoğlu'nun hayata geçirmeye çalıştığı neydi?

Ona göre sınırlar etkisini yitirdi. Ortadoğu'da İslami hareketler yükselecek, iktidara gelecek ve bunun doğal liderliğini de Türkiye yapacaktı. Liderliğini Türkiye'nin yapacağı İslam birlikteliği hayali... Halid Meşal'in parti kongresine, Gannuşi'nin, Mursi ve Haşimi'nin gelmesi bunların işareti. Seçim mitinglerinde Erdoğan için ‘ümmetin lideri' deniyor.

Bu anlayış Türk dış politikasının tüm geleneksel çizgisiyle çelişiyor. Devlette bir gerilim yaşanmadı mı?

Bakanlıkta konuştuğum diplomatlar bu durumdan şikâyetçiler. Türkiye'nin geleneksel dış politikası tamamen çöpe atıldı. Davutoğlu, bunu zaten söylüyor, restorasyon diyor. Cumhuriyet dönemi dış politikasının Türkiye'yi sınırlarına hapsettiğini, artık yeni ve daha geniş bir Misak-ı Milli tanımlanması gerektiğini yazmış.

Küresel gücüz deyip Süleyman Şah Türbesi'ni koruyamıyorsunuz

Türkiye'nin kapasitesinin üstünde hareket ettiği kabul ediliyor. Bu kapasiteyi neden Davutoğlu göremiyor?

Davutoğlu, hayal dünyasında yaşıyor, siyasi gerçekliklerden kopmuş durumda, etrafında onu gerçeklere çekecek bir kadro yok. Davutoğlu'na Türkiye'nin küresel güç olmadığına dair bir uyarı yaptığınız zaman “hocam sizin şimdiye kadar yazdıklarınız yanlış” demiş oluyorsunuz. Bunu söyleyecek kimse de yok çünkü Türkiye'de artık liyakat sistemi işlemiyor. Dünyada liyakatin yerini sadakatin aldığı her sistem çökmeye mahkûmdur. Bunun en güzel örneği de Sovyetler Birliği'dir. Davutoğlu, bir hayal dünyasında yaşıyor ve bununla yüzleşmek demek tüm yazdıklarını çöpe atması demek.

O zaman bu tamamen kişisel bir mesele mi?

Kişisel değil, bir dünya görüşü meselesi. Şunu söylüyor bu dünya görüşü: Ulus devlet kimliği tarihi olarak yanlıştı, biz bir İslam kimliği altında sistemi restore edelim. Kendilerine bir kutsal bir misyon biçiyorlar, ama bunun İslam dünyasında hiçbir karşılığı yok. Bu alanda İran'ın onda biri kadar bile değiliz. Türkiye'nin gidebileceği en son yer Kıbrıs. Onun bile hâlâ bedelini ödüyoruz. Bugün kendinize küresel güç diyorsunuz, ama Süleyman Şah Türbesi'ni koruyamıyorsunuz. Türkiye'nin son 90 yılda kaybettiği tek toprak akademisyen olarak Lebensraum diye yazmış Misak-ı Milli'yi genişletelim diye iddiada bulunmuş siyasetçi Davutoğlu'na nasip oldu. Çöküşün en önemli simgesi bu.

Peki, buna rağmen toplumda neden hâlâ AKP'ye destek var?

Son 13 yıldır oy veren kitle şu örneğe benziyor. 20 yıldır biriyle evlisiniz, çocuklarınız var, size aldatma fotoğrafları gösteriliyor. Montaj der, inkâr edersiniz önce, ama artık kafada bir kurt kemiriyor.

Siz rejim değiştireceğiz deyince rejimler değişmiyor

ABD ve Rusya'nın Suriye'de anlaşmasıyla Suriye politikası revize mi ediliyor?

Bu iktidar değişmeden Türkiye'nin Suriye politikası revize edilmez. Suriye sorunu artık sadece Suriye'nin sorunu değil, Avrupa'nın da sorunu, orada 800 binden fazla mülteci var. Batı için tolere edilebilecek nokta aşıldı, o yüzden ne pahasına olursa olsun çatışma dursun mülteci akını kesilsin istiyor. Kerry, Suriye'de laik ve birleşik bir yapı istiyor. Ortadoğu'da İslamcıların desteklendiği sistemin sonuna geliyoruz. Irak'ta, Libya'da bu hataya düştüler. Esed gitsin demek, Suriye'deki seküler-Arap milliyetçisi rejim gitsin, İslamcı rejim gelsin demekti.

Batı, neden var olan statükoyu istemesin ki?

Var olan statüko işine gelmiyordu. Esed, Saddam, Kaddafi Batı karşıtı liderlerdi. Batı'yla çalışan liberal ekonomiye inanan AKP'nin bölgeye model olacağına inandılar, ama bu model çöktü. Batı, geldiğimiz noktada, Rusya ile birlikte radikal örgütlerin çevrelenmesini hedefliyor. ABD'nin başından beri Suriye'de varmak istediği bir yer yoktu zaten. Siz rejim değiştireceğiz deyince rejimler değişmiyor. Tunus ve Mısır'da kurumlar korunduğu için iç savaş olmadı.