30 Ağustos 2014 Cumartesi

Bir sorun neden Demirtaş'a verdük

Giresun’un milliyetçi köylerinden Demirtaş’a oy çıkınca hem köyde ikâmet edenler hem de gurbettekiler şaşırdı. Acaba kim verdi? Tahminler kulaktan kulağa yayıldı. Espriler, imalar havada uçuştu. Gittik, ahaliyle görüştük. Meğer milliyetçi muhafazakâr köylerden Demirtaş’a oy çıkmasının derin bir manası varmış.Seçimin olduğu gece duyuldu ilk. “Şehirdeki akrabalar, kim vermiştir belli mi?” diye köydekilere telefon açtı. Zaten köyün içi kaynayan kazan gibi fokurduyor. Her kafadan bir söz çıkıyor; “Ben az çok tahmin ediyorum.”, “O, vermiştir o!”, “He ya kızdıydı.” diye kulaktan kulağa isimler, gerekçeler aktarılmaya başlanmıştı. Evet, doğruydu milliyetçi, muhafazakâr Karadeniz köyünden Demirtaş’a oy çıkmıştı. Ertesi gün öğlene doğru, tahmin edilen kişileri yoklamaya ziyaretine gidenler oldu. Kimi terslendi, kimi de “Kızdım da verdim, ne olacak!” diye diklenildi. Mesela yaklaşık yüzde 90 Tayyip Erdoğan’a oy çıkan bir köyden Demirtaş’a iki oy verilmişti. Biri köye gelin gelen Kürt kızındandı, zaten baştan söylemişti vereceğini, peki diğeri kimdi? Konu komşu toplanmışken mevzu bu konuya gelip, hararetli tartışma sırasında yaşlı teyzelerden biri gelinine, “az dışarı gelsene” der. Diğer odada, “Kız, hele de bakayım hangisiydi bu? Ortadaki mi? Galiba ben verdim!” Bu haber ışık hızıyla yayılır. Karadenizli nine yanlışlıkla vermiştir. Şehirdekiler, hatta yurtdışındaki köylüler herkes konuşur, gülüşür.Giresun’un Yağlıdere ilçesinde Demirtaş’a oy çıkan köylerde ise işin rengi farklı. Türk filmi senaryosu gibi hatta. Geçen hafta bu köylerden üçüne gittik. Ahaliyle konuştuk. Yanlışlıkla değil, bile isteye, bilinçli verilmiş oylar. Köylüler, “Anlayan için büyük mesaj” diyor. Hatta konuşurken Sinanlı köyü muhtarı Orhan Oral bir detaya dikkat çekiyor: “BDP politikasının burada tabanı yoktur. Hatırlarsanız Trabzon merkeze stant kurmak istemişlerdi, halk müsaade etmedi.” Peki, o zaman neden oy verildi? İşte orası karışık ve derin. İnelim derinlere o halde...Yeşilyurt köyü yaylası GölyanıTamam da neden Demirtaş?Sinanlı köyünden Demirtaş’a yedi oy çıkmış. Muhtar Orhan Oral, “Oyların tamamı bilinçli verildi. Aslında öfkeyle.” “Kimlerin verdiği biliniyor mu?” sorumuz üzerine ahaliden Şaban Akgün bir kahkaha patlatıyor. O sırada muhtar, “Bilemeyiz onu, oy gizli veriliyor.” diyor. Şaban amcayla eşinin gülmesi ve hatta imalı konuşmaları üzerine muhtar, “Az çok tahmin ediliyor. Sonuçta tepki oyu. Sürtüşmeden dolayı.” diyor. Biz muhabbetin nereye doğru gittiğini anlamaya çalışırken muhtar da gülüyor, çünkü Şaban amcanın imalı konuşmaları devam ediyor. Derken muhtar Orhan Oral, baklayı ağzından çıkarıyor: “Söyleyeyim, bir tanesi benim tanıdığım. Hanımı hariç bacısı, anası üç oy ondan çıktı. Hanımını ikna edemedi. Tepkisi il yönetimine. Demirtaş, Yağlıdere’nin köylerinde en fazla oyu Sinanlı’dan aldı. Buradaki amaç muhtarların il yönetiminde devre dışı bırakılmasına ve başka hatalara tepki. Normalde buradan BDP’ye oy çıkmaz.” Ama neden Demirtaş? Eğer sebep AK Parti il yönetimine kızmaksa, en güçlü rakibi Ekmeleddin İhsanoğlu yerine niye Demirtaş? Bu sorumuza cevabı siyaset sosyolojisi açısından veri niteliğinde: “Ekmeleddin İhsanoğlu da Tayyip Erdoğan gibi muhafazakâr. Köylüler tam tersini yaptı Demirtaş’a vererek.” Şaban Akgün burada söze giriyor: “Aslında bu köy, hizmeti kim veriyorsa ona oy verir. Geçmişte MHP’ye de DSP’ye de oy çıktı.” Şaban Akgün’ün eşi devam ettiriyor cümleyi: “Adama oy veriliyor aslında.” Muhtar Orhan Oral, “Aşağıda köye gelen yol ağzını gördünüz, eskiden her seçim öncesi orada davullu zurnalı açılış olurdu, greyderler getirilir, sözler verilirdi. ANAP, Doğru Yol, DSP, CHP ne sözler verdi. Seçim bitti ertesi gün araçları çekti gittiler. Köyün hizmete ihtiyacı vardı. Kimse yapmayınca, köylü AK Parti’ye oy verdi. Ve gerçekten bize hizmet getirdiler. Sonra köy AK Parti’ye döndü.” Seçimlerden mevzu açılınca ara ara muhtarın gözleri dalıyor. Meğer 30 Mart muhtarlık seçimi köyde çok çekişmeli geçmiş. Şimdi köy ikiye bölünmüş. Camide cemaat ayrışmış hatta ilçeye giden dolmuşlar bile ayrı ayrı. Muhtarın karşısına kayınbiraderi çıkmış aday olarak. Akrabalar ikiye bölünmüş. Bu sebeple köyde yerel seçimlerde CHP’li adaya epey oy çıkmış. Her iki tarafa da oy vermek, bu iktidar kavgasına dahil olmak istemeyenler üçüncü adaya vermiş, sürtüşmeden dolayı. Muhtar, “Tıpkı Demirtaş’a verilen tepki oyları gibi.” diyor. Anlayacağınız Karadenizlinin damarına dokunmayacaksınız. İnadına tersini yapar.Eski toprak sosyal demokratlar kime verdi?Giresun’un Yağlıdere ilçesinin denize kıyısı yok, içeride kalıyor. Epey de dağlık. Köylerin tek düzlük alanı yolları diyebiliriz, oralarda epey dar ve döne döne çıkılıyor. Her yer fındık tarlası veya kivi bahçesi. Gerçi bu sene fındık yok diyorlar. 3-4 ton fındık toplayanlar 300 kilo ancak alabilmiş. 30 Mart gecesi don vurmuş. Bunları bize Ömerli köyünün 31 yıllık muhtarı, ihtiyar delikanlı Sami Öztürk anlatıyor. Bu kazandığı 7. seçim olmuş. 80 yaşında ve bir dahaki sefer aday olmayacağını söylüyor. Son seçim epey çekişmeli geçmiş ve dört oy farkla kazanmış. Rakibini destekleyen köy ahalisinde Alaaddin Yüksel, “Artık yeter da. Gençler gelsin.” diyor, yüzüne karşı. Ama seçilmiş muhtarının hakkını yemiyor, “Dürüst birisidir, ondan kazanır her seçimi.” diyor. Sami amca eski toprak sosyal demokratlardan. Köyünden en çok oyu Erdoğan almış. Ekmeleddin İhsanoğlu’na ise 101 oy çıkmış. Demirtaş’a 5. Demirtaş’ın aldığı 5 oyun köyde epey muhabbeti olmuş. Muhtar Sami Öztürk, “68’de bu köyden işçi partisine 48 oy gitti. Tabanında sosyal demokratlık var ama Kürt politikasını savunan bir adaya, Demirtaş’a oy çıkması şaşırttı. Yanlışlıkla veren olmuştur herhalde.” diyor. Alaaddin Yüksel, muhtarın bu yorumunu doğru bulmuyor: “Biz tahmin ediyoruz kimin vermiş olduğunu. Kesin olarak şu vermiş diyemem ama bu köyden yanlışlıkla çıkmaz. Herkes Erdoğan’ı da, Demirtaş’ı da, İhsanoğlu’nu da bilir.” Bu sırada Sami amca, “Kürt’ün partisine verirler mi?” diye soruyor imayla. Alaaddin Yüksel, “Sosyal demokrat bir taban var muhtar burada. Adayları olmayınca ona vermek zorunda kaldılar. Ekmeleddin İhsanoğlu’na soldan oy verilmedi. Şimdi muhtarım solcular veremez miydi Demirtaş’a?” diye soruyor. Muhtar, milliyetçi sosyal demokratlardan olsa gerek kesin bir cevap veriyor: “Yok, yok vermez.” Alaaddin amca müstehzi bir ifadeyle ısrarla soruyor: “Hiç kalbinden geçmiyor mu?” Gülüyor sonra. Muhtar Sami: “Bizden birisi kızdım, Demirtaş’a verdim dedi. Kim verdi? Geçen sefer oy verirken benim oyumu yakan. Yönü MHP’li. Kızdı AKP’ye, Ekmeleddin’e, Demirtaş’a verdi oyu.” Belli ki Sami amca akrabasına kızmış, etrafımızı saran köylüler ise bu sözler üzerine keyiflendi, bir kahkaha kopardı. Köy gençlerinden Ufuk Özbay, gülenlerin muhtarın rakibini destekleyen seçmenler olduğunu ima etti o arada. Milliyetçi olduğunu söyleyen Alaaddin Yüksel, “Bu seçim bize sürpriz oldu. Geçen seçimlerde hep derdim bu köyden İşçi Partisi’ne oy çıkardı, nere gitti bunlar? Bu seçimde gördük. Aslında ben Demirtaş’a daha fazla oy çıkmasını beklerdim.” diyor. Muhtar Sami amca, “Evren’in referandumunda burası 57 ret oyu verdi.” diyor. O sırada köy odasının önünde sohbet ettiğimizi gören Selahattin Yüksel, elinde tesbihi söylene söylene geliyor. Köyün gençlerinden Ufuk Özbay, “Gel gel seninkiler burada. Röportaj yapıyorlar.” diye seslenince, “Bu muhtarın sırrı ne biliyor musunuz, katiyen hanıma bağırmaz. Komşuyla kavga etmez.” diyor. Muhtar, “Niye kızmam, kişileri psikolojileriyle kabul ederim de ondan.” diye cevap veriyor. Sonra herkes hep bir ağızdan konuşmaya başlıyor. Biz Selahattin amcaya yaklaşıyoruz, emekli imammış. “Ben paralele karşıyım.” diye söze başlıyor. “Ben de karşıyım.” deyince bir kahkaha kopuyor. 10 yaşından beri MHP’liymiş. 2007 seçimlerinden beri Tayyip Erdoğan’a oy veriyormuş. “Ekmeleddin hocayı tutmuyorum ben.” diyor. Sonra tipik Karadeniz insanı neşvesiyle siyaset tartışılıyor. Sami amca bize köylünün yaptırdığı toplantı salonunu gezdiriyor. Seçim sandığını gösteriyor. Önünde poz veriyor. Ömerli köyünün kışın nüfusu 400 ve ahalinin anlattığına bakılırsa kozmopolit bir köy. Her siyasi görüşten insan var ama son seçimlerde AK Parti herkesten oy almayı başarmış. Sebebini Selahattin Yüksel anlatıyor: “Doktor geliyor köye, anons ediliyor. Halkı muayene ediyor. Sebebi bu.”Yağlıdere Yeşilpınar köyünden Demirtaş’a üç oy çıkmış. Muhtar Murat Okur, Demirtaş’a çıkan oyun sebebi olarak CHP’nin adayından memnun olunmamasını gösteriyor: “BDP’nin tabanı yoktur burada. Demirtaş’ın aldığı oy tepki oyu.”Şikâyetim vallahi dertten!Yağlıdere’de Demirtaş’a en çok oy veren köye gitmek için yola çıkıyoruz. Yolda fındık toplayan Ömerlilere selam veriyoruz. Muhtarın akrabası İbrahim Öztürk ve eşi, dondan kurtulan fındıkları bulabilmek için üçüncü kez gelmiş bahçelerine. Öztürk, “Tepki oyu onlar tepki.” diyor. Bir avuç fındıklarını yiyip yola koyuluyoruz. Sınır köyünden Hasan Ortak ile buluşuyoruz çalıştığı HES istasyonunda. Çok dertli, köylerine yaptıkları hizmetlerden memnun oldukları AK Parti’nin son zamanlarda il yönetiminde yürüttüğü politikalardan şikâyet ediyor. “Bizim köyün gençleri verdi o oyları. Hatta daha fazlaydı ama geçersiz sayılmış çoğu. İnsanlar Demirtaş’ı, Kürt politikasını desteklediği için değil, tepki oyu bunlar. Öfkesine yaptılar. Niye il yönetimi 300-400 hanelik mahallelerin bir temsilcisini alsın, koca köyü bir mahalleden adam temsil ediyor. Diğer mahalleler? Gençler il yönetiminin diktatörlüğüne tepkisini gösterdi.” diye konuşuyor. Peki, il yönetimi sizin bu tepkinizin farkında mı? Ortak, bunu bilmiyor. Peki, BDP veya Demirtaş biliyor mudur oy aldıklarını? Ortak, “Duymuşsalar bile mevsimlik işçi olarak gelenlerin verdiğini sanıyorlardır ama değil.” diyor.Ömerli köyünün 31 yıllık muhtarı Sami ÖztürkÖmerli köyünden Selahattin YükselSınır köyünden Hasan OrtakSinanlı köyü muhtarı Orhan OralSinanlı ahalisinden Şahap Akgün

Oku Toprağın ve Zamanın Yazdığını, A.Oktay

KARA BİR ZAMANA ALINLIK

1. 

yenik güne ezgiler

XI. OKU TOPRAĞIN VE ZAMANIN YAZDIĞINI

Yeryüzü!

Yeryüzü! diye haykırışı Rilke'nin: tutsak

gecenin alnında akkordan bir mühür, dönenceler

büyülenmişinden kalan tek andaç: bir kucak

istiyor başını koymak için; zamandan da

tansık bekliyor. Bir insan çığlığı işte:

alevden bir sarmal, yalnızca kendini

kül eden ve tecim kentlerinin ılgımı,

gün boyu görülen: Tarihin içine doğru kanıyor

susuzluktan kavrulmuş dudakları.

Haykırıyor: Bir bağıt bu; memedeki çocuğun

uykusunu süzen öğleyle, sürülmüş

toprağın isteğiyle ve gömleğini ıslatıp

yaraya basan kadının ipekten

gülümseyişine bağıt. Yine de yasın

hışırtısı duyuluyor; sesi de yabanıl

bir mağara içi: kurumuş kemikler

yankılanıyor; izi de dipdiri kalkerin

üstünde tövbe edenin dizlerinin. Üzünçlü

bir yurtluk: kurtulmalığını topluyor herkes

kime ödeneceğini bilmeden; kılıçtan

kanatlarıyla inen günün kurtulmalığını,

karalanmış yazı'nın kurtulmalığını,

ve kokusu çınlayan defnenin. Niçin ödenecek

ve ödenmedik ne kaldı? Sabır biraz daha,

gecenin birikintisinden doğan Gezgin: Kum

bağrındaki yarayı gösterecek; atılmış

gülün açtığı yarayı. Ağıtlar kitabını

okuyan dilsiz de söyleyecek gizini. Damıta damıta

öğrendi ağulardan. Yasın galibi,

acının galibi! Tek dünyalığı zeytin

ağacının serinliği ve yakamoz göz alırken

uzun bir akşam söyleşmesi. Sana da dendi:

kapıların kitlendiği ve sokakların

terkedildiği vakitlerde: Yola azıksız

çıkma, her kişi acıkır korktuğu gibi; bağdaş

kurmayı öğren, cıgara sarmasını da; konaklarsın

gün olur bir han avlusunda. Çay getirirler

ve gözlerinde sonsuz bir gece vardır. Yaşamın

sunuları bunlar. İnsan da insanın sunusu.

Kendi düşlerini anlat, ötekinin

düşlerini dinle. Başka nasıl kurulur

yeni bir dünya?

İmleri tanı, belirtileri anla:

erguvan yazı muştuluyor; çekiç sesi

işliğe yaklaştığını. Maden ocağında

görülen düşler, harman

yerinde görülen düşler:

onlar geleceği kuran. Körün el yordamıyla

geçilmez elbet orman, yine de söylevcinin

dilini kazı: ölümlerle anladım çünkü, inanç

usu saptırıyor. Kurban isteyenlerden de sakın

baskıyı düzen diye sunandan da. Yaşamın

dengesi arasında çelikle limon çiçeğinin; küf de

sağaltıyor; geçtiğin yolsa döneceğin

yol: bu çeşmede yıkayacaksın yüzünü, pınar

rakını soğutacak. Biliyorsun artık: İnsanın

bir geçmişi olmalı. Utkuyla yıkmak

İçin. Övgüyle kurmak için.

Yeryüzü!

Yeryüzü!

Umut bu, gömü bu! Sürgünden

dönenin yüzü bir alkım çarşının

ortalık yerinde; geceyi esriten,

kasıklardan yükselen leylak kokusu. Oğulun da

kızın da öğreneceği. Sen de sığın

akşamın göğsüne, salınan kelebeğin göğsüne;

toprağın ve zamanın yazdığını oku: Burda yargın,

bağışın burda. Kitlenen kapı açılır,

unutulur düzmece yalvaç; öpüşün

yenilmiştir zorba. Ve başağın sağnağı

usul usul dağıtır, ufalar onun

mermerden kesilmiş taşını.

20 Ağustos 2014 Çarşamba

Macbeth'in Yalnızlığı, M.C.Anday

MACBETH'İN YALNIZLIĞIKıral olmakta gözüm yoktu benimEvişi bir sabah yeterdi banaHerkese yeterdi kırallık olmasaVe rastladığım utkulardan sonraYüreğime geceleyen söz değdi banaKıral olmakta gözüm yoktu benim.Tinim benden habersiz dolaşır daİki yanımda bekler yazgıAtım, büyücüler, bunaltıHâlâ unutamam yalnızlığımıTinim benden habersiz dolaşır da.Her gece aklandığım tanrıElleri elimde bir umuYıldız değmiş esrik bir koruArtık seyrediyorum onuBen değildim yaşayan bu kurguyuHer gece aklandığım tanrı

18 Ağustos 2014 Pazartesi

Ahlakî zaafların sebebi,şekil dindarlığı

Dindarların daha görünür olmasıyla birlikte fark edilen bir gerçek var: Toplum; başörtüsü, alkol gibi görünür konularda din adına ahkâm keserken kul hakkı, adalet, iftira mevzularında gevşek davranıyor. Din psikologları ve sosyologlar, bunu manadan yoksun şekil dindarlığına bağlıyor.Birkaç ay önce Muğla’da düzenlenen AKP dayanışma gecesinde alkol alındığı iddiası, Türkiye’nin her yanındaki partililerin büyük tepkisini çekmişti. Fotoğrafları sosyal paylaşım sitesinde yayınlanan Mustafa Çelebi, her ne kadar ‘Meyve suyuydu o.’ savunmaları yapsa da eleştirilerden kurtulamadı. Sonunda Muğla Milletvekili Ali Boğa, büyüyen alkol krizi için ‘Gereği yapılacak.’ diyerek partilileri sakinleştirdi. Dindar nesiller yetiştirme iddiasındaki partide ulu orta alkol almanın hesabı sorulmuştu. Olayın ardından CHP Grup Başkan Vekili Muharrem İnce ise “AKP, alkole kafayı takmış durumda. Keşke bu duyarlılığı; hırsızlığa, yolsuzluğa, ihaleye fesat karıştırmaya da gösterseydi.” diyerek partinin samimi olmadığını savunmuştu. Türkiye, benzer eleştirilerle Gezi Parkı olaylarında da sıkça karşılaşıyordu. O dönemde Başbakan Tayyip Erdoğan, 13 yaşındaki çocuğun ölümüyle ilgilenmeyip “Camide içki içtiler. Kabataş’ta başörtülü bacıma saldırdılar.” benzeri ayrıştırıcı ifadeler yüzünden eleştiriliyordu. “O Alevi’yse ben de Sünni’yim.’ ekseninde devam eden bu söylemlere karşı her kesimden aydın, “Dindarlık bu mu?” sorularını yönelterek hükümetin din istismarı yaptığını savunuyor. Siyaset bu durumdayken sosyologların şu sıralar tartıştığı konu ise din istismarlarına ve ahlaki zafiyetlere toplumun neden itiraz etmediği. Geçmişteki mağduriyetlerin muhafazakârlarda bıraktığı izler akla gelen ilk sebeplerden. Ancak konuyu biraz daha irdeleyince dönüp dolaşıp sorulan soru; Türkiye’de dindarlıktan ne anlaşıldığı. Varılan ortak nokta şu ki insanlar dinini ‘şekil dindarlığı’ zihniyetiyle yaşıyor. Dışarıdan mutaassıp aile babası görünümü verenler, kul hakkı gibi ahlaki zaaflara girebiliyor. Dindar işadamları çevrelerinden uzakta ikinci birer ev açıyor, eşine şiddet uyguluyor. Mevlit mevlit gezen başı örtülü kadınlar gıybet yapıp suizanda bulunmaktan sakınmıyor. Dinin bu konudaki uyarılarından bihaber insanlar birbirini kafirlikle suçluyor. Din psikologlarına göre aile hayatındaki bu yozlaşmalar toplumsal konularda da ahlaki zaafların görmezden gelinmesine sebep oluyor. Örneğin içki içerken yakalanandan dinin haram kıldığı bir işi yaptığı için hesap sorulsa da daha fazla kazanmak uğruna Soma’da 300 işçiyi ölüme sürükleyenlere ses çıkarılmıyor. Ülkede neredeyse her gün biri iktidarın istediği gibi konuşmadığı için ‘dinsiz’ ilan ediliyor. Geçtiğimiz hafta da bir programda Müslüman toplumlarda eleştiri kültürünün zayıf olduğunu savunan Amberin Zaman, Başbakan öncülüğünde meydanlarda yuhalanmıştı. Bu olaydan sonra birçok köşe yazarı Egemen Bağış’ın ses kaydını hatırlattı. Zira kameraların önünde ‘Allah’ın huzurunda hesaplaşmaktan’ bahseden Bağış, arkadaş sohbetlerinde Kur’an ayetleriyle dalga geçiyordu. Ancak o da partililerden Amberin Zaman kadar tepki görmemişti.Söz konusu adaletsizliğe karşı bir itiraz da yalan olduğu ispatlanmış haberleri tekrar tekrar veren yayın organlarına karşı İslami camianın suskunluğu. Bir yazısında Yeni Akit gazetesinin nefret söylemine değinen T24 yazarı Ömer Faruk Gergerlioğlu, “İçine din sosu katılmış ama ahlaki ilkeler açısından sınıfta kalmış bu gazetecilik karşısında başka kesimin değil, İslami kesimin tavrı önemlidir.” diyordu. Gergerlioğlu, medya gücü nedeniyle yaptıklarına, oluşturduğu nefret diline suskun kalınan bu gazeteyi dindarların ağır bir imtihanı olarak niteliyordu. İslami camiadaki ahlaki zafiyetlerin eleştirilmesine karşı “Rakip varken niye kardeşimizi eleştirelim.” sözlerine de Gergerlioğlu şu soruyu yöneltiyor: “Ya rakibinizden daha büyük günahlar işleniyorsa yalan, hakaret, iftira ve komplo varsa ne yaparsınız?”Soru soramayanın vicdan mekanizması gelişmezAlkole tepki gösteren halkın Uludere’ye, Reyhanlı’ya aynı tepkiyi göstermediğini söyleyen Mehmet Altan ise, “Toplum ahlaki bir davranış kodu içinde değil. Din adına konuşulan tek şey kadın ve içki meseleleri. İnsanlar görüntüyle ilgili.” diyor. Altan, dini ‘hakikati arama yolculuğu’ olarak tanımlıyor. Türkiye’de ise insanların dini hayat karşısındaki eksiklerini giderme aracı olarak kullandığı görüşünde. Bu psikolojideki bir dindarın eline fırsat geçtiğinde zulme başvurduğunu düşünen Altan, “Böyle bir ortamda insanlar ahlaklı olsun ya da olmasın kendinden olmayana yaşama hakkı tanımıyor.” diyor. Türkiye dindarlığının zorbalık eğilimi taşıdığını anlatan Altan, meseleyi Osmanlı’daki davulcularla bugünküleri kıyaslayarak örnekliyor: “Osmanlı zamanında davulcu Ramazan’da insanları uyandırmak için zarafetle tık tık yapardı. Sen de zaten tavşan uykusundasındır sahura kalkacaksın diye; kalkarsın. Şimdi kalkmayana küfreder gibi çalıyorlar.”Mehmet Altan sağ camiada sola göre eleştiri kültürünün zayıf olmasını da dindar kimliğin yanlış oturmasına bağlıyor. Buna göre sadece hayattan korktuğu için, insanlara ‘görüntü’ vermek için dindarlığı seçenler cesaretten yoksun kişiler. Dinin dünya hayatı için bir kurtarıcı olarak görülmemesi gerektiğini söyleyen Altan şöyle devam ediyor: “Çünkü böyle görünce eline imkân geçip güçlendiği vakit dinini bir kenara atıyor. Bugün hırsızlıklarla, tapelerdeki korkunç iddialarla anılanların dindar olduğunu söylemek mümkün değil.”Yıllar önce yazdığı Kent Dindarlığı kitabında insanların dinden dünyevi bir çıkar beklememesi gerektiğini yazan Mehmet Altan, “Günümüzde ise dini çarpıtmaktan, yozlaştırmaktan siyaseten kullanmaktan ciddi ölçüde rant elde ediliyor.” sözlerine yer vermişti. “Konya’daki Kur’an kursunda gaz patlaması sonucu ölen çocukların ölümüne sebep olan altyapı eksikliğini bile sorgulamayan bir anlayıştan daha geniş dini yoruma ulaşmasını bekleyebilir miyiz?” diyen Altan, toplumun ahlaki eleştiriden yoksun olduğunu yazmıştı. İslam’ın muhatabının takva ve fücur dengesi üzerine kurulmuş insan olduğunu hatırlatan Prof. İştar Gözaydın ise, “Ne yazık ki bu ayar özellikle günümüzde iyice şaşıyor. Kibrin ve gösterişin fena halde galebe çaldığını görüyoruz.” diyor. Bunun nedenlerinden birinin de Türkiye’de eleştirel düşünce yapısının gelişmemesi olduğunu savunuyor. Eğitim politikası şeklinde baş gösteren eleştiri yoksunluğu ona göre aile yapıları için de geçerli. “Soru soramayan şahısların bizzat kendi vicdanlarını sorgulayabilmeleri zordur.” diyen Gözaydın, böyle bir ortamda toplumun ahlaki ilkeler değil şekli kurallara bağlı kaldığını anlatıyor. Sonucunda ise yolsuzluklar, hukuksuzluklar göz ardı edilebilirken, bunlara nispeten önemsiz hatalar sırf görünür olduğu için oklara maruz kalıyor. Eşitlikçi, herkesin hakkı konusunda hassas ve kendi doğrularını yaşayan bir topluma ulaşabilmek için dinamik bir ahlak anlayışının şart olduğunu anlatan Gözaydın, “Bu sağlanmadıkça din ne yazık ki yalnızca ‘perakendeci’ düzeyde algılanır; pratikleri sırf toplumsal şartlar düzeyinde anlaşılır.” diyor.Ritüel var, mana yokPeki Gözaydın’ın deyimiyle dinin bugün ‘perakendeci’ düzeyinde algılanmasının, ahlaki öğretilerden soyutlanmasının geçmişi nereye dayanıyor? Süreci tartışırken din psikolojisi uzmanı İsa Özel’e Türkiye’de İslam kültürünün, manadan yoksun, mevlit okutma düzeyine inip inmediğini soruyoruz. “Mevlit okutma gibi durumlar insanları bir araya getirme açısından işlevseldir. Bundan fazla bir işlev bekleyemezsiniz.” diyor. İslam’ı geleneklerle yaşayan bir ortamda bu tür ritüellerin olmazsa olmaz karşılandığını söyleyen Özel, “Hatta yapılmadığı zaman dedikodunuz çıkıyor.” tespitini paylaşıyor. Yani Türkiye’de İslam kültürü adına zarif bir gelenek olan ancak dinin temellerinde yer almayan mevlit okunmazsa, kul hakkına girilme pahasına kişilerin gıybeti yapılıyor. Bu da dinin ne kadar şekilci yaşandığını gösteren örneklerden biri. Toplumdaki yozlaşmanın tarihteki nedenleri arasında ise Birinci Dünya Savaşı’nı gösteriyor Özel. Ona göre seferberlik yıllarında ülkedeki pek çok insanın yetim kalması edep erkânın gelecek nesillere aktarılmasını engellemiş. Daha sonra Cumhuriyet dönemiyle gelen laiklik zihniyeti ise dindarlığın görsellik ağırlıklı yaşanmasına sebep olmuş.

15 Ağustos 2014 Cuma

30. ÜKG Blog Turu: Duvarların Dili Olsa - Alice Clayton

  Bazen duvarlar o kadar incedir ki tutku aradan sızıverir. "Ah, tanrım."Tak."Ah, aaahhh."Tak tak.Neler oluy..."Oh, aahh, çok iyi!"Caroline, San Francisco'daki yeni dairesinde ilk uykusundan işte böyle uyandı. Çapkın komşusunun adeta küçük bir haremi vardı. Her gece başka bir kadınla, Caroline'ın yatak başındaki tabloyu kafasına düşürecek kadar hızla duvarları gümbürdetiyordu. Hatta Caroline'ın kedisi Clive bile bu seslere kayıtsız kalamamış, düz duvara tırmanmaya başlamıştı. Artık uyku haramdı. Kapı deliğinde nöbet tutmasına rağmen bu gizemli adamın neye benzediğini bir türlü göremiyor, meraktan ve sinirden çıldırıyordu. En sonunda, bir gece, bu tantanaya daha fazla dayanamayıp hışımla adamın kapısını çaldı. İlk görüşte aşk, hiç bu kadar eğlenceli, komik ve tutkulu yazılmamıştı…"Çıtır çerezlik kitap nedir?" diye sorulsa cevabım Duvarların Dili Olsa/Wallbanger olur. Şimdi efendim, kitabı uzun zamandır bilmeme rağmen hiç doğru düzgün ilgimi çekmemişti. Malum, türden bir hayli soğumuş biri olarak "Aman benden uzak dursun" diyerek yanına bile yanaşmamıştım. Tur kitabımız olmasına kısmetmiş.

Bu yorumu "yetişkin romanstan soğuyan bir okur" gözüyle yazıyorum. Öncelikle kitap sanıldığı gibi eğlenceli. Benden geçer puan almasının ilk sebebi bu. Ancak sürekli sırıttıran türde bir eğlenceli kavramı değil bu bahsettiğim. Sıkmayan, ama çok bir şey de vermeyen bir eğlence. İkinci artısı da türünün kitaplarının aksine entrikadan falan uzak olması. Romantik-komedi diyebiliriz belki kitaba. Biraz daha on sekiz yaş üstü versiyonu. 

Çok farklı esprilerin kullanılmaması beni azıcık hayal kırıklığına uğrattı. Dediğim gibi, bilindik güldürücülerden yola çıkmış, biraz farklı bir tarz kullanarak kitabı chick-lit'imsi bir tarza dönüştürmüş Alice Clayton. Ana karakterler ise beklediğimin tersi çıkarak çizelgede yükseklere doğru bir ok daha çektiler. Ben Simon'u (nam-ı diğer Wallbanger ya da Duvardelen) kasıntı bir tip falan olur diye düşünmüştüm. Caroline'i de ne bileyim, pembe gecelik lafını falan duyunca kokoş barbielerden biri olarak hayal etmiştim. Neyse ki öyle değilmiş. İki karakter de gerektiği kadar samimi. Ancak bunu yan karakterler için söylemeyeceğim. Onlar biraz klişeydi bence. 

Kitapta dikkatimi çeken ve beni rahatsız etmese de söyleme ihtiyacımı tetikleyen şey özünün fanfiction olduğunu belli etmesi oldu. Bilen biliyordur; Duvarların Dili Olsa/Wallbanger aslında online yayınlanan bir Twilight fanfictionıydı. Daha sonra haklarını bir yayınevinin almasıyla karakterler üstünde oynandı ve sanırım kurgu üzerinde de değişiklik yaparak satışa sunuldu. Özellikle yan karakterlerin asıllarının kimler olduklarını anlamak çok kolay. Hatta işin kötü yanı, hemen ilk halleri olarak gözünüzde canlanıyor. Bunu da belirtmeden geçemedi takıntılı kafam.

Dediğim gibi; kitap, istenirse bir oturuşta bile okunabilecek, güzel zaman geçirmenizi sağlayacak nitelikte. Üstelik içinde Clive adında muhtemelen kendini insan zanneden ve adeta benim gibi psikopat kedi severler için yazılmış bir kedi barındırıyor. Aşırı farklı olmasa da ayrılma-barışma gibi insanı sinir eden unsurlar yok, malum sahneler sonda üst üste yığıldığı için beni bir süre sonra baymış olsa da abartı değil. Yani "çıtır çerezliğin" hakkını veriyor.

"Yetişkin romanstan soğuyan okur" gözüyle Duvarların Dili Olsa böyle. Türün müdavimleri büyük ihtimalle benden daha çok sevecektir.

(Bu arada uzun zaman sonra yorum yazmaya geri dönmek harikaymış! Bir ara çenem düşecek gibi oldu ama toparlamak zorunda kaldım kendimi. Umarım gaza gelirim de daha çok yazarım bu ara. Esen kalın!) [Parantezin parantezi: O "Esen kalın!"ı neden parantez içinde yazdığını kendisi de bilmiyor.]

Puan: 3

11 Ağustos 2014 Pazartesi

İnançlı insanlar daha umutlu olmalı

Uzun yıllar Barbaros Altuğ’u, yazar ajanı olarak tanıdık. Çok sayıda yerli edebiyatçının eserlerinin yabancı dillere tercümesine katkı sağladı. Geçtiğimiz yıl yayımlanan iki kitabının ardından Altuğ, ilk novellasıyla da okurun karşısına çıktı. Can Yayınları tarafından yayımlanan kitap, Gezi olayları temelinde üç gencin hikâyesine odaklanıyor.Kitabın ismiyle başlayalım istiyorum. “Biz Burada İyiyiz” dediğiniz yer neresi? İyi olma halinin şehirle bağlantısı nedir?Bu aslında iyi olma ihtimali demek. Ben, herkesin iyi olma ihtimalinin bulunduğu yerde olmasını arzuluyorum, yani kim neredeyse sadece iyi ve mutlu olabilmek için orayı değiştirmek zorunda kalmasın istiyorum. Bizim ülke olarak herkes için bulunduğu yerde mutlu olma yollarını sağlıyor olmamız lazım. En önemli şey özellikle gençlerin burada, bu ülkede iyi olmalarını sağlamak. Çünkü tek umudumuz kaldı elimizde, o da gençler. Belli bir yaşın üstündekilerin bize bu olanakları sağlamak için ellerini taşın altına koymayacaklarını gördük. Ve gençlerin seslerini duyurmak için son derece barışçıl ve iyicil yöntemler kullanabileceğini de gördük. O nedenle elimizde kalan tek umudu, hiç olmazsa onlara yardım ederek destekleyelim diyorum.Kitabın üç kahramanı, Eren, Yasemin ve Ali... İyi olma ihtimalini neden Berlin’de arıyorlar?İki şeyden dolayı. Birincisi, bu kitabı daha uzun yazmıştım, yarısı kadarını attım, orada çocukların arka plan hikâyeleri de vardı. Mesela Eren, ilkokulu Almanya’da bitirip Türkiye’ye gelmiş, oradan Alman edebiyatına, Almanya’ya doğru bir ilgisi var. İkincisi, Berlin 1920’lerde bir kültür adası olarak konumlandırılmış. Hâlâ öyle. Pek çok genç sanatçı Berlin’e giderken, Berlin hükümeti destek veriyor. Bir sanatçıysanız oradan burs alabilirsiniz, masraflarınızın bir kısmını Berlin eyaleti size ödüyor. Kitaptakilerden biri yazar, diğeri ressam oluyor. Onların içinde de Berlin’e gitmek ve sanat yapmak için de bir dürtü var. O nedenle Berlin...Kitapta kahramanlar burayı bırakıp gidiyor ve Eren bir yerde ‘Oysa ben artık değil dünyayı tek bir insanı bile değiştirmenin kolay olmadığını biliyorum.’ diyor. Değişime duyulan inanca ne oldu?Bence ilk anda ümitsizlik vardı. Tahmin edersiniz ki o çocuklar dönüştürene kadar orada olacaklarını düşünüyorlardı. Belki bir sene, belki daha fazla. O kırıldı ve çok vahşi bir şekilde kırıldı. Çok acımasızcaydı. Arkadaşları öldürüldü, gözleri kör edildi... Korkunç şeyler oldu. İlk anda evet o umut kırıldı ama daha sonra herkesin içinde, şu anda da bütün Gezi’ye katılan ya da katılmayan, bu yaşananları giderek daha iyi anlayan insanların içinde Gezi bir umut ışığı olarak daha çok yeşerdi.Peki, Gezi süreci sizce umutlu bir sonuca doğru gidiyor mu? Ya da nasıl sonuçlandı?Bence sonuç bir günde görülmez. Çünkü büyük dönüşümlerin çok yavaş, bizim bile görmediğimiz sonuçları olabilir. Hâlâ çok içindeyiz. Üzerinden bir sene geçmiş olan çok büyük, sadece Türkiye’yi değil, dünyayı etkileyen bir dönüşüm bu. Brezilya’da, İtalya’da ve İngiltere’de, Berlin’de hâlâ Gezi bayrakları açılıyor bütün direnişlerde. Sadece bir anlık, bir aylık bir şey değil demek ki, bir şeyi dönüştürüyor; bütün dünyada bir dinamik yaratıyor. Gençlerin direnme ihtimalini gösteriyor. Ve mutlaka bir kazanım var ki etkisini hâlâ gösteriyor. Bir dinamo gibi, onlar bir taşı yıktılar ve devamı gelecek. Gezi’den beri korkunç bir sürecin içine girdik, bu aslında Gezi’den sonra kazanımımız olduğunu gösteriyor.Bu ‘korkunç sürece’ rağmen kazanım olduğu sonucuna nasıl varıyorsunuz?Çünkü bu kadar acımasız olabilmek bence karşındakinin çok güçlü olmasını fark etmekle alâkalı. O nedenle. Ama tabii bu son bir senede, bize yapılan bütün zulümlerin bir şekilde karşılığının olacağını da düşünüyorum ben. Bu sebeple de çok umudum var. Özellikle inançlı insanların umudunun çok olması gerekir. Çünkü Kur’an’da bir sürü ayet var umuda dair. Bütün kitapları okurum, aklımda kalan şeyler de var. Mesela İbrahim Sûresi 42. ayette “Allah’ı sakın zulmedenlerin yapmakta olduklarından habersiz sanma, onları yalnızca gözlerin dehşetle belireceği bir güne ertelemektedir.” der. Ama şu anda bir şey yapmıyor, sadece gününü bekliyor. O nedenle bunların görülmediğini, bunların hesabının sorulmayacağını düşünmek bence yanlış.Siz barışçıl ve iyicil ses diyorsunuz ama öte yandan Gezi için darbe girişimi, dış mihrakların işi, hatta en son Gezi olayları olmasaydı İsrail Filistin’e saldırmazdı bile dendi.Bu atfedilen suçlamalar Gezi’nin çok güçlü bir hareket olduğunu, Gezi üzerine kafa yorduklarını gösteriyor. Bu aslında Gezi’nin bir şekilde amacına ulaşmakta olduğunu gösterir bize. İkincisi, Gezi’de ilk günden beri yaptıkları suçlamaların yalan olduğu ortaya çıkıyor. Bu yalanları kabul etmek yerine yeni yalanlar üretmek zorunda kalıyorlar. Bir nevi yalan makinesinin içerisindeyiz. O nedenle her gün eski yalanını unutturmak için yeni bir yalan söylüyor. Doğal olarak yalancı çoban gibi yalanın dozunu artırıyorlar. Yakında dünya savaşı Gezi yüzünden çıktıya kadar gelir bu yalan. Hiçbir zaman geriye dönüp o yalanları kendisine soracak olan insanları kabul etmiyorlar. Sadece yeni yalanlar üretecek insanlarla görüşüyorlar. O nedenle aslında kendini toplumun geri kalanından bölüyor. Gezi de sadece Gezi hareketi değil, biz özgürlük istiyoruz ve barış içinde burada yaşamak istiyoruz hareketi. Ve bu hareket giderek büyüyor. Bu hareketi desteklemeyenler küçülerek köşeye sıkışıyorlar.Sizce neden barış içinde yaşamak isteyen insanlardan rahatsızlar?Kendileri o özgürlük adasının içinde yer almayacaklarını biliyorlar, o yüzden. Aslında baskıcılar. Faşizme yakın bir yönetim modelini ve tek adamlığı benimsiyorlar. Bu özgürlük hayali içerisinde kendilerinin olmadığını gayet iyi biliyorlar. O nedenle sadece şahsi menfaatler uğruna diğer insanların özgürlüğünü kısıtlamayı kendilerine hak görüyorlar.Son bir yıldır ciddi anlamda ifade özgürlüğünün kısıtlanması da söz konusu...Üstelik her alanda! En son Sinema Destekleme Kurulu’na yeni bir yönerge koymaya çalışıyorlardı, belki de koydular biz başka şeyler tartışırken. Destek almak için senaryoların onaydan geçmesi gerekiyor. Sizin ne yazacağınızı ne çekeceğinizi önceden görmek istiyorlar. Bu nereye gidecek, içeriğine göre destek verecek. Halbuki bu paralar onun parası değil, bu para devletin parası, bizim vergilerimiz bu paralar. O nedenle her alanda, sinemada, kitapta... gazeteci zaten mümkünse kalmasın istiyorlar. Birkaç tane çok küçük kara delik kaldı onlar için. Onları da yok etmek için ellerinden geleni yapıyorlar.Dünya savaşı Gezi yüzünden çıktıya kadar gelir bu yalanGenelde edebi eserlerde, güncel toplumsal konularla karşılaşmıyoruz. Siz ilk novellanız için neden Gezi’yi seçtiniz?Gezi’yi ben seçmedim, Gezi romana girdi. Geçen sene bir novella yazıyorum diye açıkladım. Çünkü çoğu genç buradan gitme düşüncesindeydi ve beni buradaki genç insanların umutsuzluğu çok ilgilendiriyordu. Bu düşünce bu kadar şiddetliyse burada büyük bir mutsuzluk var demektir. O mutsuzluğu yazmaya çalışıyordum. Fakat bir türlü yazamıyordum çünkü kavrayamıyordum. Nedir bu mutsuzluk? Çok büyük bir neden olması lazım ve daha sonra Gezi oldu. Ben o arada romanın bir kısmını yazdım ve bıraktım. O karakterler neye göre davranacaklar onu bulamıyordum. O büyük mutsuzluğu parka gittiğimde anladım. Gezi kitaba kendi girdi, o nedenle de hep alttan gidiyor. Bizim ilgilenmemiz gereken, esas olan o genç insanların hikâyeleri. Gezi mutlu sonuçlansaydı bu kitap olmayabilirdi.

Eski Bir Çakal, M.Altıok

ESKİ BİR ÇAKALBir çakal uluması kulaklarımda,Çocukluğumun hasat gecelerinden kalma.Göçtüğümüz tarlada , yıldızlı gök altındaYorganı başıma çekerdim korkuyla.Ben çok küçük tanıştım, kervan kıran acıyla.Bilici hadi söyle beni bekleyen ne?Suya bak, aleve sor, göçebe rüzgârı dinle.Yeni bir kente gideceğim burda.Ne uğurlayan olacak beni,Ne orda karşılayan güvermiş bir sevinçle.SU bulanık, duman alevi boğuyor.Rüzgâr suskun bu gece.Uzun uzun uluyorBir çakal paslı sesiyle.Ben eski bir çakalım,Kovuldum taşlandım bunca sene.Suç bende değil, bildiğim yok.Anımsanırım nedenseHep karanlık çökünce.Bilici hadi söyle beni bekleyen ne?Ak kemikler serp kara toprağın üstüne.yakında gideceğim burdan,Hiçbir sokağından geçmediğimAnım olmayan bir kente.Ay buluta giriyor,Kemikler seçilmiyor yerde.Uzun uzun uluyorBir çakal paslı sesiyle.Ben eski bir çakalım,çocukluğundan kalma herkesin.Ulumaktan yoruldum.Ama dönmüyor dilimBir tek heceye bile.Hey yolcu kurtulmayı düşünme benden,Unutmayı deneme.Seninle geleceğim gittiğin yere.Çık yola boşuna yanıt bekleme.Acıyım ben, hem biz hısım sayılırız seninle.Öyleyse hiç durma düş peşime.Pusatsız, silahsız ve yaralı bir yürekle,Gidiyorum burdanAnım olmayan bir kente.İşte rüzgârın çözüldü dili, duyuyorum.Alev sardı odunları,Kara toprak aydınlandı, görüyorum.Ama giden gitti, ne gelir elden!Acı, ah acı; acımasız biliyorum

5 Ağustos 2014 Salı

Çırılçıplak Bir El, M.C.Anday

ÇIRILÇIPLAK BİR EL

Garip bir kuş, kimliği saptanamamış, gerçek yağmurun bacası, başı boş evler nasıl büyürse bir şaka gibi, bıçağı bağ bozumu için ısıtalım, nasıl olsa gözleniyoruz, güneş bana bakıyor uykumun üzerinden, ben de düşlerimden bakıyorum tanrıya, gel dokunalım beklenen kadınlara, çünkü ilk gelenim ben kıyametten sonra, çizdim gökyüzünün çizgilerini, doğru ve yanlış tümceler, ey benim gizli ordumun barbarları, vakit akşam özenle dikilmiş, unutma ki öldürerek kurtarıyorsun beni, gömülü durmuşsam hep, kutsallığını hiç unutmadım saatin, matematik eşitleme gibi, bu ören belleğe taş kabartmaların yüklediği göğüsler hâlâ kız adlarını taşıyor okşamalarla ve acının ovalarını sana açmayacağım, çünkü kazıdım anayurtları ne yankılasınlar kapaksız gözlerimizi tarla kuşunun sabırsızlığından, su bizi gözetliyordu, bir zehir kıskançlığı ile, bencil Romeo, ey hisar ve üstünde uçan martı, biliyorum saygınlığı ve gizli süslerini mağaraların ve çılgınlığın, bilgelik pencerenin yanındadır, yalın doğrunun bir gün ortaya çıkacağı karaya vurmuş bir gerçektir, artık renk gibi seviyorum üzüntülerimi, özgürlük bir ikindi vaktidir, kendi yaratımını olağan kılan kurtarıcı, atlar, ay, uçurumu güneşin, bizi dilsize çeviren ürün, ey tutkulu yün, evli karım, üşüdüğüm denizler, kemikler, tanımadığım uzak toprak, kalabalığın derinlikleri, ötede çok ötede biçimsel kavram, tümümüz Kıral Dimitrios gibi giysi değiştireceğiz bir gün, kaç yıl aradık Hızır'la İlyas'ın buluşmasını, sınırı yok lamba ile gecenin sabahla akşamın sınırı yok, sizi seviyorum eski düşlerim, ama hangi çağdan, oturmuş düşünüyordum, belki hiçbir çağ yok ve kimse aldırmaz yaşamadığına ve aldırmaz hep yaşadığına, mutluluğun kimsesizliğinden başka.

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Ergenekon ve Balyoz'un da, polislere operasyonun da savcısı aynı: Erdoğan

Mahmut Tanal, CHP İstanbul milletvekili ve TBMM İnsan Hakları Komisyonu üyesi. Bir zamanlar ‘kahraman’ken, şimdilerde casuslukla suçlanan polislerin hukukunu savunuyor. Tanal ile gözaltı ve yargılamadaki hukuksuzlukları eleştirdiği, polisleri savunduğu için nelere maruz kaldığını konuştuk.‘Cemaatçi' olduğu iddia edilen polislerin hakkını savunduğunuz için hem kendi partinizden hem de AKP cenahından eleştiri aldınız. Ne diyorsunuz?Doğrusu kendi partimden eleştiri almadım. Ama eleştirilerin tamamını İşçi Partisi ve AKP'den aldım. Neden bu davayla ilgilendiğim ise ortada. Ben hukuk adamıyım, hakkın hukukun, adil yargılamanın, maddi gerçeğin araştırılması ve ortaya çıkarılmasının peşindeyim. Kim suç işlediyse ortaya çıkmalı ve cezalandırılmalı. Ben sadece bu davayla ilgilenmedim. Ergenekon, Balyoz, KCK, Oda TV ayrıca Diyarbakır'daki LGBT davası sahipsiz olduğu için onunla da ilgilendim. Bu davaları savunurken de eleştirilere, saldırılara maruz kaldım. Tek gayem hukuk. Düşmanım da olsa ona hukukun uygulanmasını isterim. Şimdi emniyet mensuplarına sahip çıkılır mı diyorlar. Ben hukuka sahip çıkıyorum. AKP beni eleştireceğine kendine baksın. Ya baksanıza şu an kimlerle iş yapıyorlar. Partnerleri IŞİD, PKK, Selam Tevhid gibi örgütler oldu. Tercihlerini bunlardan yana kullandılar, işbirliği yapıyorlar. Musul'daki hadiseye adam akıllı tepki veremediler. Vatandaşlar hâlâ rehine. Devletler hukuka göre konsolosluk, elçi o ülkenin bir parçası ve namusudur. Türkiye Cumhuriyeti devletinin işgal altında olduğunu gösteriyor. Bayrağı indirilmiş, konsolosluğu işgal edilmiş, limanları özelleştirilerek birilerine peşkeş çekilmiş.Bugün soruşturmayı yürütenler yargılansa ve hukuksuzluk olsa onları da savunur musunuz?Bu sorguyu yapan polislere de söyledim. “Sizin bu arkadaşlarınız geçmişte bu sorguları yaparken günün birinde siz de yargılanacaksınız, sizin hukukunuzu da yine ben savunacağım.” demiştim. Mahcup olmak isterdim ama tarih beni haklı çıkardı. Bunlara da aynı şeyi söyledim. “Siz şu an bu hukuksuzlukları yapıyorsunuz, inşallah siz de yargılanmazsınız ama günün birinde yargılanırsanız ve hukuksuzluk olursa sizi de savunacağım.” dedim. Bugüne kadar en fazla hırpalanan, polisten dayak yiyen, darp alan, biber gazına maruz kalan, su sıkılan milletvekiliyim. Balyoz'da 1-3 gece nöbeti tuttum. Polis ve jandarmayı geçip, 3 metre barikatları atlarken ayağım kırıldı ve parçalı kırık. Ama benim ağrıma tek giden, hukukun peşine düştüğüm için beni ‘şucu-bucu' göstermeleri. Doğadaki böceğin de bitkinin de insanın da hukukunu korumak lazım. Birileri sizin gibi düşünmüyor ve muhalif diye ‘onu yok edeceğim' demeniz mümkün değil. Mahmut hukuku savundu cemaatçi oldu öyle mi? Daha önce de Mahmut Ergenekoncuydu, Balyozcuydu hatta ellerinden gelse LGBT'yi savundu gay mi acaba bile derler. Böyle bir ahlaksızlık olur mu? Nereye sığdıracaklar anlayamıyorum. Ama umarım günün birinde utanır ve çıkıp özür dilerler.Hakkınızda ‘Tanal F-tipi örgüte kalkan oldu' şeklinde Ulusal Kanal ve Aydınlık haberler yapıyor. Sebebi Ulusal Kanal ve Aydınlık gazetesi için “Herhalde AKP ile uzlaştılar” demeniz olabilir mi?Ben hâlâ bu düşüncedeyim, şu an müşterek noktaları bu ve birleşmiş durumdalar. Amaçları hedefleri aynı. Farklılık varsa göstersinler. Ergenekon'da Balyoz'da nöbet tutarken yere göğe sığdıramadıkları Mahmut Tanal nasıl cemaatçi oldu? Ben onlar için de hukuk, adalet istedim. Hukuk, adalet, adil yargılama istemenin cinsiyeti, ırkı, milliyeti, mezhebi ve dini olmaz. Beni bir yere koyacaklarsa, ben hukuk adamı insan hakları savunucusu ve aktivistiyim. 10 binin üzerinde kitabım var. Sanırım okumamış olsam daha rahat ederdim. Bilgi insana yük getiriyor, sorumluluk veriyor. Ülkede bu kadar hukuk fakültesi var, ceza hukuku ve anayasa hukuku hocalarının, birisi de çıkıp Allah rızası için bir cümle sarf etmez mi etmediler. Benim sitemim onlara. Bunların aydın sorumluluğu nerede kalacak, ne zaman konuşacaklar? Hukuk onlara lazım olmayacak mı? Ben ocu bucu değilim. Ben hukuka kalkan oluyorum.Yani kendinizle çelişkide olmanızı gerektirecek bir durum yok…Kesinlikle. Ben ne yaptığımı biliyorum, insan hakları doğrultusunda hareket ediyorum. Benim Kâbe'm hukuk. Ama insanlar elbette rahatsız olacak. Toplum kamplara bölünmüş. Bu kamplaşmadan nemalananlar var. Bu toplumu bütünleştirmek herkesin insanlık görevi, bu bir üst norm olmalı. Tüm dinlerde ve ahlak normlarında, “Hırsızlık yapma, yalan söyleme, adil ol sana yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma, kendine istediğini herkese de iste.” hükümleri var. Ama şimdi herkes ‘Benim gibi düşünmeyenin canı çıksın' diyor. Bu olmaz.Bir zamanlar savunduğunuz insanların sizi şimdi yaptıkları haberlerle vurması, ağır eleştiriye maruz bırakması dokunuyor mu?Çok ağrıma gidiyor. Hukuku savunduğum için beni bir yerlere koymalarını hazmedemiyorum Bugüne kadar birilerinin adamı hiç olmadım. Ben adaletin hukukun ne olduğunu biliyorum. Geceleri başımı yastığa o kadar rahat koyuyorum ve vicdanım öyle rahat ki, varsın onlar saldırsın.Aile ve yakın çevreniz endişeleniyor mu bu mücadeleleriniz esnasında size bir şey olacak diye? 14 yaşındaki oğlum her olaydan sonra arar, ‘Baba sana bir şey oldu mu?' der. Kentsel Dönüşüm'de barınma hakkı isteyenlerin mücadelesinde polisler kafamı kırdı. O dönemde bu adam ‘Halk Cephesinde' dediler. Berkin Elvan'ın olayında belimden darbe aldım. 1 Mayıs'ta yine kafamdan darbe aldım, gözlüğümü kırdılar. Hukuk gelsin diye ne kadar çok darp edildim. Ama olsun hepsi gerçek hukuk için. Olayların önünde olunca endişe etmeleri kaçınılmaz. Ama bu kadar sahadaysam ve mücadele veriyorsam o da eşimin desteğiyle. Bana bir şey olsa eminim ki, çocuklarımıza hem analık hem babalık yapar.Darbe birden milli orduya kumpas oldu. “Ergenekon-Balyoz AKP istediği için başladı ve bitti, geçmişte Ergenekon'un karşısında yer alan AKP şimdi aynı safta” yorumlarına katılıyor musunuz? O davalar AKP'nin kumpasıydı. Ergenekon, Balyoz, KCK, Oda TV davaları iddianamelerinin hepsini alın. Hepsinde kullanılan dil üslup cümleler ünlem noktalama her şey aynı. Tek gerçek var o da, iddianamelerin altında adı geçen savcıların isimleri ve imzaları doğru. Ama onların hiçbirisi bu iddianameleri yazacak donanıma ve birikime sahip değil. Hepsini okudum iddianamelerin. Hatta Ankara'da sulh hukuk mahkemesinde dava açtım iddianamelerin aynı olup olmadığına dair. Bu davayı yargılananların, TSK mensubu olanların, şu an bana saldıran İşçi Partililerin, Ulusal Kanal'dakilerin açması lazımken, ben açtım. Neredelerdi, neden açmadılar? Saygın hukukçuları da vardı. Sadece gerçeği öğrenmek için. Mahkeme reddetti, hukuksal menfaatim olmadığı için. Temyiz ettim, sonucunu bekliyorum. Ergenekon'un, Balyoz'un Savcısı Recep Tayyip Erdoğan'dı bugün polisleri casuslukla suçlayan operasyonun da savcısı Recep Tayyip Erdoğan. Polislerden birine ‘içerde Kur'an okumaya çok vaktin olacak' dedi. Nereden biliyor? Buradan anlaşılmalı nasıl müdahale ettiği. Ben cumhuriyet savcısı olsaydım, ‘Bu sözlere de dava açardım.' Sen hukuk fakültesi mezunu musun? Kimsin? Savcı olabilmen için kamunun çıkarlarını savunman lazım, sen kendi çıkarlarını savunuyorsun. Savcı adaletin peşinde olur, Başbakan makam mansıp peşinde. Başbakan'a muhalif kim varsa, darbeci, terör örgütü, paraleldir. Yazık günah ya! Türk Ceza Kanunu 311'den 320'e kadar gelen maddeler hiç bu kadar telaffuz edilmedi ve uygulanmadı. Darbenin de bir namusu var ya. İki kişi bir araya gelince, darbe oluyor. Ben hukukun peşinde olduğum için benim de ‘darbeci' olmam yakındır. Tek kişilik darbeci. Her Kur'an Cevşen okuyan cemaatçi mi oluyor?Gözaltındaki polisleri ve ailelerini yakından izleme ve tanıma fırsatı buldunuz bu süreçte. Onların cemaatçi ya da paralel olduğuna dair bir işaret gördünüz mü? Devlete karşı örgütlü bir yapı kurup, darbe yaptıklarına dair bir şüphe oluştu mu?Bu davalarda polisleri savunan arkadaşlar sağ düşünceye sahip avukatlardı. Ama bugüne kadar ne bir kavga ne bir gürültü oldu. Gayet mülayim ve sakindiler. Savcı, hâkim ‘dur' deyince durdular. Onların yerinde bir başka avukat grubu olsa o mahkeme yıkılırdı. Savcı dilekçeyi almıyor, hâkim susma hakkını kullanıyor. Yıllarca avukatlık yaptım, böyle bir dava görmedim. Susma hakkı sanığa aittir, yargıcın böyle bir hakkı yoktur. Bunu o insanların mayasında kavga kültürünün olmadığını anlatmak için söylüyorum. Her düşünceden insanın olduğu belliydi. Kimin cemaatçi olup olmadığını bilemem. Ama her başörtülü, pardösülü, her Kur'an Cevşen okuyan cemaatçi mi oluyor? Ellerini açıp dua eden insanlardan neden rahatsız oluyorlar? Benim rahmetli annem de öyle giyiniyordu, babamın da takkesi vardı. Hâlâ akrabalarımdan öyle giyinenler var. Kılık kıyafetle mi insanları bir yere koyuyoruz? Yaşantısı birbirine benzeyen, adalet arayan, eşit hukuk isteyen herkes cemaatçiyse ben de cemaatçiyim o zaman. Tecrübeli bir avukat olarak suçlu psikolojisinden anlarsınız. Polislerin ve ailelerinin duruşu bir suçlu psikolojisi ile ne kadar örtüşüyor? Suçluluk psikolojisi olan insan kaçar. Adliyedeyken ‘Polisler gözaltı süremiz doldu, biz çıkıyoruz' dediklerinde, giriş kapısındaki koridorda boş alana oturduklarında, bir tane bile emniyet yetkilisi yoktu. Hepsi düz polisti. Niçin yetkililer çıkmadı? Kim suçluluk psikolojisi taşıyordu? Yetkililer suçluluk psikolojisi içindeydi. Dilekçeleri bile almadılar. Suçlu olmasalardı o dilekçeleri alırlardı? Yaptıkları işin legal olduğuna inanıyor olsalardı, ‘kaç İsmail kaç!' demezlerdi, sivil polislerle hakim görüşmezdi, duruşma açık olduğu halde milletvekillini çıkarmazlardı. Her adliyeye girişimde ‘Mahmut Tanal giriş yaptı' anonsu geçilmezdi. Son duruşmada saldırmaz ve nezareti gösterirlerdi. Yaptıkları hukuksuzlukları kayda geçeceğim için benden korktular. Benim topum tüfeğim hukuk, doğrusu hukuktan korktular. Ama korkunun ecele faydası yok, kim ne yaptıysa yaptığı hukuksuzluğun cezasını çekecek. Kimsenin kesesine kalmaz. Suçlu ne kadar kaçarsa kaçsın mutlak surette bir iz bırakır. Bunlar çok iz bıraktılar. Halkın bunları unutmaması lazım. Halk unutsa bile bu işin bir de İlahi adaleti var. İlahi adalete inanıyor ve mutlak surette bir gün gerçekleşeceğine inanıyorum. Ama bunu ahrete bırakmıyorum. Zulüm yapanların karşısında durabilmek için avukatlık cübbemi bir daha giydirsin diye Allah'a dua ediyorum. Yolsuzluk soruşturmasını yürüten polislerin ifadelerinin bile alınmadan haklarında hüküm verilmesi durumunu daha önce gördünüz mü?Savcı tutukluyor ama ifade almıyor. Mümkün mü bu? Sanığın yorulmaması maddesi var kanunda. Ama bunlar polisleri bitkin, yorgun, aç, susuz bıraktı, üstüne ifadeleri alınmadı.Kaloriferler açıldı dediler. Vatan Caddesi TEM şubeye gittim almadılar. Dilekçe verdim.TBMM İnsan Hakları kanununa göre izin almaksızın girme hakkım var. Dilekçeme ‘Hak ihlali yoktur' diye cevap verdiler. Hak ihlali yoksa, beni neden içeriye almadılar? Bu durumda çekindikleri, legal olmayan, karanlıkta kalmasını istedikleri, kirli şeyler ve insanlık onuruyla bağdaşmayan fiili uygulamalar var. Biz şeffaf devlet, katılımcılık, gün ışığında idare deriz hukukta. Ne kadar kirli ilişki varsa ortaya çıksın diye bundan bahsedilir. İstanbul valisini aradım. ‘Aynı zamanda emniyet amirisiniz bana burayı göstersinler' dedim. ‘Şikayetiniz varsa dilekçe verin ilgileniriz' dedi. Üzerine bir ihbarda bulundum kendisine. ‘Valiliğin bünyesindeki insan hakları kurulunun da başındasınız. O zaman siz gelin araştırın dedim. İnsan hakları adına fiziki şartların uygunluğunu denetlemeniz gerekmiyor mu?' deyince sustu. Yani ne valilik, ne savcılık ne terörle mücadeleden cevap alamadım. Eğer idare cevap veremiyor ve sizi içeri alamıyorsa orada hukuksuz işler dönüyor demektir. Polisler teröre hedef gösterildiYurt Atayün anlatacaklarının kayda alınmasını istediği halde görüntülü kayıt alınmıyor. Bu hukuka ne kadar uygun, kayıt alınmamasının sebebi ne olabilir? Ceza Kanunu bu tür davalarda şüphelinin ses, mimik ve hareketlerine göre hâkimin karar vermesi için görüntü alınması gerektiğinden bahseder. Ve mahkemeler de buna göre düzenlenmiştir. Normalde görüntülü kayıt şüphelinin lehinedir. Ama mahkeme bunu istemiyor. Burada bir keyfilik var. O cihazlar devreye girse, hâkimin hareketleri sözleri ve halleri de kayda geçecek. Hâkim kendi aleyhine delil oluşsun istemiyor, kendini garantiye alıyor. Oysa garantiye alınması gereken kişi şüpheli. Yargıç kendine ve yargılamasına güvenseydi, görüntülü kayıt alırdı. Yasa mahkeme hâkimi istediği zaman görüntüyü kapatır açar demiyor.Polisler izinli ve bilgi dâhilinde dinleme yaptıkları halde şu an casuslukla suçlanıyorlar. Keyfi dinleme yapılmış olsaydı yine casusluk neticesi çıkar mıydı?Kimi dinlemişler? Şüphelilerin hangi suçu işlediklerine dair iddia varsa, o iddia ile ilgili delillerin ortaya konulması lazım. Delil yoksa kişinin ifadesi alınamaz. Kişinin lehine ve aleyhine olan deliller olmadan, suç işlemişsiniz diyemezsiniz. Hangi olay casusluktur, kime kullanıldı belgeler, kime, kimler aracılığıyla verildi ispatlanması lazım. Bu soruşturmayı değerlendirirken haklı olarak yargı hakkında ağır yorumlarınız oldu. Bu durumun telafisi nasıl olabilir? Adalet darbe aldı bir kere. Hukuka aykırı yöntemle toplanan deliller hükme esas teşkil etmez deniyor. Rahmetli Prof. Saim Erman hocam ‘Zehirli ağacın meyvesi zehirli olur' derdi. Bundan kastı; yasak sorgu yöntemleri ve yasak delillerle hüküm oluştursanız dahi, sonuç yine adaletsiz olur. Usul esasın kapısıdır. Yanlış kapıdan girince, varacağı kapı da yanlış olur. Bu soruşturmada usul çiğnendi. Yanlış kapıdan girdiler. Gözaltı süresi 3 saat uzarsa diye madde var, adamları 4 gün fazla gözaltında tuttunuz. ‘Muhafaza altındalar' dendi. Oysa muhafaza altında ifadesi insan değil, eşya için kullanılır. Bu hataların telafisi yok. Şüphelinin lekelenmeme hakkı var. Bu insanlar terörle mücadelede görevli ve kimliklerinin ifşa edilmemesi, teröre hedef gösterilmemesi gerekiyordu. Ama teröre hedef gösterildiler. Gizli bilgilerin ifşa edilmemesi lazımdı ama kendileri ifşa etti. Suçu kendileri işledi. Bunlar bu suçu Ergenekon ve Balyoz'da da işledi. Bu soruşturmada telafi ancak, yasak yöntemlerle elde edilen delillerin dosyadan çıkarılıp yargılamanın sağlıklı, güvenilir delillerle yapılmasıyla mümkün.Hakim o İsmail'in kim olduğunu çok iyi biliyor11 kişi tutuklandı 38 kişi serbest kaldı ama bundan sonra hukuki olarak nasıl bir yol alınmalı?Avukatlar kararlara itiraz edip, savcılar sıkıştırılmalı bir an evvel iddianame yazılması için. Yoksa uzun yıllar tutuklu bırakıp, aradan 2-3 sene geçtikten sonra iddianame yazılır. Bu da ayrı bir hak ihlali olur. Anayasa'nın 141. maddesinin son fıkrası yargılama hızlı olmalıdır diyor. Sorgu cezaya dönüştü burada. Tutuklama da cezaya cezanın infazına dönüşecek diye korkuyorum. Hızlı yargılamanın iki faydası var. Birincisi, deliller soğumamış olur. İkincisi kişi suçluysa cezalandırılmış olur. Suçlu değilse de olay hafızalarda tazeyken, toplum nezdinde, aklanmış olur.Polisleri toplumun gözünden düşürmek için tutuklamalar uzun sürdürülüp, iddianame geciktirilebilir mi?Mümkün. Ergenekon Balyoz'da yaptıklarını yapacaklar, öyle görünüyor. Bu başka davalarda da olacak. Burada savaş hukuku uygulanıyor, barış hukuku değil. Savaş hukukunun uygulandığı davaya yargılama diyemezsiniz, bu bir tiyatro. Çağlayan tiyatrosu.Siz TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu üyesisiniz bu soruşturmada tutanak tuttunuz. Bunlardan bir netice alınabileceğini düşünüyor musunuz?Tutanakları parti mensubu olarak tuttum. Ama bu davayla ilgili İnsan Hakları Komisyonu'na dilekçe verip, onları da harekete geçirmeye çalışacağım. Bu davayı incelemeye almalarını sağlayacağım. Bu davadaki hukuksuzluklara bakınca, üstünlerin hukukunun geldiğini görüyoruz. Adı yolsuzluk ve rüşvete karışan bakan ve bakan çocuklarına, başbakanın oğluna Reza'ya uygulanan hukuk farklı. Tutanak tuttuğunuz olaylardan biri de ‘kaç İsmail kaç' olayıydı. Soruşturma bu olayla hatırlanacak diyebilir miyiz?Bu olay hafızalara iyice kazınsın. Avukatlar hukuksuzluklar oluyor, barodan bir gözlemci istediler. İstanbul Barosu Avukat Hakları merkezi başkan yardımcısı sıfatıyla avukat Ömer Kavilli duruşmalara girdi. Yargıcın hukuk duruşu tavırları nedeniyle hukuksal tartışmalar oldu. Yargıç sorguya ara verdi. Kesintisiz yargılama kuralını da ihlal etti. 2 saat geçti avukatlara ‘Ne oturuyorsunuz, hadi kalkın' dedim. Misafiri var dediler. ‘Emniyet mensubu olabilirler' dedim. Odaya girdik, ne zaman başlayacağını sorduk. Hâkim ‘Bakın burada emniyet mensuplarıyla yargılamanın güvenliğini konuşuyoruz' dedi. Ben de ‘Bunu emniyet mensuplarıyla konuşmanıza gerek yok, yetki sizin, emniyet mensupları bunu cumhuriyet savcısıyla konuşur. Sizin tek yetkiniz duruşma salonunun içerisiyle ilgili.' dedik. Brifing alamazsınız, emniyet mensupları yürütemez bu soruşturmayı, yargıç baskı altında kalmamalı, karar etkilenmemeli tartışması oldu. Bazılarında silah da vardı. Hâkimin odasına nasıl silahla girdiler o da ayrı bir hukuka aykırılık? Bu tartışmalar yaşanırken, hâkim ‘Kaç İsmail Kaç' dedi birden. Oturanlardan biri kalkıp kaçmaya başladı. Hakim o İsmail'in kim olduğunu daha iyi biliyor. Niçin böyle legal olmayan isimlerle görüşülüp, iş yapılıyor? Diğer emniyet mensupları neden kaçmadı? Cumhuriyet Başsavcısı açıklama yapıyor: “MİT'çiydi o.' vs. diye. Başsavcıya mı kaldı açıklama bu olayı yaşayan hâkim gelsin açıklasın. İllegal ilişkiye karışmayan bir adam neden kaçar? Kimsenin günahını almak istemem ama neden kaç deniyor? Demek ki hukukun izin vermediği bir diyalog, ayıplı bir iş vardı. Marabayım, hukuk fakültesini işportacılık yaparak okudum9 kardeşiz. Aslen Şanlıurfalıyım. Fakir bir aileydik, aslında marabaydık. İlkokul, ortaokul, lise yatılı okullarda okudum. Yani yaşantısını belli bir yere kadar devletin nohut ve makarnasıyla sağlamış bir bireyim. Öğretmen okulunda okudum. Öğretmen okulundayken sürgünler yaşadım, cezaevlerine düştüm ama hep adaletin peşindeydim. Hep herkes eşit haklara sahip ve özgür olsun istedim. Sadece kendime istemedim. Hukuk fakültesini seyyar satıcılık yaparak okudum. Karaköy'de Eminönü'nde çorap sattım. Yeşildirek'te çorapçılar var. Nasıl çorap sattığımı sorsunlar. Yazları Urfa'da Yıldız meydanında ve köprü başında işportacılık yaptım. O dönem çalışıp şimdi emekli olan zabıtalar varsa benim nasıl işportacı olduğumu iyi bilir. Ben böyle okudum.Sokaktan geliyorum, adaletin hukukun ne olduğunu biliyorum.