19 Mayıs 2014 Pazartesi

Astığı astık kestiği kestik cellatlar

Osmanlı Devleti’nde her türlü infazı gerçekleştiren cellatlar, tarihin gizli tanıkları olarak kalmaya devam ediyor. Haklarında hâlâ bildiklerimiz net değilken, kesin olan tek şey yaşamlarının da meslekleri gibi kapılar ardında kaldığı.Osmanlı, fethettiği topraklara altı asırdan fazla hükmetmiş bir devlet. Bu süre zarfında yönetimin başından birçok padişah ve devlet adamı geçti. Kimi eceliyle ölürken kimi de verilen bir emirle idam edildi. Devlet için önemli görevlerde yıllarca vazifelendirilen kişilerin hangi sebeplerle, ne şekillerde idam edildikleri genellikle bilinir. Fakat olayın perde arkasında kalan cellatlar için aynı şeyi söylemek pek mümkün değil. Onlar hakkında yazılan ya da yapılan araştırmaların sayısı ne yazık ki çok az.Osmanlı Devleti’nin her türlü ölüm cezalarını uygulayan cellatlar özellikle dilsiz ve sağır olsun isteniyordu ki; mahkûmun attığı çığlıkları duyup etkilenmesin ve kurbanın yalvarmasıyla merhamete gelmesin. 15. yy’daki cellâtlar ya Hırvat dönmelerinden ya da Romanlardan seçiliyordu. 16. yy’da bostancı ocağına bağlı kurulan cellât ocağında ilk zamanlar beş cellât varken, ilerleyen yıllarda bu sayı giderek arttı. Cellatların başında yer alan amir, cellatbaşıydı. Bostancıbaşına bağlı çalışan cellatbaşı, devlet yetkilileriyle askerlerin idamlarını gerçekleştiren kişiydi.Ocağa alınan cellât adayları, önce usta bir cellâdın yanında ‘yamak’ olarak çalışıp kalfa ve ustalığa yükseliyordu. Bunun eğitimi de usta-çırak şeklinde gerçekleşiyordu. Ayrı bir mektebi olmadığından, zindancıların ve cellâtların yanında yetişenler işi öğrenirdi. Bu mesleği yapan kişiler insan vücudunu çok iyi tanıdıklarından bir hekim kadar marifetli (!) oluyordu.Evlilik âdetleri olmayan cellâtlar öldükten sonra da insanlar tarafından dışlanıyordu. “Hükm-ü sultan (padişah emri) olmazsa, hata gelmez cellâttan” demiş olsalar da halk rahatsız olunca devlet onlara ayrı bir mezarlık tahsis eder. Şimdilerde yok olmaya yüz tutan bu mezarların taşları da sahipleri gibi isimsiz...Ölümlerden ölüm beğen!İdam emri bostancıbaşına geliyordu. Emrin yerine gelmesini sağlayan bostancıbaşı, eğer ki öldürülecek kişi önemli biriyse cellatların başında bekliyordu. Osmanlı Devleti statüye çok önem verirdi. Yaşarken olduğu gibi ölürken de statü farkı gözetiliyordu. Ölüm şekli buna göre seçilirdi. Misal sadrazam ve vezirler boğdurulurken, yeniçerilerin idamında satır kullanılırdı. Günümüzde Topkapı Sarayı Müzesi’nde sergilenenler arasında bu satırlar da bulunuyor. Hanedan mensubu olanlar özellikle de şehzadeler, yay kirişi ile boğdurulurdu. Hanedanın mukaddes görülmesinden dolayı böyle bir yol seçilirdi. Kan akıtılmaz, temiz bir ölüm olurdu. Halktan olan cezalılar kılıçla başları kesilerek idam edilirdi. Ne var ki bazıları bu kadarıyla da kurtulamazdı. Onlar son anlarında acı çekenlerdendi. Kimlerden mi söz ediyoruz? Kurallarla örülü bir devletin affedemeyeceği suçlara bulaşanlar; hırsızlar, katiller, korsanlar ve eşkıyalar. Bunlara uygulanan çengel, çarmıh ve kazık gibi idam yöntemlerinin isimleri bile o korkuyu vermeye yetiyor. Bu tür idamların psikolojik etkisini edebiyatımızda en iyi tasvir eden Ömer Seyfettin’in ‘Teselli’ hikâyesidir.İdam edileceklerin adresiOsmanlı döneminde önemli zindanlar Yedikule, Tersane ve Rumeli Hisarı’ydı. Tersane Zindanı’nda genellikle forsalar, esirler ve azılı kürek mahkûmları tutulurken, geçici olarak hapsedilenler Yedikule ve Karakule adıyla da bilinen Rumeli Hisarı’na gönderilirlerdi. Harp açılan ülkenin elçileri çoğu zaman bu zindanlara kapatılmışlardır. Topkapı Sarayı’ndaki Babüsselam kuleleri arasındaki Kapıarası gizlice cellât odalarına çıkıyordu. Avlulara bakan kapılar kapatıldığında o karanlıklarda kaç devlet adamının sesi yankılandı kim bilir. Aniden çıkagelen ölüm emri sonrası yaşanan son nefes hatıralarına tanıklık ediyor şimdilerde burası. Patrona Halil İsyanı’ndan kaçıp saraya sığınan Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa burada boğduruldu. Bu kuleli yapının önünde duran sütunlar önceleri cellâtların kesik başlarının topluma ibret olsun diye halka sergilendiği yerlerdendi. Bu yapı 2. Abdülhamid zamanında yerinden sökülerek kaldırıldı. Saraydaki diğer cezalar bahçede bir çeşmenin önünde yapılırdı. İşlerini tamamlayan cellâtlar kanlanmış pala ve kılıçlarını bu çeşmede yıkadıkları için buraya cellât çeşmesi denilirdi. Diğer ismiyle de siyaset çeşmesi...Ecel şerbeti mi içtiğimiz?Davası süren suçlular en fazla üç gün sürecek şekilde Balıkhane Kasrı ve Yedikule Zindanları’nda bekletilirlerdi. Divan-ı Hümayun’da tekrar görüşülen dava, üç gün sonra sonuçlanırdı. Mahkûm, sonucu bostancının getirdiği bardaktaki şerbetin renginden anlardı. Şayet gelen şerbet beyaz renkteyse affedilip sürgüne gider, kırmızıysa bu kızılcıktır yani ölüm şerbeti... İnfaz, orada cezalının şerbetini içmesinin ardından gerçekleşirdi. Yedikule Zindanları’nda yapılan idamlar sonrası mahkûm, Marmara Denizi’ne varan bir kuyuya atılırdı. Sultan 2. Osman da bugün müze olan bu zindanlarda öldürüldü. İstanbul dışında öldürülen devlet adamlarının infazı ispatlanmak için kesilen baş, bal dolu bir torbayla padişaha gönderiliyordu. Viyana kuşatmasında başarısızlığının faturasını canıyla ödeyen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, bu tür olayın örneklerinden.Osmanlı’da sistematik işkenceye rastlanmazDoç. Dr. Bülent Arı (Tarihçi): Ortaçağ’da bilhassa Avrupa’da insanlık dışı işkencelerin olduğunu biliyoruz. Hatta Amsterdam’da işkence müzesi bile var. Osmanlı Devleti’nde ise İslam dininin yasaklaması sebebiyle sistematik ve keyfî işkenceye rastlanmaz. Çoğu zaman siyasi sebeplerle, ibret için ağır suçu olanlara örfî işkenceler yapılırdı. Tazir cezaları genellikle falakadan ibaretti. Etrafa korku salan, devlet görevlilerini öldüren, taşradaki otoriteyi yok sayan ve devleti zaafa uğratanlar işkenceli, ağır cezalara çarptırılırdı. Hatta padişahlar bazen sefere giderken yol üzerindeki şehirlerde ağır ceza verdiklerini ordugâhta idam ettirmişlerdir. Başka türlü de uzak mesafelere devlet otoritesini hissettirmenin yolu yoktu. Aksi takdirde taşrada otorite eşkıyanın ve devlet gücünü kullananların eline geçerdi. Eski dönemlerde şiddetli cezalarla bunun önüne geçilmeye çalışılmıştır. Osmanlı padişahının gücü o kadar etkiliydi ki, bir ferman geldiğinde herkes ona itaat eder ve aksini aklından bile geçirmezdi. Yoksa cezanın ağır olacağını herkes peşinen bilirdi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder