30 Mayıs 2014 Cuma

Bir Olay: Ruhi Bey ve Gülcünün Ölümü, E.Cansever

BİR OLAY: RUHİ BEY VE GÜLCÜNÜN ÖLÜMÜ Bir kara parçası sanır insanDüştü mü başı derdeKendini açık denizlerde. Şimdi bir kıyı bile değilBir ufuk çizgisi bile değilYalnızca ölüSabaha doğru yağan karın altındaKıvrılmış kalmışBesbelli tutunmak istemiş boşluğaKolları havadaSıkmış avuçlarıyla bir demet gülüYayılmış gövdesine bir gülümsemeVe çevresineTaş binalara, karanlık pencerelereKefeni kardan ve gülden. Polis arabası kapıya geldiği zamanGiyimevlerini, mezecileri, postaneyi geçerek geldiği zamanArka sokaklardaki birkaç kiliseyiCenaze levazımatçılarını veBin dokuz yüz yirmi sekiz modasına göre giyinmiş bir kadının bir anlık ölüsünüGeçerek geldiği zamanBir kamyon et boşaltıyorken bir kasap dükkanının önünde, tam o zamanYüzü sabunlu bir otel müşterisinin elinde traş makinesiylePencereden sarktığı zaman. Polis arabasını görmeden önceHer yanı aynalarla çevrili bir meyhanedeydimSırçaları dökülmüş aynalarlaParça parça görüyordum kendimiDışarda kar vardı, kirli karIsınmak için konyak içiyordum- Isınmak için mi dedim, tuhaf -Dışarda kar vardıSaat dokuzu on geçiyordu, Balıkpazarı'nın her günkü sabahıYıllardır hep aynı sabahİri bir kayabalığının içbükey karnıVe binlerce, on binlerce kedinin hep birdenKente hiç uymayan bir yaratık gibi kımıldandığıO sabah. Polis arabası kapıya geldiği zamanAynalıpasaj'ın düğmecileri, gömlekçileriYüzükçüleri, bilezikçileri, tuhafiyecileriDükkanlarını açık unuttukları zamanVe dükkanların üstündeki heykelciklerinBir yas törenine hazırlanır gibiAnlatımlarını değiştirdikleri zamanBalıkçıların balıkların karşısında en iyi durdukları zamanAyakta çay içtikleri zamanMermer masaların altından yorgun gövdeleriyleÇıktıkları zaman serserilerinVe Pasaj temizlenmeye ve karlar kürenmeye başladığı zamanMasmavi iki yengeç gibi bakmaya başladığı zaman gözleri garson Vasil'inTam o zaman. Polis arabası kapıya geldiği zamanÜç kişi siyah bir otomobilden indilerÜçü de sivildi, ellerinde çantaları vardıBen meyhanenin penceresindeyimİçerde ve kar içindeydimBir demet gül içindeydimGüle gömülüydümKana. Polis arabası gittiği zamanDemir kapının yanında ölüGökyüzünü dönemecinin altındaVe yerde bırakmamak ister gibi sözünüElinde bir demet gülle"Gül, gül!" diye acı bir bağırtıyı uzattığı güllerleIpıslak saçlarıyla buzdan yatağına uzanmış.                     (O zaman ıhlamur ağaçları kardan görünmezdi. Gözlerim azalırdı,                    gizlenirdim. Babam koyu kahverengi çizmeleriyle karları ezer ezer                    ezerdi çakıltaşlarının ayaklarının altında oynaştıklarını duyuncaya                    kadar. Annem çatı katının yanındaki sivri kuleden gözlerini ayırmazdı,                    yeter ki gök kanasındı beyaz beyaz ve kocaman bir alabalığın karnı.                    Uşaklar bir köşeye sinerlerdi, hiç konuşmazlardı, bir kristal sürahi                    rüzgardan ürperir titrerdi. İniltiye benzeyen bir ses yayılırdı.                    Karanlığa yapışırdım, bir kapı karanlığına, bir duvar karanlığına, bir                    yokoluş karanlığına. Ölüm çok uzaklardaydı, o zaman çok uzaklardaydı ölüm.)SorduKarla kaplı kirli bir cümleBaşında kimler vardı?Bir, emekli postacı Hüseyin- Çok adres bildiği için adı pezevenge çıkan -İki, cenaze kaldırıcısı Adem- Çıplak kafalı, ön dişleri çürümüş -Üç, akordeoncu kadın- Hemen hemen hiç konuşmayan, saçları oksijele sarartılmış, Bizanslı birkehribar taciri gibi şişman, yaşlı ve kızoğlankız -Ve sonra ötekilerÜç Horan Kilisesinin kapıcısıÇingene çalgıcılar, bademcilerLotaryacılarBir iki garsonEn gerideÇengelli iğne satan bir kız çocuğu. Ve onu kaldırdılar, ben gördümİkinci konyağımı içtim bitirdimDemir Kapıdan çıkardılar ve gördümMorg arabasına koydularKapısını ittiler, kapı kapandıTaraklar, istiridyeler açıldı kapandıÇiçekler titreştilerBir balıkçı balık doğradı ve tarttıPencereden çekildim. Günlerdir ilk olarak güldüm, gülümsedimYıllardır ilk olarakSanki ilk gözyaşının tarihini buldum, üstünü çizdim. Ve sordu geneÖlümle kaplı o kirli cümle:Siz Ruhi Bey nasılsınızBen Ruhi Bey nasılımAnladım anladımVe şimdi iyi biliyorum artık nereye.

29 Mayıs 2014 Perşembe

25. ÜKG Blog Turu: Bela - Sally Green

Tur Takvimi:

26.05 | Romancekolik - Tanıtım Videosu & Ön Okuma

26.05 | Zimlicious - Yazar Tanıtımı

27.05 | Kitap Esintisi - Yorum

27.05 | Yorumbaz - Yorum

28.05 | Sevgili Kitap - Yorum & Okuyucu Testi

28.05 | Kitab-ı Sevda - Yorum

28.05 | Kitap Hayvanı'nın Günlüğü - Yorum

Sen bir cadısın, yarı Ak, yarı Kara. Okuyamıyor, yazamıyorsun ama iyileşiyorsun hızla. Karanlık çökünce kapalı bir yerde kalırsan hasta oluyorsun. Annalise'e çok âşıksın ama Ak Cadılardan nefret ediyorsun. On dört yaşından beri bir kafesin içinde tutsaksın. Kaçmalı ve o korkunç, katil babanı bulmalısın. Bunu başarmalısın, on yedinci yaş gününden önce hem de. Çünkü sen yok edilmesi gereken bir Bela'sın."Karanlık ve tüyler ürperticibir hikaye, unutulmaz bir anakarakter."-Publishers Weekly-"İyiyle kötünün sınırlarını zorlayan,korkutucu ve çarpıcı bir kitap. Nathan'ınhayatta kalma savaşı incecik bir ipin ucunda -üstelik bu daha başlangıç."-Booklist-"Fazlasıyla iyi ve tehlikeli bir şekilde bağımlılık yapıcı."-Time-

Yorum:Bu kitap hakkında yazacaklarımı bir hayli biriktirmiştim aklımda aslında. Bahsetmek istediğim bir sürü detay vardı. Ancak tembelliğime yenik düşüp not almadığımdan tek temennim şimdi onları hatırlayabilmem.Bela, üzerinde çok düşünmeden "Çıkar çıkmaz okurum ben bunu." dedirten kitaplardandı benim için. Daha sonra turunu bizim yapacağımızı öğrendiğimde çok sevinmiştim. Bilirsiniz, tam bir fantastik tutkunuyum. Çok uzun zamandır da sadece cadıları anlatan bir kitap okumamıştım. Böylece arka kapak yazısını okuma zahmetine bile girmeden kendimi okurken buldum.Öncelikle söylemeliyim ki kitap bende feci şekilde bağımlılık yarattı. Bu aralar okuma konusunda pek bir açım, belki onun da biraz etkisi vardı ancak kitabın etkisinin de çok büyük olduğunu biliyorum. Hiç sıkılmadan, sayfaları hızlı hızlı çevirerek; gelecek bölümleri merak ederek ama "Şurayı da geçsem artık" hiç demeyerek bitirdim Bela'yı. Hem heyecanlandım hem de her satırını okumak istedim. Ne yalan söyleyeyim; daha uzun olmasını da çok diledim. Devam kitapları çıkmış olsaydı şimdiye çoktan başlamıştım.Bela ile ilgili sevdiğim çok temel şeylerden bahsedeceğim biraz. İlki az önce de bahsettiğim sürükleyiciliği. Bana otobüste ineceğim durağı unutturan kitabı ayrı yere koyarım ben arkadaş! İkincisi ise çok orijinal olmasa da insanın kolaylıkla içinde kaybolmasını sağlayan dünyası. Kitapta iki tür cadı var; Ak Cadılar ve Kara Cadılar. Eh, anlayacağınız gibi Aklar iyilik peşindeyken Kara Cadılar yüzyıllardır Ak Cadılar'ın Avcılar'ı tarafından avlanan, kötü oldukları iddia edilen ve korkulması gereken cadılar. Peki, kime göre neye göre?Nathan, bir Yarı Kod. Yani damarlarında hem Ak hem de Kara Cadı kanı akıyor. Babasının bir Kara Cadı olması yüzünden başta üvey kardeşi Jessica olmak üzere pek çok Ak Cadı tarafından hor görülen, yok sayılan zavallı bir çocuk o. Annesi o çok küçükken öldüğü için ninesi tarafından yetiştirilmiş üvey kardeşleriyle beraber. Nathan'ın yaşamının birçok evresini okurken anlıyoruz bu Ak ve Kara ayrımının ne kadar saçma olduğunu. Masum bir çocuktan başka bir şey olmayan Nathan'dan  Ak Cadılar öyle tiksiniyorlar ki daha ergenlik çağında iken işkencelere maruz kalıyor. Adeta içinde yaşamakta olduğu toplumdan dışlanıyor ve herkesin inandığı şeye, yani babası gibi bir Kara Cadı, olmaya itiliyor.Büyürken yapılanlar yetmezmiş gibi iki yıl esir tutulan Nathan yine de hayatta kalmayı başarıyor. İşte kitabın en sevdiğim yanlarından biri de bu oldu: Yani Nathan. Aslında tüm karakterler tutarlıydı ancak Nathan'ın tamamen abartıdan uzak, hatalar ve yanlışlar yapan, kararsız kalıp ne yapacağını bilmeyen ve hayatta kalmak için her şeyi yapabilecek biri olması onu çok sevmemi sağladı. Biraz şüpheyle yaklaştığım şey babası hakkındaki düşünceleriydi ancak onu da yadırgamadım.Bunun dışında yan karakterler de bir o kadar iyiydi. Nathan'ın amacına ulaşmak üzere kat ettiği yol boyunca karşısına çıkan yoldaşlar ve bu karakterlerin yine keskin bir iyi-kötü çizgisiyle ayrılmamış olması kitabın verdiği mesajı destekler nitelikteydi. Özellikle Gabriel'e sonradan sonraya pek kanım ısındı. Umarım ikinci kitapta kazasız belasız görebilirim onu. Kıyma yavruma Sallyciğim.Bu kadar yazdım yazdım ama kitabın ana konusundan çok da söz etmemişim. Açmayacağım da fazla. Nathan'ın bol acılı ama bir o kadar merak uyandırıcı hayatını anlatıyor kısaca. Son sayfaya kadar heyecanlı temposundan bir şey kaybetmeden, zevkle okutturdu kendini. Yurtdışındaki bloggerların yorumlarına şöyle bir göz gezdirdiğim de nedense Harry Potter'la karşılaştırıldığını fark ettim Bela'nın. Cadılarla ilgili ve yazarının İngiliz olmasından ileri geliyor olsa gerek. Fakat pek alaka kuramadım. Harry Potter kesinlikle çok daha detaylı bir seri. Ancak illa bir şeye benzeteceksek bilindik şeyler üzerinden kendi dünyasını kuran Ölümcül Oyuncaklar serisine benzetebiliriz. Tabii konular, karakterler her şey çok ayrı. Yanılgıya düşülmesin. Sadece aynı tadı aldığımı belirtmek istiyorum.Puan: 5

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Fener Bekçisi Salih Anlatıyor, E.Cansever

FENER BEKÇİSİ SALİH ANLATIYORAnlatırım. 444'e benzer bir bahçenin ortasındayım Böyle çok ağaçlı bir bahçenin ortasındayımDiyerek: Köpeklerin siyah günüdür, denizlerin durgun günüdürOnunsa yakın olduğu günüdür, onunsa büyük olduğu, o güneşVe zıpkın kuşlarının bir taş gibi avlarının üstüneDüştüğü günüdür ki, ben SalihElleri çok görünür, yüzleri çok görünür, Salihlere bölünürVe dünyanın ıssızlığından koparakİlkelsi bir ıssızlığa yavaşçaDoğar ve ölürDünyanın en doğal örtüsüdür, o SalihÖlümün saydam ve kıpırtısız sallantısını sürdürürVe ölüm... bilmem ne kadar çok sürdüğünü onun, bilmem deBana kalırsa her şey bu arada büyür veNe olursa bu arada olurBir kemik biraz etlenir, bir deri biraz kirlenirRenkler ki sorumsuzsa kımıltı kesinleşirNedense Salih olur — bir kuşturBir balığın şaşkın ve çaresiz duruşudur. DünyanınO tükenmez ıssızlığından getiripİlkelsi bir ıssızlığa yavaşçaKendini koyuyorsa olmuştur — Denizler göğe dönüktür, gök desem şehirlerin üstüneO kadar dönüktür ki, içinde insanlar olanBir sorunun en akıl almaz örtüsüdürBen Salihe dönüğüm, yani doğmak ve ölmek ve doğmak fiilindenbir SalihVe kuşkum ve korkum ve bilinmezliğim...Başkaca bir şey yokturVarsa da anlayamam, bende hiçbirşey barınamazSalih'in kendi bileBende hiç barınamazNeden derseniz, ben biraz “ertesi gün” gibiyim, eksiğim, unutkanım, öyleyimBilmem ne kadar “her gün” geçirdim, bilmem deBütün günler birbirine benzer, 10’lara, 100’lere, 1000’lere benzerVe biraz 100 000’lereFazlası fazladır artık, “çıt yok” bile değildir“Bir ölü hiç duyamaz,” o bile değildir deKim sessizliği bir av gibi öğütürse bu odurO, yani Fener Bekçisi Salih'seKendimi pek tanımam, varsa da ben tanımamDoğrusu Fener Bekçisi Salih olduğuma göreBen işte Fener Bekçisi Salih'im, derimBu bakımdan kendimim: fenerim, Salih'im, 2+1’lere, 1-2’lere benzerimBirden bir gök girer gözlerimden ve çıkarBir şimşek kokusu dalar içime ve uzaklaşırBir imdat sesi duyarım kimi zaman da, tamam mıBu kimin sesi olmalı, bir ses mi yoksa bir yansıma mıBilemem. Bilemem, öyle bir Salihim ki ben, onda hiçbir şey barınamazSalihin kendi bileDiyelim bir ekmek alırım çarşıdan, yesem de unuturum onu, yemesemdeBir çocuk “sabah oldu” der, sökemem bir türlü bu sözün anlamınıBir Japon elması bir tanrıYığılır da içime taslağı gibi SalihinBir hiçlik gibi yakarlar da canımıBen Fener Bekçisi Salih olduğuma göre—Bir su, açık duran bir kapının pervazı da olabilir bu —Duyamam. Sonra ben kendimi bir şey yapıyor saymak bakımından tehlikeliyimNeden derseniz, biraz öyleyimMesela hiç yoktan canım sıkılır bir gün — ne yapsam —Ne mi yapsam, alırım bir kâğıt elime, üstüne bir şeyler çizerimÇizerim, çizerim, çizerim, bunu kimseler önleyemezNe dersin Salih? Evet! Onu ben bir ağaca gizlice iğnelerimÇocuklar, sonra birtakım adamlar bu işaretlere bakar bakar bakarlarBen fenerin tepesinden onları seyrederim—Sorarım, söyleyin bana, kaçınabilir miyim —Bilmem ne kadar “her saat” geçer böyleceOnlar, o durgun bakıcılarŞaşkınlığın engin ve küçümser gülüşüyleBir başka yaratıklar olmaya başladılar mı öyleYani bir gizliliğin, bir bilinmezliğinÖlçüsüz ve tanımlanmamış yaratıklarıGibi olmaya başladılar mıBenim varlığım Salihin varlığıdır artıkYa onların geride bıraktıklarıSatın alacakları bir eşya — bir sürü ıvır zıvır —Park gibi, müze gibi bir yer uğrayacaklarıOlamaz mı gereksiz bir gevezelik de — neden olmasın —Diyelim — ne gülünç şey — biriyle yatacaklarıSanki bir imza atacakları bir kâğıdın üstüneKötümser, dalgın, kapıcıyı çağırıp..—Yaşamanın o buruk, o sevimsiz notları —Hani bir gazete okuyacakları belki ya da bir dergiYa da telefonda birini..DuralımYa ansızın bir şeylere benzetirlerse bu işaretleriOnlar, o durgun bakıcılarDemeye kalmaz, benzetirler deSorarım, söyleyin bana, bir şeyler yapacak olan Salih'seNe yapsın.Ne yapsını var mı, bir bez parçasının üstüneOlmadı bir duvarın, bir oğlak derisinin üstüneYeniden çizecektir her türlü işaretlerini SalihDoğrusu Fener Bekçisi Salih olduğuna göreElinden ne gelirse onu yapacaktırYani bir gizliliğin, bir bilinmezliğinSalih'i olduğuna göre. Bendeki tek şey bir yunus balığıdır, görseniz88’e benzer bir yunus balığıdır, görsenizÇok acı bir şekilde yunus olmaktanVe kendinden korkmadan suya indiğiYalnızlığın, insanları barındıran içineDalıverdiği bir yunusKi tekrar çıktığında sayısız öpen biziSalih'iVe yunusla Salih'in sayısız kesiştiğiBir yunusBen onu kuşatırım, o bütün açlığıyla tüketir içimdekileriY U N U S !Bize söylüyorum, diyorum ki, bir yakarış mı bizimkisiDeğil miYa da bir ölüm sessizliği mi, neHangisiVe ne yapsak bu iri, bu güçlü, bu cehennem yüklü gövdeyiBöyle tek olmaktan korkunç güçlenenVe kendi saldırısıyla yok ettiği kendiniBir parçalanış, bir yitişOlabilir mi — zaman geçti mendirekteki korkunç leke duruyorAcılar dinlendi, yeniden başlamalıyız —Aşağıdan bağırırlar, Salih nerdesinSalih o zaman bilmez nerde olduğunuSalihin işleri çoktur, tırnakları derseniz uzayıp gitmiştirÖlü tırnakları gibiBir uzun beklemekten tırnakları uzayıp gitmiştirVe yunus Salih'se, Salih'in bir yunus olduğu düşünülürseHer çelişkide yunusun bir şekli dururDoğurur, yaratır, gene doğururSayısız yapar bunuVe Salih boşalınca yunustanOnda hiçbir şey barınamaz Salih'in kendi bileOnda hiç barınamaz.Ve Salih yeniden başlar. Bilmem ne kadar “her saat” geçer akşama kadarKâğıtlar ve tahtalar gibi düşerekten üst üsteBen feneri yakarım, o zaman ben feneri yaktıktan sonraKontrbas öğretmeni Rıza’yı görürümBir gece intihar etti, o beni görmezBen onu görürümDenizin kumlarla kesiştiği bir yerdeİntihar etti, o beni görmezYunusun bir şekli duran kumlarınDenizle kesiştiği bir yerdeİntihar ettiVe ölüm gökyüzünün geceyle çiftleştiğiVe kimselerin iğrenmediği bir aydınlığaSürükledi Rıza’yıVe yunus ki ölümün fırlattığı bir kinleO sabah hiç görünmediRıza da görünmedi — bende hiçbir şey barınamaz —Kontrbas kara bir 66’ya benziyormuş, öyleVe Rıza 666 gibi bükülmüş, öyleBir kan kokusu var mıymış, yok muymuş, öyleVe öyleİnsan yaşarken ölüler bırakmalı ardında. Ben SalihX’lere, sonsuzlara benzeyen bir Salih biçiminde.Anlatırım. 444’e benzer bir bahçenin ortasındayımBöyle çok ağaçlı bir bahçenin ortasındayımDiyerek: köpeklerin siyah günüdür, denizlerin durgun günüdürOnunsa yakın olduğu günüdür, onunsa büyük olduğu, o güneşVe zıpkın kuşlarının bir taş gibi avlarının üstüneDüştüğü günüdür ki, ben SalihAdımın bir kusuru vardır yalnız, bana kalırsaYa Sanus olmalıydı, diyorum, ya LihyuBir anlamı olurduBir anlamı olurdu.

Uzaklardan görünmeyen Soma

Bizim için hayat akıp giderken, Somalılar kazayla ortaya çıkan rakamların denklemini çözmeye çalışıyor. 301 ölüm, 432 yetim, en az bin liralardan başlayan borçlar, günlük 40 lira yevmiye, sabah 08.00’de başlamış görünüp 04.30’da başlayan mesai. Soma için ölüm değilse de maden kader...“Bu gölgeye asmalık derler.” Kuyumcu Halil ile asmalık gölgesinde oturuyoruz. Bu oradan ikinci geçişim, “İlle” diyor, “bir çay iç.” Bir gün önce bana madeni anlatırken, “Zordur ama iyidir şartları” demişti de benden, “40 metrekare dükkândan bakınca iyi tabii.” cevabını almıştı, içine dert olmuş.Soma’nın çarşıları, sokakları, yolları boyunca durduğunuz her vitrinin üzerinde A4 kâğıda her biri başka başka taziye mesajları asılmış. Hiçbir şey bilmeseniz, hiçbir şey okumasanız, bu A4 kâğıtlara sığan acının boyutunu da anlamaz geçer gidersiniz. Oysa, hayat devam ediyormuş gibi görünüyorken, bambaşka bir dertle sınanıyor Somalılar. Kuyumcu Halil anlatsın:“Burada iş yok. Ekmek yok. Tarım yok. Bizim Akhisar’a doğru çiftliğimiz var, babalarımız zamanında yatırım yapıp başka işlere yönelmiş. Ama cahil kaldın mı, elin ekmek tutmadı mı, bir ustalık bulmadın mı, n’apacaksın? Maden kader bir yerde. Yoksa hangi sırım gibi çocuk askerden geldiği gibi, koşa koşa kapısına gider. Zaten o enerjiyle ‘yaparız’ diye koşuyorlar ya…”Düğün mevsimi açılmış, içi boş beşi bir yerdeler vitrinde salınırken, Halil de bana anlattığı kader çarkını kırmanın güveniyle, “Değil mi?” diye soruyor. 22 yaşının sefasında acı geçer sanmalı insan.301 madencinin özgül ağırlığıBu cümle, benim değil. Günlerden salı. Henüz tutuklamalar netleşmemiş. Herkesin dilinde tek bir isim var, Ramazan Doğru. İşçiler adliye binasının çevresinde harelenirken, bir elektrik direğinin dibinde Hasan ile sohbet etmeye başlıyoruz. Hasan, İmbat’tan emekli. Soma’ya gidenlerin üç saatte aşina olacağı kavramların başında İmbat geliyor, burası madenlerin içinde tercih edilebilir olanı.Bütün işçiler “İmbat iyi” diye giriyor söze. Niye iyi? Çalışma saatleri daha düzenli. Sürekli başlarında dayıbaşı ya da çavuş dikilmiyor. Yine bir işçinin deyimiyle “Allah korkusu var.” Soma’da tek gerçek, Allah korkusu.Devletin yılda bir ziyaret eden, gelişini bir hafta önce haber veren, işverenin ‘görsün’ diye temsili kömür vagonları hazırladığı, takım elbisesine zeval gelmesin diye 300 metreden aşağısına inmeyen, madencilerin çalıştığı yerleri rüyasında bile görmeyen denetçilerinden korkulmadığı ortada.Hasan’a geri dönelim. “301 madencinin özgül ağırlığı nedir ki?” diye sorup ellerini havaya doğru açıyor: “pufff”. Neden bu kadar umutsuz?Savaştepeli Ahmet Avcı’nın eşi Binnaz Avcı (45) dört çocuğuyla yalnız kaldı... “Kapanır bu dava. Bu arkadaşlarının aileleri de öylece ortada kalır. Karadon’da ne oldu ki? İnsanlar çalışmak zorunda. Acı ama öyle. İstanbul’dan Ankara’dan başka görüyorsunuz ama Soma’nın gerçeği al işte sana çarşı, al işte sana tarla. Gidip gidebileceğin yer belli. En uzun yol madenin yolu. Bugün ‘Madeni kapatacağız’ deseler, ilk itiraz buradan gelir.” Arkamızda sendika binası var, dönüp dönüp ona söylüyor. Yanındaki Ahmet arada giriyor söze, “301 kişi ölmüş derlerken, sendika nedir ki? Defolup gitsinler…”İşin sorumlusu tabiat ana… Mı?Cengiz, mühendis. Ağzı tuğlayla örülen madene kuşbakışı baktığımız yerde yanımıza geliyor. Elimizde fotoğraf makineleri, belli gazeteciyiz.Yeraltı ve yerüstü... Gece ve gündüz gibi önemli iki kavram madende. Yeraltında çalışırsan, 12 yılda emeklilik hakkın oluyor, yıpranma payından. Yerüstünde çalışırsan, emeklilik süren uzuyor ama kömür solumuyorsun, sıcak korlar yakmıyor elini, her gün madene helallik isteyerek girmiyorsun. İkisinden birini seçmek gerek. Bir trafik kazasında beyin travması geçiren Cengiz, yer üstünde çalışan mühendislerden. Kendi anlatımıyla, “mezun olur olmaz buraya koşmuş, çok çalışmak istemiş.” Daha başlayalı bir yıl bile olmadan kaza olunca açıkta kalmış.“Yarı mekanize olduk, güvenlik sağlandı, santralden gelen küller hep yangın ihtimaline karşı hazır tutuldu, zaten lokal yangınları anında önlüyorduk.” diye anlatıyor. “Ya peki kaza nasıl oldu?” “Bu işin tek sorumlusu var, tabiat ana.” diyor. “İyi de sel değil, fırtına değil, deprem değil, göçük değil” diyemeden, başka bir mühendis geliyor. “Siz işinizi yapıyorsunuz biliyorum, kim bilir nereden geldiniz ama bizi de anlayın, çekim yapmayın.” diye rica ediyor. Bir dileği daha var, “basın abartmasın.” Gayri ihtiyari gülüp, “301 kişi ölünce mecbur abartıyorsunuz.” diyorum. Bana teminat olarak kendini gösteriyor, “Sıkıntı olsa biz çalışır mıyız?” Madende tek geçer akçe can. Yemin de can üzerinden, iş de, ekmek de... Köseler köyünden 14 madenci şehit olmuş. Onların yetimi 30 çocuk, pilav yiyip ayran içerken misafirleri inceliyor.Lokma getirsem, yer misin?Köseler, Soma madene iki saat mesafede. Kınıklı’dan sonra daralan, genişleyen yollardan köye varıyorsunuz, 80 kilometre. Köyün tek geçim kaynağı madende, 14 kişi ölmüş. Kalanlar 1 Haziran’a kadar raporlu. Hergün servis gelip 5’te alıyor, 6’da bırakıyor. Ama bakarsan çalışma saati 8’den 4’e.Girişte bir kahve var, orada da taziyeye gelenler... Aile Hekimleri Derneği’nden Barkın Akıncılar, yedi gündür burada. Günde üç sefer geride kalan hamile eşleri kontrol ediyor, kayıp yakınlarına sakinleştirici veriyor, sağlık durumlarını izliyorlar. Akıncılar’a göre bundan sonra en önemlisi psikolojik destek.Köy muhtarı sürekli, “Bir ihtiyacınız var mı?” diye gelen telefonlarla bölünen konuşmada herkese aynı şeyi söylüyor... “Teselliye ihtiyacımız var.”Yalnızca bu köyden 30 çocuk yetim. Çocuklar pilav yiyip ayran içerken daha önce hiç görmedikleri misafirleri inceliyor. 21 talebe tek sınıfta 4’e kadar okuyor. Sonrası için devam etmek isteyen Kınıklı’ya gidecek. Genelde ilkokuldan sonrası gelmiyor.Kadınlar yukarıda bir hayırseverin gönderdiği lokma makinesinin başında oturuyor. Cennet Akgün, “Lokma getirsem yer misin?” diye sorup cevabını beklemeden bir kaseyle geri dönüyor.Oğlu Evren Sarı’yla kızı Şengül Sarı’nın eşi İbrahim kazada ölmüş. 60 yaşında keçi otlatan Cennet için, bundan sonrası belirsiz: “Yine de lokma gönderdiler, sağ olsunlar, unutmadılar. Sonra da unutmazlar, değil mi?” Madenin dertleri 33 yaşındaki Ali Rıza Kaynak’tan: “Kömür de çıkarsan, cüruf da çıkarsan alıcısı devlet. Dolayısıyla işletmecinin tek derdi sürekli madeni çalıştırmak. Sigortalı olmak isteyen madene gidiyor. Sigortası yapılmasa bile, yapılması umuduyla gidiyor. Bir yasa vardı, değiştirdiler ama ondan önce 12 yılda emeklilik alıyorduk, şimdi 20 yıl oldu. Somaspor futbolcusunu yeraltında çalışıyor gösterdiler, bizi göstermediler. Bundan önceki madende altı ay çalıştım, para ödemedi. Aylık bin 500 lira. Hiçbir zaman bu parayı tamamlayamazsınız, insan 1-2 sene içinde hastalanmaya başlıyor. 25 gün çalışırsanız, alacağınız para bin 200. Hastalandınız, rapor alamadınız, yevmiye 40 liraysa, 100 lira keserler aylıktan. Ay sonunda 800-900 geçiyor çoğumuzun eline. Arıza bile olsa, madenin içinde bekleriz düzelmesini. Eskiden tütün tarımı varmış, şimdi para yapmıyor. Hepimiz borçluyuz, mecbur çalışacağız. Bankalar şov peşinde, yine bu sabah borç ödedim. Birşey yapacaklarsa kalanlara yapsınlar. Patron ‘Maliyeti düşürdük’ dedi ya, maliyeti düşürmenin bedeli 301 kişi. Eskiden 3 bin kişinin çalıştığı yerde şimdi 500 kişi çalışıyor. Yemek yok, dinlenmek yok. Madene ancak kahvaltılık götürebilirsiniz, sürekli toz yağar üzerinize, onu da yiyemeden çıktığınız olur.”Tek tesellileri, bayramda tam zamanlı izin. Kahveye gelen bütün işçiler, günlerce süren olağanüstü sıcaktan söz ediyor. O kadar sıcakmış ki, daha madene inemeden sırılsıklam olmuşlar. Kaza günü çıkarken karbonmonoksitten etkilenmemek için terden ıslanan kıyafetlerle kapatmışlar ağızlarını.Madencinin iki hastalığı var: Ciğerde tozlanma, bel fıtığı. Bu iki hastalığın da bildikleri üç tedavisi; zehirlenmeye önlem olarak süt ve yoğurt, bel fıtığına önlem olarak tahtada dinlenmek.‘Son yemeği ekmek arası’Savaştepeli Ahmet Avcu, eşi Binnaz ile dört çocuğunu 45 yaşında, ev borcunu bitirmesine bir yıl, emekliliğine iki yıl kala bıraktı, öldü. Binnaz Avcu, ardından, “Asıl hasta olan bendim, keşke ben ölseydim.” diye gözyaşı döküyor. Ölmeden önceki akşam karı koca çok yorgun oldukları için ekmek arası yemişler çarşıda. Ahmet Avcu, doymamış ama misafir bastırıp da eşi birşey hazırlayamadığı için bir elma yiyip uyumuş.Binnaz Avcu sürekli, “Hakkını helal etmiş midir bana?” diye soruyor.Köy muhtarı, “Bir ihtiyacınız var mı?” diye gelen telefonlara hep aynı şeyi söylüyor: “Teselliye ihtiyacımız var.”‘Tekerimiz patlaktı’Savaştepeli Dayıbaşı’nın ekibinde çalışan 22 kişiden 2’si hayatta. “5 metre gidemedim, kimseyi göremedim.” diyor. “Bizim sadece Soma’mız var. Birlikte yediğim içtiğim insanları kaybettim.” diyor. “Malzemesizlikten bu hale geldik, benim aldığım güvenliği benden sonra gelen çavuş söküyordu.” diyor. “Hadi hadi demekten bıkmıştım. Biz tekeri patlak arabayla benzinliğe kadar değil de yolun sonuna kadar gidelim dedik, böyle oldu.” diyor. Konuşurken, onu şirketin temsilcisi gören arkadaşları, sandalyesini çevirip dönüyor.Soma Mezarlığı’nda henüz mermeri konulmamış taze mezarlar ikişer sıra uzanırken, girişteki eski mezar taşlarında her ölümün bir açıklaması var: “Bronşit denilen zalim geldi başına”, “Kanser denilen zalim geldi başına”. Köseler köyünden Fatma, “Ölüm emir de, sebep lazım.” derken, bunu hatırlayacağım. 301 kişinin mezar taşı için bir sebep var öyleyse, “Maden denilen zalim geldi başına…”

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Astığı astık kestiği kestik cellatlar

Osmanlı Devleti’nde her türlü infazı gerçekleştiren cellatlar, tarihin gizli tanıkları olarak kalmaya devam ediyor. Haklarında hâlâ bildiklerimiz net değilken, kesin olan tek şey yaşamlarının da meslekleri gibi kapılar ardında kaldığı.Osmanlı, fethettiği topraklara altı asırdan fazla hükmetmiş bir devlet. Bu süre zarfında yönetimin başından birçok padişah ve devlet adamı geçti. Kimi eceliyle ölürken kimi de verilen bir emirle idam edildi. Devlet için önemli görevlerde yıllarca vazifelendirilen kişilerin hangi sebeplerle, ne şekillerde idam edildikleri genellikle bilinir. Fakat olayın perde arkasında kalan cellatlar için aynı şeyi söylemek pek mümkün değil. Onlar hakkında yazılan ya da yapılan araştırmaların sayısı ne yazık ki çok az.Osmanlı Devleti’nin her türlü ölüm cezalarını uygulayan cellatlar özellikle dilsiz ve sağır olsun isteniyordu ki; mahkûmun attığı çığlıkları duyup etkilenmesin ve kurbanın yalvarmasıyla merhamete gelmesin. 15. yy’daki cellâtlar ya Hırvat dönmelerinden ya da Romanlardan seçiliyordu. 16. yy’da bostancı ocağına bağlı kurulan cellât ocağında ilk zamanlar beş cellât varken, ilerleyen yıllarda bu sayı giderek arttı. Cellatların başında yer alan amir, cellatbaşıydı. Bostancıbaşına bağlı çalışan cellatbaşı, devlet yetkilileriyle askerlerin idamlarını gerçekleştiren kişiydi.Ocağa alınan cellât adayları, önce usta bir cellâdın yanında ‘yamak’ olarak çalışıp kalfa ve ustalığa yükseliyordu. Bunun eğitimi de usta-çırak şeklinde gerçekleşiyordu. Ayrı bir mektebi olmadığından, zindancıların ve cellâtların yanında yetişenler işi öğrenirdi. Bu mesleği yapan kişiler insan vücudunu çok iyi tanıdıklarından bir hekim kadar marifetli (!) oluyordu.Evlilik âdetleri olmayan cellâtlar öldükten sonra da insanlar tarafından dışlanıyordu. “Hükm-ü sultan (padişah emri) olmazsa, hata gelmez cellâttan” demiş olsalar da halk rahatsız olunca devlet onlara ayrı bir mezarlık tahsis eder. Şimdilerde yok olmaya yüz tutan bu mezarların taşları da sahipleri gibi isimsiz...Ölümlerden ölüm beğen!İdam emri bostancıbaşına geliyordu. Emrin yerine gelmesini sağlayan bostancıbaşı, eğer ki öldürülecek kişi önemli biriyse cellatların başında bekliyordu. Osmanlı Devleti statüye çok önem verirdi. Yaşarken olduğu gibi ölürken de statü farkı gözetiliyordu. Ölüm şekli buna göre seçilirdi. Misal sadrazam ve vezirler boğdurulurken, yeniçerilerin idamında satır kullanılırdı. Günümüzde Topkapı Sarayı Müzesi’nde sergilenenler arasında bu satırlar da bulunuyor. Hanedan mensubu olanlar özellikle de şehzadeler, yay kirişi ile boğdurulurdu. Hanedanın mukaddes görülmesinden dolayı böyle bir yol seçilirdi. Kan akıtılmaz, temiz bir ölüm olurdu. Halktan olan cezalılar kılıçla başları kesilerek idam edilirdi. Ne var ki bazıları bu kadarıyla da kurtulamazdı. Onlar son anlarında acı çekenlerdendi. Kimlerden mi söz ediyoruz? Kurallarla örülü bir devletin affedemeyeceği suçlara bulaşanlar; hırsızlar, katiller, korsanlar ve eşkıyalar. Bunlara uygulanan çengel, çarmıh ve kazık gibi idam yöntemlerinin isimleri bile o korkuyu vermeye yetiyor. Bu tür idamların psikolojik etkisini edebiyatımızda en iyi tasvir eden Ömer Seyfettin’in ‘Teselli’ hikâyesidir.İdam edileceklerin adresiOsmanlı döneminde önemli zindanlar Yedikule, Tersane ve Rumeli Hisarı’ydı. Tersane Zindanı’nda genellikle forsalar, esirler ve azılı kürek mahkûmları tutulurken, geçici olarak hapsedilenler Yedikule ve Karakule adıyla da bilinen Rumeli Hisarı’na gönderilirlerdi. Harp açılan ülkenin elçileri çoğu zaman bu zindanlara kapatılmışlardır. Topkapı Sarayı’ndaki Babüsselam kuleleri arasındaki Kapıarası gizlice cellât odalarına çıkıyordu. Avlulara bakan kapılar kapatıldığında o karanlıklarda kaç devlet adamının sesi yankılandı kim bilir. Aniden çıkagelen ölüm emri sonrası yaşanan son nefes hatıralarına tanıklık ediyor şimdilerde burası. Patrona Halil İsyanı’ndan kaçıp saraya sığınan Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa burada boğduruldu. Bu kuleli yapının önünde duran sütunlar önceleri cellâtların kesik başlarının topluma ibret olsun diye halka sergilendiği yerlerdendi. Bu yapı 2. Abdülhamid zamanında yerinden sökülerek kaldırıldı. Saraydaki diğer cezalar bahçede bir çeşmenin önünde yapılırdı. İşlerini tamamlayan cellâtlar kanlanmış pala ve kılıçlarını bu çeşmede yıkadıkları için buraya cellât çeşmesi denilirdi. Diğer ismiyle de siyaset çeşmesi...Ecel şerbeti mi içtiğimiz?Davası süren suçlular en fazla üç gün sürecek şekilde Balıkhane Kasrı ve Yedikule Zindanları’nda bekletilirlerdi. Divan-ı Hümayun’da tekrar görüşülen dava, üç gün sonra sonuçlanırdı. Mahkûm, sonucu bostancının getirdiği bardaktaki şerbetin renginden anlardı. Şayet gelen şerbet beyaz renkteyse affedilip sürgüne gider, kırmızıysa bu kızılcıktır yani ölüm şerbeti... İnfaz, orada cezalının şerbetini içmesinin ardından gerçekleşirdi. Yedikule Zindanları’nda yapılan idamlar sonrası mahkûm, Marmara Denizi’ne varan bir kuyuya atılırdı. Sultan 2. Osman da bugün müze olan bu zindanlarda öldürüldü. İstanbul dışında öldürülen devlet adamlarının infazı ispatlanmak için kesilen baş, bal dolu bir torbayla padişaha gönderiliyordu. Viyana kuşatmasında başarısızlığının faturasını canıyla ödeyen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, bu tür olayın örneklerinden.Osmanlı’da sistematik işkenceye rastlanmazDoç. Dr. Bülent Arı (Tarihçi): Ortaçağ’da bilhassa Avrupa’da insanlık dışı işkencelerin olduğunu biliyoruz. Hatta Amsterdam’da işkence müzesi bile var. Osmanlı Devleti’nde ise İslam dininin yasaklaması sebebiyle sistematik ve keyfî işkenceye rastlanmaz. Çoğu zaman siyasi sebeplerle, ibret için ağır suçu olanlara örfî işkenceler yapılırdı. Tazir cezaları genellikle falakadan ibaretti. Etrafa korku salan, devlet görevlilerini öldüren, taşradaki otoriteyi yok sayan ve devleti zaafa uğratanlar işkenceli, ağır cezalara çarptırılırdı. Hatta padişahlar bazen sefere giderken yol üzerindeki şehirlerde ağır ceza verdiklerini ordugâhta idam ettirmişlerdir. Başka türlü de uzak mesafelere devlet otoritesini hissettirmenin yolu yoktu. Aksi takdirde taşrada otorite eşkıyanın ve devlet gücünü kullananların eline geçerdi. Eski dönemlerde şiddetli cezalarla bunun önüne geçilmeye çalışılmıştır. Osmanlı padişahının gücü o kadar etkiliydi ki, bir ferman geldiğinde herkes ona itaat eder ve aksini aklından bile geçirmezdi. Yoksa cezanın ağır olacağını herkes peşinen bilirdi.

13 Mayıs 2014 Salı

Anadolu Efsaneleri, Halikarnas Balıkçısı

ÖNSÖZ

Dünyada, düzenli bir anlatışa hiç gelmeyen bir yer varsa o da Anadolu’dur. 

«Yüzyıllar boyunca Anadolu» diye Anadolu’da diyar diyar gezeyim, her yerin eski efsanelerinden tutup da günümüze kadar gelmiş tarihsel olayları yazayım dedim. Ne var ki; Anadolu’nun çeşitli ekonomik, toplumsal ve filozofik kargaşalığının içinden çıkabilene aşkolsun! Örneğin bir yerden bir yere giderken insan attığı bir tek adımda felsefenin en baş durdurucu bir doruğuna fırlar; atılan ikinci bir adımda ise estetiğin derin bir uçurumuna tepe takla dalar. Örneğin Çanakkale’ye doğru yürüyorsunuz değil m i? Helle adındaki kızın orada denize düşüp boğulduğu için boğazın Hellespontos adını aldığından, Helle’nin annesi Nephele'den, Altın Post'u arayanların Argo kayığından, kayığın nasıl geçtiğini görmek için beline kadar denizden çıkan, deniz tanrıçası Thetis’in beyaz memelerini gören Argo kürekçilerinden, bunların arasında Peleus adlısının tanrıçaya hemen âşık olduğundan, onların düğün şöleninde «en güzele!» diye atılan elmadan, ilk güzellik kraliçesi seçiminde Aphrodlte’- nin birinci gelişinden, Hititlerin Çanakkale'lilerden lllium diye söz ettiklerinden, göklerdeki yedi Ülker yıldızından, Troya kentinin kuruluşundan ve oradaki savaştan, Artreus hanedanının dedesi İzmirli Pelops’tan, bu adamın adını Peloponez diye Mora yarımadasına verdiğinden, Olympla’da ilk önce PeJops uğruna oynanan olimpik oyunlarından, Aiaks’tan ve onun bir de Akhilleus ile Amazonlar kraliçesi Penthesilea'nın Çanakkale'deki tümülüslerinden, (büyük toprak yığını biçimindeki mezar) başlangıçta Minoen Giritlilerin Boğaz’larda kurdukları deniz üssünden, Fenikelilerin oraya bir süre egemen olduklarından, Boğaz’ın karşılıklı Sestos ve Abydos kentlerinde oturan biri Aphrodite tapınağı rahibesi Hero ile biri de Leandros'un her gece Boğaz’ı yüzerek biribirine kavuştuklarından, Ingiliz ozanı Byron'un da topal bacağı ile Leandros gibi orada yüzdüğünden, o dönemde, yani Sappho zamanında, Sestos kentinin Midilli'ye, Abydos kentinin de M iletos’a (Filozof Thales o zaman Miletos'ta yaşıyordu) ait olduğundan, İran kralı Darius'dan, Kserkses'ten ve onun Boğaz sularını kamçılattığından, erkek üreme organının tanrısı Priapos’a ilk tapınağın orada kurulduğundan, Yunanistan’dan sürülen Themistokles'in uzun süre orada yaşadığından, Büyük İskender'e orada uzun süre ders vermiş olan filozof Epikuros’tan, oradan geçmiş olan Roma’nın büyük kayserinden, oradaki Athena tapınağındaki çok tuhaf göreneklerden, oradan İtalya’ya göçeden Aeneas'tan ve oranın Skamandros ırmağından, Romalıların can düşmanı Pontos kralı Mithridates’den, Büyük Konstantin'in ilk önce orasını Roma İmparatorluğu başkenti yapmaya kalkışmasından, Türklerin Çanakkale’yi nasıl geçtiklerini anlatan Machiavel’den, papaya yazdığı mektupta Hektor'un intikamını almaya çalıştığını yazan Fatih Sultan Mehmet'ten sözedeceksiniz... Ve yalnız bunlardan değil, ama şimdicik hatır ve hayale gelmeyen daha birçok şeylerden de...

Eseri birkaç parçaya ayırmaya ve ilk ciltte Anadolu’nun yalnız eski efsanelerini anlatmaya, karar verdik. Bu efsanelerin nelere delâlet ettiklerini ve ne sonuçlar verdiklerini ise tarihsel çağlar için basılacak olan sonraki ciltlerde bildirmeyi tasarladık. Bu yöntemin bir sakatlığı vardır. Bir yerin mitolojik çağma ait olan bir şeyinin etkisi, çok sonralara, tarihsel çağlara, giderek günümüze kadar sürer. Oysa ilk ciltte anlatılmış olan mitolojik olayı okuyucu üçüncü cilde gelinceye kadar unutmuş olabilir. Örneğin Hazreti Peygamber'den çok önce Anadolu’nun büyük bir tanrıçası Kybele M ekke’ye götürülerek tapınılmak üzere Kabe’ye konmuştu. Namaz kılınırken «kıble» sözü Anadolu tanrıçası Kybele'nin adıdır. Doğallıkla erken çağlarda Çin ve Hindistan’da olduğu gibi Anadolu’da da matriyarkal (yani ana ve kadınların egemen oldukları bir toplum) bir toplum v a rd ı* Patriyarkal (yani baba ve erkeklerin egemen oldukları) bir toplum gelince, bu iki anlayış ve din arasında, karşılıklı fedakârhklar oldu. Matriyarkal toplumun Anadolu büyük tanrıçası Kybele'ye patriyarkal toplumun tanrılar tanrısı Zeus’u (veya Jüpiter’i) Girit’te doğurmak şerefi verildi. (Zaten herkesi kadınlar doğuruyordu ya). Böylece Kybele, tanrının anası oldu. Anadolu’da Efesos'ta tapılan Artemis ise daha henüz Yunanistan’ın Olympos'lu bir tanrıçası haline dönüşmemiş bir Kybele idi. Bundan ötürü Efesos'lular onu tanrı anası olarak tanıyorlardı. İsa'dan Sonra 431 yılında kilisenin büyükleri, Meryem Ana'nın özelliklerini tayin için Efesos’ta toplandıkları zaman Efesos'lular Meryem Ana’nın Artemis gibi tanrının anası sayılmasında direndiler. Baskı o kadar şiddetliydi ki; Hazret-i Meryem'in Tanrı anası değil, Hazret-i İsa anası olduğunu iddia eden Patrik Nestorius hemen afaroz edilerek Hazret-i Meryem'e Tanrı analığı vasfı verildi.

Kitapta Kybele’yle ilgili efsanelerden sözederken onun binlerce yıl sonra tarih çağında Efesos’taki etkisinden sözetmeyeceğiz. Okuyucunun daha önce yazılanı hatırlaması gerekecek, yoksa kitaplar tekrarlarla dolar.

Sonra Anadolu’nun hiç de lirik olmayan, ama sonraki etkilerinden ötürü önemli olan efsaneleri vardır. Bunları efsanelere ait olan bu ciltte kuru kurusuna da olsa sıralayıp yazmak zorundayım. Çünkü bu katı ve kuru kabuklar kırılıp da ayıklanmadıkça, sonraki ciltlerde, içlerindeki daneleri vermenin imkânı olmayacak.

Ege Bölgesinin bir kısım efsaneleri Yunanistan’a, ama çoğu Anadolu’ya aittir. Bu efsanelerin Batılılarca hemen hepsi Yunanistan’a maledilmiştir. Biz bu eserde Kuzeydoğu Anadolu'dan başlayarak batıya doğru geleceğiz, oradan da güneye ve sonra Güneydoğuya doğru giderek her yerin kendisine ait efsanesini anlatacağız.

Efsane, masal veya mitlere eskiden «esatir» denilirdi. Bellerine kadar insan, bellerinden aşağısı keçi olarak tasavvur edilen düşsel yaratıklara «satir» denilirdi. Esatir sözü onlardandır. Bu sözü kullanmayacağız. Bu efsaneler çeşit çeşittir. Bazıları, rasgelinen hayvanları ya da işitilen bir bülbül ötüşü gibi sesi hayal gücüyle abartarak anlatmaya kalkışır. O çağda insanlar karşılaştıkları canlı ya da cansız cisimleri insanlaştırmaya uğraşırlardı. Bunlardan başka tarihsel olaylardan, örneğin savaşlardan ve kahramanlıklardan gelişen masallar vardı. Bunların kuru yanları çıkartılarak renkli yanlarına değer verilirdi. Salt insanların ilgilerini çekmek, onları eğlendirmek için düzenlenen efsaneler ve bir de yukarıdan beri saydığımız çeşitleri biribirine karıştıran mitler vardı.

Pek eski arkaik çağlarda olaylar çoğu kez resimlerle kaydedilirdi. Aradan zaman geçince resimlerin başlangıçta anlattıkları şeyler, temsil ettikleri olaylar unutulur ve onlar o günün merakını giderecek biçimde yorumlanırdı. Bir de gezginci ozanlar vardı. Bunların söyledikleri şiirler yazı ile tespit edilemezdi. Şiirlerin kimi yerlerini unutan ozanlar, oraya başka bir şiirin bir parçasını yamalarlardı. Böylece, mitler değiştirilmiş olurdu. Masalların değişmesinin bir başka nedeni de dinsel inançların değişmesiydi. Örneğin matriyarkal bir toplumda saygı gören İzmirli Tantalos, patriyarkal bir toplumda doğallıkla kâfir sayılır ve hayal gücüyle cehennemde işkenceye mahkûm olur.

Günümüzde bir şeyi, piktografi (yani resimlerle anlatma yöntemi) tamamıyla unutulmuş değildir. Birçok duvar ve gazete ilânlarında ve fuarlardaki pavyonlarda endüstri, tarım, adalet ve özgürlüğün şahıslandırıldığını ve biribirleriyle el sıkışır ya da yanyana oturur durumda gruplandırıldığını görürüz. Ne demek istediğimizi iyice açıklamak için bir örnek verelim:

Bugün bizde de partiler arasında tartışmalar, çarpışmalar vb. oluyor. Sözgelimi, yakalarında altı ok rozetli birçok Halk Partili, Sultanahmet meydanında toplanmış (Herne kadar böyle bir kayd gereksizse de, bu örneğimizde hiçbir partiyi amaç edinmediğimizi yazalım). Partililer arasında Oğuz oğlu Bay Arif, Demokratların kendilerine Demirkırat sıfatını vermiş olduklarına kızarak onlara karşı ateş püskürmüştür. Manisalı Alpoğlu Murat adında bir gazete röportajcısı, bağlı bulunduğu Haber adındaki gazetesine bu olayı bildirmiştir. Şimdi bu havadisin İsa'dan yirmi otuz yüzyıl önce piktografi ile temsil edildiğini düşünelim. Isa'dan bir iki yüzyıl önce yaşamış olan bir Apollodorus ya da bir Higinus bu resimleri şöyle yorumlardı:

Verimli ve sulak Magnesia'nın yeşil ve engin ovasında başkent tutmuş olan çağımızın en başta gelen ditiramboscularından tanrısal lir sahibi Apollon oğlu kahraman Muradius, mavi ve kara gözlü fettan ve fingirdek kızlarıyla, hatta bütün tanrıların başlarını topaç gibi döndürmüş olan köhne Bizans'ın, Aphrodite memelerinden sulandığı söylenen Sultanahmet ovasında kahramanlar arasında olan büyük bir savaşı şöyle anlatır:

«Oğuz veya Zagreus ya da Zeus oğlu Bay Arifikos, kalkanlarında altı ok işaretini taşıyan savaşçılarını Edirnekapı denilen, fakat Tartaros’un, yani Etna yanardağının kapısı olduğu muhakkak bulunan yerden, Sultanahmet ovasına yürüttü, işte oradadır kİ, kır atlarına binmiş olan düşman süvarilerine rasgeldi. Bu büyük savaş üzerine mitler çeşitli anlamlara gelebilir. Doğruluğu kesin olan bir şey varsa o da, Arifikos’un savaşçılarının taşıdıkları yuvarlak kırmızı kalkanlarındaki altı ok, o kahramanın babası Zeus’un yeryüzü devleriyle savaşırken o çağda Beyoğlu diye anılmış olması melhuz olan Etna yanardağında demirci tanrı Hephaistos (Vulkan) tarafından çırakları Klklop'lara dövdürülen altmış altı bin altı yüz altmış altı oktan başlıca devlerin altısını yere seren ünlü altı oklar olsa gerektir. O korkunç mücadelede düşmanın demirden yapılmış kır atları, kahraman Arifikos'un yekbaşına olarak ağzından püskürttüğü alevlerle erimiş ve herhalde Zeus’un buyruğuyla Tartaros'a (cehenneme) akmış olacaktır. Çünkü M agnesia’lı ditiramboscu Apollon oğlu M uradlus’un eserlerinde bu savaşa değgin başka bir bildiriye rasgelmlyoruz.»

Ne var ki, o eski zamanda da şimdiki gibi ciddî bilgi âşıkları olduğu kadar ukalâ dümbelekleri de vardı. Bunlar, Apollodorus ve Higinus'dan daha bilgili olduklarını ispat İçin mutlaka şöyle bir yorum daha koşarlardı:

«Herne kadar Apollodorus gibi cihan allâmesi olanların derin bilgilerinin ezelden hayranı isek de, bu önemli sorunları İncelemekte her nedense yapılmış olan küçük bir ihmalin, araştırıcı gözlerden kaçmasına imkân olamazdı. Bilginlerin en cahilleri bile gereği gibi bilirler ki, Zeus ve Apoilon söz konusu olunca yalnız çiçekli ve hoş kokulu Sipilos (Manisa dağı] M agnesia'sı (asıl bildiğimiz Manisa kenti) değil, fakat çapraşık akışlı Maiandros (Menderes nehri) M agnesia'sı da göz önünde tutulmalıdır. Asıl sorun Muradius'un Sipilos M agnesia’- sından mı, yoksa Maendros Magnesia'sından mı olduğu noktasındadır. Muradius’un dolaşık sözlerine bakılırsa, kendisinin çapraşık akan Maiandros nehri tanrısının öz ve öz evladı olduğu anlaşılır. Altı oku taşıyan kalkanlara gelince, bunlar ok olmayıp özgürlük, adalet ve eşitlik gibi adlar taşıyan altı fettan kızkardeştir. Bunların aşkları insanların yüreklerine ok gibi saplanıp insanları şişkebabı gibi yaktıktan sonra, bu sokuculuk ve yakıcılıklarını göstermek için kendileri Zeus tarafından altı yıldıza gönderilerek Akrep burcuna kuyruk diye takılmıştır.»

Bu efsaneler, bu dağlara taşlara sinmekle kalmamış, bütün insanoğullarının gönüllerine de sinmiş ve onların hemen hemen kültürel bir yurdu olmuştur. Oysa bizim fiilen yurdumuz olan bu yerlerin bizden başka insanoğullarına esinlediklerini biz yadırgıyoruz. Bu yadırgayış bize bir şovenlik ve bir hoyratlık veriyor; onu bugünkü yaşamımızın hemen hemen her dalında görmekteyiz

Haritalarda Anadolu hiçbir zaman tarihte oynadığı başrolü belirtecek biçimde gösterilmez. Anadolu sadece Asya’nın batıya doğru uzanan bir köşeciğidir. Klasik çağlar tarihinde Anadolu sırasıyla İran, Makedonya ve Roma imparatorluklarının bir eyaleti olarak gösterilir. Oysa Anadolu Asya, Avrupa ve Afrika’nın, yani üç büyük kara parçasının birleştikleri yerde, bu kıtaların birinden ötekine geçenlere köprülük etmiş bir yerdir. Göçeden insan yığınları ve istilâ için yürüyen fetih orduları, hep Anadolu'nun üzerinden geçtiler. Buldukları halkı öldürmediler ama, hep onlara karıştılar. Son olarak biz Türkler geldik ve onlara karıştık. Öyle ki, biz Amerikalılardan bile daha melez olduk, bundan ötürü vakit vakit Anadolu’ya gelmiş ve bu yurda kısa ya da uzun bir süre sahibolmuş ne kadar insan varsa damarlarımızda hepsinin de kanı vardır. Herne kadar kültür sorunu bir kan sorunu değilse de, yabancımız sayarak yadırgadığımız şeylerin biz hem fiilen, hem de hukuken mirasçısıyız. 

Tanzimat devrinde artık Doğu’nun geri etkisinden kurtularak Batı'ya dönmeye uğraşıldı. Cübbeler ve kavuklar kaldırıldı, istanbulinler ve fesler giyildi. Öyle ki. Alexandre Dumas, o zamanki atalarımızı ağızları kırmızı balmumuyla kapanmış kapkara şarap şişelerine benzetti. Daha sonra Servetifünun edebiyatında Tevfik Fikret’in söylediğine göre, irfanımız tâbiiyet değiştirerek, artık Batı'ya bağlı olacaktı. Batı irfanı denilince yabancı bir irfan sanıldı, oysa Batı kültürünün beşiği Anadolu’dur. Batı çocuklarına okutulanların çoğu Anadolu’nun eski efsaneleridir. Biz burada o kültürü yaratmış olan insanların çocuklarıyız. Oysa günümüzden elli altmış yıl önce — yani Batı uygarlığına bağlanıyoruz dediğimiz sıralarda— Milo Aphrodite’i, Semendirek zaferi, Efesos Artemisium'u, Bergama'nın Zeus altarı ve Halikarnas Mausoleum'u gibi o kültürün eserleri kazılıp kazılıp Memalik-i Osmaniye'den götürüldü. Buna karşı biz batıklaştık diye başımıza fes ve sırtımıza istanbulin geçiriyorduk. Batının çiçeklerini alıp artık kurumuş olan eski ağacımızın dallarına pamuk ipliğiyle bağlamaya ne hacet vardı? O çiçekleri açan gövde ve kökler bizim topraklarımızdaydı. 

Bu Anadolu Efsaneleri’ni yazarken Anadolu’yu gezmiş olan insanların, yani seyyahların, arasında hangisinin izini kovalayayım diye düşününce, aklıma ilk gelen yurttaşım — Anadolulu— Halikarnassos’lu (Bodrum’lu) Herodotos oldu. Bu önsözün birkaç sözünü de ona ayırmayı bir ödev biliyorum. Değil yalnız Anadolu’nun, ama bütün dünyanın ilk ve en büyük turisti oydu. Onu salt tarih babası diye bilenler bu iddiamı bir skandal sayarlar. Ama onun seyahatnamesine koyduğu «historia» yani «araştırma» ya da «inceleme» adının, «tarih» anlamına alınmasında tarih babasının hiç suçu yoktur. O durmamaçasına geziyordu. Bugün Anadolu'nun enine boyuna işleyen otobüsler, trenler, vapurlar ve uçaklar olduğu halde yine Anadolu’da seyahat güçtür. Seyahat eden de azdır. Bir de Herodotos zamanında, yani günümüzden iki bin dört yüz yıl önceki taşıt araçlarının kıtlığı ve başkaca seyahat araçlarının güçlüğü düşünülsün. O çağda Anadolu’da Herodotos gibi çıldırasıya sevinerek seyahat edebilmek için insanda aşk derecesine varmış bir öğrenme ve görme özleyişi gerekti. Elverir ki, bir yeni yer görebilsin ve orada yeni şeyler öğrenebilsin, Herodotos'un karşılaşmasına razı olmadığı sıkıntılar, tehlikeler zorluklar yoktu. O zaman Anadolu'da krallıklar o kadar küçük ve sık idi ki, onlar günümüzde olsalar, insan bir krallıkta uyumak üzere uzanınca, ayaklarına pasaport alması gerekecekti! Herodotos Karadeniz kıyılarıyla birlikte bütün Anadolu'yu, bütün Doğu Akdeniz adalarını, Yunanistan'ı, Mısır’ı, Arabistan'ı, Sicilya’yı gezmiş, kısacası o zamanın bilinen dünyasının en uzak sınırlarına dek varmıştı.

Gezileri sırasında Herodotos krallarla, imparatorlarla, kâhin ve papazlarla, köylülerle, yük taşıyan Anadolulu kadınlarla, dağ patikalarında eşeklerini süren sürücülerle, çam ormanlarının gölgesinde ağaç biçen tahtacılarla konuşmuştu. İhtiyarlayınca her âşık gibi parası tükenerek, pek fukara kalmıştı, işte o zaman kalemi eline alıp görünüm dünyasına değgin belleğinde topladığı bin bir hoş olayı, kardeşleri insanoğullarına müjdelemeyi tasarlamıştı. Hindistan’da koyun yününden çok daha beyaz ve yumuşak bir yün yapan ağaçlardan (pamuk fidanı), illiryalı kızların nasıl evlendirildiklerinden (güzel kızlar çarşı meydanında arttırma usulüyle satıldıktan sonra, onlardan biriken parayla çirkinler eksiltme suretiyle elden çıkartılıyordu. Yani bir çirkin kız onu en az para ile kabul edene veriliyordu), göl kıyısı insanlarının, çocuklarının göle düşmemesi için ne gibi çarelere başvurduklarından, M ısır'da sivrisineklere karşı nasıl cibinlik yapıldığından. Iran krallarının seyahat ederken yalnız kaynamış su İçtiklerinden, Andromakid hanedanının nasıl pire tuttuğundan, Lydia kralı Kandaules’in karısını çırıl çıplak gösterdiğinden ötürü taç ve tahtından olduğundan, Lidya'da en çok kocalı kadınların nasıl en çok itibar gördüklerinden, iskitlerin nasıl kısrakları sağdıklarından sözetti. Kitabı eski çağda pek ilgi çekici bir röportaj oldu.

Herodotos dünyayı da, hayatı da hayran kalınacak kadar güzel bulmuştu. Onun kadar hayret etmiş, hayran kalmış insan azdır. O tıpkı Yunus Emre gibi, «Hak bir gönül vermiş bana, ha! demeden hayran olur», diyebilirdi. Yazılarında şu sözler sık sık tekrarlanır durur: «Bana hayran kalınacak bir söz söylendi» «O memlekette hayran kalınacak binlerce şey var» «Hayranlıktan dilim tutuldu » «Çok hayret edilecek bir şeydir ki»... Herodotos’u, zamanının bir Atina'lısı sananlar aldanırlar. Atina’lılardan başka dünyanın bütün insanlarını barbar sayan ve hor gören kibirden onda eser yoktu. (Bu hor görme o zamanın Atina'iılarında da yoktu. Bu özelliği eski Yunanistan’a Doğu’nun sömürgeci zihniyeti yakıştırmıştır) Herhangi bir yabancıda zerrece değer görse hemen ona hayran kalırdı. Hattâ İranlıları pek doğal olarak düşman sayması gerekirken, İranlIların bile hayranıydı ve İranlIlarda Greklere üstün bazı özellikler görüyordu. Onları dürüst, cesur ve mert buluyordu.

Herodotos, her işittiğine inanan, eleştirme, karşılaştırma ve inceleme güçlerinden yoksun bir safdil sayılır. O ysa hiç de öyle değildi. Örneğin Homeros'un deyişine göre dünyanın o zamanlar bilinen yerlerinin bir okyanusla çevrili olduğu sanılırdı. Herodotos, «Ben bu iddiaya gülümserim!» der. Bunu söylemekle Homeros ve Hesiodos gibi kutsal sayılan otoritelere meydan okuyor demekti. Yunanistan’ın en büyük tapınaklarından Delphof tapınağının kadın kâhinlerinin rüşvet alarak istenilen biçimde kehanette bulunduklarını yazıyordu. O gün bunu iddia etmek, günümüzde hükümetin manevî şahsiyetine uluorta hakaret etmekten çok daha ağır bir cinayet sayılırdı. Herodotos bu iddiasıyla kutsallığın ta özüne tecavüz ediyordu.

Örneğin Troya savaşının Helene adlı güzel bir kızın kaçırılmasından ötürü başladığına, «İnanılır şey değili» diyordu ve «tek bir kız için güya Troya’da savaşılırken Sidon esir pazarında az buçuk bir parayla her gün yüzlerce güzel kızoğlan kızın satılmakta olduğunu» yazıyordu. Kserkses’in Çanakkale boğazının üzerine kurduğu köprüyü mahveden fırtına üstüne dolaşan söylentilere göre, fırtınanın üç gün üç gece sürdüğünü, ama kâhinlerin deniz perileri Nereid’lere kestirdikleri kurbanlarsayesinde rüzgârların durduğunu yazıyordu, ama «Bana kalırsa rüzgâr kendiliğinden durdu» diye ekliyordu. Hattâ Yunanistan'ın tanrıları için, onların nereden geldikleri ve neye benzedikleri Homeros’un ve Hesiodos'un çağlarına kadar meçhul iken, dört yüz yıl önce bu iki kişinin Greklere tanrılarını yaratıp verdiklerini ve onlara adlarını taktıklarını söyler.

Herodotos’un yukarıdan beri sıraladığımız düşünceleri kendisinin ne keskin bir yargı gücüne sahip olduğunu, ama buna karşın pek hoşgörülü ve insansever bir adam olduğunu gösterir. Bu böyle olduğu halde Herodotos insanları hiç idealize etmedi. Hattâ Plutarkhos, Herodotos’un kahramanlarının gerçek kahramanlar gibi değil, fakat alelâde insan imişler gibi hareket ettiklerinden yakınır. Herodotos’un kahramanlara pek inanı yoktu. Kahramanları pek kahraman değillerse de, alçak tipleri de büsbütün alçak değildi. Kendisi, «Benim görevim söylentilerin hepsini yazmaktır. Ama yazdıklarımın hepsine inanmak zorunda değilim» diye yazıyordu. Herodotos'un yazılarında ne Ksenophanes'in yazdıklarındaki açıklık ve kesinlik ve ne de Tukhydudes’in yazılarında rastlanan felsefî incelemeler vardır. Ama onda bunlardan çok daha öte şeyler vardır.

Mademki Herodotos’tan söz ediyoruz, onun yazış biçimine de değinelim. Herodotos, bir insanı andı mıydı mutlaka onun bağlı olduğu kabileden, kabilenin dinsel törelerinden sözeder. Bu konu bitince, onu anlatmazdan önce sözü Sardis'te mi ya da Troya'da mı nerede bıraktıysa oraya döner. Ondan sonra İran şahı Siru s’un yaptığı savaşlara geçer, o savaşın bir veya iki ay süren dönemlerini anlatırken birdenbire yolda rastladığı bir sürücünün eşeğinden ya da orada kulağına çalınan bir efsaneden sözetmeye koyulur. Öyle ki, eşekten yine Sirus’a dönünce insan bir eski ahbapla yine karşılaşmış gibi olur, sevinir. Herodotos yazmış olduğu gibi yazmakla, günümüzün serbest yazı tekniğini iki bin dört yüz yıl önce icadetmiş sayılır. Şunu da unutmamalı ki Herodotos’un kitabı dünyada yazılan ilk düzyazı eseridir. Demek ki, dünyanın ilk büyük epik şiiri — yani İİyada— Anadolu'da gün yüzü gördüğü gibi, dünyanın ilk düzyazısı da Anadolu'da çıktı. Bundan başka, Herodotos’un yurttaşı Halikarnaslı ozan Dionysos’un söylediği gibi, bir düzyazı cümlesine ilk olarak bir şiir dizesinin bütün gücünü veren ilk adam da yine Herodotos’tur. 

Şubat 1954Halikarnas Balıkçısı

J. Lynn's TEMPTING THE BODYGUARD Release Day Launch

Merhabalar,

Jennifer L. Armentrout'un J. Lynn adıyla yazdığı yetişkin serisi Gamble Brothers'ın çıkan son kitabı Tempting the Bodyguard'ın çıkış günü partisi için buradayız bugün. Aşağıda kitabın kapağını bulacaksınız. Serinin ilk iki kitabını okumuş ve yorumlamıştım. Tempting the Best Man ve Tempting the Player'ın yorumlarını ulaşmak için üzerlerine tıklamanız yeterli. 

We are extremely excited to celebrate the release of J. Lynn's TEMPTING THE BODYGUARD!!! TEMPTING THE BODYGUARD is an Adult category romance novel being published by Entangled Publishing’s Brazen imprint and is a part of Jennifer’s Gamble Brothers Series!

   

TEMPTING THE BODYGUARD Synopsis: A sexy category romance from Entangled’s Brazen imprint… He can protect her from everyone except himself. Alana Gore is in danger. A take-no-prisoners publicist, her way with people has made her more than a few enemies over the years, but a creepy stalker is an entirely different matter. She needs a bodyguard, and the only man she can ask is not only ridiculously hot, but reputed to have taste for women that goes beyond adventurous. Chandler Gamble has one rule: don't protect anyone you want to screw. But with Alana, he's caught between his job and his increasingly hard libido. On one hand, Alana needs his help. On the other, Chandler wants nothing more than to take the hot volcano of a woman in hand. To make her writhe in pleasure, until she's at his complete mercy. She needs protection. He needs satisfaction. And the moment the line is crossed, all hell will break loose... 

Amazon  Barnes and Noble

 

 

Jennifer L. Armentrout/J. Lynn Bio: # 1 NEW YORK TIMES and USA TODAY Bestselling author Jennifer lives in Martinsburg, West Virginia. All the rumors you’ve heard about her state aren’t true. When she’s not hard at work writing. she spends her time reading, working out, watching really bad zombie movies, pretending to write, and hanging out with her husband and her Jack Russell Loki. Her dreams of becoming an author started in algebra class, where she spent most of her time writing short stories….which explains her dismal grades in math. Jennifer writes young adult paranormal, science fiction, fantasy, and contemporary romance. She is published with Spencer Hill Press, Entangled Teen and Brazen, Disney/Hyperion and Harlequin Teen. Her book Obsidian has been optioned for a major motion picture and her Covenant Series has been optioned for TV. She also writes adult and New Adult romance under the name J. Lynn. She is published by Entangled Brazen and HarperCollins.   

Website ** Twitter ** Facebook ** Jennifer L. ArmentroutGoodreadsNovel Goodreads ** J.LynnGoodreads

12 Mayıs 2014 Pazartesi

Görünmez Kentler, I.Calvino

Görünmez Kentler Üzerine

Italo Calvino

Görünmez Kentler bildik kentler değil; kurmaca kentlerdir. Hepsine birer kadın adı verdim; kitap kısa kısa bölümlerden oluşuyor. Bu bölümlerden her biri, her kent için ya da genel anlamda kent kavramı için geçerli olan bir ipucu sunmalı.

Tıpkı kâğıt parçalarına yazdığım şiirlerim gibi, bu kitap da geniş bir zaman dilimi içinde, birbirinden farklı esinlenmelerimden yararlanarak, parça parça oluştu. Ben yazarken bir sıra izliyorum: Kafamda dönüp duran fikirlerden yola çıkarak yazdıklarımı ya da yalnızca yazmayı istediğim şeylerin notlarınıiçine koyduğum birçok dosyam var. Eşya için bir dosyam var, hayvanlar için bir dosyam var; kişiler için, tarihi kahramanlar için, mitoloji kahramanları için, dört mevsim için, beş duyu için birer dosyam var. Bir dosyada yaşamımın kentleri ve kır manzaralarıyla ilgili sayfaları topluyorum, bir diğerinde zamandan ve mekândan bağımsız hayali kentleri. Bu dosyalardan biri kâğıtlarla tıka basa dolduğu zaman, ondan nasıl bir kitap çıkarabilirim diye düşünmeye başlıyorum.

Böylece son yıllarda, farklı evrelerden geçerek, bu kentler kitabının peşinden gitmeye başladım; arada sırada, her seferinde minik bir parça yazarak. Kimi zaman yalnızca üzgün kentleri, kimi zaman yalnızca mutlu kentleri düşünmek geliyordu içimden; bir dönem kentleri yıldızlı gökyüzüne benzettim, başka bir dönemse kentin dışında günden güne yayılan çöplükten konuştum. Sanki kişiliğimden ve düşüncelerimden kaynaklanan bir günlük olmuştu bu; her şey kent imgelerine dönüşüyordu: Okuduğum kitaplar, gezip gördüğüm sergiler, arkadaşlarımla yaptığım tartışmalar.

Ama bütün bu sayfalar hâlâ bir kitabı oluşturmaya yetmiyordu; bir kitap (bana göre) başı ve sonu olan bir şey (dar anlamda bir roman olmasa da). Kitap bir alan; okur içine girmeli, dolanmalı, belki kendini kaybetmeli, ama belli bir noktada bir çıkış hatta birçok çıkış bulmalı. Kitap, dışarı çıkabilmek için bir yola koyulma olanağı. Aranızdan biri bu tanımın şiir kitapları, deneme kitapları ya da büyük olasılıkla öykü kitapları gibi okunan, bunun gibi bir kitap için değil de, olay örgülü bir roman için geçerli olduğunu söyleyebilir. Asıl söylemek istediğim; bunun gibi bir kitap da, kitap olabilmek için, bir kurguya sahip olmalı, yani bir olay örgüsü, bir gezi tasviri ve bir sonucu olmalı.

Hiç şiir kitabım olmadı, ama birçok öykü kitabı yazdım ve metinleri belirli bir sıraya koymakta hep zorlandım: Bu iş sıkıntılı bir sürece dönüşebiliyor. Bu sefer daha en baştan her sayfaya bir dizge ismi vermeyi kafaya koymuştum: Kentler ve anı, Kentler ve arzu, Kentler ve göstergeler, dördüncü bir alt başlığa Kentler ve biçim demiştim; ama bu başlık sonra bana fazla belirsiz göründü ve o da öteki ulamlara dağıldı. Kentleri yazmayı sürdürürken, bir süre, alt başlıkları çoğaltmak veya azaltmak (ki bence ilk iki dizge tartışmasız gerekliydi) ya da hepsini ortadan kaldırmak konusunda kararsız kaldım. Birçok metni nasıl sınıflandıracağımı bilemediğim için yeni tanımlar aramaya koyuldum. Biraz soyut, hafif olan kentlerden bir grup oluşturabilirdim; daha sonra bu İnce kentler başlığı altında toplandı. Bazılarını ikili kentler adı altında toplayabilirdim, ama sonra onları öteki guruplar arasında dağıttım. Öteki dizgeleri öngörememiştim: Son anda, başka türlü sınıflandırdığım metinleri, özellikle"anı" ve "arzu", yeniden dağıttığım zaman, ortaya çıktılar.

Örneğin, (kendini görsel özellikleriyle belli eden) Kentler ve gözler ve kendini değiş-tokuş ile belli eden Kentler ve takas: Anı değiş- tokuşu, arzu değiş-tokuşu, geçmiş değiş-tokuşu, kader değiş- tokuşu. Oysa, Sürekli ve gizli kentler, kitaba vermeyi düşündüğüm biçim ve anlamı kavramaya başladığım zaman, özellikle, yani kesin bir amaçla, yazdığım iki dizge. Üzerinde uğraştığım en iyi yapıyı, biriktirmiş olduğum malzemenin temelinde kurdum; çünkü bu dizgelerin sırayla birbirlerini izlemelerini, kendi içlerinde kesişmelerini ve bu arada da kitabın işleyişinin, 0 metinleri yazdığım kronolojik düzenden kopmamasını istiyordum. Sonunda her biri beş metinden oluşan on bir dizgede karar kıldım; belirli bir ortak iklime sahip olan farklı dizgelere ait metinlerden oluşan bölümler... Her ne kadar bunu açıklamaya çalışan çok olduysa da; dizgeleri birbirine bağlayan yöntem mümkün olanın en basitidir.

Daha önceden söylemem gereken şeyi henüz söylemedim: Görünmez Kentler, Marco Polo'nun Tatar İmparatoru Kubilay Han'a sunduğu bir dizi gezi notu. (Tarihi gerçek şöyle der; Kubilay, Moğol İmparatoru Cengiz Han'ın soyundan gelir, ama Marco Polo kitabında ondan "büyük Tatar Hanı" diye söz eder ve bu da yazılı gelenekte böyle kalmıştır.) Benden, 13. yüzyılda Çin'e kadar ulaşan ve orada Büyük Han'ın elçisi olarak Uzak Doğu'yu köşe bucak dolaşan şanslı Venedikli tacirin gezi notlarını izlemem istenmedi. Doğu, artık uzmanlara bırakılmış bir konu ve ben bu konuda uzman değilim. Ama yüzyıllar boyunca, fantastik ve egzotik bir sahne düzeni olarak Milione'yi esin almış yazar ve şairler var: Coleridge ünlü bir şiirinde, Kafka imparatorun Haberi'nde, Buzzati Tatar Çölü'nde. Oysa yalnızca Binbir Gece Masalları bu tip bir yazgıyla övünebilir: Öteki edebi eserlerin içlerinde yer bulduğu hayali kıtalara -"başka yerlerin" kıtaları, ki bugün "başka yer" diye bir yer yok denebilir, sanki bütün dünya tek bir şekle bürünüyor- dönüşen kitaplar.

Ütopik gezgin, dünya yıkıma uğradığı için uçsuz bucaksız gücünün değerini kaybetmekte olduğunu anlayan bu melankolik imparatora imkânsız kentleri anlatıyor, örneğin; yayıldıkça yayılan ve sürekli genişleyerek aynı merkezli birçok kente dönüşen mikroskopik bir kent, sonra boşluğa asılı örümcek ağı kent ya da Mariana gibi iki boyutlu bir kent.

Kitabın her bölümü Marco Polo ve Kubilay Han'ın düşünüp yorum yaptıkları italik harflerle dizilmiş bir kısımla sürüp gidiyor. İlkönce, Marco Polo ve Kubilay Han'ın ilk metinlerini yazmıştım, ama daha sonra, kentleri yazmayı sürdürürken, başkalarını da yazmak geldi aklıma. Doğrusunu söylemek gerekirse, ilk metin üzerinde çok çalıştım ve elimde çok malzeme oluştu; bir noktadan sonra elimde kalanlarla çeşitlemeler yarattım (elçilerin dili, Marco'nun jestleri) ve böylece farklı söylevler oluştu. Kentleri yazmayı sürdürdükçe yazdıklarım hakkında, Marco Polo ve Kubilay Han'ın görüşleri olabilecek düşünceler doğuyordu ve bu düşüncelerin her biri dikkati kendi üzerinde topluyordu; ve ben de her söylevi kendi haline bırakmak istiyordum. Böylece elimde başka bir grup malzeme daha oluştu. Bunu da, geri kalanıyla paralel sürdürmeye çalıştım ve ona birkaç montaj yaptım; öyle ki, bazı diyaloglar birden kesiliyor ve sonra tekrar devam ediyor, kısacası kitap oluşurken kendini tartışıyor ve sorguluyor.

Bunun, kitabın yaşama geçirdiği düşüncenin, yalnızca çağını aşan bir düşünce olmadığına inanıyorum; ama size sunulan, kimi zaman belirli, kimi zaman belirsiz, gelişen modern kent üzerine bir tartışma. Kentli birkaç arkadaşımdan, kitabın onların sorunlarının farklı noktalarına işaret ettiğini öğreniyorum ve kökenlerimizin aynı olması da rastlantı değil. Kitabımda, big numbers'larm metropolleri yalnızca sonlarda ortaya çıkmıyor; arkaik bir kentin yaşama geçirilmesi, yalnızca göz önündeki bugünün kentleriyle yazıldığı ve düşünüldüğünde anlam kazanır.

Bugün kent kavramı bizim için ne anlama geliyor? Onları kent olarak yaşamanın gittikçe zorlaştığı şu günlerde, kentlere, son bir aşk şiiri gibi bir şey yazdığımı düşünüyorum. Belki de kent yaşamının kriz noktasına yaklaşmaktayız ve Görünmez Kentler, yaşanmaz hale gelen kentlerin kalbinden doğan bir rüya. Metropollerin tamamını bloke ederek zincirleme zararlar doğurabilecek büyük teknolojik sistemlerin çekiciliğinden konuşulduğu kadar, doğal ortamın yıkımından da aynı süreklilikte konuşuluyor. Çok büyük kentlerin yaşadığı kriz doğanın yaşadığı krizin diğer yüzüdür. "Megapol"lerin imgesi, dünyayı kaplayan tek, sürekli kent benim kitabıma da hükmediyor. Dünyanın sonunu ve felaketleri önceden bildiren kitaplardan yeterince var; onlardan bir tane daha yazmak gereksiz olurdu, her şeyin ötesinde benim doğama aykırı bu. Benim Marco Polo' mun kalbinde yatan, insanları kentlerde yaşatan gizli nedenleri, krizlerin ötesinde değerleri olan nedenleri keşfetmek. Kentler birçok şeyin bir araya gelmesidir: Anıların, arzuların, bir dilin işaretlerinin. Kentler takas yerleridir, tıpkı bütün ekonomi tarihi kitaplarında anlatıldığı gibi, ama bu değiş-tokuşlar yalnızca ticari takaslar değil; kelime, arzu ve anı değiş-tokuşlarıdır. Kitabım, mutsuz kentlerin içine gizlenmiş, sürekli biçim alıp, yitip giden mutlu kentler imgesi üstüne açılıp kapanıyor.

Neredeyse bütün eleştirmenler kitabın son cümlesine takıldılar: "Cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek." Son satırlar olduğu için, herkes onu bir sonuç, masaldan edinilen bir ders olarak gördü. Ama bu kitap çok yüzeyli ve sonuçları da her yerde, bütün köşelerine uzun uzun yazılmış ve hiçbiri bu sonuncusundan daha az epigramatik ya da epigrafik değil. Eğer bu cümle en sondaysa elbette bu bir tesadüf değil. Şunu söyleyerek başlayalım; şu son bölümcük iki finale sahip, ki bu her ikisine de gereksinim var: Ütopik kent üzerine olan (her ne kadar onu ayırt edemesek de onu aramaktan vazgeçemeyiz) ve cehennem kent üzerine olan. Bir şey daha var: Büyük Han'ın atlaslarından söz eden bu son "italik" kısım, geri kalanı eleştirmenler tarafından pek önemsenmemiş, ilk metinden son metne kadar bütün kitaba olası değişik "finaller" önermekten başka bir şey yapmıyor. Ama simetrik bir kitabın anlamını ortalarda arayan başka bir yol daha var: Tıpkı hafızanın ilk örneklerine geri dönüşü gibi, Marco Polo'nun Venedik anılarında kitabın derin köklerini bulan psikoanalitik eleştirmenler var; oysa yapısal göstergebilimciler onu kitabın tam orta noktasında aramak gerektiğini söylediler:Ve bir eksiklik imgesini, Bauci adlı kenti buldular. Burada yazarın yargısının oldukça fazla olduğu açık: Kitap, açıkladığım gibi, biraz kendiliğinden oluştu ve yalnızca olduğu gibi metin, bu ya da şu okumayı onaylar ya da dışarıda bırakabilir. Diğerlerinin arasına karışmış okur olarak şöyle diyebilirim; beşinci bölümde, tuhaf bir şekilde kent temasına bağlı bir hafiflik teması kitabın tam kalbinde gelişiyor, hayali açıklık olarak çok iyi bulduğum bazı metinler var ve belki bu tel tel biçimler ("İnce kentler" ya da ötekiler) kitabın en parlak bölümü. Söyleyecek başka sözüm yok.

İtalyancadan çeviren: Tanay Burcu Ural

Bu metin, 29 mart 1983'te, Calvino'nun, New York Columbia Üniversitesi Writing Division yüksek lisans öğrencilerine verdiği ingilizce konferanstan alınmıştır. Metin daha sonra 1983 yılında Amerikan edebiyat dergisi Columbia tarafından "Italo Calvino on Invisible Cities" adı altında yayımlanmıştır (sayı 8,1983, s. 37-42).

Görünmez Kentler ve KesinlikItalo Calvino

Geometrik rasyonellik ile insan yaşamlarının iç içe geçmiş yumağı arasındaki gerilimi dile getirmek açısından bana daha geniş olanaklar sunan, daha karmaşık bir simge, kent simgesidir, içinde en çok şeyi söylemiş olduğuma inandığım kitabım Görünmez Kentler'dir, çünkü Görünmez Kentler'de bütün düşüncelerimi, deneyimlerimi ve varsayımlarımı bir tek simge üzerinde yoğunlaştırabildim; bu kitapta gerçekleştirdiğim bir başka şey de, bir öncüllük-ardıllık ya da hiyerarşiyi değil, içinde çok sayıda yolun izlenebileceği, çeşitli yönlere budaklanmış, çok değişik sonuçların çıkarılabileceği bir ağı imleyen bir dizilim içinde, her kısa metnin ötekilerin yanı sıra durduğu çok yönlü bir yapıyı kurmuş olmamdır. 

Görünmez Kentler'de her kavram ve her değerin iki yönlü olduğu çıkar ortaya: kesinliğin de. Belli bir noktada Kubilay Han kişiliğinde her şeyi aklın ölçülerine vurma eğilimini canlandırır ve imparatorluğu hakkındaki bilgiyi bir satranç tahtasındaki satranç taşlarının değişik dizilimlerine indirger. Marco Polo'nun kendisine en ince ayrıntısına kadar anlattığı kentleri Kubilay Han kalelerin, fillerin, atların, şahların, vezirlerin, piyonların satranç tahtasındaki siyah ve beyaz kareler üzerindeki şu ya da bu dizilimiyle temsil eder. Bu işlem Kubilay Han'ı şu sonuca götürür: Fetihlerinin nesnesi, her parçanın üzerinde durduğu, hiçliğin simgesi şu satranç tahtasından başka bir şey değildir. Ama tam o anda beklenmedik bir şey olur: Marco Polo, Kubilay Han'ı kendisine hiçlik gibi görünen şeyi daha yakından gözlemlemeye davet eder:

 Yüce Han oyunla özdeşleşmeye çalışıyordu: ama şimdi de oyunun amacına akıl erdiremiyordu. Her partinin sonu bir kazanç ya da kayıptır: ama neyin? Üzerine oynanan şey neydi? Şah mat noktasında, kazananın eliyle düşürülüp kenara itilen şahın ayakları dibinde bir hiç kalır: siyah ya da beyaz bir kare. Özlerine varabilmek için fetihlerini soyutlaya soyutlaya son işlemle yüz yüze gelmişti Kubilay: imparatorluğunbinbir hazinesi son ve kesin fethin yalancı kılıflarıydı yalnızca; düzgün, cilalı bir tahta parçasıydı fethedilen. Ve Marco Polo konuştu: "Senin satranç tahtanda iki ağaç kullanılmış efendimiz: abanoz ve akağaç. Aydın bakışının ısrarla üzerinde durduğu bu parça bir ağaç gövdesinin kurak bir yılda büyüyen halkasından kesilmiş: lifler nasıl dağılıyor görüyor musun? İşte şurada belli belirsiz bir düğüm fark ediliyor: erken bir ilkbahar günü bir tomurcuk fışkırmaya çalışmış besbelli, ama gecenin çiyi geri çekilmeye zorlamış onu." Yüce Han o ana dek yabancının Tatar dilinde kendisini bu kadar akıcı, bu kadar rahat ifade edebildiğim fark etmemişti, ama onu asıl şaşırtan bu değildi. "İşte daha iri bir delik: belki de bir kurtçuğun yuvasıydı bu; tahtakurdunun olamaz, çünkü doğduğu andan başlayarak durmadan oyardı ağacı o, yapraklarını kemirerek ağacın kesime ayrılmasına neden olan bir tırtılın yuvası olmalı... Daha çıkıntılı komşu kareye tam bitişsin diye bu kenarı hafifçe yontmuş marangoz keskisiyle..." Boş ve düzgün bir tahta parçasında okunabilecek şeylerin kalabalığında boğuluyordu Kubilay; Polo konuşmayı, abanoz ormanlarına, nehirleri bir uçtan bir uca geçen kütük yüklü sallara, rıhtımlara, penceredeki kadınlara vardırmıştı bile...

Yukarıdaki sayfayı yazdığım andan başlayarak, kesinlikle ilgili arayışımın iki yöne doğru dallandığı açıklık kazandı gözümde. Bir yanda olası olayların işlemler yapmaya, teoremler kanıtlamaya uygun soyut şemalara indirgenmesi; öte yanda şeylere özgü duyumsal yönü olabildiğince kesin bir dille aktarmak için gösterilen sözel çaba.

Gerçekte, benim yazım hep iki farklı bilme biçimine karşılık gelen iki değişik yolun karşısında bulmuştur kendisini: Bir yol içinde birleşen doğruların, yansımaların, soyut biçimlerin, güç vektörlerinin izini sürebileceğimiz bedenden arındırılmış bir rasyonelliğin zihinsel uzamında hareket eder; öteki yol ise nesnelerle dopdolu bir uzamda hareket eder ve yazılmış olanın yazılmamış olana, söylenebilecek ve söylenemeyecek şeylerin toplamına uydurulması yönünde kılı kırk yaran bir çabanın sonucunda sayfayı sözcüklerle doldurarak o uzamın sözel karşılığını bulmaya çalışır. İkisi de, hiçbir zaman tam olarak gerçekleştiremeyecekleri kesinliğe yönelik iki farklı itki: İlk yolun kesinliği mutlak olarak gerçekleştirememesinin nedeni, "doğal" dillerin yapay dillere oranla her zaman daha fazla bir şeyler söylemesi, her zaman bilginin özünü bozan belli nicelikteki bir gürültüyü içermesi; ikinci yolun ise bizi çevreleyen dünyanın yoğunluğu ile sürekliliğini yansıtmada boşluklar göstermesi, parçalı bir nitelik taşıması, yaşanabilecek şeylere oranla her zaman daha az bir şeyler söylemesidir...

Çeviren: Kemal Atakay

En güzel yalanı kim yazacak yarışı

Havuz medyası olarak bilinen hükümet destekli medyayı mercek altına aldık. Alınan ihale ve kamudan gelen reklamların etkisiyle olsa gerek büyük bir uyumla çalışan havuz medyası aynı manşetle çıkıyor, hep bir ağızdan aşk ile her gün ‘paralel’ diyor, muhafazakârlıktan dem vurup müstehcen ve itikada ters yayınlar yapıyor. Farklı düşünen kimseye de hayat hakkı vermiyor.Şimdilerde en çok duyulan hukuki ve etik kavramlardan biri ‘beraat-i zimmet’. Yani “Bir kişi kendine isnat edilen suç delil ve belgeleriyle ispatlanana dek masumdur.” Ancak bu ilkenin herkesi bağladığını iddia etmek pek mümkün değil. Özellikle hükümet/partinin hoşlanmadığı ‘öteki’ iseniz işiniz zor. İktidarla paralel hareket eden, eleştirel her sesi bastırmaya çalışan ‘yandaş medya’nın hedefi olmanız kaçınılmaz. Gezi Parkı olaylarıyla başlayan ve 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonuyla hız kesmeden devam eden bir yalan haber furyası hâkim. 28 Şubat postmodern darbe sürecinde dindarlara yönelik karalama kampanyalarının çok daha beteri şimdilerde Hizmet Hareketi başta olmak üzere, toplumun belli kesimleri aleyhine yapılıyor. ‘Yandaş medya’ olarak bilinen bu medya organlarının yaptıkları yayınların çoğunun daha gün ışımadan tekzip edildiği görülüyor. Geçmişte yalan olduğu hukuken defalarca ispatlanmış iftiraları tekrar yayınlamak, bilgi ve belgeye dayanmayan ya da sahte belgelerle kurgu haber yazmak, ‘itirafçı’ niyetine karanlık isimlere yer vermek bu medyanın alameti farikası haline geliyor. Bütün bunlar ‘gazetecilik faaliyeti’ ve ‘etik’ adı altında savunuluyor. İşadamlarından alacakları ihale karşılığı bir havuz oluşturularak kurtarılmaya çalışıldığı iddia edilen televizyon ve gazeteler aracılığıyla aylardır devam eden kara propagandanın organize bir şekilde artması, ‘Özel bir merkezden mi servis ediliyor?’ sorusunu akıllara getiriyor. Zira ‘yandaş medya’nın televizyon kanallarının saatlerce aynı yayını yapması, gazetelerin aynı gün aynı manşet ve neredeyse aynı başlıkla çıkması bu tezi destekler nitelikte. Havuz medyasının son birkaç ayki yayınları, doğru olmayan haberlerinin dışında daha birçok yönden incelenmesi gerektiğini ortaya çıkarıyor.EN GÜZEL YALANI KİM YAZACAK KAVGASIKaralama ve propaganda usulüne göre yapılan haberler aynı gün içinde yalanlanıyor ve tekzip ediliyor. Buna rağmen bırakın düzeltme ve özür yayınlamayı, ertesi gün aynı şekilde yayınlar devam ediyor. Geçtiğimiz hafta içinde, Yeni Şafak ve Star gazeteleri ocak ayında yaptıkları haberlerden dolayı, mahkeme kararıyla birinci sayfalarından tekzip yayınladıkları halde, aynı haberleri sürdürmeye devam ediyor.1-Ses kaydı nerede?Sabah’ın 2 Nisan 2014 tarihli ‘Paralel’e sığındık, tabanı küstürdük’ manşetli haberinde, Artvin Belediye Başkanı Emin Özgün’ün seçim döneminde Artvin’de Gülen cemaatiyle işbirliği yaptığı ama tabandan tepki aldığı ifadeleri yer alıyor. Aradan çok zaman geçmeden Emin Özgün, haberi yalanladı ve haberle kendi söylediklerinin hiçbir ilgisi olmadığını söyledi. Emin Özgün, basın mensuplarına yaptığı açıklamada, Sabah’ın manşetindeki gibi bir ifade kullanmadığını, ses kaydında da bu tarz ifadeler olmadığını ve konuşmanın detaylarını anlattı. Emin Özgün’ün basın toplantısındaki açıklamalarına rağmen Sabah, iftirasını sürdürdü.2-Demesen de biz derizAK Parti genel merkezini ziyaret eden ABD Büyükelçisi Francis J.Ricciardone, görüşme sonrası basın açıklaması yaparak gazetecilerin sorularını cevaplar. Bir gazetecinin ‘Fethullah Gülen gündeme geldi mi?’ sorusunu sorması üzerine Ricciardone, “Türk Amerikan ilişkilerini ve bunların önemini görüştük.” der. Fakat havuz medyası Büyükelçi’nin bu açıklamalarını çarpıtarak, Gülen’in adını dahi kullanmayan Büyükelçi’yi, Fethullah Gülen aleyhinde konuşmuş gibi gösterir ve “Türk hükümeti Gülen grubunun faaliyetlerinden rahatsızlık duymakta haklı. Bir suç işlenirse gereğini yaparız.” şeklinde yazar. Sabah’ın 15 Nisan tarihli ‘Gülen için haklısınız’ başlıklı haberinden rahatsızlık duyan elçilik, resmi web sitesi ve Twitter adresinde Büyükelçi Ricciardone’nin basın açıklamasının dökümünü yayınlayarak Fethullah Gülen ile ilgili herhangi bir şey söylemediğini gösterir.3-Havadan dalışAkşam’ın 4 Nisan tarihli ‘Dışişlerine hava saldırısı’ başlıklı haberine göre Dışişleri Bakanlığı’nda yapılan Suriye toplantısını dinleyen, kendi tabirleriyle ‘paralel’ devletti. Ancak aradan çok zaman geçmeden Dışişleri Bakanlığı’ndaki dinlemenin havadan yapıldığı iddiasına Genelkurmay’dan yalanlama geldi. Aynı gün yapılan açıklamada GES KOM.’daki cihazların 2011’de MİT’e devredildiği ve Akşam Gazetesi’nde yayımlanan ‘Dışişlerine hava saldırısı’ başlıklı haberin tamamen asılsız olduğu belirtildi.4-Namuslu insan belge gösterirAkşam Gazetesi, 21 Nisan tarihindeki ‘Paralel polisin 1 Mayıs oyunu’ başlığıyla manşetten duyurduğu ve kaynak belirtmediği haberinde ‘paralel’ diye adlandırılan polislerin 1 Mayıs günü Taksim’de görev almamak için ‘hastane raporu’ almak üzere örgütlendiğini, eylemcilere gaz fişeği ve tazyikli su sıkmayacaklarını iddia etti. Bunun üzerine hükümetin icraatlarına tevil üreten Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, “Söylenenler 1980 öncesi Türkiye’yi hatırlatıyor. Bu iddiaları ortaya atanlar kafaları karıştırmak, binlerce Emniyet mensubunu töhmet altında bırakmak istiyorlarsa namuslu insanların yapacağı bir şey var, ‘İşte bunu şunlar yapacaktır’ diye göstersin veya bu konuda bir duyumu varsa ortaya koyabilsin ki, biz onun gereğini süratle yerine getirelim.” dedi. Böylece haberin asılsız, yalan ve iftira olduğu resmi bir dille yalanlanmış oldu.5-Başını örttü, başına bela aldıAkit, 13 Nisan tarihinde ‘Dicle’ye ağır suçlama’ başlıklı haberinde AK Parti Diyarbakır Milletvekili Cuma İçten’in Dicle Üniversitesi rektörü Jale Saraç’ı yolsuzlukla suçlayan ifadelerini manşetten verdi. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ise, “3-5 yıl ön­ce­si­ne da­ya­nan yol­suz­luk id­di­ası var­sa ve gerçek­se ni­çin bun­lar bu­gü­ne ka­dar gün­de­me ge­ti­ril­me­miş. Bu iddia varsa niçin beklemiş? Onun za­man­la­ma­sı­nı rek­tör ha­nı­mın ba­şı­nı ört­me­si­ne paralel gö­tür­me­nin doğ­ru ol­ma­dı­ğı ka­na­atin­de­yim. Yi­ne bu ar­ka­da­şı­mız yol­suz­luk id­di­ala­rı­nı za­yıf gör­müş ol­ma­lı ki ha­nı­me­fen­di­yi pa­ra­lel­ci ol­mak­la suç­lu­yor.” şeklinde eleştirmişti. O günden bu yana İçten, iddiasını kanıtlayan bir belge, kanıt gösteremedi.6-Davutoğlu’nun mektubu10 Nisan’da Star’ın ‘İşte ihanet mektubu’ manşetinde ABD’deki Peace Island isimli enstitünün BM üyesi ülkelerin elçilerine Türkiye’yi karalayan ihanet mektupları yolladığı iddia ediliyor. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun gündeme getirdiği ve Türk okullarının kapatılma gerekçesi olarak gösterilen bilgilendirme mektubunda ise 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet soruşturması sürecinde Türkiye’de yaşananlar özetleniyor ve Türk demokrasisinin yara aldığı belirtiliyor. Yabancı elçilikleri Türkiye’deki gelişmelerden haberdar etmek amacıyla yazıldığı anlaşılan mektupta, medyada yazanlar dışında başka bir ifade yer almıyor. “Türkiye’de ne oldu?” ve “Hükümet yaşananlar karşısında ne yaptı?” şeklinde iki maddelik durum tespiti yapılıyor. Mektubun içeriğinde yer alan ifadeler, böyle bir ihanetin söz konusu olmadığını gösteriyor.7-Türk okulu olmaması önemli değil20 Nisan tarihli ‘Paralel suikast’ başlıklı haberinde Takvim, “Cemaat’in emniyet imamı Osman Hilmi Özdil, Çeçenistan’ın kukla lideri Kadirov’la anlaştı. Okul açılması karşılığında Türkiye’deki muhalifleri birer birer öldürtmesine göz yumdu.” iddialarında bulundu. Fethullah Gülen’in avukatı Nurullah Albayrak, yaptığı açıklamada, haberi “Dünyanın hiçbir ülkesinde olmadığı gibi, Çeçenistan’da da Türk okulu açılması için alçakça bir anlaşma içerisinde olunmamıştır. İddia edildiği gibi Çeçenistan’da Türk okulu ya da benzeri bir kuruluş bulunmamaktadır. İnsaf ve vicdan sahibi hiç kimsenin kabul edemeyeceği bu iftiranın dile getirilebilmesi, gelinen seviyesizliği göstermesi açısından anlamlıdır.” sözleriyle yalanladı.8-Hakimleri karıştırınca!..Yeni Şafak, 14 Nisan tarihindeki ‘Mahkeme oyunu bozdu’ başlıklı haberinde Adana’da yasadışı dinleme yaptıkları iddiasıyla tutuklanan altı polisin avukatları tarafından tutukluluğa itiraz için pazar günü nöbetçi hâkimin beklendiğini iddia etti. Nöbetçi hâkim de TIR soruşturmasını yürüten Savcı Aziz Takçı’nın eşi S.R.T’ydi. Söz konusu savcı, paralel yapıya mensup olmakla itham edilirken, cumartesi günkü hâkimin bunu fark etmesiyle dosyayı bir üst mahkemeye sevk ettiği iddia edildi. Sonrasında polis avukatlarının cuma günü mahkemeye itiraz ettiklerini, nöbetçi hâkimin de Savcı Aziz Takçı’nın eşi değil, 7. Asliye Ceza Mahkemesi Hâkimi Recep Toprak olduğu tespit edildi.9-11 yıldır ABD’ye gitmiyorumYeni Şafak, 7 Mayıs tarihli ‘Ameliyat başlatmış’ başlıklı haberinde, süreçten rahatsız olan bir grup ilahiyatçının, Hizmet Hareketi’ne yakın Prof. Dr. Suat Yıldırım ve işadamı Mustafa Kavurmacı’ya gidip, ‘Bu gidişat bütün İslami gruplara zarar verir hale gelmeye başladı’ mesajı verdiğini söyledi. İddiaya göre Yıldırım ve Kavurmacı da bu mesajı Fethullah Gülen’e iletti. Gülen’in bu mesaja karşılık, “Ameliyat başlamıştır, ilaç tedavisine dönülemez.” cevabını verdiği yazıldı. Suat Yıldırım, “11 yıldır ABD’ye giremiyorum. Haberle ilgili hukukî girişimlerde bulunacağım.” derken, Mustafa Kavurmacı da asla böyle bir görüşme olmadığını, haberin iftiradan ibaret olduğunu söyledi. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı Mustafa Yeşil de, Hocaefendi’nin “Ameliyat başladı, ilaçla tedavi mümkün değil” gibi bir ifadeyi asla kullanmayacağını ancak ‘Ameliyat başlamıştır’ sözünün Başbakan’a ait olduğunu bildiklerini söyleyerek haberini yalanladı.10-Zerre kadar onurun varsa...Güneş, 10 Nisan tarihindeki imzasız ‘Zamansız baskın’ haberinde Maliye denetimine karşı Zaman Gazetesi’nden evrak kaçırılacağı ihbarında bulunulduğunu, gazetede çıkan minibüsün polis tarafından durdurulduğu iddia ediliyor. Aynı haber Akşam Gazetesi’nde ise “Panik Zamanı” manşetiyle verildi. Ancak aynı gün Zaman Gazetesi, “Ne böyle bir minibüs söz konusu ne de durdurma olayı vakidir. Son dönemde bazı medya gruplarında yer alan ve birkaç saat bile geçmeden asılsız çıkan haber görünümlü iftiraların, yalanlanacağını bile bile belli amaca hizmet etmek için yazıldığı bilinmektedir.” açıklaması yaparak haberi yalanladı. Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı twitter hesabından Akşam gazetesi Mehmet Ocaktan’a hitaben, “Ey Akşam Gazetesi! Bu kadar yalan ve iftirayı uydurduğuna göre sende ne şeref kalmış ne ahlak. Mehmet Ocaktan, adamsan çık özür dile! Zerre kadar onurun varsa bugün Zaman’a yaptığınız iftirayı kabul et. Suçüstü yakalandınız çünkü…” çağrısı yaptı ama henüz bir cevap alamadı.11-Cumhurbaşkanı, yalana dayanamadı‘Korkunç Narkoz Planı’ manşetinde Türkiye Gazetesi, 7 Şubat’ta Başbakan’a, Cumhurbaşkanı’na ve Hakan Fidan’a paralel yapının tuzak kurduğunu iddia ediyor. MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “İfade vermeye git” dediğini yazan Türkiye Gazetesi’nin haberini bizzat Abdullah Gül “İfadeye gitme dedim” açıklamasıyla yalanladı. Gazete, ertesi gün yine manşetten Gül’ün bu açıklamalarına yer vermek zorunda kaldı.HERKES AYNI DÜŞÜNÜYOR!Yandaş medyayı ele alırken göz önünde bulundurulması gereken bir nokta da şüphesiz tek sesliliği. Sekiz gazetenin neredeyse bütün yazarları görevlendirilmişçesine, canhıraşca iktidarı eleştirenleri, muhalif olan herkesi köşelerinden topa tutuyor. Bu gazetelerin birinden bile yükselen farklı ses yok. Muhalif olan sesler de Gezi Parkı olayları ve akabinde 17 Aralık ile ya işten atıldı ya zorunlu izne çıkarıldı ya da istifaya mecbur bırakıldı. Hükümet baskısı sadece kendi medyasından değil diğer gazetelerden de gazetecilerin kabusu oldu.Gezi’den bu yana atılan, çıkarılan, istifa edenler listesinde 90’dan fazla isim var. İşte onlardan bazıları…Nazlı Ilıcak, Hasan Cemal, Mehmet Altan, Yavuz Baydar, Derya Sazak, Doğan Ertuğrul, Can Dündar, Osman Özsoy, Fikri Akyüz, Nur Batur, Nuray Mert, Mirgün Cabas, Deniz Ülke Arıboğan, Ece Temelkuran, İsmail Küçükkaya, Nilay Örnek, Murat Aksoy, Süleyman Yaşar…TEK MERKEZDEN TÜM ŞUBELEREHavuz medyasını yalan haberlerle tanımlamak eksik kalıyor. Öyle ki aynı gün bazen iki, bazen üç gazetede aynı manşeti, aynı başlıkla görmek mümkün. ‘Böyle benzerlik olmaz ve bu kadar aynı düşünülemez’ dedirten manşet ve başlıklara bakınca ‘Haberler acaba tek merkezden mi servis ediliyor?’ sorusu akıllara geliyor.-Gauck Guk etme! (Takvim, 29 Nisan)-Gauck Gouck etti gitti (Star, 29 Nisan)-Yaş’ta paralel temizlik (Akşam, 3 Mayıs)-TSK’da paralel temizliğe start (Sabah, 3 Mayıs)-Paralel yapıyla mücadele devlet politikası (Yeni Şafak, 5 Mayıs)-Paralel yapıyla mücadele bir devlet politikası (Sabah, 5 Mayıs)-İşte belge, işte imza (Yeni Şafak, 6 Mayıs)-İşte kumpas, işte belgesi (Star, 6 Mayıs)CEMAAT TAKINTISI VE ÜSLUP SORUNUHavuz medyasının manşetinde ve birinci sayfasında ‘paralel yapı, paralel devlet’ adı altında Hizmet Hareketi ve Fethullah Gülen aleyhinde haberlerin olması artık sıradan bir şey. Esas sorun kullanılan dilin haber dilinden ziyade, karalayan, çatışmacı, ayrıştıran bir nefret dili olması. Hatta sokak ağzından daha ağır olduğunu bile söylemek mümkün. 17 Aralık’tan bu yana Sabah, Star, Yeni Şafak, Akşam, Takvim, Akit, Güneş, Türkiye gazetelerine bakıldığında her gün birinci sayfada manşetle beraber ‘paralel yapı, paralel devlet, Fethullah Gülen, Hizmet, Cemaat’ adı altında iki-üç haber yer alıyor. Basit bir hesaplamayla bu bir gazetenin beş ayda 450 haber, sekiz gazetenin ise 3 bin 600 haber yaptığı anlamına geliyor.AZRAİL’İN UNUTTUĞU ADAM!Muhafazakâr AK Parti iktidarı kontrolündeki gazetelerin, zaman zaman pek de muhafazakâr olmayan, itikada ters ve müstehcen içerikli yayınlar yaptığı görülüyor. Başbakan Erdoğan’ın ideali olan ‘dindar neslin’ bu tür gazetelerin müstehcen ve itikada ters yayınlarla yetişmesi doğrusu düşündürüyor. Sabah Gazetesi’nin 26 Nisan tarihinde birinci sayfadan verdiği “İnanılmaz ama gerçek, Azrail’in unuttuğu adam 179 yaşında” başlıklı haberi son zamanlarda akıllarda kalan örneklerden biri. Ya da Güneş Gazetesi yazarının, “Şeytan bile Allah’a bu kadar ihanet etmedi!” başlıklı yazısındaki örnek gibi. En ilginci ise kendini İslam’ın savunucusu olarak gösteren Akit Gazetesi’nin ezan ve müezzinle dalga geçen karikatürü birinci sayfasından yayınlaması... Takvim, Güneş, Akşam ve Sabah gazetelerinde ve eklerindeki müstehcen kategorisine giren yayınlarıyla ‘dindar nesil’ ahlâkını bozma tehlikesi var.SERMAYE VE GELİR SORUNUYandaş medyaya dair soru işaretleri barındıran bir husus da sermaye ve gelirleriyle ilgili. 17 Aralık yolsuzluk operasyonu ile gündeme gelen bazı grupların satışı için işadamları aracılığıyla havuz oluşturulduğu iddiaları hâlâ konuşuluyor. Taraf Gazetesi’nin 15 Nisan tarihli haberindeki iddialara göre Maliye Bakanlığı Gelir İdaresi Başkanlığı bünyesindeki Merkezi Uzlaşma Komisyonu AK Parti yanlısı yayın yapan medya kuruluşlarının 608 milyon liralık vergi cezasını tek kalemde sildi. Vergi borcu silinenler arasında Sabah-ATV havuzuna para verdiği iddia edilen Mehmet Cengiz, Yeni Şafak Gazetesi’nin sahibi Ahmet Albayrak ile Kanal A’nın sahipleri Ahmet ve Mustafa Kaya kardeşler yer alıyor. Bunun yanı sıra ihale rekortmenleri listesinde yer alan Mehmet Cengiz, Orhan Kemal Kalyoncu, Nihat Özdemir, Naci Koloğlu, Ahmet Albayrak ve Mücahit Ören gibi gayrimenkulden enerjiye farklı sektörlerden isimleri açıklanan Gelir Vergisi listesine giremedi. Yandaş gazetelere kamu ilanlarıyla destek verilmesi de medya kuruluşları arasında ciddi bir ayrımcılık olduğunu gösteriyor.Yeni Şafak:Yeni Şafak Gazetesi’nin sahibi ve Albayrak AŞ’nin Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Albayrak’ın belediye ve kamu ihaleleriyle gazeteyi ayakta tuttuğu iddia ediliyor. Basında yer alan haberlerde, yolcu gemisi alımı için ihale açan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin, elindeki bir yolcu gemisini 240 bin lira gibi bir fiyatla Yeni Şafak’ın sahibi Albayrak’ın damadı, Nizam Günaydın’a satılması kafaları karıştırdı.Türkiye Gazetesi:Gazetenin sahibi İhlas Holding ile ilgili iddialar ise bitmek bilmiyor. İhlas Holding’in devletten milyar dolarlık ihaleler alması karşısında yıllardır parasını alamayan İhlaszedeler isyan bayrağı açtı. Gaziosmanpaşa’da Karayolları ve Yenimahalle’yi içine alan bölgedeki 988 bin metrekarelik alan üzerinde kentsel dönüşümünü ihalesiz olarak İhlas Holding bünyesindeki İhlas Yapı Turizm Sağlık Ticaret AŞ’nin yapacak olması da iddia edilen bir diğer konu. Şirketin bu projedeki ciro hedefi ise 1 milyar 860 milyon dolar.Star-Kanal 24:Çukurova Grubu’na ait Skyturk360 Televizyonu, Akşam ve Güneş gazeteleri ile Alem, Platin, Stuff, Autocar ve FourFourTwo dergileri, Lig Radyo ve Alem FM radyolarını alan işadamı Ethem Sancak, 30 Mart yerel seçimlerinin ardından yeniden yapılandırmanın ilk adımı olarak Star ve Kanal 24’ü de almıştı. Geçtiğimiz günlerde ise TMSF’nin satışa çıkarttığı BMC için düzenlenen ihalede tek teklifi Ethem Sancak’ın sahibi olduğu Es Mali Yatırım yaptı. 985 milyon lira bedelindeki ihalede en yüksek teklifi Sancak 725 milyon ile verdi. Ethem Sancak, son yerel seçim akşamında Başbakan ile balkonda yer alan isimlerdendi.Sabah-ATV: Sabah ve ATV’nin Ömer Faruk Kalyoncu’nun sahibi olduğu Zirve Holding’e satıldığı haberi birçok soru işaretini de beraberinde getirmişti. Zirve Holding’in sermayesinin 380 milyon TL olduğunu, Çalık Grubu’nun ise kamu bankalarına 500 milyon dolar borcu kaldığını belirten CHP Milletvekili Umut Oran, “Peki kamu bankaları ipotek veya teminat aldı mı? SPK ve BDDK bu borç devri ve teminat konularında harekete geçti mi, geçmediyse siz re’sen devreye girecek misiniz? Kamu bankalarının hükümete yakın medya kuruluşlarına sadece kredi vermediği, aynı zamanda bu kredi ödemelerini kolaylaştırmak için yüksek miktarda reklam-ilan desteği de sağladığı kanısı doğru mudur?” diye Meclis’e soru önergesi sundu.

10 Mayıs 2014 Cumartesi

24. ÜKG Blog Turu: Efsane - Marie Lu

Tur Takvimi:

7.05 - Kitap Yorumu (Kitab-ı Sevda)

7.05 - Kitap Yorumu (Yorumbaz)

8.05 - Yazar Hakkında (Zimlicious)

9.05 - Kitap Yorumu (Kitap Hayvanı)

9.05 - Kitap Yorumu (Kitap Esintisi)

10.05 - Kitap Yorumu (Sevgili Kitap)

10.05 - Kitap Yorumu (Romancekolik)

Bir zamanlar Amerika Birleşik Devletleri’nin batı kıyısı olarak bilinen yerde şimdi Cumhuriyet adında, komşularıyla sürekli savaşan bir ülke vardır. Cumhuriyet’in seçkin sınıfından gelen on beş yaşındaki üstün yetenekli June, askerî bir dehaya sahiptir. İtaatkâr, hırslı ve kendini ülkesine adamış bu genç kız onun uğruna her şeyi yapmaya hazırdır. Fakir bir aileden gelen on beş yaşındaki Day ise ülkenin en çok aranan suçlusu ve bir devlet düşmanıdır. Kendisi gibi asker olan ağabeyi Metias öldürülünce June, Day’in peşine düşer. İnandıkları şeyler uğruna savaşan bu iki gencin kesiflen yolları, onları Cumhuriyet’in karanlık sırlarına götürecektir.“Efsane, söylendiği kadar iyi olmakla kalmıyor, bunu kesinlikle hak ediyor.” -THE NEW YORK TIMES“Bir ‘efsane’ doğuyor.” -USA Today“Bilimkurgu ve aksiyonun heyecanlı bir karışımı... Bu kitap Açlık Oyunları hayranlarına okumaya değer bir şey verecek.” -Voya“Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı, kıyamet sonrası dünyada geçen romantik bir gerilim… Efsane’yi elinizden düşüremeyecek ve kesinlikle unutamayacaksınız.” -Kami Garcia“Farklı karakterleri, yüksek tansiyonu ve siyasi entrikalarla dolu ilgi çekici distopik bir dünya. Eğer Açlık Oyunları’nı beğendiyseniz bu kitaba bayılacaksınız.” -Sarah Rees BrennanEfsane, uzun zamandır beklediğimiz kitap sonunda elimize ulaştı; biz de tüm ekip olarak bunu kitabı durmaksızın okuyarak kutladık. Ben de elime geçer geçmez başladım ve biraz geç saatlerde de olsa bitirmiş ve yorumu yazmaya hazır hâlde huzurlarınızdayım.

Yıl 2130. Yer eski Amerika Birleşik Devletleri'nin yerine kurulmuş olan Kaliforniya Cumhuriyeti. Cumhuriyet'te ya devletin yanında kalıp hayatınızı sağlıklı ve zengin bir şekilde sürdürürsünüz ya da sürünerek yaşarsınız. Yapmanız gereken tek şey Cumhuriyet'in kurallarını sıkı sıkıya bağlı kalmak. Aksi takdirde çalışma kamplarında sürünebilir, ailenizi bile geçindirmeye yetmeyecek bir ücretle en kötü çalışma koşullarında çalışılmaya gönderilebilir ya da Cumhuriyet tarafından idam edilebilirsiniz.

June Iparis, Cumhuriyet'in bir numaralı dehâsı, gelecekte devletin en iyi askerlerinden biri olması beklenen henüz 15'inde bir genç kız. June, ağabeyi Metias gibi kusursuz bir Cumhuriyet askeri olması gerektiğine yürekten inanıyor. Yaşıtlarından çok çok ötede ve erken üniversite eğitimini almakta olmasına rağmen ağabeyine olan inancı ve ideallerine güveniyor June.

Day ise Cumhuriyet'in en çok aranan suçlusu. Cumhuriyet'e karşı isyan eden Vatanseverler'den biri sanılıyor ama Day aslında kendine özgü, ailesini kurtarmaya çalışan bir gençten başka biri değil. O da June'un yaşlarında ancak June'un aksine her 10 yaşına gelen vatandaşın girmek yükümlülüğünde olduğu ve sizin iyi birer gen olup olmadığınızı belirleyen "Deneme" adlı sınavda başarısız olmuş. Bu nedenle çalışma kamplarına gönderilmiş. En azından pek çok kişinin sandığı şey bu. Sonuç olarak Day sokakta, yine böyle bir ortamda tanıştığı dostu Tess ile arada sırada, insanlara zarar vermeden, Cumhuriyet'in mallarına zarar veriyor, onlardan bir şeyler çalıyor ya da protesto ediyor. En çok aranan kişi olmasının sebebi ise asla geride iz bırakmaması.

June ile Day'in yolları Metias vasıtasıyla kesişiyor. June, öldürmek için intikam yeminleri ettiği bu azılı suçlunun peşine düşüyor çok geçmeden. Onu yakalayabilmek için kılık değiştiriyor, yalan söylüyor, planlar yapıyor ve sonunda da amacına ulaşıyor. Day'e yaklaşıyor.

June ve Day arasındaki ilişki kitapta bana biraz aceleye gelmiş gibi geldi. Duyguyu pek hissedemedim. Bunun dışında kurulan distopya dünyasını sevdim. Askerî bir düzen, bize pek de yabancı gelmeyen çocukların kaderlerini belirleyen sert sınavlar, adaletsiz yargılama. Detaylarını daha çok öğrenmeyi iple çekiyorum. 

Efsane hem June hem de Day'in bakış açılarıyla anlatıyor. Biraz tahmin edilebilir olsa da romanın kurgusunu beğendim. Hiç sıkmadan okunabiliyor. İlerleyen sayfalarda neler olabileceğini merak ederek hızla çeviriyorsunuz sayfaları. Ayrıca June'un diğer pek çok distopya ana karakterinin aksine Cumhuriyet'e bağlı, onların sözünden şaşmayan biri olması hoşuma gitti. Bildiğiniz gibi böyle kitaplarda karakter genelde baskıyı yaşamış ancak sesini çıkaramamış bir kimse olur. June'un bu pozisyonda olması bizi Cumhuriyet'in içine sokuyor, böylece nasıl bir düzen olduğunu daha net ayırt edebiliyoruz. Madalyonun Day ucunda ise Day'in sefalet içindeki yaşam mücadelesi var. Geldiği kesimde veba salgını kol geziyor, insanlar aç ve perişan. 

Kısacası; distopya sevenlerin göz atmak isteyeceği, devam kitaplarını merakla beklediğim bir kitap oldu Efsane. Ciltli baskısı ile de gözünüzü doyuruyor.

Eğer 2 Efsane'den biri sizin olsun istiyorsanız ÜKG'nin Facebook sayfasındaki çekilişe katılmayı ihmal etmeyin! "Ay, ben üşenirim" diyenler için link: Ütopik Kızların Günlüğü

Puan: 4

9 Mayıs 2014 Cuma

Kitap Yorumu: Ignite Me - Tahereh Mafi

Ignite, my love. Ignite.

Öncelikle çok sevgili Adam taraftarları... Neyse, size laf atmayacağım. Gülmeyeceğim de. Çünkü mutluyum. Çünkü bir seri ancak bu kadar güzel bitirilebilirdi. Çünkü bir yandan da fena hüzünlüyüm. Çünkü gülerken ağlayacak durumdayım.

Ignite Me, Bana Dokunma/Shatter Me serisinin üçüncü ve final kitabı. Juliette'in serüveninin son ayağı. Çok sevdiğimiz karakterlere elveda dediğimiz kitap. Serinin bu son kitabında Yeniden Kuruluş/The Reestablishment'un karşısına çıkmaya ve kaybettiği dostlarının intikamını almaya yemin etmiş bir Juliette karşılıyor bizi. Juliette serinin başından beri kendine özgüveni olmayan, yıllarca dışlanmanın etkisiyle her türlü sosyal olma durumunda donup kalan, gücünden delicesine korkan bir kızdı. Kitaplar ilerledikçe onun gelişimini gördük. Ve Ignite Me Juliette'nin kişiliğinin oturmasının son aşamasıydı. Tahereh'i bu yüzden çok seviyorum; karakterleri her kitapta çok ayrı yerlere oturtmuş. Ne ilk kitaptaki Juliette aynı sondakiyle ne Adam ne de Warner. Zaman geçiyor, olaylar gelişiyor, onlar da bizimle beraber değişiyor ya da farklı özelliklerini gösteriyorlar.Beni Bırakma/Unravel Me'nin sonunda hatırlarsanız Juliette ölümle burun buruna gelmişti. Değer verdiği herkesten ayrı düşmüş, en büyük düşmanı tarafından ise hezimete uğratılmıştı. Onun bu durumda yanında olan ve kendine gelmesine yardım eden Warner'dan başkası değil. Omega Point'in yerle bir olmasıyla birlikte Juliette'in elinde kalan tek kişi de o zaten. Ancak Warner, ortaya çıktığı andan beri Juliette karşı takındığı farklı tavırlara yenilerini ekleyip duruyor. Warner meselesine gelmek üzereyim, o yüzden fışkıran fangirllük duygularıma karşı şemsiyelerinizi hazırlayın. Sırılsıklam âşığım kendilerine. Bu kitapta daha da âşık oldum. Mümkün değil diyordum ama mümkünmüş.Serinin başında bize "kötü adam" olarak sunulan Warner, Yeniden Kuruluş/The Reestablishment'in başındaki adamın oğlu olması, herkese karşı buz gibi soğuk ama Juliette'e gelince sıcacık tavırlarıyla bir güzel kafamızı karıştırdı. İkinci kitapta bize daha önce görmediğimiz bir yönünü göstermiş, yeteneklerini iyice açık etmiş ayrıca göğsünde ne kadar büyük bir kalp taşıdığını fark edip kitap başında kırk derece yaz sıcağında dışarıda unutulmuş dondurma gibi erimemize neden olmuştu. Ignite Me'deki Warner ise artık tamamen kendisi. Juliette ile bol bol baş başa kaldıkları için Juliette'e, dolayısıyla da bize, asıl Warner'ı tamamen gösteriyor. Aslında nasıl yaralı bir çocuk olduğunu, Juliette'e olan duygularının kuvvetini ve gerçek planlarını birer birer açık ediyor.Bu kitapta Warner'ı anlatan o kadar güzel sahneler vardı ki çoğunu gözüm dolu okudum. Bu kadar sevip, bağrıma basmak istediğim aynı zamanda her duygusu karşısında kendimden geçtiğim çok az karakter var. Biri Adrian Ivashkov diğeri de Aaron Warner işte sanırım. Juliette ona her adıyla seslenişinde birebir gözümün önünde canlanan o suratı... Annesiyle ilgili içinde sakladığı sırlar ve çocukluğundan beri yaşadığı onca şeye rağmen şu an olduğu mükemmel kişilikteki genç adama dönüşmüş olması... Moda anlayışı, tutkusu, kararlılığı ve Juliette'ye taktığı ve sesini duymadığım hâlde yerlerde sürünmeme yol açan "love, sweetheart" gibi lakapları... Tamam, bu post çok fazla Warner kokmaya başladı; Juliette'e geçiyorum.Aslında serinin başından beri ona kızamıyorum. Ne Adam gibi bir eziğe kapılmasına kızdım ne yanlış kararlarına. Çünkü toplum tarafından izole edilmiş, kendi bedeninde sürgün hayatı yaşamış bir kız o. Bundan çok az zaman önce kendi düşüncelerinden korkarken şimdi geldiği yer ayakta alkışlanası. Juliette'in karakter gelişimine gerçekten hayranım. Ignite Me'de özellikle takdir ettiğim davranışı her şeye rağmen ne duygularından ne de kararlarından ödün vermesi oldu. Şu koca young adult dünyasında bunu başarabilen nadir kadın karakterlerden.Gelelim Adam'a. Onun hakkında söyleyeceğim fazla bir şey yok. Aşırı ergen tavırları ve Juliette'e durduk yere hakaret edip durmasıyla shit-listime girmişti çoktan. Ama burada da Tahereh'i tebrik etmek gerek çünkü Juliette & Adam ilişkisinin gittiği yönü açıklayışı tam aklımdaki gibiydi. Son derece mantıklıydı. Adam'ın küçük erkek kardeşi James'e bir kez de buradan öpücüklerimi gönderiyorum. Sevimli velet. Warner ile diyalogları çok çok eğlenceliydi. Bir de biricik Kenji'miz var elbette. Kenji bu kitapta daha da öne çıkmıştı. Juliette'le olan dostlukları içimi titretti. Ona dünyadaki en güzel şeyleri diliyorum. Serinin en eğlenceli, en tatlı karakteri Kenji. Can simidim gibi en sıkıntılı anlarda geldi, güldürdü, kurtardı beni.Ignite Me, "ben distopyada aksiyon severim, arkadaş" diyen kesimi o kadar da tatmin etmeyebilir. Benim umurumda değil. Son sayfalar beklediğimden biraz hızlıydı, evet ama istediğim gibiydi. Çok sevdim sonunu. Bu devirde sonu sevilen distopya serisi bulmak pek zor; o yüzden sevelim, sahip çıkalım Shatter Me'ye.Bir şeyden daha bahsetmek istiyorum. Young adult kitaplarında "tutkulu sahneler" çoğunlukla kısıtlıdır biliyorsunuzdur. Belli bir çizgisi var, yazarlar onu geçmemeye dikkat ediyorlar. Ignite Me'de ise bir önceki kitap Unravel Me'deki bu tutku artarak devam ediyor. Tahereh bu sahneleri öyle güzel yazmış ki, ancak okuyunca anlayabilirsiniz. Böyle hissettiren sahneleri bir Richelle Mead bir de Tahereh Mafi yazabildi bana göre young adult camiasında. O yüzden yerleri bu kadar ayrı.Yorumun ne kadar uzadığını fark ederek tırsıyor ve yazımını burada sonlandırmaya karar veriyorum. Yoksa birazdan fanfiction yazmaya başlayacağım. Eğer Shatter Me/Bana Dokunma serisi ile şüpheleriniz var ise bırakın gitsin. Verin bir şans. Son kitabı henüz okumamış olanları da gaza getirdiğimi biliyorum. Üzgün değilim arkadaşlar. Binlerce duygu besliyorum bu kitaplara karşı, kendimi durduracak değilim.Not: Ignite Me'nin Türkçe edisyonunun ne zaman çıkacağı yayınevi tarafından henüz belirtilmedi.Puan: 5