30 Eylül 2014 Salı

İsa'nın Güncesi, M.C.Anday

Karşımda bir oyun oynanıyordu, ben bunun dışındaydım, ama bir yandan da tümümüzün ağır bir uyumsuzluk içinde bulunduğumuz duygusunu canlı olarak yaşıyordum. Bu duygu bir aldanma değildi kuşkusuz; hatta seslerin kesilmesi de bunun sonucuydu bence. Pamuk ipliği ile bağlı gibiydik birbirimize. İlişkilerimizin düzenini sağlayan kalıplarımıza bir giriyor, bir çıkıyorduk. Hem tek başımızaydık, hem bir aradaydık. Zaman denilen şeyin beş paralık değeri kalmıyordu. Yıldızlar gibi, birbirimizden habersiz dönüyorduk. Ses duvarını aşıp saltık bir sessizliğe gömülmüştük. Artık hiçbir şeyin anlamı yoktu.

29 Eylül 2014 Pazartesi

Çölde tek başına

Ezidilerin yürek parçalayan görüntüleri dünyanın IŞİD zulmünü görmesine sebep olmuştu. Ancak Ezidilerle beraber aynı felaketi yaşayan başka bir grup vardı ki kimse onların seslerini duymadı: Türkmenler. Musul ve Telafer'deki savaşlardan kaçan Türkmenler, 50 derecenin üstündeki sıcaklıkta, çöl ortasında yaşam savaşı verdi. Ölen çocuklarını kutularda taşıdı. Kurtulabilenler Bağdat, Necef ve Kerbela’ya sığındı. Şimdi Türkmenler, Türkiye’nin kendilerine neden sahip çıkmadığını sorguluyor.Son 3 yılda Suriye ve Irak’ta yaşanan çatışmalar nedeniyle 50 bin Türkmen hayatını kaybetti. İki milyon Türkmen de göç etmek zorunda kaldı. Onlardan biri şimdi Şanlıurfa’nın Akçakale ilçesinde yaşıyor. Telabyadlı Türkmen Halid Mustafa’yı, misafir olduğu evinde ziyaret ediyoruz. Onun kaderi ülkeyi kanlı bir iç savaşa götüren 2011 yılında değişmiş. Şam Üniversitesi’nde coğrafya bölümü öğrencisiyken kendini Esed ordusuna karşı cephede bulmuş. Telabyad IŞİD’in ele geçince kaçmak zorunda kalmış. “Dönersem kesinlikle öldürüleceğim.” diyor. Evinde ne halı ne de herhangi bir eşya var. Kucağında küçük kızı Sevda Nur’la karşılıyor bizi. Arkasındaki duvarda bulunan Türkiye bayrağı dikkatimizi çekiyor. “Biz Suriye’de her namaz öncesi önce hasretle Türkiye’ye döner, sonra kıbleye dönüp namazımızı kılardık. Biz anavatan olarak hep Türkiye’yi görürdük. Ama buraya geldik, bize ne yardım ediliyor ne de destek veriliyor.” diyor. Kaldığı evdeki kirasını, arkadaşı Birleşmiş Milletler’den tercümanlık yaparak aldığı maaşla karşılıyormuş. Konuşurken utanıyor: “Çok aç kaldık. Bazen günlerce sudan başka bir şey içmedik, yemedik.”Halid Mustafa’nın kaderini yaşayan milyonlarca Türkmen’in varlığını bilmek bize büyük bir acı veriyor. Kobani’den kaçan Ezidi Kürtler için bütün Kürtlerin seferber olduğunu ancak Türkmenlere kimsenin sahip çıkmadığını anlatıyor. Türkmenlere vefasızlık yapıldığını düşünüyor. Ailesinden 15 kişiyi savaşta kaybeden Mustafa, Rakka’da yaşayan babasını bir yıldır görmemiş.Türkmen lideri eleştirince, konutundan çıkarıldıBölgedeki kamplarda kalanların hepsi Türkiye’ye dair gönül kırgınlığı yaşadıklarını anlatıyor. Yalnız bırakıldıklarını düşünüyorlar. Görüştüğümüz Türkmen yetkililerden biri çarpıcı bir bilgiyi de paylaşıyor: “Cumhurbaşkanlığı döneminde Abdullah Gül ile görüşmeye giden Suriye Türkmen Meclisi Başkanı ve Suriye’de Harp Okulu komutanı olan Tümgeneral Feyz Amro’ya Dışişleri Bakanlığı bürokratları, Türkmenlere yapılan yardımları içeren dosyayı Gül’e sunmasını istedi. Amro, listeye baktığında diğer gruplara yapılan yardımların Türkmenlere yapılmış gibi gösterildiğini fark etti. Bunun üzerine Cumhurbaşkanı Gül’e meselenin içyüzünü anlattı. Gül, duruma tepki göstererek Cumhurbaşkanlığı bürokratlarından bir araştırma yapmasını istedi. Bunun üzerine Bakanlık bürokratları, Amro’yu kendisine tahsis edilen evden çıkartarak maaşını da kesti.”Türkmenlerin önde gelen isimlerine bir dokunsanız bin ah işitiyorsunuz; “Ne zaman hükümetin Türkmen politikasını eleştiren bir haber çıksa hemen önümüze koyuyorlar. Türkiye’den yardım aldığımız için maalesef konuşamıyoruz.”Çölde akrep korkusu yaşarken, aşırı sıcaktan ölmek…Dünya komuoyunun savaştan ve katliamdan kaçanların çöllerde çektiği çileleri helikopterden çekilen görüntülerle öğrendiği zamanlarda biz de oradaydık. Günlerce çölde aç susuz ve çaresiz yürüyen Ezidiler, Batılı gazetecilerin içinde bulunduğu helikopterlere tozdan kararmış ellerini kaldırıp, gözyaşları içinde yardım için bağırıyordu. Bu görüntüler haber bültenlerinde yayınlanınca vahameti anladı dünya. Ama Ezidiler bu dramı yaşarken yalnız değillerdi. Musul ve Telafer’deki savaşlardan kaçan Türkmenlerin de böylesi çileli yolculuğuna bizzat şahit oldum. 50 derecenin üstündeki sıcaklıkta çöl ortasında kalan Türkmenler, zehirli hayvanlara karşı yaşam savaşı veriyordu. Ölen Türkmen çocuklarının kutular içinde taşınıyordu. Çölde onlarla birlikte geçirdiğim bir hafta içinde 20 çocuğun aşırı sıcak, ishal, yetersiz beslenme ve zehirli akrep sokması nedeniyle hayatını kaybettiğine şahit oluyorum. Türkiye’nin yardımlarının geç gelmesi ve yetersiz olması bu masum Türkmenlerin büyük kısmının güneydeki Şii kentlerine göç etmesine yol açtı.Türkiye’nin hataları, Şii Türkmenleri İran’ın kucağına ittiTelafer’den IŞİD’den kaçan Türkmenlerin büyük kısmı Şii. Yaklaşık 300 bin nüfuslu kentin 60 bin Şii Türkmen sakininin hepsi evlerini terk etmek zorunda kaldı. Muhammed Halis, Türkiyeli olduğumuzu öğrenince soruyor: “Türkiye, Şii olduğumuz için mi bize yardım göndermiyor?” Bir şey diyemiyorum. Sessizliği şu cümleleriyle bozuyor: “Bizi Türkmen olarak görmüyorsanız, bari insan olarak görün. Dinimizi, mezhebimizi biz seçmedik. Bize kimse yardım etmiyor.” Kerkük’te görüştüğümüz Irak Türkmeneli Partisi lideri Riyaz Sarıkahya’ya göre Musul’daki Türkmenler uzun süre ihmal edildi. Sarıkahya şöyle bir özeleştiride de bulunuyor: “Maalesef geçmişteki Irak Türkmen Cephesi’nin bazı yöneticilerinin mezhepçi tutum alması nedeniyle Telafer’in Şii Türkmenleri küstürülmüştü. IŞİD’in Musul’u ele geçirmesinin ardından şehirden kaçan bu Türkmenlere destek verilmedi. Aşırı sıcakların altında gidecek yeri olmayan bu insanlar aç susuz kaldı. Orada bir gün bile dayanılamaz. Gölge diye bir şeyin olmadığı bir çöl. Yardım ulaşmaması, hava şartları Türkiye’nin destek vermemesi onları güneye göç etmeye itti. Daha da dönmezler. İran şimdi Şii Türkmenlerinin güvenliklerini sağlıyor ve onları örgütlüyor. Bütün bunların olacağı bilinmesine rağmen Türkmenler ve konsolosluk konusunda da çok büyük hata yaptı Türkiye. Önceden Musul’da Türkiye’nin çok etkin bir görüntüsü vardı. Ancak şimdi etkisiz ve çok kötü bir durumda. Türkiye’nin Musul’da desteklediği Nuceyfiler dışlandı. IŞİD bence bir proje. Bölgede değişiklikleri yapıp sonra bölgeden dışlanacak.”Siyasî olarak büyük oyunlar oynanıyor, bölgede gazetecilik yapan herkes bunun farkında. Nitekim birkaç yıl önce henüz dünya IŞİD’i bilmezken, militanlarla görüşmüştüm. Bir Türk IŞİD militanı, arkadaş olduğu bir tutsaklarını anlatmıştı. İkisi de Kurtlar Vadisi hayranıymış. Uzun uzun diziye dair konuşurlarmış. Sonra bir gün idam edilip gömüldüğünü öğrenmiş. ‘Yıkadınız mı?’ diye sormuş. Mezarı açmış, tutsağı olan arkadaşını çıkarıp yıkamış, kefenleyip tekrar gömmüş. Zihnimdeki hatıralara, çektiğim fotoğraflara, tanık olduğum böylesi olaylara bakınca şoke oluyorum. Büyük bir siyasi oyun yüzünden hayatları mahvolan küçük, sıradan insanların acılarına ve günahlarına şahitlik ediyoruz. En acısı da bunları yazmaktan, anlatmaktan başka bir şey yapamamak.Irak 3’e bölünecekIraklı siyasetçi Sarıkahya, ülkelerinin Kürt, Sünni ve Şii olarak 3 konfederal bölgeye ayrılacağını söylüyor. Bu süreçte Türkmenlerin bölgelerinden göç ettirildiğini düşünüyor. IŞİD’in ele geçirmesinden önce yüzde 85’ini Türkmenlerin oluşturduğu 500 bin nüfuslu Telafer’de bugün Türkmenlerin oranının yüzde 20’lere düştüğünü anlatıyor. Sarıkahya, Türkmenler için Türkiye’nin çözüm üretmesini bekliyor ve şöyle diyor: “Türkmenler için Telafer, Kerkük’te federe bölge istiyoruz. Irak’ta büyük bir savaş olmuyor. Bu yalandır. Hedefleri gerçekleştirmek için küçük operasyonlar yapılıyor. Ve fatura Türkmenlere çıkarılıyor. Şii Türkmenler önce Türkiye’den sonra Bağdat’tan umutlarını kesti.”Cesetler Halep sokaklarında sergileniyorIrak Şam İslam Devleti (IŞİD) terör örgütü militanları, Halep’in kuzeyine başlattığı saldırılarda Türkmen katliamı yaptı. Son beş gün içinde Azez kentine bağlı Türkmen köylerini ele geçirdiler. Özgür Suriye Ordusu ile işbirliği yaptığı gerekçesiyle yüzlerce Türkmen infaz edildi. Cesetler, kafaları kesilmiş halde günlerdir köy sokaklarında kaldı ve bedensiz kafalar bölgenin en büyük dini kompleks olan Ebu Ubeyde İbni Cerrah’ın kapısı önünde ibreti âlem olması için gün boyunca teşhir edildi. Fotoğrafları var fakat durum öyle vahim ki yayımlayamıyoruz.Hem IŞİD’den hem Esed’den kaçıyorlarSuriye’nin Humus kentine bağlı Türkmenlerin yaşadığı 10 bin kişilik Zara kasabası rejimin kontrolüne geçti. İran destekli Hizbullah militanları ve Beşşar Esed’e bağlı ordu birliklerinin oluşturduğu 3 bin kişilik güçle kente giren Esed güçleri, kentte bulunan 100’den fazla Suriyeli Türkmen’i infaz etti. Kentteki tüm evler ateşe verilerek kullanılamaz hale getirildi. Her türlü iletişimin kesik olduğu kentte ölü sayısı hakkında artık bilgi alınamıyor. Zaten 6 aydır Esed rejimi tarafından savaş uçakları ve tanklarla bombalanan kasaba tamamen harabeye dönmüştü.

27 Eylül 2014 Cumartesi

Seniha'nın Günlüğünden II, E.Cansever

SENİHA'NIN GÜNLÜĞÜNDENII Bir ruh mu bu kadın —Cemile—Nereye değdirsem ellerimiMasaya, perdeye, konsolaOnunkine değmiş oluyor birazİnatla çekiyorum. Ellerimi çoğu kezGizlemem bundan. Tren istasyonlarına gidiyor —nedense—Bir başına oturuyor parklarda—Cemalle bazan—En çok da akşamüstleriBilmem ki bu gizemli saatlerde ne buluyorDolaştığı yerleri mi süslüyorDoğayla, kentle süsleniyor mu yoksaBirini mi bekliyor —kimbilir—Kendiyle değil, sadece duruşuyla—Vakitsiz çiçek açmış bir nar ağacıBulanık günün içinde— Ve ağır ağır, bir ibre gibiTam kendine dönüyor kiEve koşuyor aceleOdasına kapanıyorYazıyor yazıyor yazıyorKitliyor çekmecesine yazdıklarınıTelaşla çıkıyor odasındanCemile, diyorum, derdemezYüzüme bakmadan rakısını dolduruyorEster'se bir ucunda salonunBakıyor bakıyor bakıyor bizeCemile'yeO kadar bakıyor,kiSanki yazdıklarını okuyorSaat on yedilerde böyle oluyor. Masa ortüsündeki kırmızı lekeyiYıllardır silemedim—Şarap lekesi? belkiDeğişti rengi artık—AnımsıyorumKimin vurduğunu o tavşanıBembeyaz bir kayanın dibindeVe bembeyaz bulutlar vardı gökte     (Ölen her canlının son sesi     Bir yaşam dolusu sesten     Daha çok akılda kalıyor)İşte bu onun sesiElinde bir tüfek, utkuyla bağırıyorİzmir'de, Karşıyaka'daSaat on yedilerdeOlursa bir de böyle oluyor. Fransız okulunda bir öğle sonrasıBütün yüzlerde bir öğle sonrasıŞiirler okuyorum Rimbaud'dan«Bir akşam kucağıma oturttum güzelliğiAcı buldum onu, sövüp saydım.»Anımsayamıyorum gerisini—Kaç yıl mı geçti?—Elimi tutmuştu o oğlanGözleri griyle karışık maviYüzünde güneşle parlayan çiller—Kaç yıl mı geçti?—Gelip çatlıydı o düğün günüPera-Palas'ta bir akşamAkşamın en ince köşeleriKimler yoktu ki —o zamanlar çok kalabalıktık—Bir fotoğrafta tam on yedi kişiFotoğraflar..      (Yaslamış bir ağaca omuzunu     Ben     Birlikte bir gülü tutuyoruz     Onunla ben     Bir vapur güvertesinde, denize bakıyor     Ben     Bir otel kapısındayım, izmir'de     Ben.) Zamanlar geçtikçe nedenMutluluk mahzunluk oluyor fotoğraflardaAcabaKeder mi, acı mı, hüzün mü dünyanın rengiMahzunluk mu yoksa yaşamVe doğruyu söyleyen yalnızO mu, Rilke miÖlümünü içinde taşıyan. Aşk mı yok ettiydi kocamı—Ah, aşkların çocuk bahçesiNeden ömrün çok kısa—OysaBaşlamak ne kadar güçtür, ne kadar incelikliSürdürmek, sadece sürdürmekÖylesine kolay:Hiçbir şey olmamış gibiKalp atışları, saat zembereğiYıllar yıllar yıllarÇözülmemiş bir bıkıntıyla birlikteKalıcı bir gülümseme yapıp da sevgisizliği.. Ek: bugün pazartesi, belki de pazartesi.

25 Eylül 2014 Perşembe

Balıkların Güneşi, M.C.Anday

BALIKLARIN GÜNEŞİBalıkların güneşi yapın beniYosunlar arasında parlayayımBatık bir eski para gibi.Bulutların ikindi çanı yapın beniRüzgârla yedi kez soluklanayımAsma yaprağının değdiği.Ağaçların belleği yapın beniKuşlarla her gün tükeneyimÇiğ tanesinden dara gibi.Gökyüzünün bağcısı yapın beniŞarabın bayrağını taşıyalımYıldızların delik deşik ettiği.Taş gibi maviye boyayın beniZakkumların dibine atın beniIrmağın güncesine alın beni.

23 Eylül 2014 Salı

Emile Bernard

Emile Bernard, Self portrait with portrait of Paul Gauguin 1888, dedicated to Vincent van GoghSelf-portrait (in the role of 'Les Misérables' protagonist Jean Valjean) with Émile Bernard portrait in the background 1888, dedicated to Vincent van Gogh

22 Eylül 2014 Pazartesi

Üniversite okumak hayal ise İstanbul’da okumak hülya

Üniversite gençliğiyle ilgili yapılan akademik çalışma sayısı epey az. İstanbul’a gelen üniversite öğrencilerinin yaşadığı sıkıntıları ‘Öğrenci İşi’ kitabında ele alan A. Çağlar Deniz, “İstanbul’un kendisi de bir üniversite. Zorlukları olmasıyla birlikte öğrenciye entelektüel birikim kazandırır.” diyor.Yeni bir eğitim dönemi daha başlıyor. Kazandıkları üniversiteye kaydını yaptıran binlerce öğrenci, hayatlarının belki de en güzel dönemlerini geçirebilmek için sabırsızlanıyor. İstanbul’da okuyacak olanlar ise kuşkusuz daha da sabırsız. Zira başka illerde yaşayanlar için hep bir cazibe merkezidir İstanbul. Peki kolay mıdır bu şehirde öğrenci olmak? Onları nasıl bir yaşam bekler ve neden İstanbul’da okumak bir ayrıcalıktır?Uşak Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Görevlisi A. Çağlar Deniz, İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Öğrenci İşi’ kitabında bu sorulara cevap arıyor. Deniz ile farklı şehirlerden İstanbul’a gelen öğrencilerin yaşadıkları sıkıntıları ve onlarla baş edebilme sürecini konuştuk.İstanbul’a gelen öğrencilerle ilgili araştırma yapma fikri nereden çıktı?Gençlikle ilgili sosyolojik çalışmaların azlığı bu alana yönelmeme sebep oldu. Gençlik içinde de üniversite gençliğini çalışmak istedim. Doktoramı İstanbul Üniversitesi’nde yapıyordum ve birbirinden farklı gençlik gruplarının aynı şehirde olmalarına rağmen özellikle aidiyet duydukları gruplar özelinde nasıl farklı taktikler geliştirdiklerini gözlemlemiştim. Bu noktada, yurtdışında sıkça yapılan ‘adjustment’ temalı çalışmalardan birini, İstanbul’da eğitim gören üniversite gençliği üzerinde yapmaya karar verdim. Toplamda 90 kişiyle yapılan mülakatların sonucunda ‘Öğrenci İşi’ kitabı çıktı ortaya.Çalışmanızda İstanbul, Boğaziçi ve Bilgi üniversitelerindeki öğrenciler üzerinden gidiyorsunuz. Diğer üniversiteleri neden elediniz?Astin, üç farklı üniversite eğitimi türünden bahseder. Bu eğitim türlerinin incelememizde de temsil edildiğini varsaydık. Üç üniversite de kendine has eğitim geleneklerine sahip okullardı. İstanbul Üniversitesi hoca merkezli, Bilgi Üniversitesi öğrenci merkezli, Boğaziçi Üniversitesi de kaynak merkezli bir eğitim anlayışını benimsiyor. Bundan dolayı da hareket alanı olarak bu okullar üzerinden inceleme yapmaya karar verdik.İstanbul’u öğrenci adayları için cazibeli kılan ne?İstanbul’un kendisi bir üniversite aslında. İstanbul’da üniversite okuyan iki üniversite okumuştur denir. O anlamda doğru bir söz bu. Serbest zamanınızı İstanbul’un sokaklarında geçirmeniz ve kentin sosyal olanaklarıyla kuracağınız sahici temas bile size entelektüel bir birikim kazandırmaya yetiyor. Bilimsel toplantılar, aktiviteler, kültür ve sanat uğraşları, bu kentin kültür hayatını dolduruyor. Doğal olarak bu imkânlara her öğrenci erişmek istiyor. Şunu söyleyebiliriz; üniversite okumak bir hayal ise İstanbul’da üniversite okumak bir hülyadır.Anadolu’daki üniversitelerin öğrencilerin taleplerini yeterince karşılayamaması da bunda önemli bir rol oynuyor.Elbette. Taşradaki yükseköğretim kurumlarının eksiklikleri bir türlü bitmek bilmiyor. Bina eksikliği, hoca eksikliği vs. Öğrenciler de farkında bu durumun. Aynı zamanda şehrin üniversite kültürünün zayıf olması, belediye, valilik ve sivil toplum örgütlerinin bilimsel, sportif ve kültürel etkinliğe açık olamaması da öğrencilerin üniversite eğitimi almak adına büyükşehirleri, özellikle de -araştırmamızda adlandırdığımız şekliyle Türkiye’nin tek metropol kenti- İstanbul’u tercih etmelerine sebep oluyor.Şehir dışından üniversite okumak için İstanbul’a gelen öğrencinin karşılaştığı zorluklar neler?En büyük sıkıntı barınacak yer bulma meselesi. Bir diğeri de ekonomik manada yaşanan sıkıntılar. Bu iki mesele, onları birtakım dayanışma ağları içine girmeye yönlendiriyor. Bu bazen bir cemaat, bazen ideolojik bir örgütlenme bazen de etnik temelli bir dayanışma olabiliyor. Kimi öğrenciler var olan dayanışma ağlarına giriyor, kimileri de yeni bir ağ üretmeye çalışıyor. Bir mekânda yabancı olmanın getirdiği bir durum bu. Bu dayanışma ağları aynı zamanda öğrencilerin metropolleşmesini sağlayan bir sürecin de tetikleyicisi, bazen de belirleyicisi oluyor.Yabancılık çeken bu öğrenciler, metropole uyum sağlayabiliyor mu?Etnik, dini vb. kanallar burada önemli bir işleve sahip. Öğrenci, ideolojik bir örgütlenme veya dini bir cemaat içinde de yer alsa, son tahlilde memleketindeki yaşam tarzı itibarıyla farklı bir sürecin içinde buluyor kendini. İster istemez bu yaşam deneyimlerine maruz kalıyor. Yeniden memleketine gittiği ilk tatilde, kendisiyle diğer şehirlerde okuyan veya üniversiteye hazırlanan arkadaşları arasında farklar gördüğünü belirtiyor. Çünkü yeni, zengin bir kültürel ve sosyal sermaye birikimine sahip oluyor. Metropolde yaşamak, aynı zamanda hızlı düşünme, karar alma ve uygulama tekniklerine, usanmışlık tutumuna, inançsal ve ideolojik keskinleşmeye, kültürel çeşitlenmeye, para ekonomisini içselleştirmeye gerek duyan bir sürecin içinde olmaya tekabül ediyor. Biz buna, ‘metropolleşme süreci’ adını verdik. Bu süreci deneyimleyen bir öğrenci, artık taşralı olmaktan çıkıp metropollü birey olma yolunda ilerlemeye başlıyor. Zaten İstanbul’a eğitim almak için gelen öğrencilerin kahir ekseriyeti hayatlarının geri kalanını İstanbul’da geçirmek istiyor.Bütün öğrenciler İstanbul’da kalamıyor haliyle. Okulunu bitip memleketine döndüğünde ne tür sıkıntılarla karşılaşıyorlar?Çalışma esnasında üniversite mezunu olup da memleketine dönen birkaç kişiyle görüştüm. Ciddi bir özlem vardı. İstanbul, öğrencilere öyle bir sosyal yapı sunuyor ki, buraya korkarak gelenler bile bir süre sonra korkularının yersiz olduğunu fark ediyor. Taşradaki zihniyet yapılarının ve davranış kalıplarının haricinde bir zihniyet yapısına ve yeni davranış kalıplarıyla muhatap olmaya başlıyorlar. Bu anlamda dört ya da beş sene sonra öğrenciler artık bir metropollü oluyor ve çoğunluğu burada kalmak istiyor. Fakat tabii bunların bir kısmı da zor bir tercihle karşı karşıya kalıyor. Ya İstanbul’da kalacak ve düşük maaşlı bir işte çalışacak ya da memleketine gidecek ve maddi olarak kısmen daha iyi şartlarda hayatını geçirecek. Gördüğüm kadarıyla, mezuniyetten sonra İstanbul’da yaşamayı seçen gençler, maddi olarak iyi bir gelirleri olmasa da memleketlerine dönmektense İstanbul’da kalmaktan daha memnun. İstanbul bir anlamda bağımlılık meydana getiriyor. Burada yaşamaya başlayan, şehrin tiryakisi oluyor.Nerede kalıyorlar peki?Burada çok farklı kanallar var. Bunları barınma kanalları olarak isimlendirdim kitapta. Birkaç başlığa ayırmak mümkün. Dini cemaatler ilk sırada yer alıyor. Öğrencilere ucuz barınma imkânı sağladığı gibi aynı zamanda aileleri için de güvenli bir ortam teşkil ediyorlar. İkinci olarak ideolojik gruplar var. Bundan kastımız da aslında sol örgütlenmeler. Bu örgütlenmeler de öğrencilere barınak kanalları olarak hizmet ediyor ve genel itibarıyla ev örgütlenmeleri olarak yayılmışlar. Aynı siyasi ve aynı ideolojik görüşe sahip kişiler aynı evlerde kalıyor. Ayrıca yurtlar da var tabii. Devlet yurtları, özel yurtlar ve üniversite yurtları... Üniversitelerin yurtları -rezidans tabir edilenler- nispeten daha pahalı ve buralara erişmek için belli bir maliyeti gözden çıkarmak gerekiyor. Devlet yurtları ise barınma kanalları içinde en ucuz olarak niteleyebileceğimiz kanal.Bir de kabuğuna çekilenler var...Bulundukları şehirdeki akran gruplarıyla beraber İstanbul’u yazıp gelenler. Bunlar ortada bir yerde ev tutuyor. Evin özellikle metrobüse yakın olması önem arz ediyor. Orada bütün sosyalleşme ortamından çoğu zaman kendini soyutlayarak ve en büyük hedefleri ayın sonunu bir şekilde getirmeye çalışmak oluyor. Bunu da biz kabuğuna çekilme kanalı olarak isimlendirdik. Bütün bu kanallar ayrı ayrı işlevlere sahip ve farklı öğrenci gruplarının metropol kente tutunma taktikleri olarak işe koşuluyor.

Şiir İçin Cevaplar, Ü.Tamer

ŞİİR İÇİN CEVAPLAR1Şiir gecenin kardeşidir,gündüzün annesi.yürekteki büyükbabadır şiir.2Şiir örümceğin sesidir,duvarın şarkısı.Duvarcının türküsüdür şiir.3Şiir yağmurun deresidir,saç diplerinin teri.Teknelerin taze sancağıdır şiir.4Şiir afişlerin çerçevesidir,harflerin çizgisi.Çıngırağın içindeki madendir şiir.5Şiir kamyonetlerin mavisidir,kamyonların yiğitliği.Faytonların yazılmamış tarihidir şiir.6Şiir bakracın çeşmesidir,kuyunun yolcusu.Kaynağın bekçisidir şiir.7Şiir cambazların dengesidirhokkabazların seyircisi.Sihirbazların rüyasıdır şiir.8Şiir üzümün güneşidir,elmanın kurdu.Böğürtlenlerin tozudur şiir.9Şiir gümüşün simgesidir,çeliğin yapılışı.Kurşunun çıkışıdır şiir.10Şiir çitlerin dikenidir,tarlanın sürülmesi.Rençberin dalgınlığıdır şiir.11Şiir tatarcıkların saatidir,ateş böceklerinin saniyesi.Tabiatın yıllarıdır şiir.12Şiir ölümün gölgesidir,yaşamanın örtüsü.Çocuğun savunmasıdır şiir.13Şiir kumsalın eleğidir,kayanın tortusu.Mermerin sunduğu damardır şiir.14Şiir uykusuzluğun şiltesidir,uykunun haritası.Balkonun uyanışıdır şiir.15Şiir ateşin habercisidir,yangının kundakçısı.Yanardağın üstündeki kuştur şiir.

20 Eylül 2014 Cumartesi

Hançer, Ü.Tamer

HANÇER Geçen sonbahar gömmüştük hançerimizi Kare taşlardan yapılmış bir avluya; Hem değerli, hem keskin bir hançerdi. Kabzası erişmiştir şimdi, benziyordur. Sığırtmaçların yosun tutan saçlarına. İskeletine kan yapışmıştır yer altında. Solucanların, atmacaların kanı. Avluyu örten kan taşlarına düşüp Derinlere dağınık bir çizgi biçiminde Uçmalarını gönderen atmacaların kanı. Yollarındaki fenerleri yakmıştır deniz. Hançer tek yenilgisini bizden almıştır. Bakmaktadır olduğunun ülkesinden akşama. Düşerken kanatlarına tutunan kuşlara. Ve biz son yenilgimizi ondan almışızdır. Bir dilencinin sesindeki gri sessizliği Nedense ürkütüyor, dağcıların göğünü, Denizleri sırtlarında birer panterle geçen İp yürekli gemicilerin yüzünü ürkütüyor Bir hançerin paslanırken çıkardığı gürültü.

19 Eylül 2014 Cuma

Destino D'Amour

Salvador Dali and Walt Disney's Destino Animation withmusic Scene D'amour from Alfred Hitchcoks Vertigo composed by Bernard Herrmann.

18 Eylül 2014 Perşembe

Esrârnâme, Ferîdüddîn Attâr

***

Vefasız dünyanın yoktur nuru.

Matem tutturur; yoktur sevinci.

Sana gümüş verirse, taş olur elinde.

Sana kabul edilemez bahaneler bulur.

Ömrümüzde murada ermek isteriz.

Bunun için bin muratsızlık lafı okuruz.

Murat varsa, belanın ortasındadır.

Hazine varsa, ejderhanın altındadır.

Taht varsa, hiç de sağlam değildir.

Ömür varsa, hiç de kalıcı değildir.

Vefasız dünya eğreti bir yerdir.

***

16 Eylül 2014 Salı

Acılarla Sorularla, M.Altıok

ACILARLA SORULARLA İşte yine kapıldımO can sıkıntısına; İçimde bir tozluSarnıç boşluğu, Gitmekle kalmak Arasında karasız Yürüdüm kederleDağlara doğru. Yüzlerce soruVardı aklımda, KulaklarımdaBir garip uğultu Ölümü kullanamazdım; Bir yerlerde Bilmediğim birilerine Belki ayıp olurdu.Belki de hiç Ummadığım Sevgisi tarazlı biri; Koparıp bana ilişik Umudunu Bir kitabın arasında Yamyassı Kuruturdu.Bir gazeteninÖlüm ilânlarında Okuyup adımı, Öfkeye dönüştürürdü Sandık kokulu Hüznünü Ve ölümü inatla,Yok yere savunurdu.Ben bunca yıl Bunca insan tanıdım Yüreği zehir dolu; Yine de insanlardan Kesmedim umudu,İnsan dedim Yekindim; Paylaştım varı yoğu.Ben neden Dudaklarının arasında İğneler tutan Bir terzi suskunluğunu Prova ediyorum Şimdi bu yol boyu Kederle yürürken Dağlara doğru?Neden kedi seven Bir insan Olduğumu Biliyorum da Kedisiz ve sevgisiz Getiriyorum Yaşadığım günlerin Yaprak döken sonunu?Cevapsız sorunun Boynu büküktür;Hemen anlar Yetim olduğunu. Ben neden hâlâ Duyuyorum avucumda Bir çocuk elinin Sızlayan boşluğunu?Hipodromda yatıp Kalkan bir adamın Ölü bulunduğunu Yazdı gazeteler GeçenlerdeHaber olarak. TokatlıymışYa da Çorumlu.Bıraktığı nottanÖğrenilmiş Son isteğininÖlürse terminale Götürülmek olduğu.Hipodromda yatıp Kalkan bir adamKimin umuru!Acılarla sorularlaTiftikledim Bunca insanınMutsuzluğunu. DüşündümKendi sonumu.Hayrettir; İçim içimeNasıl da sığıyordu!Oysa ben kaç yıldırKaç acı eskittim UnuttumKaç ölüm gördüğümü. Bir omzumunAlçaklığı ondandır; Taşıdım kaç kişininKanayan tabutunu.Yıllar önceÖlümü seçen sevgilim Bunca sevgisizlik içindeİyi biliyordu Yetmeyeceğini İki kişinin birbirine. Bu yüzden döşeğindeÖlümle buluştu.Gömdük onu geçiştiripPolis sorgusunu. Onunla birlikteNeleri gömdük; Bir akşam içkisininCoşkusunu, Sevincimizi gömdükKürek dolusuYüzlerce soruVardı aklımda, KulaklarımdaBir garip uğultu.Ölümü kullanamazdım;Bir yerlerde BirilerineMutlaka ayıp olurdu.Dostlardan uzakta,Bir bozgun akşamında Gerisingeri Dönerken kasabaya; Baktım gökyüzüBirden yıldızla doldu. Akşamın serinliğiAlnıma vuruyordu.

15 Eylül 2014 Pazartesi

Siz hiç ülkenizden kovuldunuz mu?

Hemen her gün haberlerde hikâyelerini dinliyoruz. IŞİD'den kaçmak için çöllerde aç susuz yollara düştüklerini, çocuklarının öldüğünü… Güneydoğuda kamplarda kaldıklarını, Ezidilerin kim olduğunu ve gizemli dinlerini… Mardin'e, Şırnak'a gittik. Hallerini gördük, evden kovulmanın sıkıntısına şahit olduk.Ezidiler için Midyat, Silopi, Cizre, Şırnak ve Diyarbakır'da kamplar kuruldu. Şehir içinde kalanların sayısı çok az. Biz de ilk olarak Midyat'taki kampı gezmek için Mardin'e gidiyoruz. Orada bir yerel gazetenin yazı işleri müdürlüğü de yapan araştırmacı-akademisyen Sait Çakar ile karşılaştık. Kendisi Ezidi uzmanı. Kutsal kitaplarını, yani Hurufu Sır alfabesini Türkiye'de okuyabilen tek kişi olduğunu söylüyor. Vadi Yayınları'ndan çıkan kitabı da bu anlamda önemli. Uzun uzun tarihçeleri, kutsal kitapları üzerine konuştuğumuz sırada beni şaşırtan şu cümleleri kuruyor: “Bu olan biten bir kanlı komedi. En çok biz öldürdük onları ve en çok da bize sığındılar.”Mardin'den Midyat'a, Ezidi kampına giderken yolda bu cümleleri düşünüyordum. Birkaç yıl önce Diyarbakır'da yapılan Ezidi konferansında konuşan Ahmet Türk de benzer sözleri söylemişti. “Biz Kürtlerin elinde Ezidi kanı var.” Hatta bu yüzden Ahmet Türk'ün annesinin Ezidi olduğu söylenmişti. Bu özeleştirisi, Ahmet Türk için siyasi karalama malzemesi haline getirilmişti. İlginçtir, Çakır da bu bölgede çok kişinin annesinin Ezidi olduğunu söylüyor ve sebebini şöyle açıklıyor: “Ezidi erkekler öldürülüyor, kızlar eş olarak alınıyordu. İkinci, üçüncü eş. Çoğu kimsenin akrabaları arasında böyle hikâyeler vardır.” Akşamüzeri Midyat şehir merkezine varıyoruz. Burada AFAD'ın kampında 2 bin 800 Ezidi ve Suriyeli kalıyor. Şehir merkezinde ise 3 bin 500 Suriyeli var. Kamp dışındaki Ezidiler bir köyde kalıyor. Biz de kamptan önce oraya, Güvenli köyüne gitmeye karar veriyoruz.Haber geldi, kaçtık, o an üzerimizde ne varsa onlarla…1993 yılında boşaltılmış bir Ezidi köyü burası. İlçe merkezine yakın. Köyleri bombalandıktan sonra Almanya'ya sığınan Türkiyeli Ezidilerin bir kısmı 2005'ten beri ilk ve sonbaharda gelip köylerinde kalıyormuş. Büyük bir konukevi yapmışlar, düğün dernek için. İşte Şengalli Ezidileri burada ağırlıyorlar. Giderken tercümanımız uyarıyor, BDP yardım ediyor, orada temsilcileri vardır, belki sizi görüştürmek istemeyebilirler. Beyaz taştan, klasik bir Mardin yapısı. Burada 149 kişi kalıyor. Almancı Ezidiler ve BDP heyeti temsilcileri karşılıyor bizi. Hemen su ikram ediyorlar. Geliş sebebimizi öğrenince köy ahalisi içeri buyur ediyor bizi. Kapıdan içeri girer girmez duvar dibine konulan yer yatağı üzerine oturmuş yaşlı kadınlar dikkatimizi çekiyor. Bizi görünce selam veriyor ve ayağa kalkıyorlar. Odalardan insanlar çıkıyor, merdivenlerden inenler çıkanlar. İçerisi insan ve çocuk dolu. Oturur vaziyette kalan yaşlı kadın, bir şeyler söylüyor. Gülümsüyor. Eğilip sarılıyorum. Ellerini başının üstüne koyuyor. Tercümanımız, “Hoş geldin, başımın üstünde yerin var.” dediğini söylüyor. Bir tarafını lastikle tutturduğu kırık gözlüğünü düzeltiyor. Adı Şirin'miş. Bir hayırsever, aracıyla getirmiş buraya. Öyle yaşlı ki yürüseydi acaba ulaşabilir miydi diyorum içimden. Mutfağın yanında büyükçe bir salon var. Belki de toplu yemek organizasyonları için düşünülmüş burası. Duvar diplerinde yer yatakları var. Yorgun ve yılgın bedenlerini bunların üzerine bırakmış Ezidilerle dolu içerisi. Bizim girişimizle birlikte hareketleniyorlar. Tedirgin oluyorum, onları rahatsız ettim diye. Bir süre dolaşıyor, insanlarla konuşuyoruz. Hikâye aynı. “Haber geldi, kaçtık. Üzerimizdeki kıyafetlerle. Yanımıza hiçbir şey almadan.” Bana böyle bir şey olsa, üzerimde hangi kıyafetimin olmasını isterdim. Rahat bir kot veya sıcak tutacak bir ceket… Ama çantamı alabileyim mutlaka yanıma. Yol yürüyeceksem spor ayakkabı… Benim spor ayakkabım yok ki. Almalıyım bir tane. Ne olur ne olmaz… Ne düşünüyorum ben. Allah'ım nasıl zor bir durum bu.Mahcup misafirlerSonra köye gidiyoruz. İlk gördüğümüz ev iki katlı ve büyükçe... Önünde meyve bahçesi var. Birkaç senelik ama üzüm ağaçları meyve vermiş. Bahçe bakımlı. Balkonun manzarası harika. İki delikanlı bize 'hoş geldiniz' derken balkonun diğer ucunda, köşede manzaraya sırtını dönmüş merdivenlere ilişmiş bir anne, üç kızını görüyoruz. Onlar bize bakıyor, biz onlara. Delikanlılar kırmızı plastik sandalyeleri getiriyor, manzaraya karşı koyuyor, bizi buyur ediyor. Biz de anne ve kızlarını… İkisi geliyor. Oturuyoruz, genç delikanlı birer bardak soğuk su getiriyor. Burada 33 kişi daha kalıyormuş. 8 aile. Zaho'da otelleri olan bir aileymiş. İstanbul konsolosluklarına başvuruda bulunmak için gelmişler. Olmayınca Kuzey Irak'a dönmüşler, oradan başvuruda bulunacaklarmış.Bu aile ise Şengal'den Dahok'a yürüyerek kaçmış. Babaları ölmüş. Geriden aldıkları habere göre evleri yakılmış. Güzel gözlü kız, annesinin anlattıklarını dinliyor. İsmini sorduğumuzda utanıyor. Halef Hacı, 17 yaşında. Onlarda soyadı babanın adı oluyor. O sebeple anneleriyle soyadları farklı. Onuncu sınıf öğrencisi. Akaryakıt istasyonları varmış. Birbirimize sık sık gülümseyerek bakıyoruz. Hava sıcak, susuzum ama elimdeki bir bardak soğuk suyu içip bitiremedim. Ben yudumladıkça artıyordu sanki. Bundan sonra ne yapacaklardı? Evde misafir kalan diğer delikanlı, 20'li yaşlarının başındadır herhalde, elindeki anahtarları sallıyor. Sessizliği bozan bir tek o. “Her şey düzelince döneriz herhalde.” diyor. Mahya, hiç yanımıza gelmiyor. O köşede merdivenlerde oturmuş. Dizlerinin üzerine dirseklerini dayamış, elleri yanaklarında betona bakıyor öylece. Annesi sesleniyor. 14 yaşındaymış. Gelmiyor. Aslında kampa gitmek istediklerini, yer olmadığı için burada misafir kaldıklarını söylüyor anne. İzin istiyoruz fotoğraf çekimi için. Tamam diyorlar. Telefonum çalıyor, konuşmak için aşağıya bahçeye iniyorum. Oğlu ve kızları poz verirken anne manzaraya doğru dönüyor. Ben etrafa bakıyor sanıyorum. Sonra ağladığını fark ediyorum. Gözlerini balkondakilere fark ettirmeden siliyor ve yüzünü dönüyor. Yukarı çıkıyorum, meğer sabahtan beri yemek yememişler. Açken kavun doyurmuyor demek ki. Evde bir tek kavun varmış, onu yemişler. Ev sahibi nerede acaba? Balkon duvarına koyduğum ve yarısına kadar dolu su bardağıma bakıyorum. İçememiştim, neden acaba? Cihan Haber Ajansı'nın Midyat muhabiri Tayfur Demir, birkaç yeri arıyor. Biz biraz ötedeki misafirhaneye neden gitmemişler diye konuşuyoruz aramızda. Sonra apar topar evlerinden çıkan, kilometrelerce yolu can ve namus derdine yürüyen, bilmedikleri bir ülkede, tanımadıkları birinin evine misafir olan insanların bir kapıyı çalıp da açız demesinin ne kadar zor olduğunu düşünüyoruz. Yemek geleceği sözünü aldıktan sonra anne ve kızlarına sarılıyor, başka bir eve gitmek için çıkıyoruz. Kapıda ev sahibiyle karşılaşıyoruz.Ömer Akıncı (50), Almancı Ezidilerden. 2005'te yasak kalkınca gelip evlerini yenilemişler. Şimdi eşiyle birlikte yılın bir kısmını burada geçiriyormuş. Bu olaylar olunca sığınmacılara kapılarını açmışlar. İki katlı evde yeri gelmiş misafir sayısı 50'yi bulmuş. Akıncı, diyor ki; “Eskiden televizyon yoktu, iletişim imkânları bu kadar değildi. Bir zulüm yapıldığında kimsenin haberi olmuyordu. Şimdi Ezidilerin Avrupa'da kanalı var. Telefonlar sayesinde yapılan anında dünyaya duyuruluyor.” O bunları anlatırken onca misafire yemek nasıl yetiştirsin diye geçiyor aklımdan. Bir şeyler ikram etmeyi teklif ediyor, işimiz çok deyip teşekkür ediyoruz.1993’te boşaltılan Ezidi köyü Güvenli’nin muhtarı Ebuzer Atalan, sığınmacı olarak gittiği Almanya’dan 21 yıl sonra döndü.Biz Türkiyeli Ezidiler, Almanya'ya sığınmıştık, Şengalli Ezidiler Türkiye'ye sığındıKöy muhtarının evini arıyoruz, çatısız taş evler arasında. Muhtar Ebuzer Atalan, eşi, kızı ve torunuyla birlikte tek katlı taş evlerinin avlusunda günbatımını izliyor. Eşi ve kendisi sanki hiç gitmemişler, giyimleri tavırları aynı Midyatlı. Kızları da öyle. Ama torun... Tipik bir Almancı, biliyor ama bu kültürden değil. 70 yaşındaki Atalan ilginç bir noktaya dikkat çekiyor, “93'te köyümüz bombalanınca Almanya'ya sığındık. Döndük ve şimdi köyleri yakılıp yıkılan Ezidiler, Türkiye'ye sığınıyor ve onları evimizde, köyümüzde ağırlıyoruz.” Kızı, kulaklarında Mardin işi altın küpeleri sallanıyor, kömür karası saçlarını ortadan ikiye ayırarak muntazam taramış, arkadan bağlamış, diyor ki, “Garip bir durum. Kaderin cilvesi…”Silopili İnal ailesi ve Ezidi misafirleri. Şeyx Hıdır (beyaz gömlekli) emekli bir asker. Saddam’ın askeri.Misafir misafiri sevmezmiş Midyat kampına gidiyoruz. İçeri giremiyoruz. Kaymakama ulaşamıyoruz. Görevliler sorumluluk al(a)mıyor. Mor Abraham Manastırı'nın karşısındaki tepeden kampa bakıyoruz. Hastanesi, alışveriş merkezi, eğitim merkezleri olan son derece düzenli ve güzel bir kamp. Fakat L şeklindeki kampın ortasında yer alan bölgedeki prefabrikler boş. Sebebi, ilk geldiklerinde Suriyeli kamp sakinlerinin Ezidileri taşlamasıymış. Yetkililer arada tampon bölge oluşturmuşlar. Haftada bir şehre çıkış izinleri var. Onun dışında hep kamptalar. Mor Abraham Manastırı, olaylar başladığında yanındaki bu arsayı Süryaniler için kamp yapılması için vermiş. Kaymakamlık da Süryaniler gelmeyince Suriyeliler ve Ezidileri yerleştirmiş. Şehirde ise kamp dışında çok sayıda Suriyeli var. Kirada olan da var, hayırseverlerin boş evinde oturan da. Konuştuğumuz esnaf ve bölge insanı; “Zor durumdadırlar, tanrı misafiridirler ama psikolojik ve ekonomik sınırdayız.” diyorlar. Suriyelilerden biraz şikâyetçiler. Gittiğimiz diğer illerde de aynı sözleri duyuyoruz.17 yaşındaki Halef Hacı ve ailesi, Türkiyeli bir Ezidi’nin evinde misafir.Devletin adı yok!Gözlemleyeceğimiz diğer bir detay Midyat dışında AFAD ve valiliklerin yani bölge insanının değimiyle devletin pek yardımı yok. Bir diğer tabirle “Devletin adı yok!” Hatta Silopi'de esnaf, “Türkmenleri içeri almıyorlar, Ezidileri örgüt kaçak getiriyor, BDP ve halk yardım yapıyor. Bu devlet ne yapıyor, niye bunlara yardım etmiyor, anlamıyorum?” diyor.PKK'nın yaşam koridoru oluşturup Ezidileri kurtarması, sonrasında da BDP'li belediyelerin yardım kampanyaları ve bu düzenli kamplar, onlara karşı bölge halkında sempati oluşturmuş. Yine konuştuğumuz herkesin söylediği şöyle: “PKK hem sempati topladı, iyi bir örgüt imajı verdi. Hem de adam kazandı.” Şırnak'taki kampta genç Ezidilerle görüştükten sonra şoförümüz yanıma yaklaşıp, “Görüyorsunuz, anasını, karısını, bacısını yani namusunu kurtardı diye bu gençler PKK'ya katılmaz mı?” Biz İstanbul'da, Ankara'da, Trabzon'da, İzmir'de, Maraş'ta, Kars'ta oturduğumuz yerde bu gençlere istediğimiz kadar açıklama yapalım, onlar yaşadıklarına göre hareket eder. Nitekim Silopi'de belediyenin kampında çadırlarına konuk olduğumuz bir aileyle epey sohbet ettikten sonra 24 yaşındaki Asya Kamal, annesinin PKK'ya katıldığını anlattı. Babası ve ağabeylerini IŞİD öldürmüş. Hastanede çalışıyormuş ve 5 yıllık mesai arkadaşları onlara silah çekmiş, evlerini yağmalayıp yakmış. Bunları anlattıktan sonra sustu, başını çevirip içten içe ağladı. Yanındaki erkek kardeşi, yazmasıyla ağzını kapatan karalar giymiş annesinin arkasında oturan kadını göstererek, “Teyzemin ailesinde erkek olarak bir şu çocuk kalmıştır. Kimsesi yoktur. O da PKK'ya katıldı.” Kadınların yaşlarını soruyorum, bilmiyorlar, çocukları 45 veya 50'dir diye tahminde bulunuyor. Dağa kaçmışlar, oradan da PKK'nın Suriye'deki adıyla PYD'nin açtığı yaşam koridorundan kaçak olarak Roboski'ye gelmişler. Sonra da bu kampa. Banyosu, tuvaleti, çadırları ve her gün gelen pişmiş yemekleri var. Biz kamptayken Silopi İl Sağlık Müdürlüğü görevlileri kan alımı yapıyordu. Sağlık taraması için. İki kez ambulans geldi. Herhalde hasta vardı.Çadır kentteki doktorlar, mühendisler… Kampı gezen yalnızca biz değiliz. Silopili Özgür İnal da misafiriyle gelmiş. Bize tercümanlık yapıyor. Beşikte bebeğini sallayan bir kadına selam veriyoruz. Bebek küçücük ve bir deri bir kemik. Bizi görünce yazmasının ucuyla ağzını kapattıktan sonra dönüp bize, “Yolda doğdu.” diyor annesi. Acaba kaç kilo doğdu? Çocuklar sarıyor dört bir tarafımızı, meraklı ve güzel gözlüler. Kara kaşlı, kara gözlü, eşofmanlı iki adam geliyor. Neden hep kadınlarla görüşüyorsunuz, erkeklerle konuşun diyorlar. Aklıma Güvenli köyünün muhtarı geliyor. Eşiyle birlikte fotoğraf vermemişti. Kızları gülmüştü buna. Nitekim Özgür de adamların bu tavrına kızıyor. “Kadına değer vermeyenlerle konuşmayalım.” diyor. Yanımıza uzun boylu bir bey yaklaşıyor. Selam veriyor. Bin 300 kişilik kampa 3 Ağustos'ta gelmiş. Üniversitede memurmuş. IŞİD yaklaştı diye kaçmışlar. Arabasıyla gelmiş Silopi'ye. Tüm ailesiyle. Şengal'de üç katlı bir evi, 60 dönüm tarlası varmış. Geride bıraktıklarından haber almış mı diye soruyoruz? Evlerini yıkmışlar. Ekinlerinden bir haberi yok. Aynı sofrada yemek yedikleri arkadaşlarının onlara ihanet ettiğini söylüyor. Bütün Ezidiler, IŞİD'den çok komşularının, Arapların onlara karşı savaşmasından, saldırmasından şikâyet ediyor. Geldiği yerde 900 kişinin savaşmak için kaldığını söylüyor. Bir de artık maaşını alamıyormuş. Avrupa'dan gelen 800 Euro yardımını Barzani'nin vermediğini söylüyor.Herkes Avrupa'ya gitmek istiyor Kamp görevlisi zabıta, süremizin dolduğunu söylemek için geliyor. O sırada kampta çok sayıda doktor, mühendis, öğretmen kaldığını söylüyor. Burada çoğunlukla pasaportu olanlar varmış. Neredeyse hepsinin isteği Avrupa'ya gitmek. Hatta Asya Kamal, buraya getirildikleri için kızgındı da. Viranşehir'e gidip oradan da Avrupa'ya geçmeyi istiyormuş. Herkes 60'larda, 90'larda olduğu gibi Avrupa'ya sığınmak istiyor. Ama bilmiyorlar ki Avrupa, o zamanların Avrupa'sı değil.Peki, dönmek isteyen var mı? Zeytun Hamu Murad (80) ve Suzan Şema Ravu (70) dönmek istiyor. Zeytun Murad, “Soframda ölmek isterdim ama ne yaparsın kaçmak zorunda kaldım.” Çocukları esnafmış. Dükkânlarımız, bahçelerimiz vardı diyor. Oğulları dağda savaşıyormuş. Küçük çocukları gösteriyor Suzan Şema Ravu, “Yolda analar çocuklarını atmak zorunda kalıyordu.” diyor. Bir genç adam, o sırada parmağını gösteriyor, tercümanın anlattığına göre, çocuklar susuz kalınca parmaklarını kesip kanlarını içirmişler, bazıları işemiş, onu su diye içirmiş. Bir tuhaf oluyor içim. Ağlamak ile iğrenmek arasında. Aklıma Midyat'taki anne geldi. Yemek geleceğini söyleyen Tayfur Demir'e yaklaşıp sabun da getirirler mi diye sormuş. Gizlice, sessizce. İnsanın temizlik ve susuzluk kavramlarına bakışını değiştirecek olaylar yaşaması; yoğun iş hayatı olan bir doktoru, mühendisi, memuru çadır kentte öylece oturtacak çaresizliğe düşmesi nasıl bir acıdır? Bir televizyon dizisinde boğaza nazır villaya giren orta gelirli bir kadın diyordu lüks eşyalara hayran hayran bakarken, “Eğer bunların yaşadığı hayatsa biz ne yaşıyoruz.” Ben de babasının kanıyla susuzluğunu giderdiğini söylediği gök gözlü çocuğa bakıp, “Bu yavrucağın yaşadığı hayatsa benimki ne acaba.” diyorum.Bir Müslüman'ın evinde tedirgin olmak… Özgür'ün apartmanlarında iki Ezidi aile yaşıyormuş. Onların yanına gidiyoruz. Giriş katta büyük bir mobilya dükkânları var. Önce oraya alıyorlar bizi, soluklanmak için. Babasıyla, abisiyle tanışıyoruz. Soğuk su geliyor. Her gittiğimiz kapıda olduğu gibi. Buralarda hava çok sıcak ve kuru olduğu için herhalde en makbul ikram soğuk su oluyor. Emin İnal, 1992 yılında da Irak'ta yaşanan Ezidi katliamında evini onlara açmış. Artık Amerika'da yaşayan o misafirleriyle halen görüşüyormuş. Aslında bölge insanının, dini inançları dolayısıyla Ezidilere pek iyi bakmadığını söylüyor. Hatta babasının Silopi meydanında 70 Ezidi'nin halk tarafından öldürülüşüne tanıklık ettiğini ve kendilerine anlattığını aktarıyor. Peki, kendisi neden yardım etmiş? "Zor durumda, canının, namusunun derdine düşmüş insana yardım etmek insanlık borcudur." diyor.Emekli asker, Silopili mobilyacının evine sığındı İnal ailesiyle konuşurken biz, Ezidi misafirleri geliyor. Şengal bölgesinde değilmiş onun oturduğu yer. Musul'a daha yakınmış ama IŞİD, 10 km yaklaşınca apar topar kaçmışlar. Emekli rütbeli askermiş. Saddam'ın askerlerinden. Kâğıt kalem istiyor. Bize bölgenin haritasını çiziyor. Ezidi bölgelerini, kaçış yollarını… Şeyx Hıdır tüm bu olan bitenin büyük bir planın parçası olduğunu düşünüyor. Irak'ın parçalanması, Şii, Sünni ayrı devletlerin kurulması... Bir sürü teori anlatıyor, Emin Bey'le yorumluyor. Kader işte. Belki de bir ay önce Musul'da kendisi gibi emekli asker arkadaşlarıyla, aralarında kim bilir Araplar, Sünni Kürtler ve Şii Türkmenler de vardı, oturmuş bu siyasi konularda ahkam kesmişti. Belki Barzani ve Erdoğan'ı eleştirmişti. Bugün hiç tanımadığı bir Silopili mobilyacının dükkânında, hiç tanımadığı ve muhtemel ki bir daha görmeyeceği İstanbul'dan gelmiş bir kıza siyasi yorumlarını anlatıyor. Üç kızı, bir oğlu varmış. Kızlarının ikisi ve oğlu üniversitede, diğer kızı lisede okuyormuş. Kızının biri son sınıftaymış. Ne olursa olsun okula gideceğiz diyorlarmış. Ne yapacaklarına karar vermemişler. Onlarla da tanışmak istediğimizi söylüyoruz. Eve çıkıyoruz. Oturma odasında televizyon açık. Bir Arap kanalı, belki de Kürt, emin değilim, alt yazılar Arap alfabesiydi… O yüzden içeri ‘şükran' diyerek giriyorum. Niye teşekkür ediyorsam! Merhaba da diyebilirdim. Kürtçe merhaba demeyi unutuyorum hep. Yer minderlerine oturuyoruz. Evin oğlu su getiriyor. Soğuk su. Anne güler yüzlü. Kızlar bakımlı. Emin Bey ve oğulları hep beraber oturuyoruz. Emin Bey, “Çok kanaatkârlar ve mahcup. Tedirginler, nihayetinde bir Müslüman'ın evindeler. İlk günler yemeklerimizi getirdik, burada beraber yedik.” Sahi ya Müslüman olduklarını söyleyen bir terör grubu tarafından öldürülecekleri korkusuyla kaçıyorlar ve Müslümanlara sığınıyorlar. Emin Bey misafirlerinin erdemlerinden söz ederken. Oğullarına ve ona bakıyor, içimden teşekkür ediyorum. Bu insanların nezdinde Müslümanlığın, İslam'ın izzetini korudukları için.Kahve getiriyor kızlardan biri. Sarı fincanlarda, sütlü kahve. Hem konuşmanın heyecanından hem de yeni su içtiğim için epey süre içmedim kahvemden. Neden sonra fark ettim ki Şeyx Hıdır'ın eşi de hiç içmemiş. Ben fincana elimi uzatıyorum, o da uzatıyor. İçiyorum, o da içiyor. Göz ucuyla takip ediyorum. Yanımda oturan kızı da beni göz ucuyla takip ediyor, anlıyorum. Genç kızlık işte, birbirimizin üstüne başına, edasına dikkat ediyoruz. Ne güzel kız diyorum, bakımlı. Muhasebe okuyormuş. Emin İnal'ın son cümleleri beni bu düşüncelerden çekip çıkartıyor, çünkü çok çarpıcı, hemen not ediyorum; “Birkaç gün sonra beraber yemek yedikten, oturup kalktıktan sonra Şeyx Hıdır dedi ki, ‘Bizim de sizin de eski şıhlarının Allah belalarını versin. Bizi böyle birbirine düşürdü.' Biz misafirlerimizle bir Müslüman'ın evine gidip korkmak nediri gördük.” Müslüman, emin insan değil midir? Kendine, namus derdine sığınan insanı koruyan…Siz hiç evinizden kovuldunuz mu? Sonra Şırnak'a ve Cizre'ye gidiyoruz. Şırnak'ta kömür depoları arasındaki eski terk edilmiş bir yapıya yerleştirilen Ezidilerle görüşüyoruz. Aynı hikâyeler, mağduriyetler. Hepsi Avrupa'ya gitme hayalinde. Yine BDP'li belediyelerin yardımlarıyla yaşıyorlar. Günde üç öğün yemek veriliyor, giyecek ve sağlık ihtiyaçları gideriliyor. Cizre kampına ise girmemize izin verilmiyor. Atıl durumdaki bir sanayi sitesi burası. Dükkânların pencereleri güneşten korunmak için bezlerle kaplanmış. Cizre Havaalanı'na giderken kendimi düşündüm, hayatım böyle bir anda altüst olursa, beni ben yapan tüm mal varlıklarım, işim ve hatta ailem geride kalsa, eğitimimin değeri olmayacak bir yaşam kampında bulsam kendimi ve birileri gelip anlat bakalım ne yaşadın, seni kim kurtardı, kim yediriyor dese ne yapardım? Siz hiç evinizden kovuldunuz mu?

12 Eylül 2014 Cuma

Aylak Köpek, S.Hidâyet

Sadık Hidayet, Aylak KöpekAYLAK KÖPEK Verâmin meydanını açlık gideren ve günlük yaşantının basit gereksinimlerini karşılayan birkaç ekmek fırını, kasap, attar, iki kahvehane ve bir berber oluşturuyordu. Meydan ve kavurucu güneş altında yarı çıplak, yarık yanık dolaşan insanlar gurup vaktinin ilk esintilerini ve gecenin bastırmasını bekliyorlardı. Ne insanlarda, ağaçlarda ve hayvanlarda bir hareket vardı, ne dükkânlarda iş. Sıcak hava başlara ağırlık veriyor, gelip geçen otomobillerin kaldırdığı toz, masmavi gökyüzündeki hafif toz bulutunu sürekli yoğunlaştırıyordu.

Meydanın bir tarafındaki yaşlı çınarın gövdesi oyulmuş ama ağaç yine de inatla eğri büğrü dallarını her bir tarafa uzatmıştı. Tozlu yapraklarının gölgelediği yere genişçe büyük bir seki yapmışlardı. İki çocuk burada bağıra çağıra sütlaç ve kabak çekirdeği satıyordu. Kahvenin önündeki arktan boz bulanık bir su akıyordu, tabii buna akma denilirse.

Dikkat çeken tek yapı, konik başlı, yarısına kadar şahrem şahrem yarık içindeki silindirik duvarıyla ünlü Verâmin burcuydu. Dökülmüş tuğlaların oluşturduğu oyukları yuva edinmiş serçeler bile aşırı sıcaktan seslerini kesmiş uyukluyorlardı. Arada bir sessizliği bozan tek şey bir köpeğin iniltisiydi.

Kirli saman sarısı burunlu ve ayaklarına kadar siyah benekli İskoç cinsi bir köpekti bu. Bataklıkta koşmuş da üstünde çamur lekeleri kalmıştı sanki. Kıvrık kulakları, kıvır kıvır kirli tüyleri parlak bir kuyruğu vardı. Kıllı suratında insanınkilere benzer cin gibi iki göz ışıldıyordu. Gözlerinin derinliklerinde insana özgü bir ruha sahip olduğu seziliyor, geceleri hayatın tüm canlılığını üstünde hissettiğinde gözlerinde engin bir şeyler dalgalanıyordu. Anlaşılması imkânsız bir mesaj vardı bunlarda. Ne aydınlıktı bu, ne bir renk. İnanılmayacak, bambaşka bir şey. Hani yaralı ceylanların gözünde görülen şeylerden. Onun gözleriyle insanınkiler arasında benzerlikten çok, bir tür eşitlik görülüyordu adeta. Acı, ıstırap ve beklenti dolu iki siyah göz. Bunlar sadece aylak bir köpeğin suratında görülebilir. Onun yakarış dolu dertli bakışlarını ne gören oluyordu ne de anlayan. Fırıncının çırağı dükkânın önünde onu dövüyor, kasabınki taş atıyordu. Bir otomobilin gölgesine sığınacak olsa şoförün kabaralı ayakkabısıyla attığı tekmelere maruz kalıyordu. Herkes onu hırpalamaktan yorulunca, sütlaç satan çocuk ona işkence etmekten ayrı bir haz duyuyordu. Her iniltisi beline isabet eden bir taş demekti ve hayvan inledikçe çocuğun kahkahası yükseliyor ve çocuk "Seni imansız!" diyordu. Herkes çocukla elbirliği etmişti sanki. Sinsi sinsi çocuğu fitilliyor sonra kah kah gülüşmeye başlıyorlardı. Allah rızası için dövüyorlardı. Mezhebin lanetlediği, yedi canlı, pis bir köpeğe eziyet etmek çok doğal geliyordu onlara.

Sütlaç satan çocuk o kadar üstüne gitti ki hayvancağız sonunda burca giden sokağa doğru kaçtı; daha doğrusu aç biilaç kendini zorla sürükledi ve bir su yoluna sığındı. Başını ellerinin üstünde koyup dilini çıkardı, yarı uykulu yarı uyanık bir halde karşısında dalgalanan ekin tarlasını izlemeye koyuldu. Vücudu yorgundu, sinirleri sızlıyordu. Su yolunun nemli havasında tüm vücudunu bir rahatlık kapladı. Yarı canlı sebzelerin, nemli, eski bir ayakkabı tekinin, ölü veya diri nesnelerin çeşit çeşit kokuları karmakarışık ve uzakta kalmış anılarını canlandırdı burnunda. Tarlaya her dikkatli bakışdan içgüdüsel bir istek baskın çıkarak anılarını ta başından canlandırıveriyordu. Ama bu kez öylesine güçlüydü ki bu duygu, sanki bir ses onu harekete, oynayıp zıplamaya çağırıyordu kulağının dibinde. Yeşilliklerde koşup zıplamak için karşı konulmaz bir istekti bu duygu.Genetik bir duyguydu bu. Çünkü tüm ataları İskoçya'da çayırlıklarda özgürce yetiştirilmişlerdi. Ama o kadar halsizdi ki bedeni kımıldamasına bile izin vermiyordu. Baygınlık ve güçsüzlükle karışık acı bir duyguya kapıldı. Unutulan, yitip giden bir avuç duygu heyecana dönüştü. Eskiden türlü türlü görevleri ve gereksinimleri vardı. Sahibinin evinden yabancı birini ya da yabancı bir köpeği kovmak için sahibinin sesine koşmalıydı; sahibinin çocuğuyla oynamalıydı; görüp tanıdığı kişilere nasıl, yabancılara nasıl davranacağını bilmeliydi; zamanı gelince yemeğini yemeli, belirli zamanlarda okşanmayı beklemeliydi. Ama şimdi bu sorumlulukların tümü alınmıştı ondan.Artık bütün işi gücü korku içinde titreyerek çöplüklerden yiyecek kırıntıları bulmak, gün boyu dayak yemek, inlemekti - savunacak tek şeyi olmuştu bu. Eskiden cüretli, korkusuz, temiz ve kanlı canlıydı. Ama şimdi korkak, itilip kakılan biri olmuştu. Bir şey duysa, yakınında bir şey kımıldasa tir tir titriyor, hatta kendi sesinden bile korkuyordu. Pireleri avlayacak ya da yalayacak hali kalmamıştı. Çöplüğün bir parçası olduğunu hissediyordu. İçinde bir şeyler ölmüş, sönmüştü.Bu cehenneme düşeli iki kış geçmiş, şöyle doyasıya bir şey yememiş, gözü rahat bir uyku görmemişti. Şehveti, duyguları körelip gitmiş, bir Allahın kulu onu okşamamış, gözlerine bakan olmamıştı. Buradaki insanlar sahibine benzemesine benziyorlardı ama duyguları, huyları, davranışları yerden göğe kadar sahibininkininden farklıydı. Eskiden içlidışlı olduğu insanlar onun dünyasına daha yakındılar sanki; acılarını, hislerini anlıyor, onu daha çok himaye ediyorlardı.Aldığı kokular arasında en çok başını döndürelni, oğlanın önündeki sütlaçların kokusuydu. Tıpatıp annesinin sütüne benzeyen ve çocukluk hatıralarını anımsatan bu sıvı ansızın bir uyuşukluk hissi uyandırdı. Henüz yavruyken annesinin memesinden o sıcak, besleyici sıvıyı emerken annesi yumuşak diliyle onu yalar, temizlerdi. Annesinin koynunda, erkek kardeşiyle yan yana iken aldığı keskin koku, annesinin ve sütünün ağır ve keskin kokusu burnunda canlandı.Süt sarhoşu olduğu zaman vücudu ısınıp rahatlıyor, akışkan bir sıcaklık tüm damarlarına, sinirlerine yayılıyordu. Mahmur mahmur annesinin memesini bırakıyor, vücudunu saran keyif verici titreyişlerle derin bir uyku geliyordu peşinden. Gayri ihtiyari ellerini annesinin memesine bastırmaktan, zahmetsizce koşuşturmadan süte ulaşmaktan daha büyük bir zevk olabili miydi? Kardeşinin kıllı bedeni, annesinin sesi, bütün bunlar keyif ve okşayış doluydu. Eski ahşap yuvasını anımsadı, yeşil bahçede kardeşiyle oynadığı oyunları.Onun kıvrık kulaklarını ısırır, yere düşer, kalkar, koşarlardı. Sonra bir oyun arkadaşı daha bulmuştu: Sahibinin oğlu. Bahçede onun peşinden koşar, havlar, giysisini ısırırdı. Hele hele sahibinin okşayışlarını, onun elinden yediği şekerleri hiç unutmamıştı. Ama sahibinin oğlunu daha çok severdi. Çünkü hem oyun arkadaşıydı, hem de asla dövmezdi. Sonraları birden kaybetti annesiyle kardeşini. Sahibi, oğlu, karısı ve yaşlı uşağı kalmıştı geriye. Her birinin kokusunu nasıl da ayırır, ayak seslerini ta uzaktan tanırdı. Öğle ve akşam yemeği vakti masanın çevresinde dolanır, yiyecekleri koklardı. Kimi zaman sahibinin hanımı kocasının muhalefetine karşın sevgi dolu bir lokmacık ayırırdı onun için. Yaşlı uşak gelince ona seslenirdi: "Pat... Pat..." Ve yemeğini koyardı ahşap yuvasının yanındaki özel kaba.Pat'ın mest olması onun bedbahtlığını hazırladı. Çünkü sahibi Pat'ın evden çıkıp dişi köpeklerin peşine takılmasına izin vermiyordu. Bir sonbahar günü, sahibi, önceden tanıdığı eve sık sık gelen iki kişi ile birlikte otomobilde otururken, Pat'ı çağırdılar ve öne oturttular. Pat birkaç kez sahibi ile arabada yolculuk yapmıştı ama o gün mestti, farklı bir heyecan içindeydi. Birkaç saat gittikten sonra bu meydanda indiler. Sahibi o iki kişiyle birlikte bu burcun yanından geçti. Tesadüf bu ya, bir dişi köpeğin kokusu Pat'ın kendi cinslerinde aradığı çok özel bir koku, onu deli divane etti birden. Arada bir kokladı, kokladı; sonunda bir bahçenin su yolundan bahçeye daldı.Gün batımına doğru sahibinin sesi yükseldi tekrar. "Pat... Pat!.." Gerçekten onun sesi miydi yoksa kendisine mi öyle geliyordu acaba?Sahibinin sesinin onun üzerinde garip bir etkisi vardı. Çünkü kendisini borçlu hissettiği tüm görevlerini ve sorumluluklarını hatırlıyordu. Yine de, dış dünyadaki güçlerin ötesinde bir güç onu dişi köpekle birlikte olmaya zorlamıştı. Kulağının dış dünyadan gelen sesleri duymamaya başladığını, ağırlaştığını hissetmişti. İçinde şiddetli duygular uyanmıştı. Dişi Köpeğin kokusu başını döndürecek kadar keskin ve güçlüydü.Tüm kasları, vücudu, duyguları kontrolünden çıkmıştı. Ama çok geçmeden sopayla, kürek sapıyla kovalamaya gelip girdiği su yolundan geri çıkardılar onu.Pat şaşkın, yorgun ama kuş gibi hafiflemiş, rahatlamış olarak sahibini aramaya başladı. Birkaç ara sokakta onun kokusundan izler kalmıştı. Her tarafı aradı, belirli aralıklarla kendisine özgü işaretler bıraktı; kasabanın dışındaki harabeye kadar gitti, tekrar geri döndü. Sahibinin meydana döndüğünü anlamıştı; onun silik kokusu diğer kokulara karışmıştı. Bırakıp gitmiş olabilir miydi acaba sahibi? Istırapla karışık tatlı bir korkuya kapıldı. Pat, sahibi, efendisi olmadan nasıl yaşayabilirdi? Çünkü sahibi onun için Tanrı demekti. Yine onu aramaya geleceğinden emindi. Korku içinde birkaç caddede koşmaya başladı. Ama boşunaydı zahmeti.Sonunda geceleyin yorgun argın meydana döndü. Sahibinden haber yoktu. Bir iki tur daha attı kasabada, sonra dişi köpeği buldu, su yoluna gitti. Ama taşla kapatmışlardı su yolunu. Bahçeye girme umuduyla yeri kazmaya başladı; hayır, imkânsızdı. Umudunu yitirince oracıkta kestirmeye koyuldu.Pat gece yarısı kendi iniltisiyle sıçradı uykusundan. Kalkıp birkaç sokakta dolaştı, duvarları kokladı, bir süre böyle aylak aylak döndü durdu. Sonra çok acıktığını hissetti. Meydana dönünce burnuna çeşit çeşit yiyecek kokuları geldi. Geceden kalma et kokuları, taze ekmek ve yoğurt kokusu, hepsi birbirine karışmıştı. Bir yandan da suçluluk hissediyordu. Başkalarının mülküne girmişti. Sahibine benzeyen bu insanlardan dilenmeli, onu kovduracak bir rakip çıkmazsa yavaş yavaş buranın mülkiyet hakkını ele geçirmeliydi. Ellerinde yiyecek olan bu varlıklardan biri belki ona bakabilird.İhtiyatla, korkudan titreye titreye, yeni açılan ve içerden pişkin hamur kokularının geldiği fırının önüne gitti. Koltuğunda ekmek olan biri seslendi ona: "Gel... gel!" Sesi ne kadar garip gelmişti kulağına! Adam onun önüne bir parça sıcak ekmek attı. Pat kısa bir tereddütten sonra ekmeği yedi ve onun için kuyruğunu salladı. Adam ekmeği dükkânın tezgâhına koyup korku ve ihtiyatla Pat'ın başını okşadı. Sonra iki eliyle tasmasını çözdü. Nasıl da rahatlamıştı Pat! Bütün sorumluluklar, görevler omuzlarından alınmıştı sanki. Ama tekrar kuyruğunu sallaya sallaya dükkân sahibine yaklaşınca böğrüne kuvvetli bir tekme yedi ve inleye inleye uzaklaştı oradan. Dükkân sahibi gidip arkta elini yıkadı. Pat, dükkânın önünde asılı duran tasmasını tanıyordu hâlâ.O günden beri bu insanlardan tekme, taş ve sopadan başka bir şey görmemişti. Kanlı bıçaklı düşmanıydılar ve ona işkenceden zevk alıyorlardı sanki.Pat, kendine ait görmediği, kimsenin onun duygularını anlamadığı yeni bir dünyaya gelmişti. İlk birkaç günü çok zor geçti. Sonra yavaş yavaş alıştı. Üstelik köşe başında, sağda çöp dökülen bir yer bulmuştu. Çöp arasında kemik, yağ, deri, balık başı gibi lezzetli parçalarla tanımadığı başka başka yiyecekler buluyordu. Günün geri kalan kısmını kasapla fırının önünde geçiriyordu. Gözü kasabın elindeydi ama lezzetli parçalar yerine daha çok dayak yiyor ve yeni yaşantısına ayak uydurmaya çalışıyordu. Eski yaşantısından tek tük silik görüntülerle bazı kokular kalmıştı. Ne zaman sıkıntıya düşse bu kayıp cennetle bir tür teselli ve kaçış yolu buluyor ve elinde olmadan anıları gözünde canlanıyordu.Pat'a en çok işkence eden şey, kimse tarafından okşanmamaktı. Sürekli itilip kakılan ve küfredilen bir çocuk gibiydi. Yine de ince duyguları tümüyle sönmüş değildi. Hele hele acı ve işkence dolu bu yeni yaşantısında öncekinden çok gereksinimi vardı okşanmaya. Gözleriyle dileniyordu okşanmayı; sevgisini gösterip eliyle başını okşayana canını vermeye hazırdı. O da sevgisini, bağlılığını gösterme, fedâkarlık etme ihtiyacını hissediyordu kendinde. Görünüşe bakılırsa kimsenin onun bağlılık gösterisinde bulunmasına ihtiyacı yoktu. Kimse onu himaye etmiyor, hangi göze baksa kin ve kötülükten başka bir şey okumuyordu. Bu insanların ilgisini çekmek için yaptığı her hareket onları daha da öfkelendiriyordu sanki.Pat su yolunda kestirirken birkaç defa inleyip uyandı. Kâbus görüyordu galiba. Bu sırada şiddetli bir açlık hissetti; çevreden kebap kokusu geliyordu. Şiddetli açlık, halsizliğini ve diğer acılarını unutturacak derecede işkence ediyordu. Zar zor kalkıp ihtiyatla meydana doğru gitti.Bu sırada bir otomobil tozu dumana katarak Verâmin meydanına girdi. Otomobilden bir adam indi, Pat'a doğru yürüyüp başını okşadı. Bu adam onun sahibi değildi. Yanılmamıştı. Sahibinin kokusunu iyi tanırdı çünkü. Ama nasıl oldu da onu okşayacak biri çıktı? Pat kuyruğunu sallayıp tereddüt içinde adama baktı. Aldanmamış mıydı acaba? Okşanmasına neden olacak tasmasıda yoktu. Adam geri dönüp yine başını okşadı. Pat peşine düştü adamın. Şaşkınlığı iyice artmıştı. Çünkü o adam, iyi bildiği ve içinden güzel yiyeceklerin çıktığı odaya girmişti. Duvar kenarındaki kanepeye oturdu adam. Ona sıcak ekmek, yoğurt, yumurta ve başka yiyecekler getirdiler. Adam ekmek parçalarını yoğurda bulayıp onun önüne atıyordu. Pat yiyecekleri önce aceleyle, sonra ağır ağır yiyordu. Sevimli ve âcizlik ifade eden kara gözlerini adama dikmiş kuyruk sallıyordu. Uyanık mıydı yoksa düş mü görüyordu? Pat, dayak yemeden doyasıya karnını doyurdu. Yeni bir sahip bulmuş olması mümkün müydü? Sıcağa rağmen adam kalktı, burca giden sokağa girdi, biraz bekledikten sonra dolambaçlı sokaklardan geçti. Pat da kasabanın dışına kadar onu izledi. Sahibinin gittiği birkaç duvarlı harabeye gitti. Bu adamlar da kendi dişilerinin kokularını arıyorlardı belki. Pat duvarın gölgesinde adamı bekledi. Sonra başka bir yoldan meydana döndüler.Adam yine onun başını okşadı, meydanda küçük bir gezintiden sonra Pat'ın tanıdığı otomobillerden birine bindi. Pat arabaya çıkmaya cesaret edemiyordu. Kenara oturmuş ona bakıyordu.Otomobil birden toz kaldırarak hareket etti. Pat da arabanın peşinden koşmaya başladı hemen. Hayır, bu defa adamı elinden kaçırmaya niyeti yoktu. Dili sarkmıştı ama vücudunda hissettiği tüm acılara rağmen var kuvvetiyle koşuyordu. Otomobil kasabadan uzaklaştı, kırlardan geçti. Pat iki üç kez arabaya yetişse de yine geride kaldı. Tüm gücünü toplamış, umutsuzca koşuyordu. Ama araba ondan hızlı gidiyordu. Yanılmıştı üstelik koşarak otomobile yetişeyim derken iyice yorgun düşmüştü. Baygınlık geçirecek kadar fenalaşmıştı. Tüm organları kontrolünden çıkmış, en küçük bir hareket etme yetisi kalmamıştı. Niçin koştuğunu, nereye gittiğini bilmiyordu. Durdu; soluk soluğaydı. Dili sarkmış, gözleri kararmaya başlamıştı. Boynu bükük, zar zor yolun kenarına gitti; bir tarlanın yanından akan suyun başında karnını sıcak ve nemli kuma koydu. Hiç aldanmadığı içgüdüsüyle artık buradan kımıldayamayacağını hissetti. Başı döndü. Düşünceleri, hisleri silinmeye, birbirine karışmaya başlamıştı. Karnı çok kötü ağrıyordu. Gözlerinde hiç de hoş olmayan bir parıltı vardı. Kasılmalar, kıvranmalar arasında elleri ayakları yavaş yavaş hissizleşiyor, mülayim ve keyif verici bir serinlik getiren soğuk terler dökülüyordu.Akşama doğru Pat'ın üzerinde üç karga uçuyordu. Uzaklardan almışlardı Pat'ın kokusunu. İçlerinden biri ihtiyatla yanına kadar geldi, dikkatle baktı. Pat'ın tamamen ölmediğinden emin olunca uçtu gitti. Bu üç karga Pat'ın iki kara gözünü oymak için gelmişti.

10 Eylül 2014 Çarşamba

Bir Adın Yolculuktu, Ü.Tamer

BİR ADIN YOLCULUKTU 1Kavaklık neresiydi, İthaka neresiBelki Kırkayak bahçesinden başlamıştı yolculuğun seninBelki Nurgana'danBaşpınar'da konaklar mıydı OdysseusPenelope kurar mıydı tezgâhını Kayacık'taTroya neresiydiAgamemnonBir dağ-yüreğinin sesiydiMeyan şerbetçileri dolduruyor sokaklarıSebil sarıp sarmalıyor ikindiyiAlçalan güneşin altında KyklopsBirecik yolunu gösteriyor tek gözüyleDağ yeli, dağın yüreği, söyleKimdi OdysseusAntep'e gelenlerin delisi miydi2Berberlerin artık yorulma saatindeDüşlerin bitip bitip başladığı bu saatteEşekleriyle yola koyuluyor pazarcılarBu adam Mazmahor'a yakın otururBir adı İbrahim'dir, bir adı başkaTuruncu güvercinler yetiştirmeyi koymuş aklınaGüneş doğdu muydu üzülürOlmayan kılıcını takıp belineHüyüklerde bir Aias aranmaya başlar hemenO gelen kimSorma banaAdını hiç söylemezSirenlerin diliyle konuşur sadeceŞu gelen HumanızlıdırGüvercin değil, evler büyütür içindeBoş vakitlerinde taş yontarÖyle bir sur yapacakÖyle bir kale kuracak ki günün birindeTahta atlar değil, uçan atlar bile giremeyecekGümbür gümbür yalnızlığına Hektor'unBerideki ise leblebi satarAkhilleus'n düşlerine mi özenir kalburu başındaYoksa Patroklos'un ölümüne miKendisi bile bilmez bunuKafası karıştı mıydıAlır bir avuç leblebisindenAlleben'de rakı içmeye gider3Neresiydi İthakaNe işi vardı burada Odysseus'unYılanların uykusunda ne işi vardıSığırcıkların akşamındaKanatlı kısrakların uçuştukları gecedeSabahın sessiz patlayışında ne işi vardıHep bunu soruyor, bunu konuşuyordun4Yolculuğun nereden başlamıştı senin AntepliBir yolculuğun Davut'un demirci dükkânındanBir yolculuğun Şükrü'nün götürdüğü bayram yerindenBir yolculuğun Mehmet Efendi'nin Camlı Kahve'sindenBir yolculuğun Nakıp Ali'nin sinemasındanBir çok yolculuğun Nakıp Ali'nin sinemasındanBir yolculuğun Arasa'daki isimsiz kebapçıdanBir yolculuğun Uzunçarşı'daki buzlanmış tuluklardanBir yolculuğun Kalealtı'ndaki boya kokularındanBir yolculuğun Dunlop Garajı'ndaki dokuma tezgâhlarındanBir başka yolculuğunNarlı'daki sivrisinek uykularından başlamıştı seninNarlı neresiydi, İthaka neresiİthaka neresiydi, Troya neresiydiİstanbul neresiydi Ulukışla'dan sonraKayacık'ta mekik atarken PenelopeDüşünüyordu:İstanbulUslu bir çocuğun sesiydi5Günlerden, güneşlerden, karanlıklardan geçtinDehlizlerden, akrep sırtlarından geçtinKarpuzatan'dan, Dülük Baba'dan ve her gün Saburcu'ndanHacivat oynatanların şarkısındanKaçakçıların saatinden, Çukurbostan'da bekçi düdüklerindenHer gün en az bir kere geceden geçtinBir adın yolculuktu, bir adın başkaŞafak sökerken ZeusHemingway'in öykülerini bırakıyordu senin sunağınaTarancı, Necatigil, Ziya Osman SabaKitapçı dükkânını taşıyordu Arif Güzel'inYılanın su içtiği pınar başınaLady Macbeth'i savuruyordu düşlerine uykuKimbilir nereden başlatmıştın yolculuğunuSait Faik'den mi, O'Henry'den mi, Çehov'dan mıSu almak için indiğin istasyonBozkırında mıydı Gorki'nin, Konya ovasında mıVagon penceresinden arılar giriyorduGümüş örümceklerle savaşarakGünlerden geçiyordun, gecelerdenTroya'da arıyordun Antep'te yitirdiğin dizeleriEliot koşuyordu yardımına, Pound, Jacob, Frost,Dıranas, Nâzım, Dağlarca,Caldwell, Steinbeck, Istrati, Poe, Kafka, Silone,Bruegel, Dufy, Picasso, Degas, Vlaminck,Alberti,Andrade,Lorca.Bu arada adını soruyordu koridordaki saraç.Bir adın yolculuktu, bir adın sevda.6Çocukların artık yorulma saatindeGüneşin batıp batıp doğdurğu bu saatteYola koyulan pazarcılar oldunTahta bir iskemleye oturup kahveleri dolaşyınHermes'in sandalları bile gerekmiyordu sanaHaritalarını çizmek için Olympos'un, Gâvur Dağı'nınSurlar yaptınLeblebi sattın kendineNarlı, Haydarpaşa, Waterloo, Gare du Nord, TerminiBütün istasyonlarına uğradın dünyanınHer yere biletini her yerden aldın7Kavaklık neresiydi, İthaka neresiKimdi OdysseusAntep'ten gidenlerin delisi miydi

8 Eylül 2014 Pazartesi

Ben sana teşekkür ederim, Ü. Tamer

Ben sana teşekkür ederim, beni sen öptün,

Ben uyurken benim alnımdan beni sen öptün;

Serinlik vurdun korulara, canlandı serçelerim;

Sen mavi bir tilkiydin, binmiştin mavi ata,

Ben belki dün ölmüştüm, belki de geçen hafta.

Sen bana çok güzeldin, senin ayakların da.

Bir Türk IŞİD'e neden katılır?

Şu sıralar neredeyse her gün terör örgütü IŞİD’e katılan bir gencin akıbetiyle ilgili haber okuyoruz. Kimi ailesi tarafından yaralı bulunurken, kiminin ölüm haberi geliyor.Avrupa ve Amerika dahil tüm dünyadan insanların katıldığı IŞİD ile Türkiye’deki gençler nasıl tanışıyor? Tanıkların ifadeleri ve bu konuda verilen önergelerden yola çıkarak gençlerin bu bataklığa nasıl çekildiğini araştırdık. Örgüte katılanların aileleriyle yapılan görüşmelerden ortaya çıkan manzara şu: Pazarcılık yapan, sanayide çalışanlar gibi alt gelir grubundaki çocuklar örgüt için en büyük potansiyel. Ailesinin yüklü miktarda borcu olanları araştırıp bu çocuklara yanaşan örgüt üyeleri, “Baban bu kadar borcu nasıl ödeyecek?” denilerek para yardımı vaatediliyor. Maddi ihtiyacı olmayanlara ise cami ve Kur’an kursu gibi mecralardan ulaşılıyor. Bir çeşit para kaynağı olarak görülen varlıklı çocuklar, “Beş kelle alırsan cennette şu kadar yere sahip olursun” gibi sapkın vaatlerle kandırılıyor. Sahih hadis denilerek cihatla ilgili propaganda yapılıyor. Türkiye’den toplanan çocuklar sanıldığı gibi ilk adımda IŞİD’e değil, Özgür Suriye Ordusu’na götürülüyor. Buradan diğer örgütlere taksim ediliyor. Örgütün yürüttüğü bir politika da gençleri evlendirmek. Bu şekilde gençleri örgüte daha da bağlayan terörist grup, “Artık senin bir ailen var. Bundan sonra kendi namusun için de savaşacaksın.” telkinleri yapıyor. Öldüğünde ise kadın, örgütün diğer üyeleriyle evlendiriliyor. İsmini açıklamayan bir kaynağın anlattıklarına göre örgüt, özellikle zengin ailelerin çocuklarının cenazesinden bile nemalanmaya çalışıyor. Örneğin çatışmada ölen çocuğu için aileyi aratıp, “Çocuğun öldü, istersen gel al.” deniliyor. Sınıra gelen babaya gönderdikleri ayakçılar vasıtasıyla çocuğunun cesedi karşılığında 3 bin TL para isteniyor. Ve bütün bunlar devletin gözü önünde cereyan ediyor. Örneğin Konya’da artık herkesçe bilinen bir derginin önünde toplu cihat namazları kılanlar örgüte katılmak üzere yola çıkıyor. IŞİD’in vahşet içeren videoları çıkmadan önce katılımın daha yoğun olduğunu dile getiren haber kaynağımız, “Son dönemde bize ulaşıp, 12-13 kişilik gruplar halinde gitmekten son anda vazgeçtiğini anlatanlar var.” diyor. IŞİD’e katıldıktan 10 ay sonra Rakka’da ölen 25 yaşındaki Hasan’ın örgütle tanışma sürecini ise en yakın arkadaşından dinliyoruz. Arkadaşı, Hasan’ın İstanbul Fatih’te bir tarikata bağlı sohbetlere giderken IŞİD ile tanıştığını tahmin ediyor. “O grubun muhafazakârlığından faydalanıp içlerine sızan birileri var ve insanları IŞİD’e kanalize ediyor.” diyor. Burada Hasan ile arkadaşlık kuran kişi onu Güngören’deki bir derneğe götürmeye başlar. Hasan daha önceki sohbet grubundan tamamen koparak Güngören’deki derneğin programlarına gitmeye devam eder. Arkadaş çevresiyle de iletişimini koparan Hasan, düne kadar birlikte oturup kalktığı insanlara yabancılaşır. Arkadaşları sadece Güngören’de bir derneğe gittiğini bilir. O sırada IŞİD pek bilinmediğinden arkadaşları Hasan’ın nasıl ciddi bir tehlikenin içinde olduğunu fark edemez. “Cihada gitmekten bahsediyordu ama biz inanmıyorduk o zamanlar.” diyor. Kendini IŞİD’in söylemlerine kaptıran gencin ailesi varlıklıdır. Ancak o babasının yanında çalışmayıp örgütle bağlantılı olduğu tahmin edilen bir şirkette çalışmaya başlar. Şirket Laleli’de bir tekstil firmasıdır. Birkaç kez Hasan’ı görmek için oraya gittiklerini anlatan arkadaşı, “İçeriye giremiyorduk. Diğer çalışanları görüyorduk bazen. Hepsi sakallı, uzun şalvarlı ve genellikle siyah giyimliydi. Hasan da onlar gibi giyinmeye başlamıştı.” diyor. Arkadaşlarından iyice uzaklaşan genç, zamanla Antep’e kamplara gitmeye başlar. Bugün haberlerde sıkça duyduğumuz Antep kamplarını Hasan, arkadaşlarına da anlatır. Burada Adıyamanlı bir kızla evlendirildiğini söyler. Ancak örgüt, kadının Hasan’ın ailesi tarafından tanınmasına izin vermez. Antep’e en son gidişinde ise Suriye’ye geçtiği öğrenilir. Arada Facebook hesabından arkadaşlarıyla yazışan Hasan girdiği çatışmalardan bahseder. Yazışmalarında sürekli “İnşallah şehit olmadan önce çocuğumu görebilirim.” diyen gencin eşi hamiledir. Ancak yaklaşık üç ay önce, çocuğunun doğumuna bir ay kala Rakka’daki bir çatışmada ölür. Bu raddeye kadar oğlunu geri çeviremeyen babaya, Hasan’ın ölüm haberi Antep’teki kampta yaşayan eşi tarafından telefonla verilir. Antep’e, buradan da Suriye sınırına giden acılı baba, oğlunun cenazesine ulaşamaz. Burada örgüt militanlarının Suriye sınırına düzenli aralıklarla ölenlerin fotoğraf ve isim listelerini getirdiğine şahit olur. Militanlara, “Oğlum evlenmiş, çocuğu olacakmış. Bari kadını ve çocuğunu alıp gideyim.” der. Ancak örgüt kurallarına göre bu mümkün değildir. Hasan’ın, arkadaşlarına anlattığına göre örgüte katılanların büyük çoğunluğu Antep’te evlendiriliyor. Ve buradaki evlerde yaşıyorlar. Hasan’ın Facebook hesabının kapandığını anlatan arkadaşı, “Birileri ölenlerin adına Facebook hesaplarını kapatıyor. Hasan’ın bir arkadaşı daha vardı tanıdığım. Birkaç gündür onun da hesabı kapalı. Muhtemelen o da öldü.” diyor. Her şey bu kadar gözler önünde ilerlerken neden müdahale edilmediği ise merak konusu. Konuyla ilgili meclise defalarca soru önergesi veren CHP Konya Milletvekili Atilla Kart, gençlerin göz göre göre örgütün eline düştüğünü söylüyor.Kitabevlerinde ‘cihat’ çağrısıÖrgütün gençlere yönelik propaganda kanallarından biri de kitabevleri. CHP Konya Milletvekili Atilla Kart konuyla ilgili önergesinde şu ifadelere yer veriyor: “N…Kitapevinde; M…, U.B., İ.K, S.Y., B.M. isimli hocalar gençleri toparlayıp ‘cihadın’ anlam ve önemini anlatıyor. Bu yolla kendilerine ulaşılan kişi sayısı Konya ve civarında 3 bin kişiye ulaşmış durumda…” Hangi ilçelerden kaç kişinin örgüte katıldığı bilgilerini ayrıntılı şekilde veren Kart, gençleri eğiten hocaların ismen emniyet tarafından bilindiğini iddia ediyor.Derneğe davet ediliyorHenüz büyük resmi ortaya koyan kapsamlı bir çalışma yapılmasa da Türkiye genelinde IŞİD için çalışan derneklerin türediği bir gerçek. Nitekim Güngören’deki bir dernek de bizzat tanık olanlara göre cuma namazları sonrası açıktan cihat çağrısı yapıyor. Gelen şikâyetler ve adına yapılan haberlerden sonra geçtiğimiz günlerde kapanan derneğin yetkilileri, IŞİD için çalışmasalar da faaliyetlerini yürütemez hale geldiklerini söylemişti. Ancak Güngören’de tek bir derneğin olmadığı, görüştüğümüz kişilerin bize farklı adresler vermesinden ortaya çıkıyor. Nitekim Rakka’da ölen Hasan’ın gittiği dernek ile kapatılan dernek aynı yerde değil. İddialara göre yakın zamana kadar Fatih’te de bir dernek vardı ancak halkın tepkisiyle karşılaşınca kapandı. Buralarda hadis ve Kur’an eğitimi adı altında, dünyada zulmün kol gezdiği bir ortamda cihadın farz olduğu anlatılıyor. Cuma namazları toplanılıp sohbetler yapılıyor. Yine Atilla Kart’ın soru önergesinde verilen ifadelere göre İstanbul’da düzenlenen toplantılarda açık havada bayram namazı kılınıp ‘cihada’ diye bağıranlar var. Konya’da ise her cumartesi akşamı “T… Dergisi”nin (Tevhid) sorumluluğunda toplantılar yapıldığı biliniyor.‘Bu ülkede din yaşanmıyor’Yapılan propagandaların başında Türkiye’de dinin doğru yaşanmadığı geliyor. Nitekim hikâyesini arkadaşından dinlediğimiz Hasan da örgütteki faaliyetlere katıldıkça, “Bu ülkede din yaşanmıyor. Bütün bu yanlışların düzeltilmesi gerekiyor.” gibi şikâyetlerini dile getirmiş. Muhafazakâr bir ailenin çocuğu olan Hasan, İslam’ı düzgün yaşamadığı için tarikat ehli olan ve çarşaf giyen annesine bile kızmaya başlar. Müslüman bir kadının bu ülkede yaşamaması gerektiğini savunur. Ona göre Suriye’de bir İslam devleti kurulacaktır. Ve herkesin bu süreçte cihada katılması gerekiyordur. Küçük gruplarla kamp yapılıyorÖrgüte bağlanma sürecinde kat edilen adımlardan birinin de kamplar olduğu söyleniyor. Kişiler öncelikle örgütle tanıştığı şehirlerde küçük gruplar halinde eğitim kampları düzenliyor. Atilla Kart, Konya’da Altınapa Barajı civarında, 29-30 Temmuz tarihlerinde, siyah renkli iki bayrak arasında bayram namazı kılındığını anlatıyor. İstanbul’da ise ismini vermek istemeyen bir görgü tanığı, Garipçe köyünde deniz kıyısındaki kamptan bahsediyor. Siyah renkli çadırın üzerinde IŞİD bayrağı asan bir grup insanın denize girdiğini anlatan tanık, uzaktan da olsa fotoğraflarını çektiği grubun etraftaki kimseyle muhatap olmadığını söylüyor.Ailelere maddi yardım yapılıyorÖrgütün ciddi maddi kaynaklarının olduğu da iddialar arasında. Nitekim Hasan’ın arkadaşı, “Hasan’ın babası zengindi, para için gitmedi ama 10 bin dolarlara varan yardımların yapıldığı kişilerin olduğunu anlatıyordu.” diyor. Bu iddiayı doğrulayanlardan biri de Konya’dan örgüte katıldıktan sonra eve döndürdüğü oğlu için, “Uyutarak evde tutuyorum.” diyen baba. Geçtiğimiz günlerde gazetelere konuşan baba, “Gençleri örgütleyen bir grup, örgüte katılanların borcunu ödeyip ailelerine para veriyor.” demişti.Antep kampına gönderiliyorlarIŞİD’in Gaziantep’te kampının olup olmadığı uzun zamandır tartışılıyordu. Geçtiğimiz hafta ise Alman Devlet Televizyonu Kanal 1, söz konusu kampı ortaya çıkardığını açıkladı. Kanalın verdiği görüntülerde örgüt için savaşmak üzere buraya gelen gençlerin nasıl örgütlendiği ve tel sınırlar üzerinden kontrolsüz bir şekilde Suriye’ye geçişleri görülüyor. Her ne kadar Antep Valisi bu kampın varlığını yalanlasa da tanıkların ifadeleri Suriye sınırından önce burada bir süre kalındığını doğruluyor. Yine Atilla Kart’ın ifadelerine göre şu anda Antep, Kilis ve Ceylanpınar hastanelerinde 600’e yakın IŞİD’e katılan yaralı var.Son adım SuriyeÇoğunlukla 18-35 yaş arası gençlerin olduğu tahmin edilen kişilerin IŞİD ile tanışıklıklarının son durağı ise Suriye. Burada PKK ve diğer yerel güçlerle çatışan örgütte bugüne kadar çok sayıda kişi hayatını kaybetti. Şimdiye kadar sınıra ya da Suriye’ye giden hiçbir aile çocuğunun cenazesine ulaşamadı. En son 52 yaşındaki Fadıl Dağ, geçen yıl IŞİD’e katılan 28 yaşındaki oğlu için Suriye’ye gitti. Orada örgüt üyeleriyle görüşen baba, “Oğlun şehit oldu, biz de şehit olacağız. Sen de gelmişken katıl birlikte savaşalım.” cevabını almıştı. Acılı baba Suriye’de gördüğü manzarayı şöyle anlatıyor: “Orada başından ayrılmış gövdeler gördüm. 24 saat kaldım, ömrümden ömür gitti. Ancak cenazemi alamadan elim boş döndüm.”Örgüte katılım tek sebebe bağlanamazOrtadoğu Araştırmaları Merkezi’nde konuyla ilgili araştırmalar yapan akademisyen Ömer Behram Özdemir, bu tür örgütlere katılımın tek sebebe bağlanamayacağını hatırlatıyor: “Gidenlerin kimi orada öldürülenlerin intikamını alır. Kiminin farklı siyasi amaçları vardır. Bazıları hayatında çok sıkıntılı dönem geçiriyordur, kendini oraya atar.” Özdemir, örgüt üyelerinin geldiği coğrafyaya ve toplumsal sınıfa göre motivasyonlarının da değiştiğini anlatıyor. Örneğin 40 yaşındaki bir Tunuslu ile 18 yaşında Liverpool’dan IŞİD’e katılan kişinin amacının aynı olduğu söylenemez. Türkiye’den örgüte katılanlar üzerinde geniş çaplı bir çalışma olmadığını anlatan Özdemir, kişilerin profili ve nasıl katıldıklarıyla ilgili genelleme yapabilecek bir çalışmanın ancak beş- altı ay sonra yapılabileceğini söylüyor.Sosyal medyada Esed katliamları üzerinden propaganda yapılıyor27 Ağustos günü IŞİD’in Konya’daki yapılanması ve faaliyetleri hakkında açıklama yapan CHP Konya Milletvekili Atilla Kart, örgütün faaliyet gösterdiği ev ve kitabevlerine dikkat çekiyor. Diğer etkili iletişim kanalı ise sosyal medya hesapları. İslami konularda tartışmaları içeren başlıklarla açılan hesaplarda kişilerin dikkati çekiliyor. Daha sonra birebir iletişime geçilerek örgütün faaliyetlerine davet ediliyor. Ortadoğu Araştırmaları Merkezi için Suriye’deki Avrupalı yabancı savaşçılar ve sanal dünyada radikalleşmeyle ilgili çalışmalar yapan akademisyen Ömer Behram Özdemir’e göre kişiler ilk etapta Esed rejiminin yaptığı toplu katliamlardan etkileniyor. Katliamların internet ortamında yayılmasını sağlayan IŞİD için ilk motivasyon kaynağı bu videolar. “Aslında savaşçıların önemli bir kısmı ideolojik altyapılarını cephede kazanır. Gruba katılıp aralarına karıştığı zaman fikir sahibi oluyorlar. Ama ilk adımda vahşet videolarından etkileniyorlar.” diyen Özdemir, özellikle gençlerin şiddet videolarından etkilendiğini düşünüyor. Türkiye’de doyurucu bir çalışma olmasa da özellikle Avrupa kaynaklı merkezler bu konuda ciddi veri birikimine sahip. Uluslararası Radikalizm ve Siyasal Şiddet Çalışmaları Merkezi de bunlardan biri. Suriye’deki yabancı savaşçılar için networkün önemini ele alan bir rapora göre IŞİD üyeleri Twitter’da ‘greenbirds’ hashtagi ile bulundukları yerlerden paylaşımlar yapıyor.

3 Eylül 2014 Çarşamba

Gölgeler ve Hayaller Şehrinde, Murat GÜLSOY

Ey okur,

Her şey 1968 senesinde başladı. O tarihlerde çiçeği burnunda bir avukattım. Sabahtan akşama kadar adliye koridorlarında koşturduktan sonra akşamüstleri soluğu Sahaflar Çarşısı'nda alır, eski kitapları eşeleyerek beni zamanımızın sıkıcılığından kurtaracak tarihi hikâyeler arardım. Keyfime göre bir kitap buldum mu, Çorlulu Ali Paşa Medresesi'nin loş kucağına kendimi bırakır, nargilemi fokurdatarak okuduğum romanların kahramanlarıyla yekvücut olur, adeta zamanda seyahate çıkardım. Dünya o dönem başka bir yere doğru gidiyordu, bense bu gidişattan korkuyor, büyümeyi reddeden bir çocuk gibi kendimi eski zamanların masallarına, efsanelerine, hikâyelerine teslim ediyordum.

Bir gün, Sahaflar'da yine eski kitapları kucaklarken, beni artık son derece iyi tanıyan dükkânın sahibi yanıma yanaştı ve deri ciltli acayip bir defter çıkarıp önüme koydu. Bak bakalım, yazısını sökebilecek misin, dedi. Defter düzgün bir elyazısıyla Fransızca olarak yazılmıştı. Evet dedim, okunaklı bir yazı. Ne anlatıyor, diye sordu ifadesiz bir yüzle. Muhakkak defterin bir değeri olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. İçinde yazanların bir dizi mektup olduğunu anlamıştım. Mektupları gönderen kişi, aslını gönderirken kendisi için de bir kopyasını bu deftere not etmişti. Hızla göz attıktan sonra, söyleyebileceklerim bundan ibaret, dedim. Dükkâncı, "Yazık," dedi, "defterin cildi güzel deriymiş, roman olsaydı iyi para ederdi." O sırada içimden bir şey dürttü, belki mektuplarda geçen kimi isimler, belki defterin ilk sayfasındaki süslü elyazısı şiir, bilemiyorum, sebebini tam söyleyemem, defteri almaya karar verdim. Sahaf önce tereddüt ettiyse de makul bir ücret karşılığında defteri verdi. Hemen Çorlulu Ali Paşa'ya gidip okumaya başladım.

Marsilya'dan kalkan bir gemiyle İstanbul'a gelen Fuat adlı bir gencin Paris'teki arkadaşına yazdığı mektuplar 21 Ağustos 1908 tarihinde başlıyor, 1909'un belirsiz bir tarihine -muhtemelen haziran ayına- kadar devam ediyor ve fevkalade bir dönemi tasvir etmenin yanında şimdi burada kim olduklarını açıklayarak heyecanını kaçırmak istemediğim istisnai kişilere de tesadüf ediyordu. Bu sebeple defterde yazanları tercüme etmeye karar verdim. Ancak meslekten bir tercüman olmadığım için epeyce zorlandığımı itiraf etmeliyim.

Artık adliyeden çıkar çıkmaz Çorlulu'ya koşmuyor büroda kalıp geç saatlere kadar tercümemle uğraşıyordum. Zaman zaman sözü edilen yer ve kişi isimlerini araştırmaya başlıyor, tercüme etmeyi günlerce ve hatta aylarca savsaklıyordum. Hayatımın bu enteresan devresinde mektupların yazarı benim hayalî arkadaşım olmuştu. Artık İstanbul'u gezerken etrafıma bir de onun gözleriyle bakmayı alışkanlık haline getirmiştim. Altmış senede İstanbul çok değişmişti ama yine de bazen Boğaziçi'nde bir iskelede, bazen Eyüp'te serin gölgeli bir sokakta, bazen İstinye'de balıkçıları seyrederken o dönemin ruhundan parçaların henüz yok olup gitmediğini fark ediyor, kendimi o zamanın içinde kaybediyordum.

Tabii Sahaflar'a da başka bir saikle gitmeye devam ediyordum. Bilhassa 1908 Meşrutiyet kartpostallarını veya o döneme ait Fransızca mecmuaları toplamaya çalışıyordum. Tarih insanı kendine çeken muazzam bir kuyu. Ah, bir de eski yazı bilseydim...

En nihayetinde, bir rüyanın içinde gibi geçen beş senenin sonunda tercümeyi bitirdim. Gözlerimi açtığımda kendimi, avukatlık bürosundan eve dönen, şakakları beyazlamış orta yaşlı bir adam, evde onu sevecenlikle bekleyen bir kadının kocası ve henüz konuşmaya başlamış bir çocuğun babası olarak bulmuştum. Karımın yüzünde, "Artık yeter, baba oldun, mesuliyetini idrak et," ifadesini ilk o gün fark etmiştim. Kim bilir ne kadar zamandır böyle bir haletiruhiyeyle susmuş, benim eve dönmemi sabırla beklemişti. Bir anda ortaya çıkan bu acayip hislerin tesiriyle tercümeyi de deri ciltli defteri de yazıhanede çekmeceme kilitledim. Uzun süre de dönüp bakmadım. Ta ki 1979 senesinde yazıhaneye giren hırsız her şeyi talan edip o canım defteri de alıp gidene kadar. Neyse ki sadece deri ciltli defteri almış, hemen altında duran tek kopya daktiloda yazmış olduğum tercümesine dokunmamıştı. İşte ilk o zaman bu tercümeyi bir yayınevine göndermeye karar verdim. Ancak fikrini aldığım güvenilir dostlarım aslı olmadan yayımlanmasının mümkün olmadığını söyleyip beni bu fikrimden caydırdılar. Ben de yeniden çekmecedeki yerine koydum.

Sonra...

Sonra hiç hesapta olmayan bir şey oldu; seneler bir nargile içim süresinde geçiverdi. Bir akşam döndüğümde boş ev karşıladı beni. Evladımız nicedir yoktu, büyüyüp kendi kanatlarıyla uçup gitmiş, başka bir ülkede kök salmayı seçmişti. Buna alışmıştım. Ama şimdi eşim, hayat arkadaşım da yok olmuştu! Artık büfenin üzerindeki fotoğraftan başka bir şey değildi. Alıştığı yeri terk edemeyen bir hayalet gibi evin içinde dolaşırken aklıma bu tercüme geldi. Şimdi ömrümün son günlerinde bir defa daha şansımı denemek istiyorum. Kendimde bu gücü bulabilir miyim, bilmiyorum. Ne olur ne olmaz kaygısıyla tercümemin başına bu ibareyi yazma ihtiyacı duydum. Eğer ki ben öldükten sonra sevgili oğlum bu tercümeyi bulursa gereğini yapsın diye...

Beden de geçiyor, ruh da... Ama işte yazı kalıyor geriye. En azından biz öyle teselli buluyoruz. Arzum odur ki 1908 sonbaharında İstanbul'a gelen o gencin serüveni kaybolup gitmez, okurların zihninde yeniden hayat bulur.

M. F.A.

1908, Moda

1 Eylül 2014 Pazartesi

Orman Perileri, Halikarnas Balıkçısı

ORMAN PERİLERİ

Ormanların, ağaçların ve bitkilerin perilerine Dryad, bazen de Hamadryad denirdi. Bunlar ağaçların ruhları idi. Geceleri ağaçlardan ayrılıp el ele vererek halka olur; ayışığında bir çelenk halinde dönerek dans ederlerdi.

Dryad’lar ağaçlarla birlikte yaşar, ağaçlarla birlikte can verir, ölürlerdi. Yeryüzünün her yanını kapkara bir vahşet kaplamışken, bütün bu güzel peri kızları Anadolu'da doğmaya başlayan bir nurdu, yani doğal eşyanın insanlaştırılması, bir hümanizm hareketinin başlangıcı, yeni bir uygarlığın doğuşu idi. O zaman Mısır’da da bir uygarlık vardı. Ne var ki, Mısır uygarlığı yüzünü ölümden yana çevirmişti. Anadolu ise yüzünü hayata dönüyordu. Anadolu çılgın bir yaşama sevinciyle coşuyordu. Belki bu halin nedeni orman ve çiçeklerle örtülü günlük güneşlik yamaçlarla pırıl pırıl ışıldayan iç açıcı denizlerdi. Bu şeyler insanları masum çocuklar gibi oynamaya, türkü söylemeye iteliyordu.

Mısır denince insanın aklına, ehramları ve mumyalarıyla büyük bir mezarlık gelir. Oysa Anadolu denince hemen, oyun ve müzik için yapılmış tiyatro ve stadyumlar gelir.

Ağaç sevgisi o denli yeğindi ki, ozanlara taç diye defne dalından, yengi kazanmış atletlere ise zeytin dalından çelenkler takılırdı.

Anadolu'da bugün bile Dryad imişler gibi ağaçlarda bir ruh olduğu inancı vardır. Bir ağaç yemiş vermezse, «ağaç korkutma» denilen çareye başvurulur. Biri baltalı, biri eli boş iki kişi, yemiş vermeyen ağacın başına dikilir. 

Baltalısı, 

     «Ben bu ağacı keseceğim!» der.     Baltasını, kaldırınca, öteki,     «Onu affet, bu yıl vermediyse, önümüzdeki yıl çok verir. Onun canını bana bağışla!» 

diye yalvarır.

Sözde ağaç bu sözleri işitir, korkar ve ertesi yıl çok ürün vererek canını kurtarır. Herne kadar bu yapılan iş saçma ise de, yapıldığına göre ağaçta bir can ve cankulağıyla dinleyen bir ruhun varlığına inanılıyor demektir. Güney Anadolu'da zeytin ağaçlarının mirasçıları kaç kişiyse, zeytinin gövdesine baltayla o sayıda çentik vurulur. Ağacın yaralanmaması ve canının acıtılmaması için ağaçlardaki paylarından geçenler (özellikle kadınlar) çoktur. Zaten ağaçlara «kanlı kavak» gibi adların takılması, mezarlığa selvinin, köy meydanına da ulu çınarın dikilmesi Anadolu’da ağaç duygusunun derinliğini gösterir.

Ormanlarda dağ taş ve orman tanrısı Pan korkusu, ormanın çoluklu çocuklu bir insan kalabalığının bağrışmasına benzeyen uğultusundan ileri gelmektedir. Durgun havalarda ormanda sanki bir insanın iç çekişi duyulur. Hemen hemen her şeyin «lisani hal» ile bir anlatılışı vardır.

İşte eski Anadolu'lulara ormanlar ve ağaçlar «lisanı hal» ile Dryad’ları anlattılar. 

Anadolu'nun yağmuru bol olan yöreleri, Troya çevreleri ve Mysia (yani Marmara’nın güney kıyılaradır. Sık ormanlarla örtülü olan buraları eski zamanların kereste kaynaklarıydı. Keresteden başka gemileri katranlamak, ziftlemek ve balmumlamak için gereken maddeler Edremit’in üzerindeki Kocakatran dağlarının ormanlarından gelirdi. Bu dağlarda ve Bursa'nm üzerindeki Uludağ’da (Olympos), meşe, karaağaç, kestane, dişbudak, akağaç ve çamdan başka şimşir bulunurdu. O zamanki bir atalarsözünde «Mysia’ya kereste taşır» deyimi deliler için kullanılırdı. Çünkü kereste Mysia’dan başka yerlere gönderildiği için, oraya kereste taşımak delilik sayılırdı.

Anadolu şimşirinden, bütün ilkçağ boyunca —Mısır’da, Filistin ve Suriye'de, Yunanistan, İtalya ve Kartaca'da— kutsal heykeller, marangoz aletleri, düdükler, flütler, taraklar yapılırdı. Üç latin ozanı —Vergilius, Catullus ve Ovidius— Phrygia şimşirini öve öve bitiremezler. Phrygialı Ida (Kazdağı), Troya’nm dokuz kentinin kerestesini sağlardı. Şimdi bile köylümüzün çadırının direği, sabanının kulpu, çocuğunun beşiği, çorbasının kaşığı, karısının kirmeni, tamburasının bedeni, eşeğinin semeri, çapasının sapı, cıgarasımn çubuğu, ocağınm ateşi hep ormanlardan, yani o güzelim Dryad’lardan gelir. 

Ormanlarla ilgili Anadolu kaynaklı iki efsane vardır. Birisi Klity efsanesi. Klity güzel bir köylü kızıdır. Apollon, (yani güneş) her gün ateş arabasıyla göklerden geçerken kız, güneş tanrısını görür ve ona âşık olur. Utangaç ve pısırık âşık kız güneşe sevgisini bildirmez. Fakat sabahtan akşama dek toprakların üzerinde oturup, güneş tanrısı gökler boyunca gezeleyip dururken gözlerini ondan ayırmaz. Zavallı kızcağız böyle güneşe baka baka, yüzünü hep güneşe çeviren «güneş çiçeği» olur. Bizde ise bu güneş çiçeğine çoğunca «ay çiçeği » deriz. 

Ağaçlar üzerine Dryope efsanesi pek acıklıdır. Dryope ile İole iki kız kardeştir. Dryope evliydi. Bir gün iki kardeş bir pınar kenarına gider. Dryope çiçek açmış bir mersin dalı  koparır. Dal, koptuğu yerden kanayınca kadın şaşırır. Dryope istemeden bir Dryad'ı öldürmüş bulunur. Dryope korku içinde kaçmaya kalkışır, ne var ki, topukları toprağa köklenmiştir. Kadın yalnız belinden üst yanını oynatabildiği için, «Eyvah!» diye saçlarını yolmaya kalkışır, ancak avuçlarını saçlarla değil, başından kopardığı yapraklarla dolu bulur. Öteyandan, çocuğunu emzirmeye kalkışınca da, memelerinin katılaştığını ve sütünün kesildiğini görür. İole kardeşinin halini görür, yardımına koşar, ilerlemekte olan ağaçlaşmayı durduramayınca, aynı ağaç kabuğuyla bağlatmak üzere kardeşini kollarıyla sarar, ama ağaçlaşmaz. Tam o sırada Dryope’nin kocasıyla babası çıkagelirler. İole onlara taze ağacı gösterir, onun hâlâ sıcak olan gövdesine sarılır ve yapraklarını öperler. 

Artık Dryope’den, yamru yumrulaşma yüzünden başka bir şey kalmamıştır. Genç kadın güçbelâ konuşmaya uğraşarak, «Hiç günahım yok, sonumu hak edecek bir fenalık yapmadım, kimseyi incitmedim. Eğer yalan, söylüyorsam yapraklarım kuraklıktan kurusun, dökülsün, gövdem de, dallarım da kesilip cayır cayır yakılsın. Çocuğumu dallarımın arasından alın ve bir sütnineye verin. Sık sık dallarımın altına getirin; onu burada emzirsinler. Çocuğum gölgemde koşup oynasın. Çocuğum konuşacak ve söz anlatacak çağa gelince, beni «Annem!» diye çağırsın, annesinin bu gövdede olduğunu bilsin. Ama ağaçların dallarını, yapraklarını koparmaktan sakınsın, belki de her ağaç benim gibi bir anadır» der. Sözlerinin burasında susar, çünkü kabuk, yüzüne gözüne yürümüş, dudaklarını ve gözlerini örtmüş bulunur. 

Yaratılış insanı pek topraktan yaratmadı. Çünkü, insan toprak yemez. Ağaçlar açılmış avuçlara benzeyen yapraklarıyla güneş ışığını toplar ve hidrokarbona çevirir. İnsanların gıdası işte bu güneş ışığıdır. İnsan topraktan değil, güneş ışığından oluşmuştur. Bunu anlayan insana her dilde, aydın, münevver, vb. derler, ki bu ışıklı demektir. İnsanların çocukluk çağında Anadolu’da bu ışık yanmaya başlayınca ağaçta Dryad diye hayat dolu bir varlık sezilmeye başlandı.

Dondurmam kaymak değil acı biber

Dondurmanın envai çeşidini biliriz lakin gazozlu, sakızlı, gofretli, sürpriz yumurtalı, karpuzlu, yoğurtlu, Makedon güllü hatta acı biberlisini deneyeni nadir olmalı. Dondurmacı Adem Haktanır Bayrampaşa'daki dükkanında 1932'de Slovakya'da başlayan bir geleneği sürdürüyor.Bayrampaşa Yıldırım Mahallesi'nde parkın hemen karşısında ufak bir dondurma dükkanı Has Ado. İlk bakışta sıradan gibi görünse de vitrindeki rengarenk, envai çeşit dondurma sıcak havanın da etkisiyle buyur ediyor sizi içeri. Öyle çilekli, limonlu gibi klasik tatlar değil. Gazozlu, sakızlı, gofretli, sürpriz yumurtalı, karpuzlu, yoğurtlu, Makedon güllü... Hatta İtalya'dan gelen özel acı biber soslu bile var. Elliye yakın çeşidin hepsi birbirinden enteresan. Ha bir de dondurmaların üzerinde Hırvatça yazılmış isimleri görünce iyiden iyiye meraklanıp dalıveriyoruz içeri. Dükkanın sahipleri Adem-Sibel Haktanır çifti şaşkın müşterilere alışkın olacaklar ki daha biz sormadan başlıyor anlatmaya...Amerika ve Balkanlar'da sülale boyu dondurmacıAdem Bey bu dükkanı açalı 1 buçuk yıl oluyor lakin bu sektörde yeni oldukları anlamına gelmiyor. Nedenini kendi ağzından dinleyelim: “Makedon Göçmeniyiz aslen. Bizim dondurma serüvenimiz 1932'de dedem ve babaannemin çalışmak için gittiği Slovakya'da başlıyor. Orada bir dondurma dükkanı açıyorlar ancak çok geçmeden ayrılıyorlar. Sonra Slovak olan babaannem diğer çocuklarıyla Kanada'ya yerleşiyor ve orada bir dondurmacı açıyor. Halalarım ve amcalarımın birbirinden ünlü dükkanları var şimdi orada ve dedem de babamı alıp Yugoslavya'ya geliyor. Oradan Türkiye'ye gelip bu dükkanı 1989'da Vardar Pastanesi olarak açtık ve dondurma yapmaya başladık. Sonra ben yeni bir konsept ve markayla ‘Has Ado Dondurma' olarak yeniden açtım ve çok farklı çeşitler denemeye başladım.” Adem Haktanır'ın yola çıkış nedeni ise aromanın baskın olduğu Roma dondurması ile kıvamın daha önemli olduğu Maraş dondurmasını birleştirmek. Bunu da büyük ölçüde başarmış zira hem tatlar yoğun ve doğal hem de kıvamı oldukça yerinde.Acı biberliyi yedi, koşarak kaçtıEşi Sibel ile sürekli yeni tatları denediklerini söyleyen Adem Haktanır'ın müşterilerine durumu kabul ettirmesi pek kolay olmamış. Makedon gülünden, İtalya'dan ithal acı soslusuna, meyveli gazozlusundan sakızlısına hatta bonibon ve sürpriz yumurtalısına hemen her çeşit oldukça ilgilerini çekse de tercihleri yine kakao, çilek ve limondan yana oluyormuş başlarda. Hal böyle olunca Adem Bey'in müşterilerini özel tatlara yönlendirmek için hayli dil dökmesi gerekmiş. Tüm ürünlerde süt, salep ve meyveden başka hiçbir katkı maddesi yok. Dükkandaki acı biberli dondurmanın enteresan bir öyküsü var. Zira Hırvatistan'da dondurmacılık yapan amcaoğlundan öğrenmiş tarifini. Acı sos İtalya'dan geliyor. Görüntüsü çikolatalıya benzeyen -lakin tadının alakası yok- acı biberlinin daimi müşteriler arasındaki kod adı ‘spesiyal'. “Ver abi oradan bir spesiyal!” deyip arkadaşını şakalayanlar oldukça, boğazı yanarak dükkandan kaçanlara da alışmışlar karı koca. Bir de biz deneyelim diyoruz, foto muhabiri arkadaşımızı kandırmak için. Servisler geliyor, arkadaş büyük bir titizlikle çekimleri yaparken tabakları karıştırmasın mı! Ava giden avlanıyor ve payımıza dakikalar süren boğaz yangısının müsebbibi acılı dondurma düşüyor nitekim.