25 Şubat 2016 Perşembe

Uçuşlar sessiz moda alınıyor

Uçakla seyahat eden yolcu sayısındaki artış, havayolu şirketleri ile havalimanı işletmecilerini çok sevindiriyor. Ancak artan yolcu sayısı, özellikle havalimanlarındaki yoğunluk ve koşuşturmaca yüzünden gürültü kirliliğine de neden oluyor.

Her yerde o kadar çok gürültü oluyor ki, uçuş öncesi dinlenmek için gidilen özel salonlarda dahi ‘sessizliğe' hasret kalınıyor. Bu ciddi sorunu ortadan kaldırmak için seferber olan şirketler ise çoğu zaman çaresiz kalıyor. Yolcuları daha sessiz bir ortamda uçuşa hazırlamak amacıyla havalimanı ve uçaklarda yeni uygulamalar devreye girmeye başladı. Yolcu kapasitesi yüksek havalimanlarında başlatılan ‘Sessiz Havalimanı Projesi' ile gürültü kirliliğinin en aza indirilmesi hedefleniyor. 7 ülkede 14 havalimanı işleten TAV Havalimanları, projeyi, Atatürk Havalimanı ve İzmir Adnan Menderes Havalimanı'nda geçen yıl, Ankara Esenboğa Havalimanı'nda ise bu yıl başlattı.

Havayolu şirketleri ve resmi otoritelerle koordineli gerçekleştirilen uygulamayla, terminalde sesli anonslar asgari düzeye indirildi ve yolcuların doğru bilgiye hızlı erişimi için görsel yönlendirmeler artırıldı. Uygulamayla, gelen uçakların iniş anonsu kaldırılırken, gidiş katında uçağa geçişteki kapılar için yapılan değişiklik anonsunun da sadece pasaport kontrol noktası arkasında gerçekleştirilmesi kararlaştırıldı.

FRANKFURT'TA SESSİZ KOLTUK!

Yolculara daha sessiz bir ortam hazırlamak amacıyla Frankfurt Havalimanı'nda da yeni bir uygulama başlatıldı. Transit (aktarma yapan) yolcuların kullanması için geçen hafta Terminal 1'de A58 ve Z58 kapılarında, Terminal 2'de ise D4 ve E5 kapılarında ‘Sessiz Koltuk-Silent Chairs' hizmete sunuldu. Yolculardan büyük beğeni gören yarım kubbe şeklindeki etrafı camla kaplı koltuklar, özellikle ortam sesini en aza indirerek daha fazla konfor sunuyor. Koltuklarda yolcular akıllı telefonları, tabletleri veya diğer dijital cihazlarla kendi müziklerini dinleyebiliyor. Koltuklarda bilgisayarlar için mini bir masa da bulunuyor.

SESSİZ KULAKLIK

Sessiz seyahat konusunda bir hamle de THY'den geldi. Şirket, business class'taki yolcuları için noise cancelling (ses kesici) Denon Globe Cruiser AH-GC20 kulaklıkları dağıtmaya hazırlanıyor. Kulaklıklar, şirketin uzun menzilli uçuşlarını gerçekleştirecek geniş gövdeli uçaklarında kullanılacak. Uçak içi eğlence sistemine entegre ilave aparatıyla da kullanılabilen bu özel kulaklık, yolcuların kişisel cihazlarında kablosuz özelliğiyle sessiz bir yolculuk yapmasına imkan tanıyor.

EN SESSİZ UÇAK

Airbus 350-900, 21 desibel ses limitiyle dünyanın en sessiz uçağı sertifikasını almaya hak kazandı. Fiyatı 261 ile 341 milyon dolar arasında değişen uçağın Trent XWB motorları, Rolls Royce tarafından üretildi. Dünya çapında büyük ilgi gören Airbus 350'ye 41 ülkeden 778 sipariş geldi. Bunlardan 80'i Katar Havayolları'na teslim edilecek. Bu sessiz hava aracı, yüzde 53'ü plastik malzemeden yapıldığından ‘plastik uçak' olarak da tanımlanıyor.

UÇAKLARA GÜRÜLTÜ SERBEST!

Sessiz seyahat için sevindirici adımlar atılırken ilginç bir haber geldi. Havalimanlarındaki gürültü sertifikası olmayan uçakların iniş ve kalkışında alınan ‘tazminat' sona erdi. Tepkiler üzerine açıklama yapan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, uçakların gürültü tazminatı belirleme esaslarının Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı uhdesinde olduğunu belirtti. Açıklamada uçakların sertifikalı olması nedeniyle bu maddenin uygulanamadığı ve yönetmelikten çıkarılarak tamamen ilgili bakanlığa bırakıldığı kaydedildi.

Yzur, Tuzdan Heykel, Lugones (Babil Kitaplığı, J.L.Borges Tarafından hazırlanan Fantastik Edebiyat Dizisi'nden)

Lugones, Tuzdan Heykel, Babil Kitaplığı Jorge Luis BorgesHer büyük yazar işe iyi bir okur olmakla başlar ve yıllar geçtikçe, tercih ettiği ya da dışladığı okumalarıyla kişisel bir kitaplık yaratır. Buenos Aires'teki Ulusal Kitaplık'ın (ki burada dünyanın başka yörelerinde bulunmayan kitapların olduğu söylenir) yöneticisi Jorge Luis Borges bu kitap bolluğundan yararlanmasını bildi: Zaten büyüfenmiş okurlarına, derin bilgi ve neşesiyle, şaşırtıcı derecede ilginç derlemeler hazırlayıp sundu. Düşsel edebiyatın mücevherlerini oluşturan metinleri bir araya getirdi ve onun en güzel hikayelerinden biri olan Babil Kitaplığı, aynı zamanda dizinin adı oldu. 1975 ile 1985 arasında yayımlanan bu dizi, daha şimdiden bir edebiyat klasiğidir. Bir araya gelen bu kitaplar aynı zamanda Buenos Aires'in bu büyük kütüphanecisine adanmış en duygusal anıtlardan da birini oluşturur.

İyi okumalar.

F. M. Ricci

Babil Kitaplığı

Tuzdan HeykelLeopoldo Lugones 

ÖnsozJorge Luis Borges

İspanyolcadan Çeviren:Banu Temel 

Önsöz, İspanyolcadan Çeviren:Mukadder Yaycıoğlu

Önsöz

Tüm Arjantin edebiyatını tek bir yazara indirgemek zorunda kalsaydık (aslında bizi böyle tuhaf bir indirgerneye zorlayan bir durum yok) bu yazar tartışmasız Lugones olurdu. Dünümüzü, bugünümüzü ve belki de yarınımızı onun yapıtlarında bulmak mümkündür. Geçmişimizi El imperio jesuitico'da (Cizvit İmparatorluğu), El payador'da (Ozan) ve La Historia de Sarmiento'da (Sarmiento'nun Öyküsü); yazarın yaşamış olduğu Modernizm dönemini ise Las monta:fias del o ro' da (Altın Dağlar) ve Los crepusculos del jardin' de (Karanlık Bahçe) bu la biliriz. 1909 'da yazdığı Lunario sentimental (Duygusal Ay), bu tarihten sonra yazdığımız her şeyi önceden şekillendirmiş ve hatta onları aşmıştır. Martınez Estrada'nın ve Güiraldes 'in yapıtları Lugones 'i tanımadan anlaşılamaz. Bu, onun olumlu yanıdır. Olumsuz yanı ise, edebiyat yapmayı sözel bir oyun, daha açık bir deyişle, sözlükte yer alan tüm sözcüklerle oynanan bir oyun olarak görme eğilimidir. Bu, Ultraizm akımının çok zengin ve gizemli şiir sanatını yalnızca tek bir biçime, yani eğretilemeye indirgemek istemesinden on beş yıl önce ortaya çıkmış bir eğilimdir. Sözün kısası, bu dogmayı geçersiz kılmak için eğretileme olmayan tek bir dize aktarmak yeterlidir: Beni öperken tir tir titriyordu dudakları.

Lugones için dört önemli şair vardı. 1897' de yazdığı Altın Dağlar'ın ilk şiirine bakacak olursak, bu şairlerin Homeros, Dante, Hugo ve Walt Whitman oldukları anlaşılır; 1909' da yazdığı Duygusal Ay'ın önsözünü göz önüne aldığımızdaysa, Whitman'ın adını çıkarmak gerekir, çünkü Whitman, Lugones 'in modern şiir için elzem olduğuna inandığı uyağı kullanmıyordu. Hiçbir İspanyol şairinin adının geçmemesi anlamlı. Lugones 'in çok amaçlı ve büyük emeği üzerine henüz etrajlı bir çalışma gerçekleştirilmedi. Lugones, neredeyse anonim bir yalınlık gösteren Kuru Nehir Romansları (1938) dışında kalan tüm yapıtlarını Fransız dilinde ya da sözlük İspanyolcası'yla tasarladı. Şair, öykü yazarı, eleştirmen, tarihçi, sözlükçü, hatip ve pek de başarılı olmayan bir Yunan dili ve edebiyatı uzmanı ve Homeros çevirmeniydi. Genç şairleri keşfetmek ve onları cesaretlendirmekten hoşlanırdı.

Hiç kimse mutluluğu gizleyemez; gururlu ve ketum olmasına karşın Lugones'in kederi apaçık ortadaydı. Kırk yıl kadar önce, intihar ettiğini bana telefonla haber verdiklerinde şaşırmadım ama üzüldüm, çünkü vazgeçme ve yadsımalarla dolu tüm yaşamının gecikmiş bir intihar olduğunu düşündüm. Seneca'nın bile kayıtsız kalamayacağı bir azdeyişinde, Lugones, "Yaşamının efendisi olan insan, ölümünün de efendisidir," demişti. Lugones 1874 yılında, bir Akdeniz Şehri olan Cordoba' da doğdu, 1938 yılında, Buenos Aires 'in birkaç kilometre kuzeyinde bulunan Tigre (Kaplan) takımadalarından birinde canına kıydı. Birinci cildine A harfi bile sığmayan ve sık kullanılmayan sözcüklerle dolu Diccionario del castellano usual (Güncel ispanyolca Sözlüğü ) başlıklı çalışması tamamlanamadan kaldı. EI tamaiio del espacio (Uzamın Hacmi) başlıklı denemesinde Einstein'ın kurarnlarını inceledi. Yazarlığının yanı sıra öğretmen ve gazeteciydi, askeri geleneğe sahip bir aileden geliyordu. Miyop olması askerlik yapmasını engelledi ve edebiyat çalışmalarının önünü açtı; yine de her zaman etik bir disipline sahip oldu. Politik kararsızlıkları kınandı, ancak 1890'lı yıllarda anarşist olması, 1914'te müttefiklerin tarafını tutması, 1930'lu yıllarda ise faşist olması, aynı sorunla ilgilenen,ancak bu soruna zaman içinde çelişkili çözümler öneren bir adamın farklı içtenlikleri olarak kabul edilebilir. Onunla çok az görüş tüm, bunda benim çekingenliğimin de payı oldu. Kendisine söylenenlere karşı çıkmaya eğilimli ve bu tutumunu haklı çıkaracak zekice nedenler arayan, yalnız ve ağırbaşlı bir adamın imgesini hala zihnimde koruyorum.  

Düzyazılarıyla da dikkat çeken Lugones'in başlıca uğraşı şiirdi; kimi zaman adı anımsanmasa bile, Lugones'in dizeleri, bunları mırıldanan Arjantinlilerin belleğinde yer etmiştir: "Biberiye kokuludur mavi tepeler 1 ve ormanın derinlerinde bir keklik ıslık çalar." Bu önsözde, Lugones 'in 1906 yılında yazdığı, bilimkurgu dediğimiz türü önceleyen birkaç fantastik öyküsünü incelemekle yetineceğiz. Edgar Allan Poe ve Wells'in etkisinde kaldığı açıktır, bu yazarların yapıtları elden ele dolaşıyordu ama Yzur'u ancak Lugones yazabilirdi. Yzur, bu seçkinin ilk öyküsü. O yıllarda düzyazı düşsel ve ağdalıydı. Lugones, bir bilimadamına atfettiği bu öyküyü dizginlenmiş bir ihtirastan yoksun olmayan, bile isteye kuru bir üslupla yazar. Bizim dilimizde yazılmış bilimkurgu türünün ilk örneği olan Yzur'un başarısı, kısmen, öykünün bir gerçeklikle mi yoksa maymunuyla aklını yitiren anlatıcının sanrı yüklü tutkusuyla mı sonlanacağını asla bilemememizden kaynaklanır. Ateş Yağmuru, vadi yerleşimlerinde yaşanması mümkün olayları canlı ve kesin bir biçimde imgeler; bu öyküde ilginç olan, belki de, Lugones'in yarattığı İbranilerin açıkça Yunanlı Epikurosçular olduklarını gözlemlemektir. Aynı şekilde, Tuzdan Heykel de İncil kökenlidir, ancak Lugones hepimizin bildiği öyküyü eşsiz bir gizemle zenginleştirir. Lugones için okuma eylemi diğer deneyimler kadar yoğun bir etkinlikti. Abdera'nın Atları öyküsünün Heredia'nın Fuite des centaures adlı sonesinden esinlendiği açıktır; ancak esin kaynağını aştığı da o denli belirgindir. Şu acemice yazılmış dizeyi yazarımızın kapanış türncesiyle birlikte anımsamak yeterlidir: "Dev bir ürküdür Herkül'ün gölgesi." Öykünün başlangıcı oldukça hoştur, bu hoşluk daha sonra acımasızlığa, acımasızlıktan da mitolojik bir mucizeye dönüşür. Lugones, özellikle uzdilli olması düşünülmü başlığının ruhsuz bir anlatıcıyla bire bir örtüştüğü Açıklanamayan Bir Olay' da, kısmen Wells tarzında, sade ve ağır bir üslupla, ne görülmüş ne de duyulmuş bir olayı anlatır. Lugones, daha önce, Alma venturoso başlıklı hayranlık uyandırıcı sonesinde birbirini seven ama bunun farkında olmayan, birbirleriyle aynı zamanda ve aniden aşklarını keşfeden iki insanı konu almıştı; Francesca'da Cehennem'in V. Şarkısı'yla boy ölçüşmeye niyetlenir; bu serüvenin farklılığı, içten vurgusunda yatar. Jülyet Nine de en incelikli aşk öykülerinden biridir. Geri getirilemez zamanın hüznü, Ay'ın varlığı ve nazik tavırların gizlediği ölçülü heyecan, bu öyküyü Lugones 'in en başarılı yapıtlarından birine dönüştürür.

O zamanlar çok uzak sayılan bir ülkede doğmuş olduğu için Avrupa'da hiçbir zaman tanınmayan Lugones, yapıtlarım ilk kez o çok sevdiği İtalya' da günışığına çıkarmakla, bana sessizce vermiş olduğu sözü tuttu.

Jorge Luis Borges

Tuzdan Heykel

Yzur

Maymunu iflas etmiş bir sirkin açık artırmasından satın aldım.

Bu satırlarda anlatılan deneyimi ilk yaşadığımda bir öğle vaktiydi; bir yerlerde Java yerlilerinin maymunlardaki sözle ifade etme eksikliğini yetisizlikle değil sakınımla açıkladıklarını okuyordum. "Konuşmazlar deniyordu"zira işe koşulmak istemezler.

İlk başlarda hiç de derin görünmeyen benzer bir düşünce önce kafanı kurcalayıp sonunda şu antropolojik önermeye dönüştü: Maymunlar  şu ya da bu sebeple konuşmaktan vazgeçen insanlardı. Bu durum ses üreten organlarının ve beyindeki konuşma merkezlerinin körelmesine yol açtı; maymun ırkının dilini anlaşılmaz bir hırıltıya dönüştürerek birbirleri arasındaki ilişkiyi zayıftattı ve sonunda yok etti böylece ilk insan bir hayvan olup çıktı."

Açıkça görülüyor ki, eğer bunlar kanıtlanırsa, maymunu bu kadar ayrıksı bir canlı yapan tüm anomaliler açıklanmış olacak, ama bunu yapmanın olası tek bir yolu var : Maymunu tekrar konuşturmak. 

Bu arada benim afacanla birlikte bütün dünyayı dolaştım; talih ve yaşadığımız serüvenler beni her defasında ona biraz daha yakınlaştırdı. Avrupa'da çok büyük bir ilgi gördü, hatta ona Konsül unvanı vermek isteyenler oldu; ne var ki, ciddi bir işadamı olarak bu tür saçmalıklardan kötü yönde etkilenrneye başladım.

Maymunların dili hakkında sahip olduğum sabit fikirle birçok kaynakçayı didik didik aramama rağmen, ortaya kayda değer hiçbir sonuç çıkmadı. Tek bildiğim, ve bundan adım gibi emindim, maymun un konuşmaması için hiçbir bilimsel gerekçenin olamayacağıydı. Bu düşünceler içinde beş sene geçti.

Yzur (bu adın kökeninin ne olduğu asla anlaşılamadı, zaten bir önceki sahibinin umrunda bile değildi) kesinlikle dikkate değer bir hayvandı. Sirkte aldığı eğitim, tümüyle taklit yeteneğine indirgenmiş olsa da, yetilerini bir hayli geliştirmişti; ilk bakışta saçma gibi gelen teorimi onun üzerinde sınamak konusunda beni cesaretlendiren de buydu zaten.

Öte yandan, şempanzenin (yani Yzur'un), tüm maymunlar içinde en gelişmiş beyin yapısına sahip olduğu ve kolay eğitildiği de unutulmamalı, bu da teorimin olabilirliğini artırıyordu. Onu iki ayağının üstünde tıpkı sarhoş bir denizci gibi yürüyüp ellerini arkasında kavuşturarak dengesini sağlarken her gördüğümde, onun ket vurulmuş insanlığına beslediğim inanç daha da güçleniyordu. Gerçekten de, maymunun tane tane hecelememesi için herhangi bir sebep yok. Doğal dili, yani benzerleriyle iletişim kurarken çıkardığı bütün o homurtular, yeterince almaşık. Gırtlağı, insanoğlununkinden çok farklı olarak, basbayağı konuşabilen papağanın gırtlağına hiç benzemez; beynine gelince, papağan beyniyle yapılan bir karşılaştırmanın tüm kuşkuları gidermesi bir yana, bir gerizekalının beyninin de asgari yetiye sahip olduğunu anımsamak yeter, kaldı ki kreten hastaları bile basit birkaç kelime konuşabilmektedir. Broca kıvrımının işlevi, beynin bütüncül gelişimi üzerine kuruludur; her ne kadar konuşma merkezinin kesinlikle bu bölgede olduğu henüz kanıtlanmamışsa da. Eğer bu sorun anatomide daha iyi açınlanırsa, çelişkili olgular o andan itibaren hükümsüz olacaktır.

Neyse ki maymunlar, tüm olumsuz koşullara rağmen, taklit etmeye yönelik eğilimlerinin de gösterdiği gibi öğrenmeye karşı heveslidir; esenlikli bir bellek, esaslı bir kılık değiştirmeye kadar varabilen yansıtım ve çocuktakine kıyasla daha gelişmiş bir dikkat. Bu yönleriyle, tüm pedagojik öznelerin en başta geleni olduğu söylenebilir. Üstelik benimki gençti, maymunun en entelektüel yaşam evresinin gençlik olduğu da bilinir, bu yönüyle siyahlara benzer. Temel güçlük, onlarla sözlü iletişim kurmak için izlenecek yöntemin kendisinde yatıyor.

Benden öncekilerin tüm yararsız girişimlerinden haberdardım. Dahası yetkinliğine rağmen tüm gayretleri boşa çıkan kimi girişimler karşısında benim denemelerim de birçok kez başarısız oldu. Bu konu üzerinde düşününce şu sonuca vardım: Aslolan, maymunun ses düzeneğini geliştirmek. Gerçekte sağır ve dilsizlerin hecelemeyi öğrenmesi de bu yolla sağlanır. Bu konu üzerine adamakıllı kafa yorunca sağır dilsizler ve maymunlar arasında birçok benzerlik olduğunu gördüm. 

Her şeyden önce konuşulan dili ikame eden olağanüstü taklit mahareti konuşmuyor olmanın düşünmüyor olmak anlamına gelmediğini gösteriyor; birinin iş görmemesi yüzünden diğerinin işlevi de en aza indirgenmiş durumda hepsi bu. Ayrıca tuhaf olduğu kadar özgün başka özellikler de var: İşte sebatkarlık bağlılık cesaret ve varlıklarından hareketle neredeyse bir kesinlik kurmaya yarayan gerçekten de açınlayıcı iki özellik: Denge egzersizleri konusundaki hüner ve can sıkıntısına karşı gösterilen direnç.

Bunun üzerine eserime maymunumun dudakları ve dili üzerindeki esaslı bir beden egzersiziyle başlamaya karar verdim ona bir sağır dilsiz gibi muamele edecektim. Sonra da dolaysız bir sözlü iletişim kurmak için işitme duyusundan yararlanacak dokunma duyusuyla pek ilgilenmeyecektim. Okur bu noktada gereğinden fazla iyimser olduğumu ilerleyen bölümde görecek.

Neyse ki şempanze tüm maymunlar içinde dudaklarını en rahat hareket ettirebilen hayvan; bir defasında anjine yakalanan Yzur doktorlar boğazını muayene edebilsin diye ağzını açmayı becermişti.

İlk gözlemim kuşkularımı doğruladı. Dili ağzının derinlerindeydi, hareketsiz bir topak gibi duruyor, yutkunmaktan başka bir işe yaramıyordu. Egzersizler etkisini göstermeye başladı, iki ayın sonunda muziplik yapmak için dilini çıkarmayı öğrenmişti. Dilinin devinimiyle zihni arasında bir bağıntı olduğunu gözlediğim ilk durum buydu, öte yandan, yaradılışıyla da kesin biçimde örtüşüyordu.

Dil egzersizinin güçlükleri de vardı, bazen dilini pensler yardımıyla çekip uzatmak zorunda kalıyor, ama bu tuhaf uğraşı -belki de benim izlenimim bu- önemsiyor ve buna dört elle sarılıyordum. Ben ona taklit edeceği dudak hareketlerini gösterirken oturuyor, elini sırtına götürüp sağrısını kaşıyor ve kuşkulu bir tavırla dikkat kesilip göz kırpıyor ya da uyumlu devimler le düşüncelerini anlaşılır kılmaya uğraşan bir insan gibi yanağındaki tüyleri düzeltiyordu. Sonunda dudaklarını hareket ettirmeyi öğrendi.

Ama konuşma egzersizi, çocukların uzun yıllar süren ve zihinsel gelişimleriyle koşut yol alan kekelemelerinin de gösterdiği gibi, zor bir sanat ve edinilmesi güç bir alışkanlık. Gerçekte, sesleri yapılandıran merkezin konuşma merkeziyle bağlantılı olduğu ve ikisinin gelişiminin de armonik tekrarlara bağlı olduğu kanıtlanmıştır. Felsefi bir soruşturma sonucunda sağır dilsizlerin sözcül eğitimi için bir yöntem geliştiren Heinicke, bunu daha l785'te öngörmüştü. Derin anlaşılırlığıyla birçok çağdaş ruhbilimciyi şad eden bir şeyden, 'düşüncelerin zincirleme bağlantısından' söz ediyordu.

Yzur, dil konusunda, konuşmadan önce birçok kelimeyi anlayabilen bir çocukla aynı durumda bulunuyordu; ancak yaşamı daha iyi tanıdığı için, şeyler üzerinde bir yargıya varmakta daha beceriliydi.

Bu yargılar sadece birer duygulanım değil, ayırıcı özellikleri muhakeme etmeye dayanan soruşturma ya da incelemelerdi, böylece soyut bir uslamlama geliştiriyor, bu da ona, en azından benim fıkrimce, kesinlikle daha üstün bir zihinsel yeti katıyordu. Eğer teorilerim fazlaca cüretkar görünüyorsa, tasıının ya da temel mantıksal tartışmanın birçok hayvanın zihni için hiç de yabancı olmadığını anımsamak yeterlidir. Zira tasım, kökeninde, iki duygulanım arasında yapılan bir kıyaslamadır. Eğer öyle değilse, neden insanoğlunu tanıyan hayvanlar ondan kaçıyor da tanımayanlar kaçmıyor? . . .

Derken, Yzur'un ses eğitimine başladım.

İlk olarak mekanik kelimeleri öğretip daha sonra duyumsal kelimelere geçmek gerekiyordu.

Maymun ses yetisine sahip olduğu için, sağır dilsizlere göre daha iyi durumdaydı, yani başlangıç düzeyindeki hecelemeleri daha anlaşılırdı; maymuna sadece fonem ve hecelemenin temelini oluşturan ve hecelerin sesli ya da sessiz olmasına göre eğitmenler tarafından statik ya da dinamik olarak adlandırılan çeşitlerneleri öğretmek yetecekti. Sağır dilsizler üzerinde Heinicke'nin uyguladığı yöntemi ve maymunun oburluğunu da dikkate alarak, her sesi bir yiyecekle ilişkilendirmeye karar verdim: Patatesin 'a'sı, ekmeğin 'e'si, incirin 'i' si, kokonun 'o'su, kuskusun 'u'su örneklerinde olduğu gibi söz konusu sesli harfin o besinin içinde geçmesine dikkat ettim; bazen ekmek ve incirde olduğu gibi yalnızca bir seslinin tekrarı üzerinde durdum, bazen de patateste olduğu gibi vurgulu ve tecvite dayalı iki heceyi temel ses olarak aldım.

Özellikle seslileri ya da ağzın iyice açılmasıyla elde edilen sesleri çalışırken her şey yolunda gitti. Yzur bunları on beş günde öğrendi, en çok zorlandığı harf ise 'u' oldu.

Sessiz heceler beni tam anlamıyla deliye döndürdü. Diş ve dişetlerinin yardımıyla elde edilen sesleri asla çıkaramayacağını kısa sürede anladım. Uzun ve sivri dişleri bunu yapmasına engel oluyordu.

Böylece tüm alfabe beş sesliden ibaret hale geldi; 'b' , 'k' , 'm' , 'g' , 'f ' ve ' c ' gibi , dil ve damak yardımı olmadan çıkarılamayan sessizler alfabede yoktu. İşitme duyusunun yeterli olmadığı görülüyordu. Dokunma duyusuna baş vurmaktan başka çare yoktu, elini önce benim göğsüme sonra da kendi göğsüne koyarak, bir sağır dilsiz gibi sesin titreşimlerini hissedecekti.

Tek bir kelime kuramadan üç yıl geçti. Her şeye, sanki asıl ismi oymuş gibi, söylenişindeki en baskın sesin adını veriyordum. Tüm yaptığım buydu. Sirkte birlikte çalıştığı köpekler gibi havlamayı öğrenmişti; ve ağzından tek bir kelime almak için boş yere çırpındığımı gördükçe, bana tüm bildiklerini anlatmaya çalışırcasına can havliyle havlıyordu. Sesli ve sessiz heceleri ayrı ayrı telaffuz ediyor ama ikisini bir araya getiremiyordu. Dahası, başdöndüren bir hızla 'p' ve 'm'leri tekrarlıyordu.

Yavaş yavaş da olsa, kişiliğinde büyük bir değişim gerçekleşmişti. Yüz hatları daha az hareket ediyor, daha derinden bakıyor ve düşünceli tavırlar takınıyordu. Örneğin, yıldızları seyretme alışkanlığı edinmişti. Duyarlılığı da gittikçe artıyor, sık sık gözünden yaş geldiği görülüyordu.

Dersler, çok başarılı olmamasına karşın, sarsılmaz bir azimle devam ediyordu. Bu, acı verici bir saplantıya dönüşmeye başlamıştı ve kendimi gittikçe zor kullanmaya daha eğilimli hissediyordum. Kişiliğim, bu bozgun yüzünden, Yzur' a karşı acımasız bir düşmanlık besliyecek denli hırçınlaşıyordu. Bu ketum isyanın derinliklerinde Yzur durmadan düşünüyor ve ağzından tek bir kelime bile alamayacağım konusunda beni ikna etmeye başlıyordu ki, birden, canı istemediği için konuşmadığını anladım.

Aşçı, bir akşam, maymunun 'gerçek kelimeler kullanarak konuştuğunu' görünce şaşkına döndüğünü söylemek için, dehşet içinde yanıma geldi. Anlattığına göre, Yzur, bahçedeki bir incir ağacının dibine diz çökmüş; ama tanık olduğu şeylerin özünü, yani kelimeleri, korkudan anımsayamıyordu. İkisi dışında: Yatak ve pipo. Aptallığı yüzünden onu neredeyse tekmeleyecektim.

Geceyi büyük bir heyecan içinde geçirdiğimi; üç yıl boyunca, tedirginliğimin ve aşırı merakımın sonucu olan ve her şeyi mahveden bir hata işlememiş olduğumu söylememe gerek yok.

Maymunun kendiliğinden gelip konuşmasını beklemek yerine, ertesi gün onu çağırdım ve zorla konuşturmaya çalıştım.

Artık bıkmış olduğum 'p' ve 'm'ler, ikircikli göz kırprnalar ve -Tanrı beni bağışlasın- eciş bücüş yüz çizgilerinin altındaki küstahça alaycı ifade dışında tek bir şey geçmedi elime. Öfkeden kudurdum ve kendimi kaybederek onu kırbaçladım. Tek yapabildiğim onu ağlatmaktı; iniltilerini saymazsak, her yere mutlak bir sessizlik hakimdi.

Üç gün sonra, menenjit belirtileriyle karışık ağır bir bunama yüzünden yatağa düştü. Sülükler, soğuk su tedavileri, müshiller, deriyle ilgili kan ilaçları, alkollü şeytan şalgamı, bromür; korkutucu hastalığın tüm tedavi yöntemleri denendi. Bense, vicdan azabı ve korkuyla, umutsuz bir cesaretle savaştım. Belki bu hayvan benim zulmümün kurbanı olduğu için; belki kendisiyle birlikte mezara girecek olan sırrın azizliği yüzünden.

Yataktan kımıldayamayacak kadar zayıf düşse de, uzun bir süre sonunda iyileşti. Ölüme bu kadar yakın olmak, onu soylu ve insancıl yapmıştı. Minnettarlık dolu gözlerini benden ayırmıyor, odanın neresinde olursam olayım, arkasında bile olsam, durmadan dönüp duran gözleriyle beni izliyordu; iyileşmenin verdiği bir mahremiyetle ellerimi arıyordu. Büyük yalnızlığıının içinde bir insanın boşluğunu dolduruvermişti.

Bununla birlikte, bir tür sapkınlık da denebilecek araştırma hastalığı, beni deneylerimi yinelemek için kışkırtıyordu. Gerçekte, maymun konuşmuştu. Bu iş böyle bitemezdi.

Bir süre sonra, ondan bildiği kelimeleri telaffuz etmesini istemeye başladım. Tık yok! Onu duvarın deliğinden gözetleyerek saatlerce yalnız bıraktım. Tık yok! Bağlılık ya da oburluğunu ima ederek kısa kısa konuştum. Yine tık yok! Dokunaklı sözler ettiğimde, gözleri ağlamaktan şişiyordu. Ona bütünlüklü bir gerçeği amınsatmak için, derslere başlarken söylediğim gibi, ""Ben senin efendinim," desem ya da bu onamanın devamında yaptığım gibi, '"Sen benim maymunumsun," diye seslensem, gözlerini kapatarak oturuyor, hiç ses çıkartmıyor, hatta dudaklarını oynatmaya bile yanaşmıyordu.

Benimle iletişim kurmasının tek yolu buymuş gibi, yeniden el kol hareketleri yapmaya başladı; bu ayrıntı, sağır dilsizlere olan benzerliği de hesaba katılınca, beni iyiden iyiye önlem almaya zorluyordu. Hiç kimse, sağır dilsizlerin akıl hastalıklarına ne kadar meyilli olduğunu görmezden gelemez. Kimi zaman, belki de sayıklaması bu sessizliğe bir son verir diye, delirmesini istiyordum. Nekahat dönemi ağır ilerliyordu. Aynı zayıflık, aynı hüzün. Aklından hasta olduğu ve acı çektiği çok açıktı. Organik bütünlüğü, olağandışı beyin yapısından gelen bir dürtüyle parçalanmıştı; bir gün fazla bir gün eksik, nasılsa çoktan kaybedilmiş bir vakaydı o.

Dahası, hastalık onu gittikçe daha uysal bir varlık yapsa da, sessizliği, benim aşırı öflkemin kışkırttığı o umutsuz sessizliği son bulmuyordu. Damarlarına işlemiş bir geleneğin karanlık özünde varlığının köklerindeki ezeli direnci besleyen maymun ırkı hayvana bu binlerce yıllık suskunluğun yükünü vuruyordu. Ses sizliği yani zihinsel intiharı körükleyen barbar adaletsizliği iyi tanıyan ormanın ilk insanları ağaçların gizemi ve tarihöncesindeki sonsuzlukların sırrını, bilincini çoktan yitirmiş ama zamanın bitimsizliği kadar görkemli bir kararlılıkla koruyordu.

Evrimi ağır bir seyir izleyen ve öncülleri tarafından insanoğlunun barbar bir karanlığın baskısına hapsedildiği ilkellerin başına gelenler, kuşkusuz, dört elli bu kalabalık aileleri, en eski cennetlerdeki ağaçlıklı tahtlarından etti. Saflarını dağıttı, daha anne karnındayken köle ruhlarına gem vurmak için dişilerini tutsak etti, hatta yenilmişlerin güçsüzlüğüne çare olarak o ölümcül saygınlığı dayattı, düşmanla aralarındaki üstün ama uğursuz bağı koparıp atmayı, gerçek kurtuluş için hayvanlığın karanlığına sığınmayı telkin etti.

Kazananlar ise, bu evrimin en can alıcı yerinde hayvansı yabaniliklerini takınıp, kutsal kitapların cennetlik meyvesi olan entelektüel büyüyü tadan bu ırk ezilmişlerin aşağılayıcı eşitliğine hapsolsun diye ne korkunçluklar, ne dehşet verici zulümler yapmadı ki; zekasını bir akrobatın hareketlerine has özdevimde sonsuza dek billurlaştıran o çekince; suretinin derinlerine işleyen o melankolik ürküyü sırtına yükleyip, galip gelenin hayvana vurduğu bir damga gibi, bedenini iki büklüm yapan o yaşam korkusu.

İşte tam da istediğimi elde edeceğim o an, geçmişin arafında saklı kalan hırçınlığım depreşti. Söz, tüm lanetiyle, bu memelinin antik ruhunu milyonlarca yıldır altüst ediyor, fakat içgüdüsel bir dehşetin tüm ırka mal ettiği ezeli bellek, esirgeyen yabanlıklarının karanlığını aydınlatmaya çağıran bu dürtüye karşı, bir sur gibi kat kat örülen çağlar boyunca direniyordu.

Yzur, bilincini yitirmeksizin, acıyla kıvranmaya başladı. Sadece iç paralayıcı bir sonsuzluk ifadesiyle bana doğru döndüğünde hafifleyen mutlak bir yalnızlık, zayıf bir soluma, belli belirsiz bir nabız, kapalı gözlerine inen tatlı bir acı ve o bildik melez hüznüyle dolu yüzü. Bütün bunları anlatmama yol açan o olağanüstü şeyin gerçekleştiği öğleden sonra, Yzur'un öldüğü öğleden sonraydı. Başucunda, taze alacakaranlığın sıcaklığı ve sessizliğiyle uykuya dalmışken, aniden birilerinin bileğimi kavradığını hissettim.

Sıçrayarak uyandım. Gözleri faltaşı gibi açılan maymun bu kez gerçekten de ölüyordu ve yüz ifadesi öylesine insancıldı ki dehşete kapıldım; ama eli ve gözleri beni öylesine anlamlı bir şekilde kendisine doğru çekiyordu ki o an yüzüne doğru eğilrnek zorunda kaldım; son nefesi, umudumu hem taçlandırıp hem yok eden son nefesi, filiziendi ve -bundan eminim- bir mırıltıya dönüştü. On binlerce yıldır konuşmayan bir sesin vurgusu, insancıllığına tüm ırkları sığdıran şu sözler nasıl anlatılır?

EFENDİ, SU. EFENDİ, BENİM EFENDİM.

23 Şubat 2016 Salı

Tanışma I

TanışmaImerhaba sevgibir filmden çıkıp geldimelimde bir kitaplasenin içinbir başka adın daha vardı bahsettiğimerhaba sevginerelerdeydinen son sustuğumda görmüştüm senimerhaba sevgikelimeleri düzgün söylemene gerek yokağzının çukurları yeterhem sen nasılsa atlarsın merdivendenkaşındaki yaradan benim şiirim kanar usulcamerhaba sevgibir adam düzlüğe saldırıyor bizim adımızave biz düzlükte yaşayanlaronu onaylıyoruzneresinden vuracağına bakıyorbu düzlüğü-neresinden vurulur ki bir düzlük bu çay ocağında açan iki çiçekortalığı karştırıyoruz belki oradayız ve ona el sallıyoruzmerhaba sevgiben nereden gelmiştimbirer çay daha içeceğiz kesinçağırsam gelir misin sana yaptığım yemekler kötü olacakayın on dördünden bahsedeceğiz gelmeyeceksin diye korkuyorumne kadar az şey biliyorum merhaba sevgigeldin bilmiyordumbilmiyordum ama seviyordum senibirazdan annem ölecek hiç bilmiyordumsonra bir odaya kapatacağız bizigöğsünde ağlayacağımbaşımı okşayacaksınboğmak istercesine bir yalınlığıbastıracaksın  sana ömrümce söyleyemeyeceğim bir şey aklıma gelecekbir şişe brandy içeceğizsarhoş bir dostun bıraktığıyatacak bir yer arayan ve bize saygısındanbaşını sallayarak geceye dönenbenhile yapacağım kart çekerkenodayı ıslatacağız kutsal sularlaçıldıracağızmerhaba sevgiişte buldum geldimsakladığın armudubombalanmış köylerdenmerhaba sevgibazı sokakları ne güzelmiş bu kentinben hiç sokak sokak gezmemiştim sen yokkenve ben kayboluyordumsen bana yol tarif ederken yaşadığım bu kentteaslında ben yaşamıyordum seni ilk öptüğüm yerikinci ve üçüncühep kendiliğindeneminim bizimle daha güzelve bir güzellik kalacak buralara bizden merhaba sevgiadımı söylemiştimbir adım da sende gizlihiç duymayacağımmerhaba sevgine çok evimiz oldu böylehepsini yıkacağız amamerak etmemerhaba sevgibu izlediğimiz kaçıncı filmdisevişmek için yarım bıraktığımızkaçıncı şarkıuykuya daldığımızmerhaba sevgibiz yolcuyuzgidemiyoruz çünkü kedimiz bir parktabizi hiç tanımamakta çevrilmiş büyük apartmanlarlaşaşkın şaşkın bakmakta gümüş geceleri tek başına yaşamaktaönce onu kucağımıza almamız gerekyatacak bir yerimiz olmayan bir akşamdabir dostun evine yönelerek

17 Şubat 2016 Çarşamba

Kubat: Müzik hobim, asıl işim insan olma sanatı

Kubat, kariyerinin yirminci yılını, onuncu albümü ‘Al Ömrümü' ile kutluyor. Albümünde hem türkülere hem de yeni eserlere yer veren müzisyen, hırslı olmadığını ama başarı hastası olduğunu söylüyor. Yakında bir kız bebekleri olacağını müjdeleyen sanatçıya göre kadınlar bir medeniyet ve onları yeterince anlayamıyoruz.

‘Al Ömrümü', yirminci yıl özel albümü. 20 yıl öncesine dönelim. Kubat, gurbetten hangi duygularla gelmişti İstanbul'a?

Belçika'da gurbetçi ailenin çocuğu olarak doğdum. Afyon Emirdağlıyım. Yaz tatillerinde memlekete geliyordum ama hiç İstanbul'a gelmemiştim. Müziğe Türkiye'de başlamadım. 8 yaşında elime mikrofonu aldım. Gurbetçiler arasında oldukça popülerdim ve herkes ‘Albümün ne zaman çıkacak?' diye sorup duruyordu. Kendimi yirmi yaşımda hazır hissettim ve İstanbul'a geldim. Benim asıl korkum albüm çıkarmak değildi. İstanbul'a alışıp alışamayacağımdan emin değildim. Çünkü ben huzurumu her şeyin önünde tuttum. İlk on gün kalamayacağımı sandım. Son beş gün güzel insanlarla tanıştım ve tamam dedim.

Yirmi yıl öncesinde Kubat'ın bugününü hayal edebiliyor muydunuz?

Benim hayallerim uzak değildi. Kendimi bilen bir insanım. Kendi kapasiteme göre hayaller kurarım. Şımarıklığı sevmem, hırs da yoktur bende. Benim için farkındalık önemli. Öte yandan yalanla dolanla sanat olmaz. Samimi duygularla yapılırsa ve duygularını yansıtabilirsen başarıyorsun. Kendime ve samimiyetime inandığım için güzel yerlere geleceğimi biliyordum.

O dönemde sizinle birlikte çıkan isimlerden çoğu meydanda yok. Kubat'ın kalıcılığının sırrı nedir?

Ben bu işi samimiyetle yapıyorum. Bir de kendi değerlerimizi ortaya koymaya çalışıyorum. Bize ait olan asırların birikimi olan ezgileri ortaya çıkarmaya çalışıyoruz ve bugünün sesiyle birleştiriyoruz. Hem yenilikçi hem de gelenekçi bir anlayışla, gençlerimize ve büyüklerimize bunları gösterme sevdasındayım. Var olanın üstüne bir şeyler katabilir miyim derdindeyim.

‘Al Ömrümü' onuncu albümünüz. Çok farklı bir çalışma olmuş sizin adınıza.

Evet acayip bir çeşni oldu. Türküler var, yeni besteler var. Mesela ‘Gözümden Cemalin Çok Irak Oldu' diye bir Bolu türküsü var. Ben bu türküyü hiç duymamıştım. Gevheri'den ‘Ey Benim Nazlı Cananım'ı okudum. Bestesi İhsan Güvercin'e ait. Derya Yılmaz'dan üç şarkı var.

Neşet Ertaş ve Cem Karaca şarkıları nasıl girdi albüme?

İkisinin de hayranıyım. Bu albümde mutlaka olmaları lazımdı. ‘Gel Efendim Gel' çocukluğumda söylediğim bir şarkısıydı Cem Karaca'nın. Her albüme koymak istediğim ama bir türlü nasip olmayan bir eserdi. Neşet Ertaş'tan ‘Doyulur mu?' da aynı şekilde yıllardır albümüme koymak istediğim bir eserdi. Sahne versiyonunu buraya kaydettik.

‘Ay Beri Bak' şarkısı da çok dikkat çekiyor…

Evet sanki Brooklyn'de yapılmış gibi değil mi? (Gülüyor) Evet vokaller altyapı. Gençler çok hasta oldu. Beni arıyorlar bu nasıl bir aranje, bu nasıl bir yorum diye. Bunu benden önce de birçok büyüğümüz okudu. Biz bu türküleri yeni nesillere taşımak istiyorsak böyle farklılıklar yapmalıyız. Bazı klasikçiler bunu yaptığım için beni eleştirebilir ama hiç tanımamaları daha kötü değil mi? En azından ben işaret ediyorum. Buna vesile olunca zaten özüne iner. Bu zenginliği göstermemiz gerekir. Benim farkım bu. Yirmi yaşımda da bu böyleydi.

Mesela birçok müzisyen bu yıllarda bir best of albüm yapar. Siz neden düşünmediniz?

Kırkıncı yılda ya da emeklilikte belki olur (Gülüyor). Ben yeni şeyler üretmeye inadına devam edeceğim. Hem de bu piyasa şartlarına rağmen. Bu şartlarda böyle bir proje yapmak o kadar zor ki. Onuncu albüme ve yirminci yıla yakışır bir albüm olsun istedim. Bir gönül işiydi ve bütün sevdiklerim bu albüm için birleşti.

Müzik camiasında genelde herkes birbirinin ardından konuşur ve kötüler. Sizin hakkınızda hiç olumsuz yorum yapan birine rastlamadık. Bunu nasıl başardınız?

Müzik benim hobim, işim ise insan olma sanatı. O tarafa ağırlık veriyorum. Gönül kırmama, aynı zamanda hakkını da yedirmeme zor iş. Aileden gelen bir terbiyem var. İçimden gelen bir şey. Ben artık koleksiyoner oldum. Dost koleksiyonu yapıyorum. En iyi koleksiyoner dost biriktirendir. Bugün bir yere gidiyorsun, dört beş sanatçı bir araya zor geliyor. Ama çok şükür geçenlerde yirminci yıl galası yaptım, koşup geldi tüm dostlarım. Dostluğu korumak zor iş. İstismar, baskı ve çıkarcılığa hiç gelmiyor. Onların kıymetini bilmek gerek.

Kariyeriniz boyunca kötü bir olayla ya da magazinsel bir sansasyonla da anılmadınız.

Ben insanların hayatını boş şeylerle meşgul etmeyi sevmem. Albüm yapmışsam ve bir mesaj vermek istiyorsam çıkıyorum anlatıyorum. İyilik kazansın diyen bir yapım var. Ben hastalandığımda bile kimseye söylemem. Kendim düzelmeye çalışırım. İnsanları yormak istemem. Ama bunun çok hassas bir çizgisi var. İstemek zorunda olduğunda da isteyeceksin. Zira kimsin sen? Her zaman pozitif olmayı seviyorum.

İyi ki evlenmişim

Bugüne kadar keşke yapmasaydım dediğiniz bir pişmanlığınız var mı?

Yok, çok şükür olmadı.

40 yaşımda doğum günümde evleneceğim demiştiniz ve dediğinizi yaptınız. Neden bu yaş?

Evlenmeseydim belki pişman olacaktım. 40 yaş insanın en olgun yaşı. Bir de kırkı geçirmeyeyim dedim. Çünkü geçen ve evlenmeyen arkadaşlar var. Yani bu yaştan sonra da hiç olmayabilir. Bunu kendime söz vererek yaptım. Bir de eşim olmasaydı belki yine evlenemezdim. Doğru insanın olduğunu anlayınca kararı verdim.

Sanırım bir bebek bekliyorsunuz…

Evet. Çok şükür. Eşim altı buçuk aylık hamile. Bir kızımız olacak.

Kızınız için medeniyet geliyor diyorsunuz. Kadını bir medeniyet olarak mı görüyorsunuz?

Yanlış anlaşılmasın, ismi medeniyet değil. Daha karar vermedik. Evet kadın bence medeniyet demek. Ana yahu, daha ötesi var mı? Onlardan çok şey öğreniyoruz. Kadına değer vermeyenleri anlayamıyorum. Kadınlara daha çok şans vermeliyiz.

Evlilik sizi değiştirdi mi?

İşin açıkçası bazı korkularım vardı ama eşim çok anlayışlı. Çok doğru kişiyle evlenmişim. İyi ki evlenmişim diyorum. Benim kişiliğime ve mesleğime çok saygı gösteriyor. Evlenince her şey değişir diyorlar. Bizde de değişti ama olumlu yönde. Daha çok sevgi ve anlayış oldu. Anlayış oldukça her şey yoluna girer.

14 Kubat'ın üstüne zor çıkarlar!

Bugüne kadar yapmak isteyip de yapamadığınız bir şey var mı?

Çok şükür istediğim her şeyi yaptım. Huzurluyum. Bende hırs yok. Ama başarı hastasıyım. Birisi başarılıysa önünde saygıyla eğilirim. Kendimde de öyle. Kendimi başarılı buluyorum. Bunun için çok çalışıyorum.

14 Şubat Sevgililer Günü bugün. Neler söylemek istersiniz?

14 benim uğurlu rakamım. Herkesin Sevgililer Günü'nü kutluyorum. 14 Kubat yani (Gülüyor). Öncelikle herkese hayırlı 14 Kubatlar diliyorum.

14 Kubat demişken Yıldız Tilbe de bir reklam çekti. Ama sizinki de hâlâ akıllarda…

Evet. Geçenlerde ajanstan çocuklar beni gördü, mesaj istediler. “Yıldız bizim canımız ciğerimiz ama 14 Kubat'ın üstüne biraz zor çıkarsınız.” dedim. Çünkü 14 Şubat/14 Kubat ismi bir defa olayı bitiriyor (Gülüyor). Seneye ikimizi bir tartışma ortamına sokmayı düşünüyorlar. Yıldız'ın şarkısı da çok güzel.

Sevgi ve aşk kavramlarının içini yeterince boşaltmadık mı sizce?

Aşk ve sevgi ayrı kavramlar. Aşk kontrolsüzlük. Kontrolsüz güç güç değildir. Senin olsun o zaman bu aşk. Hani Tatlıses diyor ya yere batsın bu lahmacun. O kafa yani. Böyle bir aşk istemiyorum ben. Aşkı kontrollü bir şekilde de yaşarsın. Sevgi marmelatı, anlayış, hassasiyet çeşnilerini kavura kavura bir de o ilişki meyve veriyorsa alın size esas aşk. O sevgiyi ve saygıyı besleye besleye kontrollü bir aşk elde edersiniz. Kontrolsüz aşk yıllar önce bir kere başıma geldi. Şimdi kontrollü olsun istiyorum.

14 Şubat 2016 Pazar

İzci

yaşadığımızbir -çağdaş yanılmışlık mıdırürkütücü bir şiirden aşırılmıştertemiz bir bardaktan şarap içerkenkiak bezlerle parlatılmış dudak izleri biraz titreşimsanki tanburlar hepderin bi hüzne bağlanmışyaşadığımız cağnım yaşadığımızhiç kimselerden sorulmamışbüyük anlamlarla süregelengördükçe kör duydukça sağırbütün yanılmışlıklarınısürmekten almışgörünen izler üzer

11 Şubat 2016 Perşembe

...

Bir ülke düşünün, O ülkede sevmek imkansızdır. Bunu başardığınızı düşünün Sizden alacaklardır. Öldüğünüzle kalacaksınızdır. Bu ülke Kundakta bebeklerin patlama sesleriyle ninnilediği kendini Saçlarından sürüklenen bir ülke. Küçük bir doğru bile bulursanız Ansızın ve süregelen bir biçimde Özenle hazırlanmış bir bomba ile imha edileceğiniz ülkedir. Haftanın hangi günü olduğu önemli değil Elinizde ne olduğu önemli değil. Bir demet karanfil Yahut dosta yazılmış bir mektup bir şiir Kalanlar okur o şiirleri Rakıların soğuyamadığı akşamlarda Kalemler düşer Bardaklar yükselir bu ülkede. Köyünden sürülmüşlerin Ulu orta dövülmüşlerin Ruhu sökülmüşlerin Ve siz ne kadar ansanız da tozlu masalarda Hatırası silinmişlerin ülkesidir bu ülke. Bu ülkede bilmek başınıza gelebilecek en büyük felakettir Sevmek ki başarabilirseniz üzerine tuz biber eker Çünkü asla kendinizi sevemeyeceksiniz Ve kendini sevemeyenlerin ülkesinde birini severseniz Sizden nefret edecektir. Oyun bellidir. Bundandır nice büyük oyuncunun Oyundan vazgeçmesi ve susması Söyleyeceği tek bir sözle yırtacakken Bütün atlasları En çok sevgi yaşar çizilmiş sınırlar içeri. Ormanlar her mevsim tutuşuyor artık. Ve zamanımızda sadece nefret var Saat kaç olursa olsun

İyi bir CV hazırlarken dikkat: Film izlemek, kitap okumak hobi değil!

İş aramaya başlamadan önce boş vakitlerde neler yaptığınızı gözden geçirdiniz mi? Zira artık hobileriniz de altın değerinde. Hangi hobinin CV'de puan kaybettireceğini, ne tür faaliyetlerin sizi öne geçireceğini araştırdık.

Eskiden diploma geçer akçeydi. Üniversiteyi bitirince gerisi kolaydı. En kötü ihtimalle orta halli bir memurluk garantiydi. Şimdi öyle mi? Etraftaki yüzlerce üniversiteli işsize bakınca durumların eskisi gibi ilerlemediğini görmek zor değil; üniversite diploması yetmiyor. Sizi diğerlerinden bir adım öne çıkaracak yeteneklere, kazanımlara ihtiyacınız var. Öğrencilik döneminde gittiğiniz faydalı bir kurs, öğrendiğiniz yabancı dil hatta hobileriniz bile iş yaşamında çok değerli. Çünkü artık hobiler eskisi gibi; ‘kitap okumak, müzik dinlemek, film izlemek' gibi sıralandığında işveren için bir şey ifade etmiyor. Kaldı ki bu eylemler hobi kategorisinden çıkalı uzun zaman oldu. Bugün hobi dendiğinde işveren gerçekten neye alâka duyduğunuzu ölçüyor, sıraladığınız faaliyetler üzerinden karakter analizinizi bile yapıyor.

Damla İnsan Kaynakları Eğitim ve Danışmanlık Şirketi'nin yöneticisi Vural Şeker, “Kitap okumak, müzik dinlemek, gezmek… gibi klasik ve hobi olmayan şeyler yazılmamalıdır. Bundan, CV'nizin ciddiyetsizce hazırlandığı anlamı da çıkartılabilir.” diye ilk cümlede uyarısını yapıyor. Bunun yerine profesyonelce yapılan hobileri yazmayı öneriyor. Örneğin lisanslı bir sporcu ya da yarışmalarda dereceye giren bir satranç ustası gibi. Eğer böyle bir hobiniz yok ise bu alanı boş bırakmak bile daha anlamlı olabilir.

Takım sporları

Aslında hobiler kişilik özelliklerini ortaya çıkarmada önemli birer ölçü. Bu ölçüden sıkça faydalanan insan kaynakları uzmanlarının en çok vurguladığı faaliyet ise takım sporları. Bu bir futbol turnuvası olabileceği gibi folklor çalışması da olabilir. Nihayetinde ikisi de ekip arkadaşlarıyla uyumlu çalışmayı gerektiriyor. İşverenler de bu tip sporlarla ilgilenenlerin diğer çalışanlarla işbölümü konusunda daha başarılı olduğunu gözlemliyor.

Motor sporları, dağcılık...

Bazı iş türleri, rekabeti ve pes etmeden çalışma arzusunu diğerlerinden daha fazla gerektirir. Bu tür alanlarda motor sporları, dağcılık, dalış sporları gibi hobilere sahip kişiler işverenin ilgisini kolayca çekebilir. Çünkü bu sporlar da tıpkı bazı ‘acımasız' iş alanları gibi zorludur. Bu yüzden sürekli başarma arzusunu, bireysel başarıyı ve azmi besledikleri varsayılır. Ayrıca kuralların dışına çıkmanın ölümcül sonuçları olabileceğinden bu sporların kişiyi disipline ettiği düşünülür. Dalış sporlarının bir artısı daha var; vücuda sağladığı dinlendirici etkisiyle performansı artırdığı beklenir.

El sanatları, fotoğrafçılık…

Eğer bir fotoğraf kulübüne üyeyseniz ya da resim atölyesi gibi aktiviteleri takip ediyorsanız bu işvereninizi iki kat daha fazla etkileyecektir. Çünkü bu tür faaliyetler kişinin üreticiliğini artırdığı gibi gerçekten bir ilgi alanının oluştuğunun da göstergesidir. Çalışma hayatında işin dışında bir uğraşı, ilgi alanı olan kişiler ise her zaman daha karizmatik bulunur.

İyi bir CV için…

Vural Şeker, iş arayan adayları diğerlerinden öne çıkaracak CV'yi hazırlarken şunlara dikkat edilmesi gerektiğini söylüyor.

-CV standartlarına uygun bir formda olmalıdır. Google'da bu konuda birçok örnek bulabilirsiniz. Özel bir tavsiye isteyenlere ise Europass CV kalıbını incelemelerini öneririm.

-Eğitim ve çalışma bilgileri ters kronolojik sıralamayla yazılmalıdır.

-CV'niz en fazla 2 sayfa uzunluğunda olmalıdır.

-CV'de en küçük bir imla hatası bile olmamalıdır. Bu, görüştüğünüz kişinin sizin iş aramanın/bulmanın ilk adımı olan CV hazırlama aşamasında bile özensiz ve/veya beceriksiz biri olduğunuzu düşünmesine yol açabilir. Vakıf olduğunuzu iddia ettiğiniz bir teknik veya mesleki teknolojinin ismini yanlış yazmamaya özellikle dikkat edin.

-CV'nize mutlaka fotoğraf ekleyin, aksi takdirde çok güçlü bir aday değilseniz değerlendirmeye bile alınmayabilirsiniz.

-Genel bir anlatım diliyle kısa, net, yeterince bilgi veren, nokta atışı yapan, kariyer hedefinizi de içeren tutarlı bir CV oluşturun.

-Kitabevine ya da kültür sanatla ilgili bir yere müracaat etmiyorsanız hobileriniz bölümüne kitap okumak, sinema tiyatroya gitmek yazmayın. İşverenler için bunlar zaten olması gerekenler. Diğer adaylara göre fark oluşturacak bir hobiniz varsa yazmalısınız.

3 Şubat 2016 Çarşamba

Trompet

Yüzünde gezdirdiğin hüznü veboynundaki beyazlığıhep içerimde taşıyacağım.Sabah uyanıp yanıbaşımdabulduğum soğuk bedeninibir çınar ağacına emanet ediyorum.Seni çok seviyorum.

Hangi kaplıcaya gitsek?

Türkiye'nin hemen her ilinde hastalıklara şifalı sular var. Kış mevsiminin kaplıca zamanı olmasından mülhem mekânları araştırdık.

Türkiye, termal sular açısından zengin bir coğrafyada konumlanıyor. “Artık doktor reçetesine bile yazılıyor.” diye anlatılan kaplıcalar, tesis yönünden de gün geçtikçe gelişiyor. Birçok şehirde bulunan doğal alanlarda hem sağlık kürü hem de civardaki turistik yerlerde tatil yapabilirsiniz.

İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Ekoloji ve Hidroklimatoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nergis Erdoğan, yılda 15-20 gün kaplıcaya gitmenin kalbi koruduğunu ve kalp krizi riskini azalttığını söylüyor. Erdoğan, ilk çağ filozofu Thales'in ‘Her şeyin kaynağı sudur' sözünü hatırlatıyor: “Toprakta ve kaplıca sularında, insan vücudunda olan minerallerin birçoğu bulunur.”

Kimler kaplıcaya gidemez?

Uzmanlara göre şu hastalıkları bulunanlar kaplıcalardan uzak durmalı: Ameliyat geçirmiş ve henüz yarası kapanmamış olanlar, ateşli hastalıklara tutulanlar, kanamalı hastalığı olanlar, kanserliler, akciğer tüberkülozuna yakalananlar, hamile ve lohusa olanlar, regl dönemindeki kadınlar, idrar zorluğu çekenler, saralılar, astım hastaları.

İşte, her yanı termal sularla çevrili ülkemizde gidilebilecek kaplıcalardan birkaçı...

Türkiye'nin termal başkenti: afyon

Kaplıca dendiğinde akla ilk gelen şehirlerden biri Afyon Karahisar. 12 binin üzerindeki yatak kapasitesiyle yerli ve yabancı turistlere hizmet veriyor. Şehirdeki termal su, romatizma, eklem bozuklukları, çeşitli solunum yolları ve kalp hastalıkları, obezite, kısırlık, damar sertliği, kadın hastalıkları, böbrek taşları, sedef, idrar yolları rahatsızlıkları, sırt ve eklem ağrıları gibi sağlık sorunlarının tedavisinde tercih ediliyor. Yedi tane beş yıldızlı termal oteli içinde barındıran Afyon Karahisar'da ailecek gidebileceğiniz mekânlardan biri Oruçoğlu Termal Otel. 420 odası ve bini aşkın yatağıyla misafirlerini karşılıyor. 1992'den bu yana faaliyet gösteren Oruçoğlu Thermal Resort'un en büyük avantajı otelin her noktasında misafirlerinin termal sudan yararlanabilmesi. Üç adet kapalı termomineral su havuzu, bir adet açık termomineral su havuzu olan otelde kişi başı konaklama ücreti 285 TL'den başlıyor.

Pamukkale'de kaplıca ve doğa iç içe

Denizli'deki 4 yıldızlı Ninova Termal Hotel, su mineral içeriği bakımından yüksek bir tesis. Pamukkale Karahayıt'da hizmet veren hotel, ferah ortamıyla sağlıklı yaşamı misafirlerine vaat ediyor. 103 odasında 4 farklı kategoride suit, family, corner, corner suit, handicapped odalarıyla farklı bütçelerde konaklama imkânı sunuyor.

3 bin yıldır şifaya vesile oluyor

Balıkesir'deki Gönen Kaplıcaları, her yıl yerli ve yabancı binlerce misafiri ağırlıyor. İlçenin farklı noktalarında bulunan kaplıcaların romatizmal, ortopedik ve nörolojik başta olmak üzere solunum yolu ve kalp damar hastalıklarına da iyi geldiği söyleniyor. Türkiye'de kaplıca turizmi açısından önemli bir konuma sahip olan Gönen'in geçmişi 3 bin yıl önceye dayanıyor. Suların sıcaklığı ise 60 ile 94 derece arasında değişiyor.

Doğubayazıt'ta kaplıca keyfi

Diyadin Kaplıcaları; şifalı termal havuzları, kır lokantaları ve yıldızlı otelleriyle sağlık turizmi için önemli bir merkez. Dünyadaki yedi önemli şifalı sudan biri olduğu biliniyor. Davut, Köprü ve Yılanlı adı verilen üç farklı kaplıcadan oluşuyor. Yakın çevresinde konaklama seçenekleri de bulunan kaplıcaların romatizmadan deri hastalıklarına, stresten mide rahatsızlıklarına kadar pek çok şikâyete deva olduğu söyleniyor. Kaplıcanın yakınlarındaki Meya Vadisi ise 3 bin yıllık kaya evleriyle dolu. Özetle, Ağrı'nın Doğubayazıt ilçesine gitmek için sebep çok…

Çorum'un ilk ve tek kaplıcası

Çorum'un ilk ve tek termal oteli Anvatar Termal Hotel'deki şifalı suların romatizma, bel ağrısı, böbrek sorunlarına iyi geldiği söyleniyor. Çorum-Samsun karayolunun 2. kilometresinde Sıklık Ormanları içinde yer alan tesis, 4 yıldıza sahip. Termal tesis 08.00'den 23.00'e kadar açık. Kişi başı konaklama ücreti ise 85 TL'den başlıyor.

Son yılların gözdesi: Sivas

Kaplıcalarıyla son yıllarda dikkat çeken bir başka il de Sivas. Şehrin popülaritesini artıran ise modern zaman hastalıklarından sedefi iyileştiren Kangal Balıkları Kaplıcası. Dünyada bir başka yerde bulunmayan bu balıklar, sedef hastalığına şifa oluyor. Tedavinin haricinde balıkları görmeye gelenler için de mekânın turizm cenneti olduğunu söyleyebiliriz.