29 Aralık 2015 Salı

Hepimiz bir şeylerin ‘Geek'iyiz!

Geçtiğimiz günlerde vizyona giren Star Wars'un kendisinden çok hayranlarının yaptığı çılgınlıklar haber oluyor. Filmi izlemekle kalmayıp seri hakkında akla gelebilecek her türlü bilgiyi edinen, her ayrıntıyı eşeleyen kişiler, aslında birer ‘Geek'. Peki nedir bu geek ve başka nelerin geeki var? Buyurun haberi okuyun.

Annelerin ‘oğlum kalk artık şu bilgisayarın başından' derken gözden kaçırdıkları bir şey var. Bilgisayarın başından kalkmak demek, ertesi gün “Abi Game of Thrones'un son bölümü…” diye başlayan, “Leaguea of Legends bozdu yea…” diye devam eden muhabbetler edilirken ortalığa bön bön bakmak demek bir bakıma. Hatta yine diğer insanlar vizyondaki bir filmin ıncığını cıncığını anlatırken senin filmle ilgili yorumunun “Abi film çok iyiydi yea”dan öteye geçememesi demek. Dolayısıyla dünyanın sonu olmasa da epeyce müşkül bir durum olduğu kesin. Çünkü artık internetin de gelmesiyle bilgisayar dünyası eskisi gibi değil.

Yüzde yüz bir doğruluk garantisi vermese de internet sınırsız bir bilgi kaynağı ve nasıl kullandığına bağlı olarak ekran başında geçirilen saatler kişiye inanılmaz bir bilgi akışı sağlıyor. Hatta böyle insanları tanımlamak için konulan bir sıfat bile var: “Geek”. Geek, Türkçe karşılığı tam olarak yapılamasa da belki ‘sanal entelektüellik' olarak tanımlayabileceğimiz bir kavram. Tanımlaması zor olduğundan biz de “Nedir bu geek'lik?” diye sormak üzere Türkiye'deki geekleri buluşturan sitelerin başında gelen ‘geekyapar.com'un kurucuları ile görüştük. Nedir bu geekyapar.com derseniz, içeriklerinden birkaç başlık vermek yardımcı olabilir: ‘2015'in en iyi çizgi romanları', ‘Star Wars'ta fark etmemiş olabileceğiniz 12 meşhur konuk oyuncu', ‘Uzakdoğu Dövüş Hayranları Buyurun'.

Yiğitcan Erdoğan, geekliği “bir konu hakkında tutkulu ve meraklı bir şekilde araştırma yapan, onu eşeleyen, tarihine giden, yetinmeyip onun hakkında yazıp çizen, bilgisini diğer insanlarla paylaşan kişilerin yaptığı” olarak tanımlıyor. Dolayısıyla geniş bir kavram ve altına bir sürü konu giriyor.

Bir örnek vermelerini istiyoruz. Can Türkdoğan “Mesela sporun da geekleri.” var deyip devam ediyor: “Maçların ardından yapılan klasik muhabbetlerden ziyade yerli yabancı oyuncuların yaşamını bilmek, o takım ne zaman ne yaptı, hangi yıllarda ne kupa aldı, bunları eşeleyip çok keyif alan insanlar aslında birer futbol geeki.”

Yiğitcan Erdoğan, araya girip ekliyor: “Mesela Socrates diye bir spor dergisi çıkıyor. Küçük hikâyelerle sporun aktörlerini anlatıyor, eşeliyor, tarihini, istatistiğini araştırıyor, yazıya döküyor. Tam spor geeklerine hitap eden bir dergi.”

Ömercan Güldal ise çizgiyi şöyle çekiyor: “Uğraştığı şeyi hobi olmaktan öteye götüren fakat bunu işe dönüştürmek niyeti ile de yapmayan, herhangi bir konunun ıncığını cıncığını merak eden takip eden herkes geek bence. Konu önemli değil.”

Kesinlikle asosyal değiliz

Geekyapar sitesinin kurucuları, her konunun geeki olabileceği konusunda hemfikir. Ancak belli konuların diğerlerinden biraz daha ön plana çıktığı da kesin. Yiğitcan da katılıyor ve bu alanları şöyle sıralıyor: “Evet geek biraz daha derinlik seviyor. Yani merak edilecek çok yanı olan konular. Filmler, diziler, çizgi romanlar, bilgisayar oyunları... Hakkında konuşabileceği konular. Çünkü gevezelik geekliğin şanındandır. Konuşmadan bilgisini paylaşmadan duramaz.”

Can Türkdoğan tam da burada geeklerin sanıldığı gibi asosyal insanlar olmadığını belirtiyor: “İnsanlar bu tür bir ortama dahil olanların asosyal olacağından korkuyorlar ama biz en azından kendimizin hiç de asosyal olmadığını düşünen bir ekibiz. Konu ne olursa olsun sitede bir tartışma, konuşma dönüyor ve insanlar aktif olarak görüşlerini belirtiyorlar. Böyle bir platforma geleceklerse gelsinler. Hiç kötü bir şey değil.”

Ardından sözü Ömer Can alıyor: “Şöyle bir şey var aslında. Akıllı telefon ve Facebook'la filan asosyalleşme zaten herkese yayıldı, sadece geeklere özgü bir şey değil. Bunun tek farkı bilgisayar başında vakit geçirmeyi ve sıkılmamayı geekler biraz da uzun süredir yapıyor. Bu bir araç sadece ve ne yönde kullandığına biraz bakıyor. Sen herhangi bir konuda kendini geliştiriyorsan bu niye negatif olsun. Ben hep söylüyorum, İngilizceyi büyük oranda bilgisayar oyunları ile öğrendim.”

Bu arada geekyapar'ın üç yöneticisi de sosyal bilimlerden geliyor. Yiğitcan, ODTÜ Uluslararası İlişkiler mezunu. Şu sıralar mesaisinin tamamına yakınını geekyapar.com'a içerik üreterek harcıyor. Can ve Ömer Can da kültürel ilişkiler mezunu. Can'ın bir süre kurumsal hayatı olmuş ama sevmediği için bırakıp geekyapar'a dahil olmuş. Aynı zamanda bir çocuk tiyatrosunda rol alıyor. Ömer Can da aynı şekilde içerik üretimi ve oyunculukla meşgul yani gerçekten hiç de asosyal insanlar değiller.

Geekler söz konusu olunca kadınların adını fazla duymamamızın sebeplerini soruyoruz. Yiğitcan, zaman zaman geekyapar.com'da da karşılaştıkları dilden rahatsızlıklarını dile getiriyor: “Genelde şöyle laflar duyarsınız, ‘beyler son Star Wars filmi şöyleydi böyleydi. Abi filan'. Ben onları anlamlı bulmuyorum. Bu aslında Türkiye'de kadınların genel olarak görünür olmasıyla ilgili bir sıkıntı. Biraz da görünür olmama yönünde yetiştiriliyor kadınlar. Aslında kadın geek sayısı da çok fazla. The Walking Dead, Game of Thrones izleyicilerinin birçoğunu kadınlar oluşturuyor. Biz siteyi yüzde 55 erkek yüzde 45 kadın oranına getirdik.”

Star Wars'ın geekler üzerinde çok emeği var

Peki geek denince neden Star Wars geliyor akıllara? Yiğitcan Erdoğan'a göre bunun sebeplerinden biri Amerikan sinemasının geekliğin bahsettiğimiz özellikleri ile en çok uyuşan, geeklere en çok hitap eden filminin Star Wars olması. Filmin yönetmeni George Lucas, “Benim filmimin arkasında çok derin bir evren var.” diyor. Merak edilecek çok şey var. Zaten film tuttuktan sonra Star Wars'un yüzlerce kitabı çizgi romanı, animasyonu yapıldı. Star Wars'ta bu görülünce Amerikan sineması buraya evrildi. Lucas'ın geekler üzerinde çok emeği vardır.”

Steve Jobbs gerçek bir geektir

Geeklere örnek olarak kitlelerin tanıdığı bir isim vermelerini istiyoruz. Steve Jobbs'tan bahsediyorlar. Apple, Microsoft, Facebook gibi büyük şirketlerin başındaki adamların aslında birer ‘geek' olduğundan bahsediyorlar. Türkiye'den kimler var diye sorduğumuzda futbol alanında iki isim veriyorlar: Güntekin Onay ve Ali Ece. Bunlar tutkulu insanlar. Üçlüye göre son zamanlarda çizgi roman geekliği de aldı başını yürüdü. Hatta üretim de yapılıyormuş artık. Yiğitcan, Devrim Kunter'in Seyfettin Efendi serisi ve İlban Ertem'in Puslu Kıtalar Atlası çizgi romanını örnek gösteriyor. Bir de oyun yazan girişimcilerden bahsediyorlar. Öte yandan az da olsa Türk dizilerinin de geekleri olduğundan da bahsediyorlar ve Behzat Ç. ile Ezel'i örnek vermeden geçmiyorlar.

24 Aralık 2015 Perşembe

Hayâl Şehir, Halit Asım

Hayâl ŞehirBozuldu ruhun yuvası, Şimdi odur kanat çırpan. Kuşların ölüm duası, Bu yakınlarda duyulan.

Ruhların gittiği yere Kuruldu bir hayâl şehir. Yumulan altın gözlere, Geceden şarkı ve şiir..

22 Aralık 2015 Salı

Usta oyuncu Mustafa Uğurlu: Seyirciden tam karşılık alamıyoruz, demek ki eksiğimiz var

Mustafa Uğurlu, ‘Uzaklarda Arama' ve ‘Rüzgârın Hatıraları' filmleriyle beyazperdede. Usta Oyuncu, filmlerinin hak ettiği değeri görmemesinden dolayı pek keyifli değil: “Bize düşen görevde bir eksiklik var demek ki seyirciyle bağlantıyı tam kuramadık.”

‘Uzaklarda Arama' ile ‘Rüzgârın Hatıraları' gösterimde. Tepkiler nasıl?

İkisi de vizyonda ama gereken ilgiyi görmedi. Kimin hatası bilmiyorum. Bize düşen görevde bir eksiklik var demek ki seyirciyle bağlantıyı tam kuramadık. Rüzgârın Hatıraları, Antalya Film Festivali'nde hayli ilgi görmüştü, ödüller aldı. Heyecanlanmış, heveslenmiştik ama sonra hak ettiği değeri görmedi. Gerçi hâlâ gösterimde, belli olmaz. Çok az salonda seyirciyle buluştuğu için çok umutlu olduğum söylenemez. Uzaklarda Aramada durum çok farklı değil.

Rakibiniz bin 400 salonda gösterilen ‘Düğün Dernek 2: Sünnet'. Zor...

Bunun büyük etkisi var tabii. Öyle olunca salon bulamadık. Bu nedenle diğerlerinin altında psikolojik olarak eziliyor.

Bu durum size ne hissettiriyor?

Gönül ister ki bizimki gibi hikâyelere yer veren yapımların da izlenmesi. Demek ki seyircimizi çok uzaklaştırmışız. Seksenlerde gelişen olaylar, şiddet ortamı, sıkıyönetimler, seks furyası seyirciyi uzaklaştırdı derken Ağır Roman, İstanbul Kanatlarımın Altında ile sektör yeniden canlanmıştı. Fakat sonra tekrar hikâyelerimizden uzaklaşan bir kitleyle karşılaştık. Temel sorun olarak sistemin getirdiği alışkanlıklar zincirini görüyorum. İkincisi; bizlerin seyirciyle doğru iletişimi kuramayışı. Bu filmlerle ilgili bir eksiklik var. Rüzgârın Hatıraları; Cannes'dan senaryo desteği aldı, dünyanın bir numaralı görüntü yönetmeniyle çalışıldı, hikâye güzel, yönetmen iyi, oyuncular çok yetenekli… Böyle olunca seyredilebilir bir film yaptığımızı zannederken seyirciden tam karşılığını alamıyoruz. Demek ki eksik tarafımız var. Bunu irdelemek lazım. Filmciler sorunu daha iyi tespit eder sanırım.

Filmografiniz bağımsız yapımlarla dolu. Popüler filmlerde oynamayı hiç düşünmüyor musunuz?

Sanat nedir? Toplumun aksak taraflarını gündeme getirip daha yaşanılabilir hale getirmek. Bunu ister mizahla yaparsın, ister dramayla… Bir sanat yapıtının içinde olması gereken hikâye, oyuncular, iyi yönetmenler arıyoruz. Derdimiz bu. Onun dışında bir şeyde oynayacak halimiz yok. Çok keyifli bir ülke değiliz, bir sürü sorunumuz var. Böyle olunca hep gülelim. Nereye kadar? Gülelim ama birbirimize bir şeyler katalım. Sulu, cırtlak gülmecenin içinde bu yüzden olmak istemiyorum. Onlara da bir şey demiyorum. Önemli olan alternatifini oluşturup seyirciye ulaştırmak.

Teklifleri ret mi ediyorsunuz, yoksa gelmiyor mu?

Çoğu filmden gelmiyor. Her filmde aranan bir aktör olduğumu zannetmiyorum. Çünkü herkesin yapabilecekleri sınırlıdır. Tip olarak farklı bir imaj çizmiş olabilirim. Geldiğinde ince eleyip sık dokumaya çalışıyoruz. Son dönemde yaptığımız filmlerde sonuç çok da umduğumuz gibi değil.

‘Kalabalık içinde yalnız yaşıyorum'

Rüzgârın Hatıraları'nda Özcan Alper ile ilk defa çalıştınız…

Çok yetenekli ve başarılı olduğunu düşündüğüm bir yönetmen. Rüzgârın Hatıraları, güçlü bir hikâye. Ülkemizin yaralı taraflarından birini deşiyor. O bakımdan onunla çalışmak hayli keyifliydi. Bu filmin setinde de zor şartlar altında çalıştık. Batum'da başladık, gelip Artvin'in yaylalarına çıktık. Tiyatro nedeniyle orayı daha önce görmüştüm. Meğer biz dağın eteklerinde dolaşmışız. Tepe acayip etkileyici ve büyüleyiciymiş. Sislerin üstünde çekim yaptığımız çok zaman oldu. Sisi kaçırmamak için çok erken kalkıp yola çıkıyorduk.

Onun çekimleri ne kadar sürdü?

1 buçuk ay. Ben daha az kaldım orada. Dağda, genç yaşında karısıyla yaşayan bir karakteri canlandırdığım için o ortam bana acayip ufuklar açtı. Yalnızlığın getirdiği hapsedilmiş duygusunu dağın başına çıkınca daha net hissediyorsunuz.

Yalnızlığı seven birisiniz. Oynamak zor olmasa gerek.

Kalabalık ortam içinde yalnız yaşadığıma inanıyorum. Biraz asosyalim. Cihangir'de oturuyorum ama gittiğim yer sayısı bir-iki tane.

Arkadaşlarınız sanat dünyasından mı? Yoksa…

İki taraftan da var. Ama çok sık görüşmem, çok şey paylaştığım söylenemez. Belki bir film, oyun için birlikte oluyoruz, sonra dağılıyoruz. Bu kadar sürüyor. Gönül ister ki dostluklarımız gelişsin ama bir tarafım eksik zannediyorum. İnsanlarla fazla girift olamıyorum.

Neler yapıyorsunuz bu ara?

Bazen hiçbir şey yapmam, bazen bir elimde saz vardır, diğerinde kitap. Bir anda yoğunlaşır, bir anda bırakır, tembelliğime dönerim. Hiçbir şeyle yüz göz olmak istemiyorum. Bu hayatımın her alanına yansıyor. Kendimden sıkıldığım anlar var, her yerde görünmenin anlamı yok. Az kazanalım, seyirci bizi özlesin dediğim oluyor. Daha az parayla geçinme becerisine ulaşınca her şey çözülüyor.

Başucu yazarı, sevdiği mutfak, dostu

Yazar:Başucu yazarları sürekli değişiyor. Kitaplarının çoğunluğu tiyatro, şiir üzerine. Şu anda öne çıkan yazar; Cemal Süreya, Orhan Veli, Melih Cevdet Anday… Ara sıra karıştırıyor.

Şehir:Hayatının merkezinde İstanbul var. Tiyatro yaptığı dönemlerde Adana'dan Bursa'ya birçok ilde yaşadı ama İstanbul başka. Her yaz sahil kasabasına yerleşme fantezisi depreşiyor, kışın unutuyor.

Mutfak:Yöre ayırmaksızın Türk mutfağı diyor. Annesinden öğrendiği yemekleri yapıyor: “Eskiden vakit ayırmazdım. Şimdi zevk almaya başladım, bayağı yapıyorum. Yelpazeyi genişletme niyetindeyim.”

Dostu:Sürekli görüştüğü, proje gelince danıştığı bir isim yok. Pardon var; kendisi. İç sesini dinliyor. Çevreden kime denk gelirse yapacağı işi çıtlatır, fikir alır, yine bildiğini yapar.

Usta: İlki abisi Ahmet Uğurlu, sonra hocaları... Abisini izleyerek, ona öykünerek çıkmış yola. “Yaptığı işleri, tercihlerini incelemek bile bana rehber olabilir.” diyor.

‘Türkan Şoray gerçek bir star'

Uzaklarda Arama'yı Türkan Şoray yönetti. Sultan'la çalışmak nasıl bir deneyimdi?

Türkan Şoray gerçek bir star. Starlığı hâlâ devam ediyor. 200'den fazla film yapmış, dört-beş yönetmenliği olan bir hanımefendiden bahsediyoruz. Bilgi birikimi inanılmaz. Onunla birlikte olmanın avantajlarını yaşadık. Hikâyeyi oyuncuyla birlikte anlatmasını seven tarafı var. Bu da en çok özlemini duyduğum yönetmen tarzı. O bakımdan heyecan vericiydi. Her sahneyi sanki tiyatrodaymışız gibi oyuncuya anlatıp kelime anlamına, vurgusuna kadar çalıştığımız anları hatırlıyorum.

Setten önceki Şoray algısıyla, sonraki arasında ne fark var?

Hiçbir fark yok. Bir anda çalıştık, o sevecen tarafını hiç yitirmedi. İnsan hiç mi yorulmaz, tebessümün arkasında farklı bir yaklaşımda bulunmaz. Onun motivasyonunun karşısında çalışmak dışında başka bir şey düşünemiyorsunuz.

Çekimler iki ay boyunca Muğla'da yapıldı. Sürekli orada mıydınız?

Çoğunluğu Muğla'nın Yeşilyurt köyünde çektik. Yöre halkını oynattığı için Türkan Hanım, çok kalabalık bir kadro haline geldiğimiz günler sıcağın altında çalışmak zordu. Kostümler, makyaj… Sıcaklığın dışında başka bir sorunumuz olmadı. İki ay oradaydık ama boşluk buldukça İstanbul'a döndüm.

Tatilin bir kısmı Muğla'da tamamlandı mı?

Nerde! Muğla'da kalıyorduk, köye gidip geliyorduk sürekli. Setin olmadığı bir-iki gün ayağımızı denize sokma şansımız oldu, o kadar.

Kadronun çoğunluğu kadınlardan oluşuyor. Sıra dışı bir set...

Bir kadın hikâyesi. Bu projede olmamın en büyük nedenlerinden biri de o. Memlekette şiddet almış başını gidiyor. Kadın dayanışması, empatiye davet etmesi beni hikâyeye çekti.

Yağmur, H. Asım

YağmurÜstünde aklımın tüy ve yaprakGibi kaydığı bir kanlı nehir,İçinde sayıklar hep o sihirZümrüt mesafelere ulaşmak..Elemin karlı başı yorgundur,Süzülmede dudaklardan vehim.Alnımın ateşindedir elim,Soğumak düşüncesi bu yağmur.

15 Aralık 2015 Salı

Airbus 380'i tek başına imal etti!

Sıradan bir uçak yapmak için sadece bir kağıt ve 90 saniye yeterli olur. Ancak tasarımcı Luca laconi-Stewart bu Airbus A380 için teker teker kendi kestiği 3 bin parçayla birlikte bin saat çalıştı.

Daha önce 1:60 ölçeğinde Boeing 777 modeli üreten tasarımcı, 100 tane Manila klasörü, bir şişe tutkal ve bir tane maket bıçağı kullanarak bu sefer Singapur Havayolları'nın A380 modelini çıkardı. Ancak tasarımcıyı zorlayan, uçağın tasarımıyla birlikte ekonomi sınıf koltuklardan birinci sınıfın koltuklarına kadar tüm detayları sadece elleriyle ortaya yaptı.

Kullandığı 3 bin parçadan en küçük parça uçaktaki business sınıfı koltukların güvenliğini sağlayan 2.5 x 1 milimetre büyüklüğündeki iğnedir. Bu uçak Luca Iaconi-Stewart'ın ilk maket uçağı değil. 23 yaşındaki tasarımcının karmaşık parçalardan oluşan bir dizi kağıt uçağı var.

Sanatçı Air India 777-300 ER isimli uçağının detaylı bir planını online olarak gördükten sonra kendi minyatürlerini yapmaya karar verdi. Boeing 777'nin ölçekli bir modelini yapmak 5 yıl sürdü. Ekonomi sınıfının koltuklarını yapmak 20 dakika sürerken, first class bölümünün koltukların tamamlanması 8 saati buldu.

Tasarımcı, Manila dosyasının doğru şekilde kullanıldığında şaşırtıcı şekilde güçlü olduğunu söyledi. Tasarımcının dünyanın en iyi maket uçak yapıcısı olduğu biliniyor.

8 Aralık 2015 Salı

Ahmet Ümit: Abdülhamit'i çok seven iktidar, İttihatçılar gibi davranıyor

Ahmet Ümit, son romanı ‘Elveda Güzel Vatanım'da, kahramanı Şehsuvar Sami ve sevgilisi Ester üzerinden İttihat ve Terakki dönemini anlatıyor. Ve diyor ki: “Abdülhamit'i çok seven, onun fikirlerini savunan bir siyasî; hareketin, İttihatçıların yöntemlerini benimsemesi korkunç.”

Günümüz Türkiye'sine benzediği için mi İttihat ve Terakki dönemini konu alan bir roman kaleme aldınız?

Bu romanı yazma nedenim demokrasinin kısıtlanması, giderek otoriter bir rejime doğru yönelmemiz değil. Başından beri ‘Neden biz demokrasiyi kuramadık?' sorusunu temel alıyorum. Sadece demokrasi de değil. ‘Biz neden huzur içinde yaşayamıyoruz, neden hep bir çatışma var ve neden demokrasi dışı yöntemlere başvuruyoruz?' İnsanlar birbirlerini hep öteki ilan ediyor. Bu meseleler, öteden beri kafamı kurcalamıştır. Bugün yaşadığımız olayların ipuçlarını II. Mahmud döneminde başlayan ‘Batılılaşma Hareketleri'nde görüyorum. Bu değişim, İttihat Terakki'de en iyi şekilde kristalize oluyor. İşte o dönemde tıkanmış politik bir buhran, bir ekonomik kriz var, ülke yönetilemiyor. Ben de “İttihat ve Terakki'ye ve öncesi Jöntürklere bakayım.” dedim. Onlar da hep Batı'ya bakmışlar. Fransız İhtilali'nden etkilenmiş burjuva demokrasisi diyebileceğimiz anlayışı örnek alıyorlar. Ve İttihat ve Terakki zaman içinde büyük bir güce dönüşüyor.

Kitapta geçen bir diyalogdan hareketle sorayım: “Yıkmak istedikleri rejimin bizzat kendisine dönüştüler. Abdülhamit'te tenkit ettikleri ne varsa, bugün hepsini kendileri yapıyorlar. Belki de daha fenasını…” diyorsunuz.

İktidar değiller; ama güç ortağı oluyorlar. Bir zamanlar kovuşturulan adamlar siyaseti belirlemeye başlıyor. Eleştiriler, anlatıldığı gibi sadece dindar kesimden gelmiyor. Liberal kesimden de tenkitler alıyorlar. Ama İttihat Terakki, kendilerine muhalif olan herkesi tehdit etmeye; hatta öldürmeye başlıyor. Henüz iktidar bile değilken üstelik. Ve İttihatçılar iktidarı ele geçirdikçe baskı aracına dönüşüyor. Abdülhamit'in istibdadını kendileri yürütüyorlar.

İttihat ve Terakki özgürlükçü bir hareket olarak yola çıkıyor. Ancak despotik bir tavra bürünüyor…

Evet, aslında temel soru şu: Bizdeki özgürlük hareketleri neden böyle oluyor? Mesela bugünkü hükümetin son dönemleri, İttihatçı bir tavırdır. Enteresan olansa şu: Abdülhamit'i çok seven, onun fikirlerini savunan bir siyasî; hareketin, İttihatçıların yöntemlerini benimsemesi korkunç. Nedir o yöntemler? En yakından misal vereyim: Gazetecileri tehdit etmek, dövmek ve onları içeri atmak. Dolayısıyla yaşadığımız süreç benzerlik gösteriyor. Geçmişte yaşadığımız hataları bilmezsek ve tekrarlarsak o zaman tarih tekerrür eder. Siyasette duygusallık olmaz, o, aşk da olur. Kimse çıkıp da ‘ben değerli yalnızlığı seçiyorum' diyemez. Bu, bizi mahva götüren yalnızlık olur ve yetmiş milyonun kaderiyle oynanır.

Romandan iktibasla, “Kitap okuma vakti geçti komutanım, şimdi silaha sarılma vakti.” deniyor. Bugün de ülkenin her yanında silah sesleri duyuluyor. Bu tavırda da bir devamlılık söz konusu değil mi?

Artık her yerde zorbalık var. Bir örnekle durumu izah edeyim: Sovyetlerde komünist partiler şöyle kurulurdu: Entelektüeller ve örgütçüler. Bunların birliği partiyi meydana getirirdi. Ki bu, bütün oluşumlarda söz konusudur. Bir tarafta fikri oluşturacak insanlar, öte tarafta da o fikri kitlelere taşıyacaklar vardır. İttihatçılarda Ahmet Rıza gibiler tasfiye edildiğinde, geriye bir tek örgütçüler kaldı. Onlara ‘Arkadaşlar, topluma baskı uygular, özgürlükleri daraltırsanız, yanlış yaparsınız.' diyecek kimse kalmadı.

Tıpkı AKP'deki gibi…

Şu anda da aynı süreci yaşıyoruz. Kendi akil adamlarını tasfiye ettiler. Bence parti içinde halen memnun olmayan bir kesim var; ama sesleri çıkmıyor.

KİMSE SABAHLARI MUTLU UYANMIYOR

Dikkatimi çeken bir şey var: Enver Paşa'yı Ortodoks Türk tarih anlatımındaki gibi tasvir etmiyorsunuz…

Kemalistler İttihatçıların izlerini silmek istediler, ‘her şey bizimle başladı' demek için. Osmanlı taraftarları ise ‘bunlar zaten masonik bir oluşumdu' dediler. Ben 1906-1926 arasındaki yirmi yıllık çalkantılı dönemi nesnel olarak ele alıyorum. Roman, bir ideolojiyi savunma işi değildir. Roman, bütün tarihî; olayların insan üzerindeki etkilerini anlatır. İnsanın sonsuzluğu üzerine kurulmuştur. Abdülhamit ya da İttihatçıların devrinde hapse girmiş bir gazeteciyle bugün hapse giren bir gazeteci arasında fark yoktur, aynı duyguları hissederler. Beni üzen, bu topraklarda zulmün bitmemesi.

O yüzden mi kitabınızı 10 Ekim'de Ankara'daki patlamalarda katledilen insanlara ithaf ettiniz?

Gayet tabii. Türkiye'de şu an bir kaos var, savaşın eşiğine yaklaşmış durumdayız. Ekonomi kötüye gidiyor. Herkes birbirinden nefret eder hale geldi. Kimse sabahları mutlu uyanmıyor. Sadece muhalefettekiler değil, iktidardakiler de mutsuz. Bu, böyle daha fazla gidemez. Kitabı yazma nedenim bu olayların kökenini göstermek.

Bir ilerici bir gerici olmuş enterasan yapı

Kitabın sonunda bir İttihat ve Terakki kronolojisi veriyorsunuz ki çok yerinde olmuş…

İnsanlar İttihat ve Terakki deyince tam olarak anlamıyorlar haliyle; çünkü çok karışık bir süreç. Bir ilerici, bir gerici olmuş enteresan bir yapı. Yani kuruluşundan 2 Kasım 1918 akşamı denizaltıyla kaçtıkları döneme kadar anlattım ve orada bitirdim. Ama asıl önemli olan 1926 İzmir suikastıdır.

Eric Jan Zürcher, İzmir suikastının son İttihatçıların tasfiyesi üzerine kurgulandığını söyler…

Aynen öyle… Atatürk, bizzat kendi ilgileniyor bu hadiseyle. Çünkü Said Nursî;'den Mehmet Akif'e, oradan Mustafa Suphi'ye herkes İttihatçı. Bu arada Mustafa Kemal, Enver'e göre üçüncü sınıf bir kadroda. Dolayısıyla İttihatçıları bitirmeyi kafaya koymuş ta başında. İttihatçılar arasında katliamcılar var; ama hemen hepsi vatanperver insanlar. Kişisel hırsızlık, büyük yolsuzluk üst düzeyde yok. Cesur adamlar, ölümüne savaşıyorlar, zaten ölüyorlar da.

Vatan, dedemizin mezarıdır dinlediğimiz müziktir!

Romanı, ne kadar sürede yazdınız?

Dört yıl… İttihatçıların olduğu her yere gittim. Paris, Makedonya, Selanik, Resne, Manastır, Ohri… Çıktıkları dağları tek tek dolaştım. Yerli ve yabancı tarihçilerle sohbetler ve tabii ki konuyla alakalı yoğun bir okuma yaptım.

Peki, İttihat ve Terakki'yi en iyi anlatan romanlar hangileridir?

Mithat Cemal ‘Kuntay Üç İstanbul', Nahid Sırrı Örik ‘Sultan Hamid Düşerken', Kemal Tahir ‘Kurt Kanunu', dördüncü kitap da ‘Elveda Güzel Vatanım' olur inşallah.

O zaman kitabın mottosu olacak soruyu yazarına soralım: ‘Sahi, vatan nedir?'

Vatan, sadece bir toprak parçası değil. Vatan, hayatımızın kendisidir. Kültürümüzdür, konuşma biçimimizdir, adabımızdır, misafirperverliğimizdir, dinimizdir, inancımızdır, dinlediğimiz müziktir, sevdiğimiz kadındır, dedemizin mezarıdır, anneannemizin seccadesidir, torunumuza seslenmemizdir… Bizim olan neyse vatan onun içindedir. İnsanlar yanılıyor, vatan sadece bayrak, toprak demek değil. Osmanlı'nın vatanı zaman içinde ne kadar değişti, düşünün. Vatan, hayat tarzıdır. İnsanlar baskı görmezse, herkes mutlu olursa yaşadığı vatana sahip çıkar. Ama öteler, ‘benim gibi düşünmeyenleri mahvedeceğim' dersen bu yöntem yanlıştır. Bu tutum İttihatçıların son dönemlerindeki çıkmazdır. Ülkedeki bu bölünmüşlük beni çok korkutuyor. Bir vatan varsa orada birlikte yaşayan insanların hoşgörüsü vardır. Bu ortadan kalkarsa vatan kalmaz. 12 Eylül'ün bütün süreçlerini en ağır şekilde yaşadım. On dört yaşından beri bu ülkede huzur görmedim. Artık yeter!

1 Aralık 2015 Salı

Cep telefonundan sanat da çıkar!

Fotoğrafçılıkta analogdan dijitale geçildiği ilk zamanları hatırlayın. ‘Öyle fotoğrafçılık mı olur' deyip burun kıvıranlar arasında belki siz de vardınız. Bugün ise bambaşka bir kavramdan bahsediyoruz: Mobil fotoğrafçılık. Sadece cep telefonu kullanarak sanatsal değeri hiç de fena olmayan fotoğrafları çeken insanlar var.

İnsan nisyandan gelirmiş, bir de rahata çabuk alışırmış… Eskiler böyle söylemiş. Yalan da sayılmaz hani. Aksi halde fotoğraf çekmenin aşırı zahmetli olduğu yılları, 36'lık bir filmi tab ettirmek için fotoğrafçıların yolunu aşındırdığımız zamanları bu kadar çabuk unutmazdık. Karanlık odada saatlerini geçiren profesyonelleri hiç saymıyoruz bile. Bu rahatlık kuşkusuz analogdan dijitale geçişle başladı. Deklanşöre basar basmaz ne çektiğimizi görebilmek, film bitecek derdi olmadan sınırsız fotoğraf çekebilmek ve çektiğimiz fotoğrafları bastırmadan saklayabilmek zaten yeterince konforlu iken işin daha da kolaylaşacağını nereden bilebilirdik?

Bu kolaylık, hayatında eline makine almamış kişilere dahi günde 5-10 kare fotoğraf çektiren cep telefonu ile mümkün oldu. Ve biz bugün analog, dijital derken fotoğrafçılıkta yeni bir dönemden bahseder hale geldik: “Mobil fotoğrafçılık”. Mobil fotoğrafçılık, akıllı telefonların kamera özelliği yardımıyla çekilen her fotoğrafı kapsıyor. Hatta dünyada yavaş yavaş bir sanat akımı olarak kabul edilmeye bile başlandı. Yetmedi ‘iphonegraphy' gibi özelleştirilmiş alt akımların doğmasını da beraberinde getirdi. Bugün bütün dünyada sadece cep telefonları ile çektiği fotoğrafları sosyal paylaşım sitelerinde yayınlayarak adını duyuran kişiler var.

Bir yıl önce hayata geçirilen H-Art Collective de bu alanda Türkiye'de kurulan ilk oluşum. H-Art Collective'in ortaya çıkışı cep telefonu ile sanatsal ve estetik değeri yüksek olan fotoğraflar çeken 4 kişinin bir araya gelmesi ile olmuş… Sevil Alkan, İlknur Can, Emrullah Eyvallah ve Hakan Çınar… Sevil Alkan hariç hepsinin analog ya da profesyonel dijital makineler kullandıkları bir fotoğrafçılık geçmişleri var. Fakat özel projeler haricinde şimdilerde yoğun olarak akıllı telefonlarını kullanıyorlar fotoğraf çekmek için. Sevil Alkan ise kendi ifadesiyle ‘fotoğraf çekmeye cep telefonu ile başlayan' biri. Mobil fotoğrafçılığı o kadar ilerletmişler ki geçtiğimiz hafta cep telefonu ile çektikleri sokak fotoğraflarından bir sergi açtılar. 16 Aralık'a kadar İstanbul Fotoğraf Galerisi'nde görülebilecek fotoğrafların cep telefonu ile çekildiğini anlamak profesyonel bir göz gerektiriyor. Sergi vesilesiyle H-Art Collectiv ekibiyle mobil fotoğrafçılığı konuştuk.

Reklam hariç her yerde var

‘Mobil fotoğrafçılık nereye doğru gidiyor?' sorumuzun cevabı İlknur Can'da. Reklam sektörü hariç fotoğrafçılığın dahil olduğu her alanda mobil aygıtlarla çekilen karelerin yer almaya başladığını anlatıyor Can. Çok yeni bir örnek de veriyor: “Mesela daha birkaç hafta önce National Geographic dergisinin kapağında cep telefonu ile çekilmiş bir fotoğraf vardı. Ve bunun cep telefonu ile çekildiği özellikle belirtilmiyordu.” Ona göre belki bir gün gelecek ve mobil fotoğrafçılık sözcüğü hiç kullanılmayacak bile. Türkiye'de de durum farklı değil.

Sevil Alkan, hemen Instagram kullanımında dünyada ilk sıralarda olduğumuz bilgisini hatırlatıyor. Instagram, mobil fotoğrafçılığın hayat bulduğu en önemli mecralardan biri. Tabii burada paylaşılan fotoğrafların ne derece kaliteli olduğu tartışılır. Fakat Alkan, son zamanlarda sadece cep telefonları ile çekim yaparak çok iyi iş çıkaranlar olduğunu söylüyor. Hatta onlara göre bu ayrım zamanla azalacak. Özellikle baskı teknolojisinin ilerlemesiyle. İlknur Can son yıllarda Türkiye'deki festivallerde mobil işlere de yer verilmeye başlandığını ifade ediyor. Emrullah Eyvallah, kendi sergilerinden örnek veriyor: “Mobil kısmını atsak ve buradaki fotoğrafları ‘bir kolektifin sergisi' olarak lanse etsek kimse ‘Cep telefonu ile mi çekilmiş?' filan demeyecek. Onlara göre önemli olan ortaya çıkan sonuç ve cep telefonları ya da makineler sadece birer araç.

Cep telefonu ile çekim yapmayı geleneksel fotoğrafçılık ile kıyaslamalarını istiyoruz. Sevil Alkan, “Profesyonel makineyi birine doğrulttuğunuzdaki tepkiyle cep telefonunu doğrulttuğunuzdaki tepki çok farklı oluyor.” diyor. Cep telefonunun kolaylığı bu noktada tartışılmaz. Bir de ‘en iyi fotoğraf makinesi yanınızdaki makinedir' sözünü hatırlatıyor Alkan ve ekliyor: “Fotoğraf çekmek için illa hazırlık yapıp dışarı çıkmak zorunda değilsin. İşe giderken, markete giderken, gezerken, birini ziyarete giderken karşınıza bir şey çıkabilir ve siz o an onu kaçırmamış olursunuz.” İlknur Can da ‘Makine ne kadar küçükse o kadar görünmez oluyorsunuz' diyerek Alkan'a destek veriyor.

Mobil Sevil gelmiş!

Mobil fotoğrafçılığın zorluklarına gelince üç sanatçı da hep bir ağızdan ‘ciddiye alınmamak olabilir' diye cevap veriyor. Sevil Alkan kendisinden örnek veriyor: “Bir belgesel projem var. Birkaç fotoğrafçı arkadaşla çalışıyoruz. Onların hiç mobil fotoğrafçılık deneyimi yok, yıllardır profesyonel makinelerle çekim yapıyorlar. Benim yaptığım işlere kıymet veriyorlar o ayrı ama bazen yanlarına gittiğimde ‘Mobil Sevil gelmiş' diye dalga geçiyorlar.”

Emrullah Eyvallah her ne kadar kendisini ‘fotoğrafçıyım' diye lanse etmediğini söylese de Instagram'da takip eden insanlarla bir ortamda yüz yüze karşılaştığında mutlaka şu soruyla karşılaştığını anlatıyor: “Ne makine kullanıyorsunuz?” Devamını kendisi anlatsın: “Cebimden çıkartıp telefonumu gösteriyorum ve bazen bir burun bükme, bir aşağılama durumu oluyor tabii.”

Önemli olan fotoğraf, istersen çamaşır makinesiyle çek!

Emrullah Eyvallah, uzun yıllar profesyonel makinelerle çekim yapmış biri olarak kendi durumunu şu sözlerle anlatıyor: “Cep telefonuna döndüm demek biraz ukalalık olur ama fotoğraf makinesini bir aksesuar olarak taşıyanlar da var. Ekipmandan çok fotoğrafa yönelen insanlar içinse neyle çektiğinin önemi yok. İstersen çamaşır makinesiyle çek. Kaldı ki Magnum fotoğrafçılar arasında da Instagram'da sadece cep telefonundan çektiklerini paylaşanlar var.”

Mobil fotoğrafçılıkla ilgili eleştirilerin başında uygulamalar yoluyla fotoğrafa çok fazla müdahale edilmesi geliyor. ‘Photoshop'ta ve efekt kullanımında bir sınır var mı?' diye soruyoruz. İlknur Can, ‘Hiçbir sınır yok ama kullanıcı kendi sınırını belirleyebilir' diye cevap veriyor ve ekliyor: “Biz kendi adımıza manipüle olarak adlandırılabilecek bir müdahalede bulunmuyoruz. Yani fotoğrafta olmayan bir şeyi kareye eklemek gibi bir durum yok. Bu sergide sokak fotoğrafları var mesela. Sokak zaten yeterince renkli ve değişken.”