24 Kasım 2015 Salı

Ohio impromptu, Samuel Beckett

Toplantılar gökyüzüne taşındı

Havayolu şirketleri artık uçakta telefon konuşmasına, internet ve faks kullanımına izin veriyor. First class uçuşlarda iş ortamı için gerekli birçok ihtiyaç sunuluyor.

İşadamlarının çalışma ofisi şeklinde kullandığı iş jetlerinden sonra, yolcu uçaklarında da benzer manzaralar yaşanmaya başladı. Gelişen teknolojiyle birlikte telefon, internet ve faks gibi çalışma ortamı için gerekli altyapıya kavuşan yolcu uçaklarında, işadamlarının gerçekleştirdiği toplantıların yanı sıra diğer yolcular da teknolojinin nimetlerinden yararlanmaya başladı. Özellikle Emirates, Etihad, Katar, Delta, Lufthansa, British ve THY gibi havayolu şirketleri, havalimanı ve uçaklarda sunduğu teknolojik altyapı hizmetiyle her yıl milyonlarca dolar ek gelir elde ediyor.

Havayolu şirketleri, yolcu memnuniyetini artırmak amacıyla teknolojinin tüm imkânlarını henüz uçuşa başlamadan önce sunmaya çalışıyor. Telefonla bilet satın alma, rezervasyon, check-in ve yemek siparişi gibi pek çok hizmeti yolcularına sağlayan havayolu şirketleri, havalimanlarındaki son derece lüks ve konforlu dinlenme salonlarıyla da dikkat çekiyor. Salonlardaki telefon ve internetin yanı sıra faks, scanner ve fotokopi hizmeti de yolculara büyük kolaylık sağlıyor. Şirketler, yolculardan gelen talepler üzerine pek çok hizmeti uçaklarda da sunuyor. İş görüşmesi veya toplantıya gidenler, uçuş öncesi dinlenme salonlarında gerçekleştirdikleri son hazırlıklarına, sunulan teknolojik hizmetler sayesinde uçakta da devam edebiliyor.

Uçakta roman yazan da var

Uçaklarda internet hizmeti sunulmuyor hatta uçuş emniyeti nedeniyle dizüstü bilgisayarların açılmasına dahi izin verilmiyordu. Ancak artan talep üzerine yolcuların uçakta da internet kullanmasına ve telefonla konuşmasına izin verildiğini ifade eden yetkililer, havayolu şirketlerinin de milyon dolarlık altyapı yatırımına giderek uçaklarda teknolojik altyapı oluşturduğunu belirtiyor. Kabin memurları da, özellikle işadamlarının uçuş boyunca gidecekleri görüşmeye hazırlandığını anlatarak, bu sebeple yoğun çalışma nedeniyle bazı yolcuların ikram servisinden dahi faydalanmak istemediğini söylüyor. Uçakta bilgisayarına roman yazan yolculara rastladıklarını anlatan kabin memurları, gökyüzünde şiir veya şarkı sözü yazanların yanı sıra reklam sloganı bulanlarla yeni projeler konusunda parlak fikir üretenlerle de sıkça karşılaştıklarını dile getiriyor.

Airbus 380 ve Boeing 787 gibi geniş gövdeli uçaklarda yolculara çalışma ofisi ortamında özel bölümler de oluşturuluyor. Yolculara özellikle first class uçuşlarda, iş ortamı için gereken telefon, internet ve faks gibi tüm ihtiyaçlar sunuluyor. Çalışma ortamından uzaklaşmak isteyenler için de zengin uçuş içi eğlenme sistemleri ve ikram hizmetinin yanı sıra duş almak isteyenler için özel kabinler de yer alıyor.

İş jetleri sınırları aştı!

Teknolojik altyapısıyla uçuş güvenliğinin ön planda tutulduğu iş jetleri (uzun menzil-geniş kabin, orta üstü sınıf ile orta ve diğer küçük sınıflar), aynı zamanda konforuyla da dikkat çekiyor. Sık seyahat eden işadamları, özellikle havalimanlarındaki kuyruklarda beklemek ya da rötarlara takılmamak için iş jetlerini tercih ediyor. İşadamları satın aldıkları uçaklara ise genellikle milyon dolar seviyesinde modifikasyon işlemi de yaptırıyor. Çehresi tamamen değişen bu uçaklarda, birbirinden ilginç özel tasarımlar da dikkat çekiyor. Kabinde, genel olarak yolcuların mahremiyetini sağlamak üzere, iş ya da dinlenme amaçlı özel kamaralar yer alıyor. Aynı zamanda kabin ekibinin dinlenme alanı, bar ve mutfağı bulunan iş jetlerinde, eğlence sistemlerinin yanı sıra sessiz, ferah ve lüks kabinde özel tasarım koltuklar bulunuyor. İyileştirilmiş ses geçirmezlik sistemi ile aerodinamik gürültü ortadan kalkıyor. Böylece son derece güzel bir uçuş için her türlü imkân sağlanmış oluyor.

Valizler kilitlenmeyecek

Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü, uçak altına verilen valizlerin kilitlenmesi halinde ‘uçuş güvenliği nedeniyle' açılıp aranacağı konusunda uyardı. Twitter üzerinden yapılan açıklamada, valizlerin güvenlik ekipleri tarafından aranacağı ve bu nedenle bagajların kilitlenmemesi gerektiği belirtildi. Açılan bagajların aranmasının ardından bagajlara not bırakılacağı ifade edilerek, kilitli bagajların ise gerektiğinde güvenlik birimlerince kilitleri kırılarak aranacağı kaydedildi.

Pegasus, en dijital ulaştırma şirketi

Pegasus Hava Yolları, ‘Accenture Dijitalleşme Endeksi'ne göre Türkiye'nin en dijital ulaştırma şirketi gösterildi. Çalışmada, 17 sektörün öncü şirketlerinin dijital karnesi çıkarıldı ve sektörlerin dijitalleşme alanındaki liderleri belirlendi. Şirketlerin dijitalleşme oranı ortalama yüzde 60, Pegasus'un dijitalleşme skoru ise yüzde 79 şeklinde açıklandı.

Kaza yapan uçak satışa çıkarıldı

Antalya Havalimanı'na 10 Ekim 2011'de inişi sırasında lastiğin patlaması nedeniyle kaza yapan SKY Havayolları'nın Boeing 737-400 tipi uçağı satışa çıkarıldı. Şirketin 2013'te iflas etmesi nedeniyle borcundan dolayı Antalya 6'ncı İcra Müdürlüğü tarafından 1,5 milyon lira muhammen bedelle satışa çıkarılan uçağın ihalesi 18 Aralık'ta yapılacak.

19 Kasım 2015 Perşembe

Davet, Halit Asım

DAVET durma, kendini kendinden,çöz eski bir tekne gibi…kafa tasını bir yelkenolarak kullan ve de ki,“düşüncelerim esiniz!”yakındır o hain davet…muradına ermek için,hudut dışına firar et!seslere ses vermek için,de ki, “gelmiyor sesiniz!”

18 Kasım 2015 Çarşamba

Tarık Toros: 'Ben bu kanalın genel yayın müdürüyüm' sözünü ilk kez o gün kullandım

İpek Medya Grubu'na hukuksuz el koyma sürecinde yaptığı yayıncılıkla takdir toplayan Tarık Toros ile gazetecilik hikâyesini konuştuk. Bu mesleğe nasıl başladığını, ne gibi sorunlarla karşılaştığını ve yarınlarını değerlendirdik. “Ben bu kanalın genel yayın müdürüyüm” sözleriyle hafızalara kazınan Toros'a bilinmeyen yanlarını sorduk.

Kayyum görevlilerinin polis eşliğinde Bugün TV'nin ana kumanda odasına girdikleri gün söylediğiniz ‘Ben bu kanalın genel yayın müdürüyüm' sözleri hafızalara kazındı. Sık mı kullanır mıydınız bu cümleyi?

Sekiz yıldır Koza-İpek Grubu'nda çalışıyorum. Daha önce hiç, “Ben bu kanalın genel yayın müdürüyüm. Talimatı ben veririm.” gibi ifadeler kullanmadım. İlk defa sekizinci senemde, beni kanalımdan attıkları gün bu cümleyi kurdum. Orada öyle yapılması gerekiyordu. Arkadaşlarıma biber gazı atıldı, kapılarımız kırıldı. 45 dakikalık bir arbedenin ardından içeri girdiklerinde ise kimse beni aramadı. Kumanda odasına girip yayına müdahale edeceklerini duyunca fırladım yerimden, kumanda odasına indim ve herkesin izlediği görüntüler yaşandı. Bu tamamen bize emanet edilen sorumluluk gereği ve mesleğin onurunu korumakla alakalıydı. Eğer onlar lisan-ı münasip ile gelselerdi bunların hiçbiri yaşanmazdı. Normalde sakin bir insanım, rica ile konuşurum. Hep istişare ile hareket eder, fikirlere saygı duyarım. Kanalda hep toplantı masasının dediği olur. Kimseye de o güne kadar oranın başı olduğumu hissettirecek bir sözüm, tavrım söz konusu olmamıştır.

Sosyal hayatta nasıl bir Tarık Toros var peki?

İşim aynı zamanda yaşam biçimim. Çok işten çıkarıldım veya istifa ettim. İpek Medya, çalıştığım dokuzuncu kurum. Bu aralarda yer yer bir buçuk seneye kadar ara verdiğim olmuştur. O zamanlarda bile oturup play station oynamadım, gelişmeleri takip ettim. Şahsi internet sitemde yazılar yazdım. Tıpkı çalışıyormuş gibi medyayı takip ettim. Bunun haricinde pek bir şey takip etmiyorum. Çok kitap okuyamıyor, sinemaya gidemiyorum. Tabii şu ara çok isterdim Cem Yılmaz'ın vizyona girecek filmini ilk seansta gidip izlemeyi, yurtdışına gidip birkaç hafta kafa dinlemeyi, biriktirdiğim kitapları okuyabilmeyi... Çok esprili olduğumu düşünmüyorum ama oturduğum zaman sohbeti çekip çevirdiğimi söylerler. Normalde sakin ve sosyal yönü güçlü biriyimdir. Özgürlüğüme düşkünüm ve seyahati severim. Yer yer yalnız kalmak, inzivaya çekilmek isterim. Son dönemde şunu itiraf etmek gerekir ki yakınlarım eski Tarık Toros ve yeni Tarık Toros muamelesi yapıyor, buna da alışmaya çalışıyorum.

Gazeteciler, ‘Bu meslek virüs gibidir.' der, size de bu virüs bulaşmış sanki. Ne zaman ve neden başladınız bu işe?

Lise yıllarımda, üniversitede nereyi tercih edeceğim henüz belli değilken, bir gazetenin köşesinde ‘Hangi mesleğe uygunsunuz?' diye bir anket doldurmuştum, ‘kütüphanecilik' çıkmıştı. O zaman yadırgamıştım fakat şimdi verdiğim cevaplar ile çıkan mesleğin çok da yanlış olmadığını düşünüyorum. Hep devlet okullarında okudum, devlet yurtlarında kaldım. Ortaokuldan sonra babam, beni teknik lise ve teknik üniversite alanlarına yönlendirdi. Mesleğin ilk yıllarında bunu da yadırgadım, gazeteci olacaktım, keşke siyasal bilgiler ya da hukuk okusaydım dedim. Sonra düşündüm ve çok doğru bir tercih yaptığımı fark ettim. Televizyonculuk teknik bir meslek, elektroniği iyi bilmeniz gerekiyor ki ben bunu okudum. Matematiğim çok iyidir, matematiksel bir kafayla düşündüğümü fark ettim. Okulumu bitirdikten sonra okuduğum mesleği yapmayı hiç düşünmedim. 1993-94'lü yıllardı, özel televizyonculuk yeni kurulmuştu, medyada çeşitlilik artıyordu. Benim de ilgim vardı, heves ettim. İletişim fakülteli arkadaşlarımın da yardımcı olmasıyla başladım. Kendime bir sene süre verdim, bu işi yapacak mıyım, yapmayacak mıyım diye. O sürenin dolduğunu bile hatırlamıyorum. Çünkü girdiğim andan itibaren artık bu mesleğin erbabı olmuştum. STV, TGRT, Kanal 6 televizyonlarında muhabir olarak çalıştım. Ankara yıllarım altı yıl kadar sürdü, sonrasında İstanbul'a geçmek durumunda kaldım.

Büyük itiraflar ve günah çıkarmalar olacak

Birçok kurumda çalıştıktan sonra Bugün'ü sizin için bu kadar özel kılan neydi?

Burada buram buram mesleğimi yaptım. Doğru bir ekiple, Türkiye'nin en iyi ve en temiz patronuyla çalıştım. Gazetecilik biraz gezici bir meslektir. Yayın politikasıyla bağdaşamazsınız, şefinizle anlaşamazsınız, şehir değiştirirsiniz, cazip bir teklif alırsınız farklı kurumlara geçersiniz. Her şey vardır bizim meslekte. Gazetecilikte üç-beş yıl aynı yerde çalışmak istikrardır. Fakat Koza İpek benim ve bütün arkadaşlarım için bir ömür yürünecek bir yoldu. Bir aile, bir yuva olduk orada biz. Akın Bey, kanalı satın aldığında kimseyi çıkarmadı işten. Eski yönetimden beri 10-12 yıldır orada bulunan arkadaşlar var. Hâlâ da orada çalışıyorlar ama şu anda mutsuzlar. Çünkü başlarında güvendikleri ve inandıkları yöneticiler yok. İçerideki herkes çıkartılanlarla aynı akıbeti yaşayacağını düşünüyor.

Yaşananlardan sonra umutsuzluk durumu başladı mı sizde?

Bu yaşadıklarımızdan çıkardığımız dersler ve sonuçlarla, elbirliğiyle güçlü bir toplum inşa edeceğiz. Hukuk, demokrasi ve özgürlükleri konuşmamızın sebebi bu. Avrupa Birliği ile ilgili atılan olumlu her adımda havalara sıçramamızın sebebi de buydu. Bütün bunların hepsinin tecrübe hanesine yazıldığına ve ileride imzalanacak toplumsal sözleşmeye bir madde olarak gireceğine inanıyorum. Olanda hayır vardır. Askerî; vesayet çok tartışıldı, sivil vesayeti de yaşamamız gerekiyormuş. Denetim mekanizması kalmadığında ne olduğunu görmemiz gerekiyormuş, medya özgürlüğü kalmazsa neler yaşandığını tecrübe etmemiz gerekiyormuş. Ve elbette insanları da tanımış oluyoruz. Sivil toplum kuruluşlarını, gazetecileri, siyasileri tanıyoruz. Yarın büyük günah çıkarmalar, büyük itiraflar olacak. Bütün bunlara bu çerçeveden bakacağız. Bir bağlamda toplum kendi itibarını inşa ediyor, edecek.

İpek Medya direnişi gazeteciliğe armağan olsun

Medya nasıl bir sınav veriyor sizce?

Çok kötü bir imtihan veriyor. Osmanlı'nın son döneminde bile böyle değildi. Zaman zaman, ‘mütareke basını' gibi benzetmeler yapılır. Mütareke basını bile böyle değildi. Ben yirmi yıldır bu işi yapan biri olarak elli, altmış yıldır bu işi yapan duayen isimlere soruyorum; gazetecilere, akademisyenlere, hukukçulara, işadamlarına soruyorum; cumhuriyetle yaşıt insanlar bile böyle bir dönem yaşamadıklarını söylüyor. Yakın zamana kadar basının durumu, Demirel süreciyle, darbe dönemleriyle karşılaştırılır analiz edilmeye çalışılırdı. Şimdi hepsinden farklı bir dönem yaşadığımızı, cumhuriyetin çok büyük bir sınavdan geçtiğini düşünüyor herkes. Bu, bugünün meselesi değil onu anladım. Nesiller ve bu tecrübeyi paylaşanlar mühim bir tecrübeyi yaşıyor. Ben nasıl 12 Eylül dönemini görmüş bir gazeteci olarak kendimi şanslı sayıyorsam, bu süreci yaşayanların da kendini şanslı sayması gerekir. Sonraki nesillere anlatacak çok şeyleri olacak.

Baskın gününe dair ne hissediyorsunuz?

Gazetecilik öteden beri muktedirlerin kamuoyu oluşturma aracıdır. Biz muktedirin kamuoyu oluşturma aracı olmadığımız için bunlar başımıza geldi. Her görüşe, her fikre evrensel kriterler çerçevesinde yer verdiğimiz için bunlar başımıza geldi. Ondan dolayı içim çok rahat. İpek Medya baskınının güzel bir örnek teşkil ettiğini düşünüyorum. Gazeteciliğe armağan olsun.

Kanala el koyma ülkenin yaşadığı bir travma

Ankara'dan ayrılışınızda da kolluk kuvvetleriyle kötü bir hatıranız vardı...

1999 yılı temmuz ayıydı. Bir sancak devir teslim törenine gönderildim. Sembolik bir tören, sadece 15 dakika sürüyor. Ben de o töreni izliyorum. Bir grup asker sancağı getiriyor, sonra sancak andı okunuyor. Cumhurbaşkanı sancağı öpüp teslim alıyor. Ben de bu olayı bir pazar günü rehavetiyle takip ediyorum. Hava sıcak. Muhabirlerle beklerken gazete okuyorum. Öğlene doğru bir anons sesi duydum: ‘Sancak tören alanına getiriliyor!' Askerî; bir sesti. Basın tribünü ayağa kalktı sancağa bakıyor. Ben umursamadım, yerimde gazete okumaya devam ediyorum. Sonra İstiklal Marşı diye bir ses geldi. Kapattım gazeteyi ayağa kalktım. İstiklal Marşı okundu, tekrar oturduk. Bir dakika geçti geçmedi, bir yarbay koşarak geldi, parmağıyla beni gösterdi ‘sen benimle dışarı gel' dedi. Yarbay, ‘Hiçbir Türk sancak devir teslim sırasında gazete okuyamaz.' diyerek beni dışarı attı. Ertesi gün sabahleyin benden bir savunma alıp görülen lüzum üzerine kapının önüne bıraktılar. O zaman aylarca işsiz kaldım. Demirel'e kadar herkesle konuştum. Ölümü bile düşündüm. Hayatımdaki ilk büyük travmaydı. Şimdi babam ‘Bu da ikinci büyük travma galiba.' diyor. Diyorum ki: ‘Baba yok, o büyük bir travmaydı fakat bunu travma olarak kabul etmiyorum'. Bu başka bir şey. Bu farklı bir olay çünkü oradaki olay ferdiydi. Burada güpegündüz, dünyanın gözü önünde, bir medya grubunu hukuksuz bir şekilde polislerin gasp etmesi karşısında kanalını koruyan bir genel yayın yönetmeni var. Bu, ülkenin yaşadığı bir travmaydı.

10 Kasım 2015 Salı

Özgür medyaya 'can' oldular

Âşıklar Şöleni adlı türkü programı, futbolun konuşulduğu Dört Büyükler, siyasetin tartışıldığı Özel Gündem… CanErzincan, bu tarz bir yayın akışıyla devam ediyordu hayatına. Ta ki Kanaltürk ve Bugün TV'ye el konulduğu güne kadar...

28 Ekim Çarşamba günü saatler 16.34'ü gösterdiğinde iki kanalın ekranı kayyum kararıyla siyaha düşürüldü! Bu görüntülere şahit olan CanErzincan TV Yönetim Kurulu Başkanı Recep Aktaş kanalını arayıp talimat verdi: “Kanalımız özgür medyayı savunanlara açıktır. Gelip buradan yayınlarını sürdürebilirler, cümlelerini ekrana yazın.” Talimat ekrana yansıtıldı, medya özgürlüğünü savunanlar, CanErzincan TV'ye taşındı. İşte o günden beri ‘Özgür Medya' sloganıyla bir ulusal kanal gibi yayın yapan televizyonun hikâyesi.

Yerel kanal deyince aklımıza sıcağı sıcağına yayın yapan haber bültenleri, gündeme damga vuran açık oturumlar, yüksek bütçeli diziler, magazin dünyasının son gelişmelerini takip edeceğiniz programlar ve prodüksiyon harikası talk showlar gelmiyor. Öyle ki kumandamızdaki kanal sıralamasında ilk 10'a giren yerel kanal yok. “Akılsız cep telefonuyla mı çekiyorlar ya bu programı!” şeklindeki esprilerle görüntü kalitesi de eleştiriliyor, şarkıya-türküye dayanan halaycı yayın anlayışları da… Ancak CanErzincan TV, bu anlayışı tersine çeviriyor. Hem de ‘Özgür Medya' sloganıyla…

Malumunuz 28 Ekim'de Koza-İpek Yayın Grubu'na ait Kanaltürk TV ve Bugün TV'nin yayını kesildi. O gün gazeteciler darp edildi, kameraların kablosu söküldü, reji odasına sığınan genel yayın yönetmeni ve muhabirler son dakikaya kadar yayını sürdürdü. Saatler 16.34'ü gösterdiğinde ise ekran siyaha düştü. Bu görüntülere şahit olan CanErzincan TV Yönetim Kurulu Başkanı Recep Aktaş, kanalını arayıp talimat verdi: “Kanalımız özgür medyayı savunanlara açıktır. Gelip buradan yayınlarını sürdürebilirler, cümlelerini ekrana yazın.”

Talimat ekrana yansıtıldı, medya özgürlüğünü savunanlar soluğu CanErzincan TV'de aldı ve Özgür Bugün, sesini bu yerel kanaldan duyurmaya başladı. Kanaltürk'ün sabah haberlerini sunan Turan Görüryılmaz, ilk gün 12 saat canlı yayında kaldı. Akabinde Bugün TV editörlerinden Fatih Akalan, nöbeti devraldı, anbean yayına devam edildi. Basın özgürlüğünü savunanlar kanala akın ederek medyayı susturma girişimine güçlü bir tepki verdi.

YAYINLARINI TASVİP ETMEDİĞİM TELEVİZYONLARA DA KAPIMI AÇARIM

Recep Aktaş, kanalını özgür basının kalesi haline getirdiği için memnun. Ancak aldığı tehdit telefonlarının ardı arkası kesilmiyor. Görüşmemiz esnasında gelen telefonlardan birinde, “Bize kazık attın, gününü göreceksin, bundan sonra kork!” şeklinde yankılanıyor ahizenin ucundaki ses. Aktaş, “Allah'tan başka korkacak kimsemiz yok. Bugün yayıncılığını tasvip etmediğim medya kuruluşlarına da baskın yapılsa aynı çağrıda bulunur, kapılarımı açarım. Basın özgürlüğünden yanayım.” diyor. Sonrasında CanErzincan'ın hikâyesini anlatmaya başlıyor.

Sanayi Mahallesi'nde, Halay Düğün Salonları'nın binasında yer alan CanErzincan TV, ilginç atmosferiyle karşılıyor bizi. Asansöre bindiğimiz anda başlayan dans müziği bir yana, kanalın koridorlarını süsleyen bol manzaralı tablolar diğer yana… Kanal, Anadolu'nun bağrından yayın yapıyor adeta.

Kanalın sahibi 55 yaşındaki Recep Aktaş, renkli bir kişilik. Bağlamasına eşlik eden türkülerden, mucit yönünden, ülkücü damarından, siyaset sahnesine çıkma teşebbüslerinden, gazetecilik geçmişinden bahsediyor ve tabii ki asıl mesleği öğretmenlikten…

Aktaş, yıllarca öğretmenlik yapmış ancak kendi tabiriyle kabına sığamamış ve mesleğini bırakmış. Bir süre ticaretle uğraşmış, Erzincan depreminde işleri altüst olunca iflasın eşiğine gelmiş. Yeniden öğretmenliğe dönmüş. Adıyaman'ın bir köyünde onlarca çocuğu okutmuş. O yıllarda köyde ilkokul beşi bitiren öğrenci yokmuş. Aktaş, talebelerini ilkokuldan mezun etmiş, hepsini götürüp ortaokula yazdırmış. Yine yerinde duramamış. Bu sefer gazeteciliğe merak sarmış. Çıkardığı CanErzincan adındaki yerel gazete 10 yıl boyunca Türkiye'nin dört bir yanında satışa sunulmuş. İnternetin yaygınlaşmasıyla gazete satışları düşünce CanErzincan televizyonu vücut bulmuş. O da hayli meşakkatli olmuş tabii. Aktaş, işadamı ve bürokrat hemşehrilerinden beklediği desteği görememiş. Onun bugünkü tehditlere eyvallah etmemesinde kanalın kuruluş sürecinde karşılaştığı olumsuz tavırlar da etkili belki. Zira “İşin mi yok, git öğretmenlik yap.” diyen çok olmuş. Ailesi desteklemiş desteklemesine ama gönülsüzce. Aktaş, “Hepsini borca harca soktum, bir aylık maaşım evime girmedi. Gazeteydi, televizyondu bu yolda harcandı hep.” diyor. Medyaya olan merakının kaynağından da bahsediyor: “Bu ülkede söz söyleyebilmek için ya güçlü bir partiden siyasete atılacaksın ya da kalem ehli olacaksın. Belediye başkanlığına aday oldum ama az bir farkla kaybettim. Madem orada söz sahibi olamıyordum, medya kanalıyla halkıma ulaşmak istedim.”

Bu kanalı tırnaklarıyla kazıya kazıya var ettiğini söyleyen Aktaş, stüdyodaki elektrik tesisatını bile kendi döşemiş. Yeri gelmiş kameramanlık yapmış, yeri gelmiş sesçi olmuş. Gündüz bağlamasını eline almış, türkü programı yapmış, akşam Özel Gündem adını verdikleri programda siyasî; tartışmalara katılmış. Nitekim son iki dönemde MHP'den milletvekili aday adayı da olmuş. Ancak umduğunu bulamamış.

Ülkücü olduğunu, gençliğinde birkaç defa sürgün yediğini, Dev-Sol'un halk mahkemelerinde yargılandığını ve son anda kurtulduğunu anlatan Aktaş, mazlumun yanında olmayı o yıllarda öğrendiğini ifade ediyor. Hak ve özgürlükler adına o günden bugüne mesafe kat edilemediğini üzülerek belirten Aktaş, “Kanalın kapılarını açmakla ekstra bir iş yapmadım. Gelenlerin hangi görüşü savundukları, neye mensup oldukları beni ilgilendirmiyor. Her siyasî; partiye yer veriyorlar. Bana da cemaatçi diyebilirler, değilim. Direnebildiğim kadar direneceğim, tehditlere boyun eğmeyeceğim. Demokrasiye ve basın özgürlüğüne inanan biri olarak kapılarımı açtım.” açıklamasında bulunuyor.

PERSONELİN MESAİSİ ÜÇ KATINA ÇIKTI

CanErzincan TV'de dört teknik eleman, birer tane de kameraman, sesçi, yönetmen, resim seçici ve altyazı yazan personel bulunuyor. Bunların haricinde sekreter ve doğrudan satış elemanı var. Hepsinin iş tanımı belli olsa da herkes bir diğerinin işini yapabiliyor. Örneğin çay servisi ve getir-götür işleri için alınan Ömer Faruk Aydın, “Ben burada her şeyim.” diyor. Söylediğine anlam veremeyince, “Yeri gelince kameraman yeri gelince alt yazıcı…” diye ekliyor. Ulaştırmaya bakan Ali Akgün de konukları getirip götürdüğünü, bunun yanı sıra kameramanlık yaptığını anlatıyor. “İşinizi severek yapınca yorucu gelmiyor. Eskiden en fazla dört-beş saat mesai yapıyordum. Şimdi 12 saat çalışıyorum ama hiç dokunmuyor. İşin bir ucundan tutabiliyorsak ne mutlu.” diye konuşuyor. Daha önce bir başka yerel kanalda çalışan Ceren Akpınar da halinden memnun. CanErzincan'da rejide görev yapıyor. Özgür Bugün'ün burada yayına başlamasıyla haberciliği öğrendiğini, kendini geliştirdiğini, kanalının özgürlükçü tavrından dolayı gurur duyduğunu ifade ediyor. Kanaldaki teknik yetersizlikler ya da herkesin her şeyi yapması onları rahatsız etmiyor. Aksine, bu hal ekip ruhunu canlı tutuyor.

‘EN ÇOK İZLENEN BEŞ HABER KANALI ARASINA GİRECEĞİZ'

Bugün TV editörlerinden Fatih Akalan'ı canlı yayındaki meslektaşına çay servisi yaparken yakalıyoruz. O da CanErzincan personeli gibi her işe koşuyor, şimdilik. YouTube ve radyo yayınına geçmek için telefon görüşmelerini yapıyor. Her şey spontane gelişiyor. Akalan, Bugün TV'deki imkânlarla buradakileri kıyaslamadığını, baskıya boyun eğmeyip gazeteciliğe devam ettiklerini ifade ediyor. Üç kamerayla yayın yaptıklarını, gerekirse tek kamerayla bile yayın yapabileceklerini belirten Akalan, SD yayıncılıktan HD yayıncılığa geçtiklerini, 4'e 3 denilen eski sistemden sinema görüntüsüne daha yakın olan 16'ya 9 sisteme geçtiklerini aktarıyor. Her şeyin yolunda gitmesi halinde üç ay içinde Türkiye genelinde en çok izlenen ilk beş haber kanalı içinde olacaklarını iddia eden Akalan, CanErzincan isminin sempatik olduğunu, bu sempatinin marka değeri açısından avantaja dönüşeceğini söylüyor.

Peki, canlı yayın üzerine kurulu bir iş yaparken hiç mi aksama olmuyor? Elbette oluyor. Örneğin Akalan, sabah 7-9 kuşağına Cihan Haber Ajansı'nın bültenini girmesini söylemiş personele. Sabah aradığında ise arkadaşın, “Uyuyakalmışım, bülteni giremedim.” cevabıyla karşılaşmış. Normalde reklamın üç dakika sarkmasının bile skandal olduğunu dile getiren Akalan, bu ve benzeri durumlarda kimsenin endişelenmediğini anlatıyor. Telefonda doğrudan satış yapan personelin artık konuk koordinatörü olduğunu, sekreterin konukların ulaşımını koordine ettiğini ifade eden Akalan, az personelle çok iş yaptıklarını belirtiyor.

‘YORGUNLUK VAR AMA YILGINLIK YOK'

Kanaltürk'ün sabah haberlerinden tanıdığımız Turan Görüryılmaz, CanErzincan'ın kapısından girdiği andan itibaren mesleğe yeni başlıyormuşçasına heyecan duyduğunu ifade ediyor. Televizyonculuk anlamında teknik imkânların yetersiz olduğunu söyleyen Görüryılmaz, ‘İmkânlarımız bu' deyip kolları sıvadıklarını anlatıyor. O, mesaisi bittikten sonra gelip gönüllü çalışmak isteyen televizyoncu arkadaşlardan bahsediyor. Birçok meslektaşının coşkuyla katkıda bulunmak istediğini anlatan Görüryılmaz, “CanErzincan baskının ve medyayı susturma girişimlerinin simgesi haline geldi. Son kalmış özgür medya platformu olarak görülüyor.” diyor. İlk gün 12 saat canlı yayın yapan Görüryılmaz, yorgun olduğunu ama kesinlikle yılgın hissetmediğini dile getiriyor: “Bugünün kayyumlarının gururla anlatacakları hikâyeleri olmayacak. Biz ise onurlu bir mücadelenin hikâyesini bırakacağız geride.”

Sokak ,Onat Kutlar

7 Kasım 2015 Cumartesi

Parasız Yatılı, Füruzan

Füruzan Parasız Yatılı

PARASIZ YATILI

— Sen çıkınca işin bitip, gene yürüyerek iner. Mısır Çarşısı'ndaki beğendiğimiz börekçi var ya, kanarya kuşları olan, orda öğle yemeğimizi yeriz. N'olacak kırk yılda bir ziyafet. Onun için Cağaloğlu'na yürüyerek gidip gelmekten yorulmayız, değil mi benim kızım? İstersek tatlı bile yeriz. Köprü'den de eğlene güle döneriz.

Anne kız sabah kalabalığının arasında, yabancı, çabuk yürüyorlardı. Annesi durmadan konuşuyordu. Böyle konuşkanlığının olduğu geçmişteki tek günü, hastaneye hastabakıcı olarak aldıkıar' gündü.

Çocuk o zamanlar üçüncü sınıftaydı. Önlüğü ağarık bir kara olmuştu. Kış basmıştı. Bu, köşedeki kömürcüden kömür alma günlerinin başiamasıydı. Mangal yakmayı öğrenmişti. Kapıda ilk çırayı ateşleyip kömürleri dikine onların üzerine yerleştiriyordu. Boruyu koyunca çıtırtılar başlıyor, küçük kıvılcımlar çevreye saçılıyordu. Kömürler kızarıp ateş olmaya dönünce her şeyi unutup - arka sırada oturmayı - Kızılay Kolu'ndan yemek yemeyi - ulusal bayramlarda şiir okumamayı - ilk yalazların maviliği yitene dek bekliyordu sokak kapısında. Odalarına mangalı aldığında ürktüğü şeyler yok oluyor, eski ceviz masalarında —annesinin en onurlandığı eşyalarıydı— çalışmaya oturuyordu. Mangalın o harlı halini çok seviyordu. Annesi korları küllemenin gerektiğini, çünkü bununla ancak ertesi güne ısınacak ateşleri kalabileceğini söylerdi. Külleri güzel, parlak korların üstüne kapayıp birini —en kızılını, en mavi mavi olanını açıkta bırakırdı — , derslerinden ara verip mangala baktığında sıcacık duran tek kor, odanın sığınma olanağını artırırdı. İşte o, «hastabakıcı olursun» dedikleri gün annesi kapıyı açıp girdiğinde bir şey değişmişti. Çünkü annesi bilmediği, görmediği haller içindeydi. Konuşmasıyle, dışarının arı havasıyle dolduruvermişti odayı.

— Alıyorlar beni, bir iki güne kadar başlıyorum. Başhemşireye çıktım, iriyarı bir kadın. Bir bir sordu. «Daha önce çalıştın mı? Kocan ne zaman öldü? Bu iş dur durak bilmez, fazla marifetli olmak lâzım değil, çalışkan olmak gerek, yatak düzeltmeyi, tükürük hokkalarını dökmeyi, ördekleri temiz tutmayı becermek yeter. Belki zamanla hastaların ateşini alacak kadar başarılı olursun. Haftada iki gün izinli çıkarsın, pazar gecesi dönersin. Çocuğun var mı? Bırakacak kimsen yok ha? 'Kendini yönetir, uslu' diyorsun. Ama küçükmüş. Hiç sınıfta kalmadı mı? Aferin ona. Genç güzel kadınsın. Burada oluru olmazı bulunur. Ciddî ol. Bir şey denirse senden bilirim. Malûm kancık köpek kuyruk sallamadıkça hikâyesi. Boya filan da istemez. Kendinden mi yanağının, dudağının rengi? İşte bilmem artık. Doktorlardan, şundan bundan yakınmak yok. Bir işte kalıcı olmak isteyen başta gelenlerine uyar. Uykun hafif mi?» Düşün bir iş bulduk artık. İlk parayla bir çeki kömür alacağım. Sana da lastik çizme. Belki izinli geldiğim günler sinemaya bile gideriz. Hiç belli olmaz. İşimizi iyi yaptıktan sonra kim ne diyebilir? Çıkıp ev sahibine haber vermeliyiz. Artık akşamları yoğurt alırken sokak kapısını hızlı çarpmasın. Dedim ya biz çalıştıktan sonra... Uykum da hafif. Bölük pörçük uyumaya alıştım yıllardır...

Annesi işe başlayınca onun ismi «bizim hastanedeki işimiz» oldu. İlk evden ayrılacağı gece tahin helvası aldılar bakkaldan. Peynirle tükenmez yaptılar, masalarına mavi çiçekli muşambalarını serdiler. Bu muşamba eve babasının yaşadığı günlerdeki düzenden kalmış, ferahlığın, korkusuzluğun anısıydı. Niçin babasını hep yaşayacak sanmışlardı? O da ölecek gibi görünmüyordu. Öyle dürüst öyle kesin bir adamdı ki; ölümün sinsiliği ona hiç gölge düşürmemişti. Evine her gece ekmek alıp gelen bir erkeğin yokluğu, sessizlik olup yerleşmişti odalarına. «Yaşlı da değildi,» demişti annesi. Hiç sekiz yaşında bir çocuk babasız kalır mı? Muşambalarını annesi gereksiz yere bir iki kez silmişti. Tükenmez tabağındaki peynirlerin cızırtısı dinmemişti. Tahin helvasının şekeri gevşemiş, pürüzleniyordu.

— Ev sahibiyle konuştum. Hiç korkma, geceleri oda kapısını kapa sıkıca, uyu. O sabah namaza kalktığında seni, kapıyı vurup uyandıracak. «Çocuktur, » dedim. «Çocuk uykusu doyumsuz olur, kalkamaz kendi kendine.» Her sabah helvayla ekmek yersin. Çay zaten sevmiyorsun. Elim yanıyor, diyorsun. Okuldan gelince mangalımızı yakar sıcacık oturursun. Gece kapağı ört ateşe. Ha benim kızım, sakın unutma. Benim aklımı evde bırakma. Sen akıllı kızsın. Geceleri hiç korkma. Dedim ya ev yainız değil. Sen korkak değilsindir Bak sana neler alacağım. Ağır hastalara özel yemek çıkarmış, onlardan kalan tavuklar falan olurmuş haşlanmış. Sarıveririm pakete, gizli değil ha, zaten dökülüyormuş. Ziyafet çekeriz kendimize.

— Ben o yemekleri istemem anne. Yalnız hani, «Ördekleri temiz tutmak lâzım,» demişti ya, o kadını, ördeklerini anlatırsın bana.

Annesi susmuştu. Tam dudaklarında duran bir şeyleri söylemekten vazgeçiverip. Gece yatağa girdiklerinde —beraber yatıyorlardı epeydir— yarınki derslerden birinin beden eğitimi olduğunu bile unutmuştu. Oysa beden eğitimi dersine o katılmazdı. Onun gibi katılmayanlarla, koridorlarda, hep açık kalmış alt kat musluklarının sesini dinleyerek, gölgeli ışıksız camlardan kışı, entin yapılarını seyrederlerdi.

— Şort, lastik pabuç, soket çorap beyaz olacak. Beyaz fanila bluz gerek. İki tane olursa daha iyi. Terleyince değişmek için. Yürüyüşte 23 Nisan, 29 Ekim herkes çiçek gibi olmalı, düzenli, bakımlı. Ben, yapamadık anlamam. İstedikten sonra, istemek yeter. Yardım kolundaki çocuklarımız için de düşündüklerimiz var tabiî. Ama bunu daha elzem giyim eşyalarına ayırmak kararındayız. Önlükle katılacaklar. Önlükler gıcır gıcır ütülıi. Kızlarda tafta koıdela. Temiz, tertemiz olmalı herkes. Her Türk ocuğunun görevidir temiz olmak. Ne diyorum size? Dişler her gün ovulmalı. Kulaklarda sarı topak kirler görürsem ağrıdı, akıntı yaptı anlamam, yersiniz cetveli.

Alt kat muslukları hiç kapanmazdı nedense. Ders arasında öğrenciler muslukların başına doluşurdu. Hepsi su içerlerdi. Susayan da susamayan da. İtişmek, suyun avuçtan süzülüp kol yenlerinden içeri girmesi, bahçede eğlenmenin gereği olan bağrışların başlangıcıydı. Ders zili çalıncaya dek duyulmayan su sesleri, sınıflara girilince öne geçerdi.

Annesinin sırtına sarılmıştı. «Her dediğini yaparım anne, sen üzülme. Zaten öğleleri okulda yemek yiyorum. Aklın bende kalmasın.» Annesi hiç kıpırdamamıştı. Uyumadığı belliydi. Bedeni rahat, gevşemiş değildi. Annesinin ısıtan kokusunu duymak için iyice sokulmuştu sırtına. Geceyi dinlemiştiuzun süre. Uyumak istemiyordu. İlk kez gecenin uzunluğunu öğrenmeye başlamıştı.

Sabah kalktığında kapı vuruluyordu. Annesi yoktu. Okul önlüğü, kalın iplik çorapları, yün hırkası düzenli, iskemledeydi. Dışardan vurulan kapının sesiyle uyandığını anlayınca kalkmış, «Hajida'nım teyze,» diye seslenmişti. Ev sahibi kadın helaya —aynı helâyı kullanırlardı— kovayla su döküyordu. Giyinip masanın başına oturmuştu. Kış aydınlığı patiska perdelerden geçip köşeli, üşütücü yayılmıştı. Okul çantasını alıp odadan çıkarken —hiçbir şey yememişti o sabah— gerisin geri dönüp iskemleye oturmuştu. Sonra da sessiz ağlamaya başlamıştı.

— Sen pekiyiyle bitirdin okulu. İlkokulu yoksul bir çocuğun pekiyiyle bitirmesi kolay iş değil. Parasız yatılı okullarına alıyorlarmış sizleri. Öyle dediler bana. Muhtarlıkta fakirlik ilmühaberi çıkarırken tanımadığım bir kadın, «Ben de oğlumu zabit okuluna sokacağım ama kefil istediklerini, bir malı rehin göstermek lâzım olduğunu söylediler, çaresizlerıdim hanımcığım,» dedi. Mal kim? Biz kim? Malımız olsa yüzsuyu döker miyiz el kapılarında? Bizim için olmaz öyle şey. O kadın doğru bilmiyor. Halkâğıdını aldığım gibi çıktım. Kimselere de danışmadım hiç. Zabit okulları pahalıdır. Yok silâhtı, yok zabit elbisesiydi di mi ya? Hem canım sormadım. Gerekmez de. Seri gir bugün imtihana, her sorduklarını çatır çatır bileceksin. Gerçi binlerce öğrenci katılıyormuş, aralarından yüz yüz elli kişiyi alıyorlarmış. Gene de sen kazanacaksın, gör bak... Benim akıllı uslu kızımsın. İsterlerse öyle mal mülk gibi bir şey, ben derim ki, ne gerek? Benim kızım kalmaz sınıfta. Devlet masrafına ziyan vermez. Bunları okulun müdürüne, böyle bir bir anlatırım. Hemen anlar. Hem canım o da bizim gibi bir insan. «Benim kızım yıllardır yalnız uyanır sabahları,» derim. «Hiç şımardığı olmamıştır kimseye. Bir gün bile çıtırtısı duyulmamıştır, » derim... «Sanki o çocuk olmamıştır,» derim.

Yokuştan yukarı çıkarlarken sırt hamallarının yüklendiği kâğıt topların üstüne doğru yağmur çiselemeye başladı. Yumuşak bir haziran yağmuruydu. Kızla annesi gerekmeden, karşıya geçmek için polisin arabaları durdurmasını bekliyorlardı. Yağmurun yağışı hızlanmıştı. İkisi de bu önemli gün için süslenmişlerdi. Anne boynuna ipek eşarp takmıştı, çocuk saçını ıslatıp taşlı tokasıyle toplamıştı.

— Korkuyor musun ? Hiç konuştuğun yok sabahtan beri. Hadi hadi Salıpazarı'ndan bu taşlı tokanın eşini alacağım sana. Sonra bizi tayin edecekler. Sen okulu bitirip öğretmen olunca, ben de çalışmam hastanede. Beraber çıkar gideriz. Koltuklar alırız. Onlara çiçekli basma örtüler dikerim ben. Bir de kabul günümüz olur. Konukları ağırlamak için, eğer unutmadımsa, anasonlu galeta yaparım. Masraf kapısı olmaz. Belki, bir de küçük halı alırız. Hasta pisliği dökmekten, koridorlarda koşuşturmaktan kurtulurum. Hele o lizol kokusu yok mu, içini üşütüyor insanın. Bir de hep ölümü düşünmek. Şöyle bir dağın eteğinde olur gideceğimiz yer, benim kızım. Herkes İstanbul'da kalalım dermiş. Hepsini sordum bilenlere, öğrendim iyicene. Hükümet tabiî seni alır. Biz İstanbul'u neyapacağız? Bize bir ev, kışın kömürlüğümüzde odun-kömür gerek. Bir de mutfağımız olur değil mi? Eğer kefil falan derlerse, demezler ya, o kadının uydurması, oğluna güvenmemesi. Sormadım ordan burdan o işi. Sade sen öğretmen olunca n'olacak, onları öğrendim. Bize nereye tayin çıkarsa oraya gideriz di mi?

— Bu okulu kazanacakların hepsi de benim gibi yoksul çocukları mı, anne? Onu da öğrendin mi?

— Öyle ya yoksul çocukları ki, parasız yatılı için imtihan oluyorlar.

— Öyleyse ben burayı kazanırım. Üzülme. Sınavı pekiyiyle bitiririm. Artık burda, arkadaşlarım olur. Haftada iki gün sen hastaneden, ben okuldan çıkıp eve döneriz. Sana da konuk günlerinde bakkal bisküvisi alırım.

Sınavların yapıldığı okul karşı yöne düşüyordu. Yeniden geçtiler caddeyi, ürke ürke. Ara sokaktan yürüdüler. Yüksek bir duvarın yanındaki kapıda durdular. Okulun öğrenci giriş kapısıydı bu. İçerden uğultular geliyordu. Yağmur taş duvarların arasından çıkan aykırı yeşillikleri parlatmıştı.

— Bizden de erken gelenler olmuş. Geç meç kalmış olmayalım?

Hademe giyimli bir kadın onlara doğru yürüdü, taşlı yoldan. Bezgin, alışık bakışlarıyle anne, kızın üstünden dışarda bir şeye bakıyordu.

Anne, saygılı sordu:

— Geciktik mi acaba? Çocukların çoğu gelmiş. Hademe kadın ilgisiz,

— Parasız yatılı imtihanlarının çocukları hep erken gelir. Hiç gecikmezler.

Çocuk annesinden ayrıldı. Kıyısı duvarlı taş yolda yürümeye başladı. Hademe kadın, görmedikleri bir iskemleyi görmedikleri bir çatının oraya çekip oturmuş, yün örmeye başlamıştı.

Çocuk, dönemeçte arkasına baktı. Dış kapıda annesi, yağmurun altında gülümseyerek duruyordu.

Ekim 1970

4 Kasım 2015 Çarşamba

Alemdağı'nda Bir Yılan, Sait Faik Abasıyanık

ALEMDAĞI'NDA  BİR YILAN

Daha tiyatroya girerken kar başlamıştı. Çıkınca meydanı bembeyaz buldum. Boynumdan içeriye bir damla düştü. Ürperdim. 

— Çek elini ağzından. Tırnağını yeme, diye bağırdım. Önümden giden iki kişi dönüp baktılar. 

Yüzümü görmek için yavaşladılar. Sanki ben her akşam onunlaymışım gibi bir yalnızlık duyuyorum. O cuma günleri gelirdi. Alçıdan, ağzı pipolu gemici onu beklerdi. 

Güneş muşamba perdede tam üçü işaret ederdi. Geleceğine yüzde yüz emin olduğum günler beklerken uyuyakalırdım. Kapıyı tırmalar gibi vurduğu zaman nasıl duyardım rüyamın içinde. Yataktan fırlardım. Kapıyı açardım. Rengi solmuş, nefesi boğazından gelirdi. Masadan bir cıgara alır yakardı. 

Dünya ötede idi. Burada bir konsol, bir ayna, bir alçıdan gemici, bir yatak, bir ayna daha, bir telefon, bir koltuk, kitaplar, gazeteler, kibrit çöpleri, cıgara izmaritleri, soba, battaniye vardı. Dünya ötede idi. Gökyüzünde uçaklar vardı. İçlerinde yolcular vardı. Trenler gidiyordu. Herifin biri imza ediyor, öteki para veriyordu. Akşam serinliği çıkmıştı. Akşam simidi de çıkmıştı dünyada.. 

Odanın içini simitçinin sesi doldurdu. Dünya ötede idi. 

Biletçi bilet zımbalıyor, bir adamla bir çocuk gazete okuyorlar. Bir delikanlı, kara kaşlı, sıhhatli bir oğlan upuzun yatmış. Yakışıklı, kuvvetli bir oğlan. Ellerini pantolonunun ceplerine sokmuş, sıska birisi de sağımda yatmış. Çocuk gazeteyi bıraktı. Pardösüsünü başının altına dürdü. O da uzandı. Bir vapurun alt kamarasındayım. 

Günlerden cuma. Mektep tatil. Süleymaniye'de Kirazlı Mescit sokağında oturuyoruz. Ben on yedi yaşlarındayım. Münir Paşa Konağı'nın çam ağacını hatırlıyorum. Lisenin bahçesindeki büyük çam ağacı bir yangında yanmış olabilir. Münir Paşa Konağı'nın yağlı boya tavanları çoktan duman ve kül olmuştur. Tahtakuruları da yanmıştır. Yatağım, yorganım, gözyaşım yanmıştır. Havuzlar yanmıştır. Yapraklarını kışın dökmeyen ağaçlar yanmıştır. Anılar, anılar yanmıştır. Yanmış oğlu yanmıştır. Beni bugüne getiren kitaplar yanmıştır. 

Ben de koyun postu taklidi bir kürk bulup pardösüme diktirmeliyim. 

Günlerden pazartesi. Yine vapurun alt kamarasındayım. Yine hava karlı. Yine İstanbul çirkin. İstanbul mu? İstanbul çirkin şehir. Pis şehir. Hele yağmurlu günlerinde. Başka günler güzel mi, değil; güzel değil. Başka günler de Köprüsü balgamlıdır.. Yan sokakları çamurludur, molozludur. Geceleri kusmukludur. Evler güneşe sırtını çevirmiştir. Sokaklar dardır. Esnafı gaddardır. Zengini lakayttır. İnsanlar her yerde böyle. Yaldızlı karyolalarda çift yatanlar bile tek. 

Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor. 

Güzel yer, güzel yer Alemdağı. Şu saatte on beş metrelik ağaçlarıyla, Taşdelen'i ile, yılanı ile... Ama kış günü yılanlar inindedir. Olsun. Hava Alemdağı'nda ılıktır. Güneş yaprakları kıpkızıl ağaçların içinde doğmuştur. Gökten parça parça ılık bir şeyler yağmakta, çürümüş yaprakların üstüne birikmektedir. Taşdelen parmak gibi akar. İçimizi şıkır şıkır eden bir maşrapa ile önce içimizi, sonra çırılçıplak soyunarak dışımızı yıkıyor. Su içmeye gelen bir tavşan, bir yılan, bir karatavuk, bir keklik Pelenezköyden şerefimize kaçıp gelmiş bir keçi ile alt alta üst üste oynaşıyoruz. 

Panco, Panco, diye bağırınca yılan da, keçi de, keklik de, tavşan da oldukları yerde alçıdanmış gibi donup kalıyorlar. Bembeyaz kesiliyorlar. Hemen keskin bir bıçak çıkarıp cebimden kiminin kulağını, kiminin kanadının altını kesiyorum. Kan akınca hareket başlıyor. Beni bırakıp Panco'ya koşuyorlar. 

Panco'nun her zamanki kansız ve hiddetli yüzünde çıban yarasına doğru kaymış bir gülümseme gözüküyor. Keklikleri gagasından öpüyor. Tavşanın bıyığını çekiyor. Yılanı bileğine doluyor. Top getirmiş, futbol topu. Ben kaleciyim. Yılan da kaleci. Ötekiler yaprakların üzerine yatmış, güneşin içinde oynuyorlar. Saatlerce oynuyorlar. Yılanla ben top kalemize girerken yana çekilip seyrediyoruz. Mızıkçılık ediyoruz. 

Alemdağı güzel, Alemdağı. İstanbul çamur içinde. Taksi şoförleri su birikintilerini inadına insanların üzerine sıçratıyorlar. Kar inadına içimize içimize yağıyor. 

Kadının biri beşinci kattan bir kediyi sokağa atıyor. Bir kadınla bir yabancı erkek kedinin başındalar. 

Kedinin burnundan hafifçe kan sızıyor. Erkek Fransızca: 

— Il est mort d'hemoragie, le pauvre[1], diyor. 

Kadın bana Türkçe, kedinin beşinci kattan atıldığını anlatıyor. Galatasaray lisesinin kalın ve yüksek bahçe duvarının kenarına artık ölmüş kediyi itiyoruz. Beşinci kattaki kadın sobasına şimdi kömür atıyordur. Hava da ne soğudu. Keşke kar yağsa. Kar yağdığı zaman yine havada ılık bir şeyler oluyor. 

Panco ne zaman dönmüş Alemdağı'ndan. Birdenbire bir arkadaşı ile yanımdan geçiyor. Bir duvarın, ölmüş bir kedinin yanından geçer gibi. Kollarımız birbirine sürünüyor hafifçe. Duvarlar açılıyor. İnsanlar birbiriyle senelerdir dargınmışlar da birdenbire aynı hisleri duyarak: "Yeter artık" diyerek barışmışlar gibi öpüşüyorlar. Dönüyorum. Panco arkadaşı ile gülüşerek gidiyor hâlâ. Yangının kül ettiği Münir Paşa Konağı'nın havuzunda kirli yeşil bir su bekler dururdu. Suyun dibi gözükmezdi ama gözümü kapayınca içine atılmış on paralıkların parladığını görürdüm. Bir defa da şimdi vali olan bir arkadaşımızı elli kuruş vererek elbiseleriyle suya atmıştık. 

Panco'nun arkadaşı ile beraber getirdiği kahveyi hiç bilmezdim. Kapısında alüminyum tencereler, naylon bardaklar satan bir hırdavatçı bulunan, iki kapısı da ardına kadar açıkhanla apartıman arası bir binanın birinci katındaymış bu kahve. Onların bu kapıdan içeriye girdiklerini görünce merak ettim. Ben de girdim. Baktım karşımda cam bir kapı. Cam kapının içinde büyük bir salon, içeride insanlar tavla ve iskambil oynuyorlar. Daha köşede bir bilardo masası var. İçeriye girince herkes bana baktı. Buraya gelenler hep aynı müşteriler olmalı ki beni baştan aşağı bir süzdüler. Oturup bir kahve içmek bile cehennem azabı gibi bir şey olacaktı. Birini arıyormuş gibi yaptım. Olmazsa bizim Luka Efendi vardır. Duvarcıdır, boyacıdır. Onu soracaktım. Gözlüklüdür. Kendisi Yunan tebaasıdır. Ama Arnavuttur. Kahveciye onu sormak istedim. Baktım Panco Luka Efendiyi siper ederek kendini bana göstermemeye çalışıyor. Eskiden tanıdığım birisi niçin geldiğimi anlamış gibi bana baktı. Gülümser gibi idi. Allah belanı versin deyyus; dedim. Döndüm. Giderken bir daha dönüp baktım. Yine pardösüsünün yakasındaki kürkü gördüm. 

Kürkü görünce rahatladım. Tavşanı, kekliği o ılık, harikulade kaygan ve güzel yılanı, karatavuğu, Alemdağı'nı, Taşdelen suyunu, çürümüş yaprakları, yaprakların üstüne yağan pelte pelte güneşi hatırladım.

3 Kasım 2015 Salı

Ünlü olmanın avantajları yararlı işlerde kullanıyorum

Oyuncu Mert Fırat, ihtiyaç sahipleriyle destek verenleri buluşturan ‘İhtiyaç Haritası' platformunun kurucu üyelerinden.

Kampanyanın yüzü olmadığını dile getiren Fırat, “Ben de kafa patlatıyorum, zaman harcıyorum ama projenin mimarlarından Elif ve Ali Ercan'ın harcadığı maddi olarak ölçülemez. Hepimizin ortaya koyduğu emek var.” diyor. İşitme engelliler, kadın dernekleri, Yeşil Yol, Oy ve Ötesi gibi 30'dan fazla aktivitenin içinde yer alan Fırat, “Bilinen, ünlü birisi olmanın sağladığı faydanın farkındayım. Yetişebildiğim, vaktimin uyduğu, yardımdan başka düşünce içinde olmayan her şeye destek vermeye çalışıyorum.” diye konuşuyor.

İhtiyaç haritası fikrinin çıkış noktası nedir?

Benzer bir sürü yapı var. Bu yapıları buluşturmak ve onları görünür kılmak fikrinden yola çıktı. 30'a yakın dernekte çalışmışım. Keşke hepsini görebileceğimiz platform olsa diye konuşuyorduk. Elif'le birlikte yürüttüğümüz danıştığım çalışmalar oldu. Devamında biz yolu birlikte yürüyelim dedik. Ali Ercan Özgür arkadaşımız, sosyal sorumluluk konusunda çok fazla bilgili, doktora yapmış. O da harita kısmını anlattı. Hâlâ daha beta versiyonu. Gittikçe gelişen bir platform. Haber alma ağını da güçlendirip koordinasyona katkı sağlıyor. Sokağa kadar inebiliyor harita, bu bir avantaj.

Harita neleri kapsıyor?

Van depreminde mesela 1 ton gıda ihtiyacı varken 20 tonun gitmesi, depolanamaması gibi sorunları gideren yapısı var. Çünkü ihtiyacı önceden girip, onun nasıl giderileceği öğreniliyor. Bağış kabul etmiyoruz. Diyelim ki teknolojik sistem satan bir firmaya rica ediyoruz bize kumbara oluşturun diye, destek verenleri de oraya yönlendiriyoruz. 20 bin lira toplanıyor, bizim de 20 tane bilgisayara mı ihtiyacımız var, o kumbarayla o ihtiyacı gideriyoruz.

Sizin isminiz projenin önüne geçiyor mu?

Başından beri kampanyanın yüzü olmayı düşünmedim, o algıdan da rahatsız oluyorum açıkçası. Ben de kafa patlatıyorum, zaman harcıyorum ama Elif'in, Ali Ercan'ın harcadığı maddi olarak ölçülemez. Hepimizin ortaya koyduğu emek var. Yüzü gibi değil de bir parçasıyım. Tanınan simalarla çalışıp onların da taşın altına ellerini sokmalarını sağlayacağız. İlk hedefimiz kendimizi iyi anlatmak. Ev hanımının, öğrencinin, öğretmenin destek vereceği bir ortam oluşturmak derdimiz. Arama motorları gibi. Bir yandan da herkes kendi hesabını oluşturup kendi yardımını yapıyor. Dernekle çalışmak keyifli ama yaşam döngüsü içinde zaman ayıramıyoruz. İhtiyaç haritası o zamanı da doğuruyor aslında.

Bireysel yardımlara da kapı açıyor yani.

Ayda 2 saat yardım yapmak istiyorsan yapıyorsun. Bir yandan da bunun iyilik değil, birlikte bir şey yapmaya dair olduğunu görüyorsun. En önemlisi de o. Yardım, sınıfsal üstünlük sağlamaz. Adı yardım da değildir destektir, birlikte bir şey yapmaktır.

İhtiyaç Haritası, Yeşil Yol, kadına şiddete karşı kampanyalar… Nerede bir sosyal sorumluluk varsa sesi olmuşsunuz.

30'dan fazla çalışmanın içinde bulunup hepsine konsantre olma isteği var ama mümkün değil. Dolayısıyla bunun sürdürülebilir olmasını istediğim için ihtiyaç haritası benim de bir ihtiyacım. İşitme engelliler, kadın dernekleri, kadına şiddete karşı projeler, eğitim, Okuyorum Oynuyorum projeleri, HeForShe, Yeşil Yol, görme engelliler, Lösev, Oy ve Ötesi, hayvan koruma dernekleri, doğumdan hasar görmüş çocuklar… Yetişebildiğim, vaktimin uyduğu, yardımdan öteye niyeti olmayan her şeye destek vermeye çalışıyorum. Bilinen birisi olmanın sağladığı faydanın da farkındayım. Bu yararı oraya da kullanmak istiyorum. Bu vakti birçok merkezin içinde yapılan söyleşilerde kullanıp para kazanmak, o parayı başka şeylere aktarmak da mümkün. Birilerini harekete geçirmek, farkındalığı artırmak için kullanıyorum elimden geldiğince.

Mahalleli bize aşure getirdi

Moda Sahnesi'nin iz düşümü gibi Bursa'da Sanat Mahal'i açtınız. Anadolu'da sanat merkezi kurmaya ne zaman nasıl karar verdiniz?

Bir buçuk yıl oldu. Aslında çok istiyordum. Oyun atölyesinde 2006'dan bu zamana kadar bir şubemiz olsa diyordum. Bir röportajımızda var, ‘10 yıl sonra olmak istediğiniz yer' diye soruyor, ‘Oyun atölyesinin şubeleri' cevabım. Orada olmadı Moda Sahnesi'ni kurduk. Sanat, mahalde bambaşka. Mahal kısmı Nurhan Karadağ hocamızın öğrettiği kısım. Mahalleliyle bir şey yapmak mahalleden bir şey almak, aktarmak. Birlikte paylaşarak yerleri besleyerek yerelden de beslenerek. Ortaklarımızdan 4'ü Bursalı. Kurduğumuz yapıda mahalle çevre ile entegreyiz. 10 yıllık sözleşme yaptık, Bursalı olacağız.

Geri dönüşümler nasıl?

Yüzde 70 doluluk oranıyla oynuyoruz. Mahalleden bize aşure, kek, poğaça, börek geliyor. Burada durmak, çalışmak için geliyor. Gönüllü çalışmak için geliyor. ‘Kitabımı okusam burada' diyor.

Dizilere zaman kalıyor mu?

Bir İngiliz şirketle sinema filmi çekeceğiz. Sürekli dizi teklifleri geliyor. Her hafta aşağı yukarı bir senaryo okuyorum. İçinde kendini iyi hissedeceğim bir teklif, kendimden bir şeyler katacağım iş bulursam ekranda olurum. Seyrettiklerimde de keşke şunun içinde olsam dediğim işler yok. Hikâyeler noktasında da. Oynamak öyle bir şey ya. Bizi oynatan sizi yazdıran, bir şeyler katmak isteği. Öbür türlü sanayi tipi oluyor.

ÜNLÜ OLMAK SAHNEYİ HER ZAMAN KURTARMAZ

Sanat hayatınız da oldukça yoğun. Aynı anda 3 tiyatro oyunu oynamak zor değil mi?

Takvimim birbirine çakışmadığı sürece zor değil keyifli, heyecanlı. 3 tane başka rol çünkü. Yoğunlukla ilgili de bir problemim yok. Hem ihtiyaç haritası hem kutu film hem Kürk Mantolu Madonna. Ocakta 4. oyunum başlayacak. Birini kaldırır ya da süresini azaltırız. Hayat çok kısa. 35 yaşına gelmişim bile. Yapmak istediklerimle hayatın hızı çok farklı, sistem de yardımcı olmuyor. O yüzden acelem yok ama hevesim çok.

Mert Fırat'ı sahnede izlemek için gelenler oluyormuş. Ekranlardan tanınan ünlü oyuncuların tiyatro yapması seyirciyi artırıyor mu?

Dizilerden tanınmış arkadaşlarımızın belirli bir seyirciyi örgütleyip oraya getiriyor oluşunu önemsiyorum. Yüzde 90 doluluk oranıyla oynuyoruz mesela. Diğer tiyatrolarda da benzeri durumlar var. Bu ünlü kişilerin tiyatro sahnesine çıkıyor olmaları sadece 10 gösterim için önemli. İnsanlar Melis Birkan, Onur Ünsal için geliyor. Mert Fırat onun karşılığını vermiyorsa seyirci sayısı 10. oyundan sonra düşüşe geçmeye başlıyor. İlk aşamada önemli ama sonra oyunun kalitesi belirliyor.

İhtiyaç Haritası'nın mimarlarından Elif Kalan: 2 sokak mesafedeki ihtiyaçları harita buluşturdu

Nasıl destekler alıyorsunuz?

‘Uzmanlık alanım tasarım, sitenize baktım şunları yapsanız daha iyi olur, şurada yazım hatası var düzeltin' diyenler var. Bu bizim hoşumuza gidiyor. Sadece şirketler değil herkesin birlikte yürüteceği bir sistem oluşturmaya çalışıyoruz.

İmece usulünü çağrıştırıyor...

Onun teknolojiyle desteklenmiş hali. İnsanlar saatler geçiriyor bilgisayar başında bundan faydalanıyoruz. Sorunlu yerlerde muhtarlar devreye giriyor. Sivil toplum, gönüllülerimiz... Hepsiyle çalışmak istiyoruz. Yaşadığımız bir şey. Gaziantep'te iki sokak yakınlar ancak birbirlerinden haberleri yok. Okul kitap ihtiyacı girmiş, diğeri de kitap bağışlamak istemiş. 2 sokak ötede olduğunu haritada görünce gidip teslim etti. Adana Yüreğir'de karşılaştık benzer bir şeyle. Okul için ihtiyaç girilmiş. Adana'daki bir özel şirket de ‘Ben bu okulun her şeyini karşılayabilirim' dedi. Her yerde kaynaklar var. Bunları da harekete geçirmek istiyoruz.

Şu aşamada hangi alanlarda gönüllüye ihtiyacınız var?

Sistemden gelen ihtiyaçlar bizi yönlendiriyor ama şöyle düşündük; ihtiyaçlar genelde okullarda. Öğretmenlerden bir ekibimiz oluşacak gibi. Gönderilecek eşyaları kontrol etmek için gönüllü ekibimiz olabilir. Kitap ve kıyafetlerin ayrıştırılmasında gönüllülere ihtiyacımız olacak. Muhtarlarla çalışacak gönüllü alanımız olabilir. Siteden üye olanlar da yönlendirebilir bizi, ‘Ben şunu yapmak istiyorum' diye. Seçme alanları var.