"Biberli ve ıslanmış ülkelerde! -acımasız sanayi işletmelerinin ya da savaş işletmelerinin buyruğunda."Elveda buralara, gideceğiz neresi olursa olsun. Biz gönüllü askerler, acımasız felsefemiz olacak; bilim uğruna bilgisiz, rahat uğruna ezilmiş; kıkırdamak sürüp giden bir dünya için. Gerçek yürüyüştür bu. İleri!"
28 Şubat 2015 Cumartesi
Demokrasi, A.Rimbaud
25 Şubat 2015 Çarşamba
Geleceği Elinden Alınan Adamın Geçmişi de Elinden Alınacak Diye Korkuyorduk (Tutunamayanlar için Önsöz), E. Batur
Tutunamayanlar”ın yazarı önsözlerle, bakış açıları ne olursa olsun “Hayatı ve Eserleri” türünden bönsözler üreten kalem efendileri ile inceden inceye alay ediyor. Aklıma çağdaş bir düşünürün, Jacques Derrida’nın, önsözün anlamsızlığını vurgulamak için önsözler üzerine bir kitabına yazdığı uzun önsöz geliyor: Oğuz Atay’a gönülden katılıyorum aslında; gene de “Hayatı ve Eserleri” için birkaç ön ya da son söz, daha doğrusu sondan birönceki söz yazma gerekliliği duyuyorum. Bir “hak”sa bu, biraz da şundan doğuyor: Yaşamamış, onun için de hiçbir şey yazmamış bir(kaç) kişinin “Hayatı ve Eserleri” üzerine yazdım daha önce, neden Oğuz Atay vahasına girmeyeyim, diyorum.
Tamtamına yarım yüzyıl önce doğmuş Oğuz Atay: 1934’te. 1977’de, 43 yaşında ölene dek, hızlı dönen bir dünyanın ne hızına, ne de ritmine ayak uydurabilmiş: Harflerine sinen siyah ama ince alayı biraz kazıyın, herkes adına kanayan vandal bir yürek bulursunuz orada. Doğduğu yıl, "kenarında" yaşadığımıza inandığı Batı dünyasına deccal inmiş: Hitler'in iktidara geldiği andan başlayarak, daralmış bir Türkiye'de geçirmiş çocukluğunu. Okuma-yazma öğrenmeye başladığı yıl, Joyce "Finnegans Wake"i yayımlamış ve romanın sınırına değmiş. DP'nin iktidara geldiği yıl, Ankara Maarif Koleji'nde lise öğrencisi, İstanbul'da mühendislik öğrencisi olduğu yıllarda ise Türkiye'nin çehresi değişiyor inanılmaz bir hızla: Yeni binalar, yeni yollar, atölyeler yapılıyor; yeni bir çukur açılıyor Cumhuriyet'in ortasında. Mühendis çıktığı sırada "Pazar Postası"nın içinde Oğuz Atay: Yazmayı ne ölçüde düşünüyor, yazmayı düşünüyor mu bunu bilemiyoruz, ama şiirinde, düz yazı serüveninin de yoğun sarsıntı geçirdiği bir dönemde, bu sarsıntının "sahne"sini oluşturan "Pazar Postası"nda amansız bir tanık olarak, sessiz ve geride, olup biteni izlediğini biliyoruz. 1954'te "Saatleri Ayarlama Enstitüsü", 1956'da "Perçemli Sokak", 1957'de Vüsat O'Bener'in "Yaşamasız"ı Kemal Tahir'in "Rahmet Yolları Kesti"si, 1958'de "Üvercinka", bir yıl sonra da "ishak", "Panayır" ve "Aylak Adam" çıkıyor. Türk şairi dili ve anlamı, sözdizimi ve mantığı köktenci bir yaklaşım içinde kurcalıyor. Düz yazıda da durum farklı değil: Şüphesiz, bir yanda Halit Ziya'nın öte yandan Sait Faik'in açtığı koridorlarda, ama onlardan bir bakıma telaşla uzaklaşarak anlatım ve bildiri düzlemlerinde açık bir başkalaşım yaşanıyor. Oğuz Atay ne yapıyor, hala bilemiyoruz. Nice yıl sonra, ölüme beş kala yazdığı gibi "biraz gecikmiş" olduğu için bu değişimi ıskalıyor mu, yoksa "aceleciliği" sayesinde belli bir basamağında değişim sürecine yetişiyor mu? Öyle sanıyorum ki, anı anına olmasa bile, Türk yazarının dili ile olan yüzyüze ve kıyasıya çekişmesine Oğuz Atay'ın tanık olmadığını söylemek güç. 27 Mayıs 1960. Yeni bir dönemeç, yeni bir anayasa, yepyeni kurumsal açılımlar, TİP kuruluyor, AP kuruluyor, TÖS kuruluyor. Avcıoğlu ve Soysal "Yön""ü, Mehmet Fuat "Yeni Dergi"yi, Cemal Süreya "Papirüs"ü çıkarıyor. Nazım Hikmet'in şiiri ve Kemal Tahir öne çıkıyor hızla. Türkiye'de, aynı anda, sosyalizm ve varoluşçuluk aydınlar arasında gündeme geliyor. Türk yazarının dil ve anlatım ile kavgası sürüyor bir yandan: "Mısırkalyoniğne", "Bakışsız Bir Kedi Kara", "Hallaç" ve "Troya'da Ölüm Vardı" aynı yıllarda günışığına çıkıyor, Joyce ve Faulkner çevriliyor. Öte yandan "köy gerçekliği" ile tanışılıyor: "Susuz Yaz"dan "Yılanların Öcü"ne, "Cemo"ya edebiyatın öteki yüzü çiziliyor. Artık hazırlanıyor Oğuz Atay: 1970'de TRT'nin açtığı yarışmaya katılacağı, bir jüri üyesinin deyişiyle "484 sayfalık bir emeğin ve tutkunun en açık belirtisi" el yazması, demin kaba hatlarını verdiğimiz bir ortamda yazılmıştır. Cumhuriyet döneminde yetişen aydın kuşaklarının biraz sarsak, daha çok da tutarsız, gamlı, traji-komik tarihini 32 kısım tekmili birden kucaklar "Tutunamayanlar". İlk cildin yayımlanışında bile gizli bir ürpertiyle, hoşgörüyle maskelenmiş atıl bir öfkeyle karşılanmış olması şaşırtıcı değildir aslında: Kıdem esasına göre düzenlenmiş bir "edebiyat ortamı"na, okulsuz ve alaysız onun için de okursuz ve alaycı bir konuk geldi sanılmış, bu amatör hayaletin nasıl olsa 'tek' kitapta kalacağı düşünülmüş, gene de bu 'tek' kitapla (bile) kalacağı fikri kolay kolay sindirilememiştir. Oysa konuk değildi Oğuz: Yüreğindeki kadar dağlayıcı bir acı vermeyen ama onu usul usul ölüm koridoruna ihbar eden beynindeki ur ile yolcuydu düpedüz. Onun için de, "Yedinci Mühür" deki gibi sonlu bir oyunla biraz kendini, daha çok da ölümü oyalamayı seçti: 1970'den 1977'nin son ayına dek programına zorla giren hastalık ve ameliyatla, zorunlu olarak giren acı, alay ve hüzünle iki roman, bir düzineye yakın öykü, bir oyun ve bir günlük yazdı. Öldüğünde dördüncü romanından 60 sayfa kadar yazmış, "Geleceği Elinden Alınan Adam" adını verdiği anlatıyı da bütünüyle tasarlamış durumdaydı.
Bu küçük önsözü açıkçası büyük bir sıkıntıyla, üstelik Oğuz'u kıs kıs gülerken görmüşçesine bir duygu içinde yazdım, şu garip Orwell yılında. Bir iki özel tutamağım vardı, avuntum da orada. Oğuz Atay'ın çift portreli bir insan olarak düşünülebileceği kanısındayım: Biri neredeyse "pozitivist", temel inançlarından soyutlanması güç, "dayanıklı" insan: "Topografya" kitabını, belki de Mustafa İnan'ın yaşam öyküsünü yazan, 1960'ların başında bir fikir gazetesi çıkartmak için çırpınan kişi. Öteki, tam tersi oysa: Korkuyu beklerkenden tehlikeli oyunlara bile tutunamayan, gene de o oyunlarla yaşayan, geleceği elinden alınmış, kırgın, hatta umutsuz biri: Günü geldiğinde yazdıklarının anlamına bile yetişemeyen Oğuz Atay. Biri gülüyorsa bu önsöze, öteki yalnızca bakıyordur. İkisi de inanmıyordur şüphesiz. İkisi de soruyordur sonra: “Ben burdayım sevgili okurum, sen neredesin?" "Bir Zar Atımı"nın önsözünde şunları yazar Mallarme: "Bu not okunmasın ya da okunduktan sonra unutulsun isterdim." Ben de bu önsöz için aynı dilekte bulunacağım "Tutunamayanlar"ın okurundan: Romandan hemen hiç söz etmedim, kimse yazar ile okur arasına girmemelidir; Oğuz Atay'dan, o yaşarken olup-bitenden birkaç kıvılcım sürdüm önünüze: Bu kıvılcımlardan başkalarını çıkartmak daha kolay olabilir, diye düşündüm: "Tutunamayanlar" belli biri tarafından, belli tarih ve coğrafya enlem-boylamında, belli bir bağlamdan çıkıp belli bir bağlama doğru yazılmıştır. Onu kuşatan gerçekliği onun gerçekliğinden soyutlamamak gerek. Öte yandan, bir kitabın ön ve arka kapağı arasında belki de "hiç kimsenin ürünü" bir metin yer alıyordur: "Çağların, depremlerin, sellerin yazdığı" bir metin... Oğuz'un kendisine giderayak yakıştırdığı tanımlama gerçekten yakışıyor mu ona? Gerçekten de geleceğinin elinden alındığına inanabilir miyiz bugün? Ölümünden yedi yıl sonra, "Bütün Eserleri"ni yayımlamayı üstlenen İletişim Yayınları'na, genç okurlara bu geleceği göğüsleme olanağı verdiği için Oğuz Atay'ı unutmayanlar adına teşekkür etmek isterim: Bizlerin korkusu, geçmişin de elimizden alınması olasılığından kaynaklanmıyor muydu? Şubat 1984, İstanbul
23 Şubat 2015 Pazartesi
Denize Gidip Dönen Mavilerin Bire İndirgenen Üçlüğü, T.Uyar
DENİZE GİDİP DÖNEN MAVİLERİN BİRE İNDİRGENEN ÜÇLÜĞÜ Yalanlı dolanlı alçak doğruca yaşanmamış birBir gözsüz kulaksız elsiz ayaksız güdük bir günBütün yitiklerim karalarım üstüste üstüste bütün karışıklığımGelip geçtiğim macera şu kadar binler yıllıkŞu kadar binler yıllık karalarım karışıklığım üstüsteUsul usul insan insan ölüm ölüm üstüsteŞu kadar güneş şu kadar su şu kadar su yılanı şu kadar düzenBen sebepliyim denizlere aylara kavgalara umursuzluğaBir maviyi durup dururken birine benzetiyorumBir balığın ağzını anıyorum durup dururkenSerinliyorumBen üç yer tasarlamıştım üçü de sana bana uygunBiri günebakanlarda biri otuz yaşta birini sormaBirini sorma gün gelir ben söylerimDaha usta olurum daha yiğit o zaman söylerimBu kırgın karanlığı bir ışıtalım ilkinYeniden şehirler kuralım şimdikilerine benzeyenBaştan başlayalım susamlara ekmeklere
denizaşırılarına sevmelereGidip dönelimBelki bir yerde bir tohumda bir durumda belkiBelki o ses o yudum o yumuşak döşekler yeşil yeşillerBen taş çekerim yılmam çamur kararım yol döşerimBakarsın göneniriz gidip dönelimBen yılmam taş çekerim çamur kararım benSenin de gürül gürül saçların var nasıl olsa.
Metin Feyzioğlu: Tayyip Erdoğan dönemi bitmiştir
20 Şubat 2015 Cuma
Mutluluk, J.L. Borges
18 Şubat 2015 Çarşamba
Attila József, A.Oktay
ATTILA JÒZSEF
Çamaşırcı anam! Siyah
bir gülün rüzgârda
titrediği an'
sın. Bir tülbent
gibi emdim yıllarca,
sızdırdığın kederi. Bir düş
bir koku gibi sindirdim
ruhuma.
Kim bilebilir
bir kucaklayıştaki yabanıl
utancı ve çağıldayan
öfkeyi gözyaşında? Aç
oğuldan başka.
Belleğimdedi
hâlâ, delinip örselenmiş
belleğimde; kırılan
bir vitrayın sesi gibi: "Oturup
kalmıştın elinde fincan
ve hafif bir gülümseyiş
dudaklarında."
İlk Melek
böyle mi görünmüştü
inanmışa?
Gündüzün övgüsü! Bahçenin
övgüsü! Koşuyor biri tarhların
arasından, koparmak için
bağrımdaki kapkara mührü. Ey yitik
sevgililer! Hanginizsiniz
Martha mı Flora mı? Bir tan
atımı ya da yaprağın
üzerindeki sabah
çiyi gibi.
Buydu tek istek.
Buydu özlem.
Oysa kucaklıyor beni
bir ırmak gibi delilik.
Tanıdım! Tanıdım! Güzün
sesi: Bir kanayış
gibi. Değdi değecek toprağa
bir yaprak: Çok Acıyor
Kırık aynada da evlatlığın
yüzü: Hüzün
ve dehşet
tüm geçmişinde: Çok Acıyor
Mevsim! Akıt ölülerini,
dudağındaki kanı sil. Yolcu
sarkmış camdan, bir gök
parçası her mendil: Çok Acıyor.
Sarıl bana doktor. İkizim
ol. Gezdirdim yeraltımda
seni. Döküldü çürüyen
dalın üstündeki kabuk.
Bir uçurumdu, öğrendik birlikte
her yeni sözcük. Hortlaksıdır
gördün ki kimi ruh.
Bölüş!
Bu çığlığım: Tarihin
ve zamanın dibinden
geliyor ve sesleniyor
umarsız soydaşına.
Bul beni
doktor. Giyindim işte kışın
ve yasın rengini.
Zalim gün! İlenç
var dilimde. Korku var
dilimde.
Dizelerimde
beyaz terörün, sıkıyönetimlerin
ve yoksulluğun lekesi.
Tanıdım! Tanıdım! İçimde
ilk yağacak karın sesi.
Uğurluyor beni, zamanın
kalbine, istasyondaki
her mendil:
Kapanmayan
yarasıyla doğandım.
17 Şubat 2015 Salı
Comte de Lautréamont, Maldoror'un Şarkıları (ÖNSÖZ, Özdemir İnce)
SORUSU SORULMAMIŞ YANITLAR
On dokuzuncu yüzyılın sonu görecek,
kendi şairini." (Birinci Şarkı)
Yukarıdaki dizeyi yazdığında ya yirmi ya da yirmi iki yaşındaydı Isidore Ducasse. Maldoror'un Şarkıları'nı yazmaya başladığında adı Isidore Ducasse'tı; ama, yazma süreci içinde Comte de Lautréamont' a dönüştü. Poésies'yi yazarken tekrar kılık değiştirip Isidore Ducasse oldu. Ne var ki, tanımlamaya çalışacağımız kişilik için bu iki ad da yeterli değil; çünkü, en azından, ikinci doğuşu olan bu yüzyılın yirmili yıllarından bu yana tek bir kişilik var: Ducasse-Maldoror-Lautréamont.
Bu kendini beğenmiş(?), başta Gaston Bachelard olmak üzere kimilerine göre deli; bu adı alıntı, kitabının adı yapıntı ve yapıtının bir bölümü çalıntı; bu neredeyse dâhi liseli'nin (A.Camus) ülkemizde tanındığını sçyleyemeyiz: Adını biliyoruz, edebiyat çevrelerinin bir kesiminde söylencesi dolaşıyor, birkaç çeviri sayesinde yapıtı biraz aralandı, o kadar. Ama, başta Fransızlarınki olmak üzere üstgerçekçilerin (sürrealistlerin) yapıtlarında ve çağcıl şairlerin önde gelenlerinin çoğunda bir parça Ducasse-Lautréamont bulmamız hiç de zorlama sayılmamalı. "Bugünkü şiirin sorumluluğunda en büyük pay bu adama düşer." diyen André Breton, bu düşünceyi büyük ölçüde doğruluyor. Anlama biraz bulanıklık getiren "sorumluluğunda" sözcüğünü "oluşumunda" olarak algılarsak, bu delikanlının şiirsel eylemi çok daha belirginlik kazanmış olur. Öte yandan bu görüşü paylaşan yalnızca Breton değil:"Rimbaud'yu, Maldoror'un VI. Şarkısı'nı okuyunca kendi yapıtlarımdan utandım." (A.Gide)"Maldoror'un birazcık tadına bakınca, bütün şiir yavanlaşıyor." (Aragon)"Lautréamont'u açın! Bütün edebiyat şemsiye gibi tersine döner." (Francis Ponge)Kısacık ömründe geleceği yaşamış; "bugün" ü yadsıdığı, "bugün" de "yarın" ı yaşadığı için çok uğultulu bir yalnızlığa kapanmış olan Lautréamont'un durumu birçok bakımdan çelişkili görünüyor. Marcelin Pleynet'ye göre, o olmaksızın Fransız kültürü eksik ve tamamlanmamış kalırdı; Fransız edebiyatı, tümüyle, yüzü geçmişe dönük bir tekrar taslağı izlenimi uyandırırdı. Demek oluyor ki, Lautréamont ve yapıtı, Fransız kültür ve edebiyatının "olmazsa olmaz" bir öğesi durumunda. Ama, bunula birlikte, en temel dayanaklarına varıncaya kadar yadsıyarak, tersine çevirerek bu kültürün içinde kendine ancak bir yer açabildi (o da yarım yüzyıl sonra). Kendinin taraf ve nesnesi olduğu bir davada Fransız kültür ve edebiyatına meydan okudu. Ama, yalnmızca bu kültüre, bu edebiyata mı karşıdır bu benzersiz başkaldırı?Poésies I'in başlarında "Anı bırakmayacağım arkamda," dediğini, yayıncısı Verboeckhoven'e, ölümünden dokuz ay, üç gün önce yazdığı 21 Şubat 1870 tarihli mektubunda, "Biliyorsunuz, geçmişimi yadsıdım," diyerek bu kararını pekiştirdiğini siz de okuyacaksınız. Nitekim, Maldoror'un birinci şarkısının ilk baskısında adı geçen lise arkadaşı Georges Dazet'nin adını ikinci baskıda kaldırıp yerine hayvan adları koyarak bizi Tarbes Lisesi'ne ve özel yaşamının bir dönemine götürecek yolun önünü tıkamak istemiştir. "On dokuzuncu yüzyılın sonu görecek kendi şairini" diyerek sonsuzlaşmak, ölümsüzleşmek istediğini hiç de alçakgönüllü olmayan bir biçimde dile getiren (bu saplantıyla Şarkılar'ın birçok yerinde karşılaşacağız) ve arkasında anı bırakmak istemeyen, kısacık bir ömrü, üç dört yıllık bir edebi yaşamın geçmişini silmeye kalkışan bir bilinç: Uçurumla doruğun çelişkisi; uçurumla doruğun baş döndürücü çelişkin birliği.Ama, her şeye karşın geriye bir şeyler kaldı: İki ad, iki kitap, altı mektup ve ilk kez 1977 yılında yayınlanan bir tek fotoğraf.
ISIDORE DUCASSE'tan
COMTE DE LAUTRÉAMONT'a
Isidore Ducasse 4 Nisan 1846 günü, Arjantinlilerin kuşatması altında bulunan Montevideo'da (Uruguay) doğdu ve Prusyalıların kuşattığı Paris'te, Komün'den üç ay kadar önce, 24 Kasım 1870 günü öldü. Toplam olarak 24 yıl, 7 ay, 20 gün yaşadı.
Isidore doğduğunda babası otuz yedi, annesi yirmi beş yaşındaydı. Annesi Célestine Jacquette Davezac (1821) ile babası François Ducasse (1809) Montevideo'da evlendiklerinde (21 Şubat 1846) Isidore'un doğumuna iki ay kalmıştı, yani annesi yedi aylık hamileydi.
Güneybatı Fransa'da, Tarbes yakınlarındaki Bazet'de doğdu François Ducasse. Aynı bölgede bulunan Sarniguet adlı köyde ilkokul öğretmenliği yaparken, bu köyde doğmuş olan Célestine Jacquette Davezac ile 1837-1839 yılları arasında tanuştı. François Ducasse'ın 1839 yılında Güney Amerika'ya gittiği, bundan üç yıl sonra da Célestine Jacquette Davezac'ın aynı yolculuğa çıktığı tahmin ediliyor.
1840 yılına doğru Montevideo Fransız Konsolosluğu'nda çalışmaya başlayan François Ducasse, oğlu Isidore'un doğumundan hemen sonra kançılar olmuştu. 1887 yılında öldü. O sıralarda, altı yedi bin dolaylarında Fransız göçmenin yaşadığı Montevideo'daki konsolosluk üstleri il Dışişleri Bakanlığı (Paris) arasında yapılan yazışmalardan, François Ducasse'ın çok başarılı, çok yetenekli, çok çalışkan bir memur ve yönetici olduğu, görevinde övgüye değer roller oynadığı anlaşılıyor. Böylesine işi başından aşkın bir babanın oğluyla yakından ilgilendiği düşünülemez, hele karısının erken ölümünden sonra.
Annesi 9 Aralık 1847 günü intihar ederek (bu sava karşı çıkanlar da var) öldü. Demek ki, annesi öldüğünde Isidore yirmi aylıktı.
Isidore Ducasse'ın doğumuyla, öğrenim için Fransa'ya gönderildiği Ekim 1859 yılı arasındaki on üç yıllık yaşamına ilişkin hiçbir bilgimiz yok, Uruguaylı Alvaro Guillot Munoz'un bulup 1925 yılında Lautréamont et Laforgue adlı kitapta yayınladığı 16 Kasım 1847 tarihli vaftiz belgesi (Montevideo Katedrali) dışında.
Aslına bakarsanız, 1859-1863 Tarbes Lisesi, 1863-1865 Pau Lisesi yaşamından hemen hemen hiçbir bilgimiz yok, Pau Lisesi'nden sınıf arkadaşı Paul Lespés'in anıları dışında. Zaten Paul Lespés, etiyle kemiğiyle Isidore Ducasse'ı gördüğünü söyleyen, görgü tanıklığına dayanarak onunla ilgili bilgi veren iki kişiden biri.
Ağustos 1865'te Pau Lisesi'nden ayrılan Isidore Ducasse'ın izini 21 Mayıs 1867 tarihine kadar yitiriyoruz; 21 Mayıs günü Tarbes Valiliği'nden bir pasaport ve 25 Mayıs günü de uruguay için vize aldığını kayıtlardan biliyoruz. Aynı yıl Paris'e döndüğü ve bir edebiyatçı olarak 23, rue Notre-Dame-des-Victoires adresine yerleştiği biliniyor.
Ducasse'ın I. Şarkı'nın elyazmasını Ağustos 1868'de basımcı Balitout'ya teslim ettiği tahmin ediliyor. I. Şarkı'nın bu baskısı yazarın adı olmaksızın yayınlandı. Evariste Carrence'ın Bordeaux Şiir Yarışması'na katılan Şairlerden derleyerek Ocak 1869'da yayınladığı Parfums de l'âme adlı ortak kitapta ikinci kez ve gene imzasız olarak yayınlanan I. Şarkı'da bazı düzeltmeler yapıldığı görülüyor. Aynı metnin bazı değişikliklere uğramış kesin biçimi, aynı yılın yaz aylarında Les Chants de Maldoror I. II. III. IV. V. VI. başlığıyla yayınlanan tam metin içinde yer alacaktır. Lacroix ve Verboeckhoven adlı yayıncıların Brüksel'de yayınladıkları yapıtın yazarı olarak ilk kez Comte de Lautréamont adı görülmektedir. Ancak, şairin 27 Ekim 1869 tarihli mektubunda kabul ettiği anlaşmaya karşın, yayıncılar yapıtı depolarında tutacaklar ve yazar kitabının Paris kitapçılarında satışa çıktığını göremeden bu dünyadan göçüp gidecektir. İşin aslı şudur: Kitabın adı, Yurtdışında Basılmış, Yasak Yayınlar Bülteni 'nde yer aldığı için basımcılar korkmuş ve kitabı dağıtmamıştır. Bununla birlikte yazarın eline 10-20 nüsha geçmiştir.İçişleri Bakanlığı'na Nisan 1870 günü teslim edilen Poésies I ve Haziran 1870'de teslim edilen Poésies II'nin yazarı olarak Isidorc Ducasse görünmektedir.Birkaç ay sonra, 24 Kasım günü, 7 rue du Faubourg-Mont-marte adresinde ölecek ve ertesi gün geçici olarak, Montrnartre mezarlığına gömülecektir. Belirtilen tarihte öldüğü kesin, çünkü Seine ili tarafından düzenlenmiş ve yirmi dört yaşındaki Isidore Lucien Ducasse adlı edebiyatçının saat sekizde öldüğünü bildirir bir belge var. İlkin, 25 Kasım 1870 günü kuzey (Kuzey-Montmartre) mezarlığının 35. bölümüne gömülen ceset, 20 Ocak 1871'de 49. bölüme aktarılacak ve nihayet kemikleri 1890 yılında Pantin kemikliğine taşınacaktır.Lacroix ve Verboeckhoven'in 1869 yılında bastığı, ama dağıtmayıp depoda sakladığı Maldorofun Şarkıları, Brüksel'deki _Ican-Baptiste Rozez kitabevi tarafından 1874 yılında satışa çıkartıldı, ama hiçbir başarı kazanmadı. Şarkılar, ölüm belgesi üzerinde Ducasse'ın doğum ve ölüırı tarihlerini saptayan ve onun bankacı Darasse'a yazdığı iki mektubu bulan Leon Genonceaux tarafından yeniden basıldı (1890), ama Lacroix-Rozez baskısı henüz tükenmemişti.1870 yılında yayınlanan Poésies I ve II'nin, 1891 yulında Remy de Gourmont tarafından Ulusal Kitaplık'ta bulununcaya kadar, yirmi bir yıllık bir dönemde herhangi bir yerde izine rastlamıyoruz. Léon Genonceaux'nun yayınından sonra, bu sırada Ulusal Kitaplık'ta çalışmakta olan Remy de Gourmont, Isidore Ducasse'ın yapıtı üzerine yaptığı araştırmaları Mercure de France'ın Şubat 1891 sayısında yayınladı. Birçok değerli bibliyografik bilgiyi ona borçluyuz. Bundan yirmi sekiz yıl sonra André Breton Ulusal Kitaplık'a gidecek (1919), birinci ve ikinci kitabı eliyle kopya edecek ve bunlar Littérature dergisinin nisan ve mayıs sayılarında yayınlanacaktır.Poésies I ve II tek kitap olarak 1920 yılında, Philippe Soupault'nun önsözüyle Au Sans-Pareil'de yayınlandı.Sonuç olarak, Isidore Ducasse/Comte de Lautréamont'un ve yapıtlarının okurla gerçek tanışmasının 1920'den itibaren, yani ölümünden elli yıl sonra gerçekleştiğini söyleyebiliriz.
İKİ TANIKLIK
Isidore Ducasse'a ilişkin ve çoğu hâlâ varsayımdan öteye gitmeyen birkaç bilginin toplanması için tam yüz yıl gerekti. Şarkılar'ın üçüncü yayıncısı L. Genonceaux'nun, ilk yayıncı Lacroix'nın (Isidore Ducasse'ı gördüğü bilinen iki kişiden biri) tanıklığına dayanarak verdiği bilgiye göre, "Isidore Ducasse Paris'e Politeknik Okulu'nda ya da Madencilik Okulu'nda okumaya gelmişti. 1867 yılında, 23, rue Notre-Dame-Des-Vistoires adresinde bulunan otele yerleşmişti Güney Amerika'dan gelir gelmez. Esmer, uzun boylu, tüysüz, sinirli, düzenli ve çalışkan bir delikanlıydı. Ancak geceleri ve piyanosunun başında yazardı. Cümlelerini yüksek sesle tekrarlayarak müzik eşliğinde kurardı." Gecenin herhangi bir saatinde başlayan çalışmalardan, yataklarından fırlayarak uyanan öteki otel müşterileri şikâyetçiymiş. Isidore Duccasse'ın ölümünden yirmi yıl sonra yayınlanan bu satırların doğruluğunu (ya da tersini) kanıtlamak olanaksız. Buna karşın Gomez de la Serna'nın (1925), André Malraux'un (1920), Philippe Soupault'nun (1946) bu kaynaktan yararlandıkları görülür.İkinci tanık, François Alicot'nun kendisiyle söyleşi yaptığı yıl (1927) 81 yaşında olan, Ducasse'ın okul arkadaşı Paul Lespês. Ducasse'ı 1864 yılında Pau Lisesi'nde tanıdığını söyleyen Lespês, onunla ilgili olarak şu bilgileri veriyor:"Bu uzun boylu, sırtı biraz kambur, soluk tenli, uzun saçları alnının üzerine dökülen, ekşimtrak sesli delikanlı hâlâ gözümün önünde. Çekici bir özelliği yoktu yüzünün... Kederli ve sessizdi, içine kapalıydı. Mutlu ve özgür bir yaşam sürmüş olduğu denizötesi ülkelerinden bana birkaç kez heyecanla söz etti."Lespés'ın verdiği bilgiye göre, Gustave Hinstin'in belagat dersine büyük ilgi gösterirmiş Ducasse; Racine ve Corneille'i ve özellikle de Sofokles'in Kral Oidipus'unu severmiş; Edgar Poe ve Théophile Gautier'ye hayranmış. Birinde kendisine garip ritimli, karanlık düşünceli birkaç şiir göstermiş. "Ducasse Latin koşuğundan tiksinirdi" diyor Lespés.Lespésîn konuşmasının tümünü buraya aktarmamızın olanağı yok. Ancak onun yaptığı tanım, Genonceaux'un betimlemesini doğruluyor: "Esmer, uzun boylu, tüysüz, sinirli, düzenli ve çalışkan bir delikanlıydı."Okul belgelerinden, lise birinci sınıfta aritmetik, geometri ve resim derslerinde sınıf birincisi, Latinceden Fransızcaya çeviride beşinci, Fransızcadan Latinceye çeviride dördüncü, dilbilgisi dersinde dördüncü olduğu anlaşılıyor. Sınıf onur listesinde üçüncüymüş. Öteki sınıflarda da aşağı yukarı aynı düzeyi tutturduğu görülüyor.Fen derslerine, özellikle de biyolojiye yatkınlığına Şarkılar'da sık sık tanık olacağız. Bu alanlardaki bilgilerini bir şiirsel metne geçirmekten alaylı bir kıvanç duyuyor gibidir.LAUTRÉAMONT-MALDOROR-DUCASSE
Max Chaleil'e göre şöyle bir denklem yazılabilirDucasse + Maldoror = LautréamontIsidore Ducasse'ın Lautréamont'a dönüşmesi ve Maldoror sözcüğü uzun süre bilmece olarak kaldı. Maldoror bilmeceliğini sürdürüyor, ama Lautréamont'un kaynağını biliyoruz artık: Eugéne Sue'nün LATRÉAUMONT adlı romanı. M'nin önündeki “U” harfi, birinci T`nin önüne gelerek Lautréamont'u oluşturuyor. Bu seçim ayrıca Maldoror'un Şarkıları'nın yapısal ve yöntemsel bakımdan halk romanı (roman populaire) ve kara romanla (roman noir, korku romanı) ilişkisini de açıklamış oluyor.Basit bir ödünç alma (kimlik, ad, kişilik) olayıyla mı, yoksa bir değişim, bir başkalaşımla (metamorphosis) mı karşı karşıyayız? Ducasse'ın, ikinci yapıtı Poésies'yi bir geriye dönüş yaparak kendi adıyla imzaladığı göz önünde bulundurulacak olursa, “metamorphosis” anlamında sürekli bir kimlik değişiminden söz etmek oldukça güç görünüyor. Bu değişim söz konusu olsa bile Maldoror'un Şarkıları'nın sınırlarını aşmıyor gibi. Ancak J.M.G. Le Clézio'nun 'Maldoror et les Métamorphoses” (Maldoror ve Değişimler) adlı incelemesinde, “Şarkılar'da en önemli özellik değişimdir. Hiçbir XIX. yüzyıl şiirsel yapıtı bu yöntemi bunca ısrarla kullanmadı. Bu, gerçekten bir yöntem mi, bilinçli bir kullanım mı? XIX. yüzyıl dağarcığında sık başvurulan bir sözcük olmamasına karşın değişim (métamorphose) sözcüğü düzenli aralarla yedi kez kullanılıyor." cümlesini okuduğumuz ve altı şarkıda insanın birçok kez hayvana, altıncı şarkıda da Tanrı'nın gergedana dönüşümüyle karşılaştığınız zaman, Comte de Lautréamont adının bir ödünç alma (takma ad, müstear ad) eyleminden çok bir kimlik değişimine yakın olduğunu düşünebiliriz. Öte yandan, birinci şarkının iki kez yazarın adı belirtilmeksizin (anonim) yayınlandıktan sonra, tamamlanmış altı şarkılık yapıtın yazarlığını Lautréamont'un yüklenmesi, yukarıdaki "Ducasse + Maldoror = Lautréamont" denkleminin olasılık payını güçlendiriyor. Nitekim, Maldoror aradan çekilince, P0ésies'de yerini lsidore Ducasse'a bırakıyor Lautréamont, Ancak Poésies'de Maldoror'un kendisinin değilse bile gölgesinin bulunmadığını ileri sürmek de acelecilik olur: Çünkü, Poésies'de Maldoror'un köktenci, alaycı ve "günahkar" tutumunu tanımakta güçlük çekmiyoruz. Maldoror'un Şarkıları yazı'ya, rahat'a, uygun'a ne kadar karşı ise Poésies de o kadar karşıdır.Isidore Ducasse'ın aralanmaz karanlığı bu ad bağlamında da direnmesini sürdürüyor. Yorum olanaksız, bir ödünç alma mı yoksa bir değişim mi? Hâlâ soruyoruz. Bildiğimiz en kuşkusuz gerçek, bu adın bir halk romanının adından bir harfin yer değiştirmesiyle türetilmiş olduğu.MALDOROR'a gelince, bu ad bir çoğul yoruma açık görünüyor: Roland Derche'e göre, "Maldoror, kinin oğlu, bir şeytanın adıdır."René Crevel'e göre, "Maldoror, Kötülüğün şafağıdır" (Maldoror, aurore du mal). Robert Amadou'ya göre, “Maldoror, şafağın şeytanıdır" (Maldoror, le Mauvais de l'aurore).P.O. Walzer'e göre, Tanrı'nın bağışı anlamına gelen Théodore'un olumsuzlanması, tersine çevrilmesidir Maldoror: "Don du Mal" yani Kötülüğün bağışı. Albano Rodrigués'e göre, İspanyolca “Kötü acı"nın (Mal dolor) dönüştürülmüş şeklidir.Marcel Jean ve Arpad Mezei'ye göre Maldoror, mald (lanetli) ve oror (aurore, şafak) sözcüklerinden oluşmuştur, yani şeytandır (Lucifer).Marcelin Pleynet'ye göre Maldoror, "Şafak bunalımı" ya da “şafağın kötülüğü"dür (maldoror, le mal de l'aurore).Philippe Sollers de "La Science de Lautréamont" başlıklı yazısında Pleynet'nin görüşünü desteklemektedir.Şu ya da bu yorum; hiçbiri ne yeterli, ne de yetersiz. Şarkılar'ı okurken tek tek bu varsayımların hepsini doğrulayabilecek nitelikte dizelerle karşılaşacağız. Maldoror, yorumu ne olursa olsun, Baudelaire'nin Les Fleurs du Mal'i Rimbaud'nun Illuminations'u kadar çoğul bir bilmece sunuyor bize.Bütün görünüşlere ve yazarın birinci şarkıdan sonra geçirdiği değişime (la mutation) karşın ne Lautréamont, ne de Maldoror tıpatıp benzeri ya da suretidir Ducasse'ın. Maldoror'un değişimleri; eylemlerin kip ve zamanlarının durmadan değişmeleri; öznenin “ben" den "sen"e, “sen"den “o"na dönüşümleri; teatral konuşmalar ya da aktarılan konuşmalar; dolaylı ya da doğrudan biçem, bize, gerçek ve tek kılavuzun okur olduğunu gösteriyor. Kendini okuma ortamında bir yere yerleştirecek ve kendisine bir bakış açısı seçecek olan okurdur.İyi ama, yazar ve yarattığı kişinin eytişimine ilişkin olarak Faust'da “Sonuçta, kendi yarattığımız yaratıklara bağımlıyız" diyen Goethe'nin, Ducasse, Maldoror ve Lautréamont ilişkisine bir parçacık olsun aydınlık getirmediğini ileri sürebilir miyiz?TARİHSEL ORTAM
İlerde belki bir kez daha tekrarlayabiliriz, ama Şarkılar ve Poésies'nin alnacında şu tanımı okuyabiliriz: Bu iki yapıt, güç'e (otorite) karşı açılmış savaştır; kaynağı ne olursa olsun (T anrısal, doğal, toplumsal, yazınsal ve ruhsal...) Güç'e karşı dönüşsüz bir başkaldırıdır. Daha somut konuşacak olursak, Tanrı, III. Napoléon ve burjuvazinin işbirliğine ve bu işbirliğinin her türlü yansımalarına karşı amansız bir başkaldırıdır. Bu nedenle, bu başkaldırı ve savaşın oluştuğu tarihsel ortamı tanımak, Ducasse'ın yapıtının çözümlenmesine büyük ölçüde yardımcı olabilir.1846 yılında doğup 1870 yılında ölen Isidore Ducasse, XIX. yüzyılın ikinci yarısının siyasal ve toplumsal bakımdan olumsuz, bilimsel gelişmeler bakımından olumlu ikinci yarısına tanık oldu:İkinci Cumhuriyet'e son verip İkinci İmparatorluk'a yol açan III. Napoléon'un 1851 darbesi devleti küçük burjuvazinin hizmetine sundu. 1852-1870 yılları arasını kapsayan İkinci İmparatorluk ülke içinde demokrasiyi geriletip III. Napoléon'u, bu çağdaş diktatörlerin ilk örneğini, bir “proto-faşist" durumuna getirdi. Bu dönem, yurtiçinde kapitalist sömürünün doruklara tırmandığı, sınıf bilincinin biçimlendiği; yurtdışında emperyalist politikanın iyice hızlandığı yılları kapsamaktadır. Emperyalist politikanın yurtiçine aktardığı bolluk, sınıfsal çelişkileri törpülemek yerine daha da keskinleştirmekteydi. Kuzey Afrika, Hindiçin ve Senegal'e yerleşen Fransız sömürgeciliği ülkeyi zenginleştirirken, Paris Komünü'yle noktalanacak toplumsal çalkantıları da mayalandırıyordu. Bu yıllar Ortaçağ Parisinin yıkılıp günümüz Parisinin kurulduğu; Printemps, Samaritaine gibi büyük mağazaların açıldığı; Uluslararası İşçiler Birliği'nin kurulduğu yıllardır. Bunların yanı sıra sanayi gelişmekte ve sanayi toplumu kurulmaktadır. Bunlara koşut olarak Mendeleev kimyasal maddeleri sınıflandırarak bilimsel çalışmaların önünü açmış, Darwin de Türlerin Kökeni (l 866 yılında Fransa'da ikinci baskısı yapıldı) ile insan kavramına zihinleri ve ruhları sarsan dindışı bir görüş getirmiştir. İnsan artık "kutsal" değildir, Tanrı'nın sureti değildir. Klasik dünya yıkılırken, burjuvazinin öncülük ettiği çağcıl dünya kurulmaktadır. Lautréamont'un Şarkılarda biyoloji ve bilimlere başvurmasının Ducasse'ın Poésies'de başta Pascal olmak üzere klasik dünyanın yazar ve düşünürlerine saldırmasının nedenlerini bu köklü değişimlerde aramamız gerekmektedir. Toplumsal değişimlere koşut olarak, romantik estetik iki bin yıllık klasik estetiği parçalamış, yerine burjuvazinin yeni estetik değerlerini getirmiştir; romantizme yol açan "çağ bunalımı" (le mal du siécle), aynı zamanda gerçekçiliği de (1815, 1830, 1848 ve 1851 olaylarından geçerek) hazırlamıştır. Devrimler, bastırılan devrimler, karşı-devrimler: Tam anlamıyla bir kaos! Klasik estetik parçalanırken Grek-Roma ve Yahudi-Hıristiyan insan anlayışı da yıkılmış, felsefede pozitivizm konuşmaya başlamıştır. İnsanın iç ve dış dünyası bir sarsıntı yaşamaktadır; insan, nesnel gerçeklikler karşısında, bir atılım ve kaçış ikilisini ve ikilemini birlikte duyumsamaktadır. Bu kaosun Ducasse-Lautréamont'un yapıtına yansımadığını kim ileri sürebilir?Isidore Ducasse'ın bu dönemdeki yaşamına ilişkin somut bilgilerimizin bulunmamasına karşın, yapıtının muhalif yapısı, onun toplumsal muhalefetin içinde olduğunu düşünmemize olanak veriyor. Bu görüşü güçlendiren bazı veriler de var: Bir düelloda III. Napoléon'un amcası Prens Pierre Bonaparte tarafından öldürülen ve yüz bin kişinin katıldığı cenaze töreni bir ayaklanmaya dönüşen gazeteci Victor Noir'ın adı Poésies I'de geçmektedir. Yayıncısı Lacroix, İmparatorluk sansürüyle başı dertte olan bir muhaliftir (Bkz. Darasse'a 12 Mart 1870 tarihli mektup); Poésies'yi ithaf ettiği dergi yöneticisi Frédéric Damé, Komün'e katıldığı için Romanya'ya sığınmak zorunda kalmıştır; gene de ithaf listesinde bulunan Joseph Durand'ın da Komün'e katılmış olduğu ileri sürülmektedir. Ducasse'ın bu dönemde yaşadığı "Grands Boulevards" çevresinde bulunan "Madrid" ve "Suéde" kahveleri, çoğu Komü'e katılacak olan gazeteci ve yazarların toplandığı yerlerdir. Şarkılar ve Poésies'nin yıkıcı zihniyeti, yazarın bu muhalif çevreyle bir ilişkisi olduğunu düşünmemize yol açıyor. Yoksa, yapıtlarının efsane yıkıcı (démystification) girişimi nasıl açıklanabilir?KAYNAKLAR VE YÖNTEM
Lautréamont yorumcularının çoğunun düşüncesini Maurice Blanchot'nun şu cümlesi özetliyor gibidir". "Onun imgelem gücü kitaplarla kuşatılmıştır." Marcelin Pleynet, bu Önsözün en Önemli kaynaklarından biri olan Lautréamont adlı kitabında "hangi kitaplar?" diye sorduktan sonra bu sorunun yanıtını arıyor. Poésies'de romana karşı olduğunu açıklayan Isidore Ducasse'ın en önemli kaynağının kara roman (korku romanı, tale of terror) olması da onun çelişkili tutumuna ters düşmüyor. André Breton, Edmond Jaloux, Julien Gracq ve Paul Eluard, kaynaklar arasında aslan payını kara romana ve halk romanına ayırıyorlar. Bu romanlar arasında İrlandalı romancı Charles Robert Maturin'in (1782-1824) Melmoth the Wanderer'ı ile İngiliz romancı Horace Walpole'ün (1717-l797) The Castle of Otranto'su en önemli yeri tutuyorlar. Bunların arasına adını romanından ödünç aldığı Eugéne Sue'nün, Walter Scott'ın ve Ann Radcliffe'in yapıtlarını da katabiliriz. Ne var ki, şiir sanatının Racine'den sonra bir milimetre ilerlememesinin sorumluları kabul ettiği “Çağımızın Büyük Uyuşuk-Kafaları" arasında “Kafadan Çatlak Hayalet" Ann Radcliffe'in ve “Karanlıklann Dalavere Ortağı" Maturin'in de adlarını sayması son derece ilginç olsa gerek. Şarkılar'da kara romanın yalnızca gerçek ve doğaüstünün (fantasmagorie) oluşturduğu içeriğin değil, aynı zamanda okurun merakını gıdıklayan yöntemin de etkili olduğunu (özellikle VI. Şarkı'nın bölüm sonlarında) saptayabiliriz.Lautréamont'un kaynakları üzerine bir tez hazırlayan Pierre Capretz onun bir Sade okuru olduğunu ileri sürer; Maturin'in Bertram'ını, Goethe'nin Faust'unu, Klopstock ve Leconte de Lisle'i okuduğu kanısındadır. Capretz kaynaklar arasında İncil ve Tevrat'ı, dönemin dergilerini ve özellikle Doktor Chenu'nün Encyclopedie d'Histoire Naturelle'ini anar. Maldoror'un Şarkılarındaki kuş ve hayvan betimlemeleri neredeyse sözcüğü sözcüğüne Dr. Chenau'nün "Doğabilim Ansiklopedisi"nden aktarılmıştır.Daha ileride bir kez daha değineceğiz: Ducasse'ın yazılı kaynaklardan yaptığı “kolaj"ın başlıca amacının, değerlerin tersine çevrilmesi olması gerekir (Hubert Juin). Poésies I ve II'yi yazarken tekrar lsidore Ducasse'a dönüşen Lautréamont, Vauvenargues ve Pascal'ın özdeyişlerini tersine çevirirken, kültürün ancak bir iktidar bağlamında anlaşılabileceğini anlatmak istemektedir. Kabul edilmiş bir özdeyişin tersine çevrilmesi ise egemen iktidara karşı çıkmaktan başka bir şey değildir. Yöntem Maldoror'un Şarkılarında aynı ölçüde anlamlıdır: Kendini gizleyen yazar, ansiklopedik bilgiye karşı güvensizliğini dilc getirmektedir. Gerçekten de ansiklopedi, kabul edilmiş bilgilerin toplamından başka nedir ki? Şiirsel söylem ise uzlaşmanın geri çevrilmesiyle bilinmeze çıkılan yolculuktur. Böylece, Lautréamont, Maldoror'un Şarkıları'nda onaylanmış bilgileri sarsmakta, hümanistlerin yaptığı insan heykelinin altından altlığını çekmektedir. "Uygun olan" alaya alınmakta ve hiçe sayılmaktadır.Marcelin Pleynet ise, yukarda adını andığınıız kitabında, etkilenme kaynakları olarak İncil ve Tevrat, Baudelaire, Murger, Musset, Poe, Sade, Scott, Flaubert, Goethe, Homeros, Hugo, Gagne, Klopstock, Shakespeare, Eugéne Sue, Wagner, Young'ı ve le Magasin Pittoresque adlı dergiyi sıralar.Julia Kristeva'ya göre ne Maldorofun Şarkıları'nda, ne de Poésies'de basit bir aşırma (intihal) olayı söz konusudur; özellikle Poésies'de dizgesini çıkardığı yöntem bağlamında doğru bir metinlerarası ilişkidir bu. Çünkü yararlanılan kaynak metinler yeni bağlamlarında bir değişim geçirmişler, "mülk" olmuşlar ve yeni bağlamlarına uydurulmuşlardır.Kristeva'ya göre Poésies I, genel olarak romantik söylemi mülk edinmekte; adını andığı romantik yazarların metinleri olduğu gibi aktarılmaksızın izlekleri eleştirilmektedir. Bu özelliği ile Poésies I olumsuzladığı yazarlara karşı ötedilsel (métalinguistique) bir yanıttır. Poésies II'de ise bu olumsuzlama ve tersinleme daha da karmaşıklaşmakta, tam olumsuzlama, simetrik olumsuzlama ve kısmi olumsuzlama kullanılmaktadır.Şunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz ki, eylemin "ne...pas..." arasını alınmasıyla sağlanan basit bir olumsuzlama sayesinde, bir budala Özdeyiş olan cümle, birdenbire bir ışık, bir dehâ kazanmakta ve tatsız bir cümle şiirsel bir söyleme dönüşmektedir. Ya da olduğu gibi aktarılan birinci cümleyi izleyen olumsuzlanmış ikinci cümlenin ortaya çıkardığı çelişki, saçmalık boyutlarına ulaşmakta ve gizli düşünce kara mizaha dönüşmektedir.Isidore Ducass'ın Poésies II'de özellikle Pascal ve Vauvenargue'ı nişan tahtası durumuna getirmesi, bu iki yazarın XIX. yüzyıl liselerinde bir beyin yıkama aracı olarak kullanılmaları göz önünde tutulacak olursa, çok anlamlıdır. Isidore Ducasse, savaş açtığı bir kültürün savunucuları, dayanakları saydığı bu iki yazarı acımasızca gülünçleştirerek bu kültürün temellerine, dolayısıyla da toplumun ve kurulu düzenin yapısına saldırmaktadır.Okurların, kaynak metinler ile üretilen metinler arasındaki ilişkiyi izleyebilmelerine olanak sağlamak amacıyla kaynak metinler kitabın sonundaki notlar bölümünde gösterilmektedir.
BAŞKALDIRAN ŞİİR
Albert Camus Başkaldıran İnsan'da “Lautréamont'la başkaldıranın delikanlılık olduğu anlaşılır." der ve ekler: "Maldoror''un Şarkıları neredeyse dâhi bir liselinin kitabıdır; dokunaklılığı tam olarak, evrene ve kendisine karşı ayaklanmış bir çocuk yüreğinin çelişkilerinden kaynaklanmaktadır." Şair dünyayı olduğu gibi kabul etmektense kıyamet ve yıkımı seçmiştir.Dünyayı olduğu gibi kabul etmemek yalnızca zihniyet düzeyinde kalmamakta, yirmi bir yirmi iki yaşındaki şair, öteki ucunda Mallarmé'nin bulunduğu şiir dilinde devrim yapmaktadır. Kullandığı kolaj yöntemi bir yararlanmadan çok bir yıkımdır, dilin yıkımıdır. Ölçü ve uyak bu devrimin bakış açısı içinde sanki hesapta yok gibidir; devrim dilin dışından çok içine yönelmekte, dilin kendisi devrim geçirmekte ve anlam bağlamında düzyazıdan bağımsız yeni bir “semantik" önerilmektedir. Dünyayı olduğu gibi kabul etmeyen, bu nedenle de kıyamet ve yıkımı seçmiş olan şair, bu dünyanın, yani Tanrı-İmparatorluk-Büyük Burjuvazi koalisyonunun her türlü dilini yıkmayı amaçlamaktadır. Sözdizimsel olduğu kadar dilin ruhunda gerçekleştirilmek istenmiş bir devrimdir bu. Bu nedenle şiirsel söylemin yalnızca ses katmanında (hem gösteren, hem de gösterilen) değil, aynı zamanda ve belki de ondan çok daha ileri bir düzeyde anlam katmanında, gösterilen nesneler katmanında "klasik"ten kopuşma gerçekleşmekte; ses katmanı, ölçü ve uyak gibi dış olanaklardan bağımsız, Özel ve özgün düzenlemelerin ürünü bir ahenkle (ve o ahenkle) ortaya çıkan bir yapı söz konusu olmaktadır. Bilindiği gibi, klasik dünyada şiiri düzyazıdan ayıran iki özellik, iki olanak vardı: Ölçü ve uyak, daha çok da ölçü. Yani düzyazı ile şiir arasında söylemsel bir ayrım yoktu, daha doğrusu şiirsel söylem henüz yoktu diyebiliriz. Yalnızca düzyazıya uygulanan bir koşuk tekniği vardı. Soruna bu açıdan bakınca, Batı dünyasında, şiir ile düzyazının resmi boşanmasının romantiklerle başladığını da görürüz. Gérard Genette'in sözünü ettiği, şiirsel dilin yapısında meydana gelen ve ölçü dizgesinde geriye dönüşsüz bir değişikliğe yol açan devrimin en önemli üç oluşturucusundan birinin, Camus'nün deyimiyle, bu delikanlı olduğunu söyleyebiliriz (Öteki ikisi Rimbaud ve Mallarmé'dir). Boşanma romantikler döneminde başlamıştır, ama biçimsel vc söylemsel olarak yirminci yüzyıl şiirinin temellerini atan devrim, şiirsel söylemin anlam ve gösterilenler katmanında Lautréamont ve Rimbaud sayesinde gerçekleşmiştir. Anlam ve gösterilenler katmanı birimlerinin özgürlüğüne kavuşmasıyla da “ses" katmanında gerçek bir gelişim süreci başlamıştır: Her şiirde yeniden bulgulanan ve tekrarlanması olanaksız, "trade mark"lı (alâmeti farika) bir ses. Artık şair ve şiiri gerçekten özgürlüğüne kavuşmuştur!Yirmi iki yirmi üç yaşında bir delikanlının (Rimbaud da daha yaşlı değildi) bunca değişime yol açan girişiminin tam anlamıyla bilinçli olduğunu ya da olmadığını tartışmanın bir yararı olduğu kanısında değiliz. Çünkü bir bütünün tümüne karşı olmak için (bu bütün bir dizge ise) bu bütünün bir bölümüne karşı olmak yeterlidir; bir dizgenin çökmesi o dizgenin bir biriminin çökertilmesiyle sağlanabilir: Denklem bozulur ve bozulurken yeni denklemin dengelerini kuracak olan ayrıntıların da yolunu gösterir.Bugün tersine bir yolculuk yaptığımız zaman, şiirsel devrimin gerçekleşme sürecini kavrayabiliyoruz. XIX. yüzyılın Tanrısına ve toplumsal değerlerine karşı çıkan zekâ, Pascal'ın cümlesini olumsuzlama formülüne oturtarak şiirsel devrimde önemli bir adım atıyordu. Julia Kristeva şiirsel söylemin doğal olumlama biçiminde bile kendiliğinden olumsuzlamayı da içerdiğini irdelerken, Poésies'yi tanık ve kanıt seçmesi boşuna değil. Bir dizenin ya da bir şiirsel sözün aynı anda olumlu ve olumsuz anlamı içerdiği savı, şiir için devrimsel bir dönüm noktasıdır ("Kösnül nesneler vardır," cümlesi aynı zamanda "Kösnül nesneler yoktur" anlam düzeyini de içermektedir). Böylece yalnızca şiirsel üretimde değil, aynı zamanda bu ürünün okunmasında da devrim gerekli olmaktadır. Isidore Ducasse-Comte de Lautréamont'un getirdiği şiirsel düzlem yeni bir okumayı da zorunlu kılmıştır. Onun yirminci yüzyıl için en önemli özelliği budur.Şu anda, XX. yüzyılın sonuna yaklaşırken, bütün dünyada egemen olan şiir 1850 yılları dolaylarında Fransa'da doğdu. Alman Novalis ile Amerikalı E. A. Poe'nun sezinlediği, Baudelaire'in tasarladığı biçimleri Rimbaud ve Mallarmé, şiirin tehlikeye düştüğü noktalara kadar götürerek, şiirsel söylemin en uç sınırlarını çizdiler.” Ama Lautréamont'un, bu iki şair kadar önemli olduğunu artık kimse yadsıyamaz. Isidore Ducasse'ın yapıtının 1870-1920 arasında gömüldüğü sessizlik, onun bugün sahip olduğu önemi gölgeleyemez. Hugo Friedrich'in dediği gibi, yirminci yüzyılın şairleri, değerleri ne denli büyük olursa olsun, bu biçimlere yeni bir şey getirmeyecektir. Şiir artık temelde biçimsel olarak evrenselleşmiştir. Artık şairin bağlandığı bir biçimsel tür sorunu değildir ögünlük: Bir nitelik, bir yetkinlik sorunudur.Jean Cohen'in dediği gibi, "Karşı-şiirsel bir estetik olan klasik estetiğin, kendinin ve kendi özünün bilincinde olan bir şiirin estetiğine dönüşmesinde Lautréamont'un yeri Rimbaud ile Mallarmé'nin arasındadır.ÇEVİRİ YÖNTEMİ ÜZERİNE
“Maldorofun Şarkıları" ile "Poésies"nin çevirisi çok önemli bir şey öğretti bana: Yorumdan kaçınmak. Şiir çevirisinde amaç dille yapılan yorumun çoğul anlam olasılıklarını azalttığını fark ettim. Bu da benim kaynak metne olan bağlılığımı çoğalttı. Bu bağımlılığın, bu bağlılığın Ducasse/Lautréamont'un yeni diline uygun bir “kekre" söyleyişe yol açtığı kanısındayım Türkçede. Öte yandan, metinlerin kaynaktaki yalınlığını Türkçede korumak için bindirme (superposition) yöntemini seçtim. Sonuçta ortaya epeyce “çeviri kokan" bir metin çıktı. Zaten amaç da buydu: Kendi dilinde yabanıl ve azgın olan bir metni Türkçede “ehlileştirınek" haksızlığını göze alamazdım. Örneğin, "Söylenmesi çok güç doğum günümden bu yana, uzlaşmaz bir kin besledim uyku veren tahtalara" (V. Şarkı) dizesinde, cümlenin ilk bölümünü bir yana bırakalım, ikinci bölümündeki tahtalar sözcüğünü, doğal olarak "yatak, kanepe, sedir" sözcüklerinden biriyle karşılayabilirdim; ama çağrışımı yoksullaştırmış olurdum. Örneğin, “köpüğün kirpiği" yerine “denizin kirpiği" diyebilirdim; "kırların pürtüklü ovaları"nı “kırların engebeli ovaları" olarak yorumlayabilirdim. Bu tür yorumlardan özellikle kaçındım.Türkçenin sözdizimsel yapısı gereği, memur şiir çevirisinde, şiir dilini düzyazıdan kurtarmak için, dilimizin bağışladığı o büyük armağana, devrik tümceye başvurdum zaman zaman. Devrik tümcenin, başka dillere oranla, bu tür çevirilerde bizlere büyük olanaklar sunduğunu düşünüyorum.İlk üç şarkıda görülen ama dördüncü şarkıdan itibaren yoğunluk kazanan alaycı dili belirginleştirmek için zaman zaman "hususunda" gibi, “malûm" gibi, "misillû" gibi Osmanlıca sözcüklerden yararlandım.XIX. yüzyıl geç romantik dönem Fransızcasını Türkçede karşılamayı amaçlamadığımı söylemek isterim: Böyle bir tasam olsaydı Türkçede kurmayı amaçladığım kekre ve yabanıl dilin tadına su katmış olurdum.Kaynak metindeki cümlenin/ dizenin bölünmezliğine saygı gösterdim. Cümleyi bölseydim belki anlam biraz daha saydamlaşmış olurdu, ama anlam katmanlarının iç içeliği ve sarmallığı yaralanırdı.Birkaç yıl süren çalışmalarım sırasında benden değerli yardımlarını esirgemeyen değerli dostlarım René Gaudy, İsmet Birkan ve Abidin Emre'ye; ayrıca, tıkandığım noktalarda engin sezgisiyle önümü açan ve Türkçe metni İngilizce çeviri metinle denetleyen Ülker İnce'ye teşekkürlerimi sunarım.Özdemir İNCE Ankara, 2 Şubat 1988
16 Şubat 2015 Pazartesi
109 yaşında penguenlere kazak örüyor
14 Şubat 2015 Cumartesi
Neanderthal Bone Flute Music
13 Şubat 2015 Cuma
12 Şubat 2015 Perşembe
11 Şubat 2015 Çarşamba
Bir Yolculuktan, Ü.Tamer
BİR YOLCULUKTANKar, ufkumuzu genişletiyor.Adresler arasında Şubat ayının adresine rastlıyoruz,Böcekler arasında uykunun sesine.Yıl, sıcak ağılına bir tipi olarak çekiliyor şimdi.Anmamak olmaz Osip Mandelştam'ın mısralarını:"Petersburg'da buluşacağız yineGüneşi oraya gömmüşüz gibi."Bir kızakla taşıyoruz acılarımızı,Yamaçlardan hız kazanarak iniyoruz kendi içimize,Kurt izleri arasında bir çılgınlığın yıkıntılarına rastlıyoruz.Anmamak olmaz yazılmış güzel şiirleri,Bağışlayan edebiyatı,Dorukları okyanus yapan yağmuru.Şiiri gömdük ama yürekte buluşuruzKazmalarımızın çarpacağı kristal harflerin umuduyla,Issız bir adaya inmenin sevinciyle.Acılar, kızağımızı götürüyor.Derelerin, madenlerin arasında dolaşıyoruzAlın taşımızda kırmızı bir lekeyle.Omuzlarımıza yeraltı kuşları tünemişBir kafes sanarak dışımızı,Kendilerine usta birer avcı aranıyorlar.Ovalarda buluşuruz.Bir şiir kitabının beşinci sayasında.
10 Şubat 2015 Salı
9 Şubat 2015 Pazartesi
Suriye'de savaş bitse de buradayız
7 Şubat 2015 Cumartesi
Atılmış, Y.Atılgan
ATILMIŞ
Çoktandır deniz üstünde taş sektiriyordum. Yuvarlaklar üç kere sekiyordu, yassılar beş kere en çok. Altı sekse biri, bırakacaktım. Kolum ağrımıştı. İyi geliyordu ama düşündürmüyordu. O ırak kasabanın gölündeki gibi, denizin böyle gölleştiğini hiç görmemiştim. Çarşaf gibiydi, kırışıksız.
İlerde bir kayık vardı. Kayıktaki adam balık avlıyor olmalı diyordum. Kıpırtısız öyle duruyordu. İlkten dönsün diye beklemiştim. Bayılırım balık tavasına. Adam kıyıya çıkınca konuşacaktık. İşsiz olduğumu öğrenince yanına alacaktı beni. Birlikte avlanacaktık. Bir cıgara yaktım. Arkamdan şehrin uğultusu geliyordu. Kimseler yoktu kıyıda benden başka. Birden kayıktaki adamın hiç dönmeyeceğini düşündüm. Kızdım. "Hey!" diye bağırdım. Duymadı. "Sağır küpoğlu." Bir sağır daha tanımıştım ben eskiden. Biri konuştu mu elini kulağına atardı. Ama nerede? O ırak kasabada mı? Unutmuşum. Vargücümle bir taş savurdum kayıktan yana. Az öteye düştü. Ne uzaktaymış kayık. Deniz yuttuğu taşın farkında bile değildi. "Cup" dedi yalnız. Hepsi bu. Bir el yapıştı yüreğime, sıktı.
Altı gün mü, yedi gün mü oluyor aylaktım. Yirmibeş lirayı veren adam yere yere bakmıştı. Sormadım. Önemli olan neden atıldığım değildi, atıldığımdı. Adamın yere bakışında avutucu bir şey vardı. İki gün yattım, tam iki gün iliğim kemiğim bayram etti. Paranın yirmi lirasını madama vermiştim. Kalın kalın basıyordu yere, odanın tahtaları gıcırdıyordu.
"Hi, hi" dedi biri arkamda. Altı kere sekecek gibi görünen bir yassı çakılı atıyordum tam. Döndüm. Bir kızdı bu. Eski bir entari vardı sırtında kirli.
-Gel sen de at, dedim. Bak deniz göl gibi.
-Gelirim ama parayı peşin alırım.
Güzelceydi kız. Yanıklığın yıkık, alçak bir duvarı üstündeydi. Oturmuş büyücek, kara ayaklarını sallıyordu.
-Taş atana para vermiyorlar burada, dedim, bedava bu iş.
-Züğürt, sen de! dedi. Kızdım.
-Kokmuş sensin, Ayakların kokuyordur senin.
"Vay kaltak, nereden biliyorsun ayaklarımın koktuğunu?"
-Sen git de yıkan, dedim. Para almak istiyorsan önce yıkan, öyle gel. Ta buradan duyuluyor
kokun,leş gibi.
Uzun uzun sövdü. Duvarın ötesine atladı. Başladı iri iri taşlar atmaya. Ne de denk atıyordu. Eğile sıçraya savuşturdum taşları. Sonra yanıklığın içine yürüdü. Dönüp dönüp bakıyordu giderken. Tahta bir kulübeye girdi. Kulübenin üstü kapkara tenekeydi.
Duvardan atladım. Yola doğru yürüdüm. Yanıklığın öte yanından geçiyordu yol. Kulübe elli adım uzaktaydı. gölgesinde bir küçük çocuk oynuyordu. Uzun uzun bakıştık. İlkten o çevirsin gözlerini diye bekledim. Çevirmedi. Teneke damdaki borudan duman tütüyordu. İçim kazındı. Yürüdüm.
Cadde kalabalık gibi geldi bana. İnsanların birbirlerine benzerlikleri, tümünün iki ayaklı oluşu şaşılacak şeydi. Hasır sepetinde üç ekmekle bir kadın geçti. Manavın önünde iki kişi vardı. Durdum. Uzandım küfelerin birinden bir elma aldı. "Kaça bunun kilosu?" diyecektim Elmayı cebime attım, yürüdüm. Beş adım sonra arkamdan kısık bir ses "Aşırdı" dedi. Döndüm:
-Kim o aşırdı diyen? diye bağırdım.
Üçü birden dönüp baktılar. Gene birden çevirdiler başlarını: beni görmemişler gibi, ben orada yokmuşum gibi. Kentin göbeğine doğru yürüdüm. Her yanım insan doluydu. Kasten bakmıyorlardı cebime, yoksa görürlerdi: şişkindi, kütük gibiydi, aklım hep ondaydı; yiyecektim.
Odam uzaktı. Bir park çıktı önüme. Elmayı çıkardım. Sanki küfeden aldığım değildi bu, kırmızılı yeşilli iri bir elmaydı. Karşıdaki otların içine fırlattım. İçimde teneke borudan çıkan dumanı gördüğümdeki aynı kazıntı vardı. Yandaki kanepede oturan bir adam bana bakıyordu: beni görüyormuş, ben oradaymışım gibi. Tek ayaklıydı bu adam, bir bacağı tahtaydı. Bir cıgara yaktım. Umutluydum. Yeni bir işe girecektim. Bu sabah "Yarın uğra" demişti birisi.
6 Şubat 2015 Cuma
Babürname, Babür Şah
VEKAYİ
(BABÜR'ÜN HÂTIRATI)
I.
FERGANA
Salı günü, beş ramazan 899 (10 haziran 1494) da, Fergana vilâyetinde, on iki yaşında padişah oldum. Fergana vilâyeti beşinci iklimdendir ve mâmurenin kenarındadır. Şarkı - Kâşgar, garbı - Semerkand ve cenubu - Bedahşan'ın hududu olan dağlardır. Evvelce şimalinde, Almalık, Almatu ve Yangı kitaplarda Otrar yazarlar- gibi, şehirler varmış; fakat bugün rpoğul ve Özbekler tarafından tahrip edilmiş ve hiç bir mâmure kalmamıştır. Küçük bir vilâyettir. Hububat ve meyvası boldur. Etrafı dağlıktır, yalnız Semerkand ve Hocend'in bulunduğu garp tarafında dağ yoktur. Kışın, bu cihetten başka, hiç bir yerden düşman gelemez. Hocend suyu ismi ile meşhur olan Seyhun nehri, (2 a) bu ülkenin şimâl-i şarkîsinden gelir ve içinden geçerek, garba doğru akar; Hocend'in şimâli ve bugün Şahruhiye namı ile meşhur olan Fenaket'in cenubundan geçip, tekrar şimâle dönerek, Türkistan'a doğru gider. Türkistan'dan epeyce aşağıda bu nehir büsbütün kumlar arasında kaybolur ve hiç bir nehire karışmaz. Beşi Seyhun nehrinin cenubunda ve ikisi şimâlinde olmak üzere, yedi kasabası vardır.
***
II.
KÂBİL
DOKUZ YÜZ ON SENESİ VEKAYİİ
Muharrem ayında, Horasan'a gitmek niyeti ile,Fergana vilâyetinden çıkıp, Hisar vilâyetinin yaylalarından olan İlek yaylasına indim. Burada ve yirmi üç yaşıma girdiğim vakit, ilk defa traş oldum. Herhangi bir ümide kapılarak, benimle beraber gelenlerin sayısı, büyük ve küçük, iki yüzden biraz fazla ve üç yüzden biraz azdı. Ekserisi yaya idi. Ellerinde sopa, ayaklarında çarık ve üstlerinde çuldan başka hiç bir şeyleri yoktu. Sefâlet o derece idi ki, bizim ancak iki çadırımız vardı. Benim çadırım vâldeme tahsis edilmişti. Bana ise, her gittiğimiz yerde, bir çergi yaparlar ve ben de bu çergide otururdum. Vâkıa Horasan'a gitmek niyeti ile çıkmıştık; fakat bu vaziyette, bu vilâyetten ve Husrev Şah'ın adamlarından ümitleniyorduk. Birkaç günde bir, birisi gelip, vilâyet ve halktan haber getirir ve biz de ümide kapılırdık. Bu sırada, Husrev Şah'a elçi gönderilen Molla Baba Peşâgarî geldi. Husrev Şah'tan gönüle hoş gelen bir söz getirmemekle beraber, ahaliden getirdiği sözler (120 b) ümit verici idi. İlek'ten, üç dört defa konakladıktan sonra, Hisar civarına, (147) Hoca-Imâd denilen yere gelip inildi. Burada iken, Muhib Ali Kurçı, Husrev Şah'tan elçi olarak geldi. Husrev Şah kerem ve sehaveti ile meşhur olduğu hâlde, iki defa onun vilâyetinden geçtik, başkalarına yaptığı insaniyeti bize göstermedi. Ahaliden ve vilâyetten ümitvar olduğumuz için, her konakta bir müddet kalmıyordu. Şîrim Tagayî o sırada en büyük adamımız idi. Onun da, Horasan'a gitmek istemeyerek, bizden ayrılmak niyeti vardı. Serpül'de mağlûp olarak, Semerkand'a döndüğüm zamanda da, âilesini uzaklaştırmış ve kalenin müdafaasında kendisi yalnız kalmıştı. Çok alçak bir adamdı. Birkaç defa böyle hareketlerde bulundu. Kabadiyan'a geldiğimiz vakit, Çaganyan, Şehr-i Safa ve Termiz'i elinde bulunduran, Husrev Şah'ın küçük kardeşi, Bâki Çaganyânî, Karşı hatibini gönderip, bana sadakatini bildirerek, bize iltihak etmek istedi ve Arau nehrini Ubaç (Uyan) geçidinden geçtiğimiz zaman, gelip mülâzemet etti. Bâkî'nin ricası üzerine, Termiz karşısına gelip, onun bütün göçlerini Amu'dan geçirip bizimkilere iltihak etmesinden sonra, Husrev Şah'ın yeğeni olan, Bâkî'nin oğlu Ahmed Kasım idaresinde bulunan Kâhmerd ve Bamyam taraflarına hareket ettik. Niyetimiz Kâhmerd'in Ecer adlı dere kurganında âile ve adamlarımızı (121a) emniyet altına almak ve sonra, vaziyete göre, hareket etmekti. Aybek'e geldiğimiz vakit, evvelce benim yanımda bulunup, iyi kılıç kullanmış ve bu karışıklıkta benden ayrılıp, Husrev Şah yanında bulunan Yar-Ali Bilâl, birkaç yiğitle, kaçıp geldi ve Husrev Şah'ın moğullarından sadakat sözleri getirdi. Dere-i Zindan'a geldiğimiz vakit, Sellâh da dedikleri Kanber Ali Bey de kaçıp geldi, üç dört defa konakladıktan sonra, Kâhmerd'e geldik. Ev ve aileleri Ecer kurganına yerleştirdik.***
III.HİNDİSTANDOKUZ YÜZ OTUZ İKİ SENESİ VEKAYİİ
Safer ayının birinci Cuma günü, 932 senesinde, güneş (325) Kavs burcunda iken, Hindistan üzerine yürümek niyetiyle, hareket edip, Yek-Lenge tepesini aşarak, Dih-Yâkub suyunun garp tarafındaki çayıra indik. Bu yurtda iken, yedi-sekiz ay Önce Sultan Said Han'ın huzuruna ilçi olarak gitmiş olan Abdülmülûk Kurçı, Han'ın Yangı-Beg Kökeltaş adlı bir adamı ile birlikte, geldi; hanımlardan ve handan mektuplar ve bir parça hediye getirdi.
Askerin hazırlık yapması için, bu yurtta iki gün kaldıktan sonra, hareket edip, bir defa konaklayarak, Bâdem-Çeşme'ye indik. Burada mâcun yedik. Çarşamba günü, Bârik-Âb'a indiğimiz zaman, Hoca Hüseyin Divan'ın Lâhûr hâlisasından göndermiş olduğu yirmi bin şahruhî kıymetinde altın, eşrefi ve tenkeleri, Hindistan'da kalan Nur Bey'in küçük kardeşlerinden biri getirdi. Bunun büyük bir kısmı, Belh işi için, Belh erbabından olan Molla Ahmed'e gönderildi.
Cuma günü, ayın sekizinde, (252 a) Gendemek'e indiğimiz zaman, şiddetli nezleye tutuldum. Hamd olsun, kolay geçti.. Cumartesi günü Bağ-ı Vefa'ya inildi. Birkaç gün, Humayun Mirza ve o tarafın askeri yüzünden, Bağ-ı Vefa'da kalındı. Bağ-ı Vefa'nın büyüklüğü, safa ve letafeti bu eserde birkaç defa zikredilmiştir. Fevkalâde safalı bir bahçedir. Alıcı gözü ile bakan herkes, onun nasıl bir yer olduğunu anlar. Orada bulunduğumuz bu birkaç günde, ekseriya içildi ve sabuhî yapıldı. İçilmeyen günlerde de mâcun sohbeti yapıldı. Humayun'a, mühleti çok geçirdiği için, sert mektuplar ve şiddetli hitaplar gönderildi.
Pazar günü, Safer ajanın on yedisinde, sabuhî yapmıştık; Humayun geldi. Çok kaldığı için, bir parça sert söyledim. Hoca Kelân da Gazne'den o gün geldi. O Pazartesi akşamı kalkarak, Sultanpûr ile Hoca-Rüstem arasında yapılan Yangı-Bağ ("yeni bahçe")'a inildi. Çarşamba günü oradan kalkıp, sala binerek, Kuş-Künbed'e kadar, şarap içerek, gidip, Kuş-Künbed'de saldan çıkıp, ordugâha geldik. (326) Ertesi gün de, orduyu göç ettirip, sala binerek, mâcun yenildi. Her vakit indiğimiz yer Kırık-Arık idi. Kırık-Arık karşısına gelince, her ne kadar etrafa bakıldı ise de, ordudan (252 b) bir eser görünmedi. Atlar da meydan da yoktu. Germ-Çeşme yakın olduğu için, — "Belki ordu oraya inmiştir" — diye düşünerek, buradan geçip gittik. Germ-Çeşme'ye geldiğimiz zamanda da geç olmuştu; orada da kalmayarak, gene de yola devam ettik. Bir yerde salı durdurarak, bir parça uyuduk. Sünnet vaktinde Yede-Bir'e çıkıldı. Sabah erkenden asker gelmeye başladı. Ordu Kırık-Arık civarına inmiş, fakat biz görememişiz. Salda Şeyh Ebülvecd, Şeyh Zeyn Molla Ali-Han, Terdi Bey Hâksãr ve diğerleri gibi' şiir okuyan çok adam vardı. Sohbette Muhammed Salih'in şü beyi ti zikredildi:
Her işve yapanın mahbupluğunu insan ne yapsın;
senin bulunduğun yerde başka birisine insanın ne lüzumu var.
Bu örneğe göre, söylemelerini emrettim. Şâir olanlar söylemeye başladılar. Molla Ali-Han ile çok lâtife edilirdi. Hezil kabilinden şu beyit hemen hatıra geldi:
Senin gibi akılsız bir bekriyi insann ne yapsın;
her öküz doğuran dişi eşeği insan ne yapsın.
Bu zamana kadar, iyi ve ve kötü, ciddî ve şaka hatıra ne gelirse, lâtife tariki ile, bazan manzum olurdu; her ne gibi kabîh ve kaba nazım olsa bile zikredilirdi. O zaman Mübîn`i nazma çeviriyordumhâtıra hutur ve hazin idi. (253 a) - »Böyle sözleri derceden ve fikri kötü sözlere kullanan dile ve böyle mânaları izhar eden ve çirkin hayaller hatıra getiren gönüle yazık" - diye düşündüm. O zamandan beri hiciv ve hezil vâdisinde şiir ve nazım söylemekten vazgeçmiştim (327) ve tövbeli idim. Onun için, bu beyiti söylemek zamanı hiç hatıra gelmedive bu mâna hiç bir vakit gönüle doğmadı.
Bir-iki gün sonra, Bigrâm'a indiğimiz vakit nezleye tutularak, ateşim yükseldi. Bu nezle öksürüğe çevirdi. Her öksürüşte kan tükürüyordum.
Ateşim hiç düşmüyordu. Bunuıı nereden geldiğini ve iztirabın neden olduğunu anladım.
Sözünde durmayan kimse, bunu kendi zararına yapmış olur ve
Allaha karşı yaptığı teahhudlere sâdık kalan kimseye,
Allah çok büyük mükâfat verecektir.
Ey dil, sana ne yapayım; senin yüzünden benim içim kandır.
Ne kadar iyi desen de, hezil vadisinde yazdığın şiir
ya edebe mugayir yahut da yalandır.
Eğer bu günahla yanmayayım dersen, dizginini bu yoldan çevir.
Ey Tanrım, kendimize karşı günah işledik;
eğer bize rahmetmezsen,
biz de mutlaka ziyan edenlerden olacağız.
4 Şubat 2015 Çarşamba
Kadri Şençalar (1912 - 1989)
Polis komiseri Rauf Bey'in oğlu Kadri Şençalar, Eyüp'te dünyaya gelir; Tarabya'daki Rum İlkokulunda başladığı eğitimini de, babasının Bursa'ya atanması üzerine, 1924'de orada bitirince okul hayatına son verir... Bursa'da Kanbur Tevfik Efendi'den ud öğrenir.
1930'da hicaz makamın da "Bir Bursalı kızın derdi" şarkısını besteleyerek bestekârlığa başlayan Kadri Şençalar, daha sonraları, halk tarafından çok tutulan eserler besteler... İstanbul Radyosu'nda, Belediye Konservatuarı'nda ud sanatkârı olarak çalıştıktan sonra, ünlü gazinoların en aranılan udîleri arasında yer alıp hemen hemen dönemin bütün "assolist" lerinin saz heyeti'nde bulunur.
İzmirli Hacı Nâfız Efendi'nin kızı Muazzez Hanım'la dünya evine giren Kadri Şençalar'ın mutlu bir âile hayatı olur ve yuvalarını, 1931' de Nurhayat, 1933'te Ali İhsan, 1938'de Emre ve 1940'da Yüksel şenlendirir... Kendi, İlkokuldan sonra okuyamayan Kadri Şençalar, iyi bir aile babası olarak çocuklarının eğitimine çok önem verir...
Gazino hayatına atılınca, bir ara alkole fazlaca "iltifat eden" Kadri Şençalar, sanatına zarar vermeye başladığını anlayınca, daha ölçülü içmeye başlar...
Bir dönem Kadri Şençalar'ın git gide içkiye olan düşkünlüğünü, hatta Radyoevi'ndeki çalışmalarına bile içkili geldiğini fark eden, o zamanki Radyo Müdürü Nevzat Atlığ, bu hassas konuyu, nasıl tatlılıkla çözüme kavuşturduğunu şöyle anlatmaktadır: "Fasıl programlarında aranılan saz sanatçılarımızdan biri de Kadri Şençalar'dı. Son derece kıvrak icrâsıyla, fasıl içindeki vazifesini hatâsız yapardı; ama biraz içki düşkünlüğü varmış. Bir fasıl provası sırasında kendisinden umulmayan falsolar, anlamsız hareketler yapıyordu; hiçbir şey söylemeden provanın bitmesini bekledim. Anlaşıldı ki Radyo'ya içki içip gelmiş. Kimseye belli etmeden Radyo'nun tenha bir köşesine çektim; 'Bakın Kadri Bey, gelin sizle şöyle bir anlaşma yapalım: Gündüz içki içip dozunu kaçırdığınızda, bana haber vermeyeceksiniz, teledon da etmeyeceksiniz. Fasıla gelmediğiniz zaman anlayacağım ki, Kadri bey içkilidir. Ayrıca özür bildirmenizi de istemiyorum; yeter ki içkili olarak Radyo'ya adımınızı atmayınız.'
Çok da mahcup, son derece hürmetkâr bir adamdı. Radyoya içkili gelenlerden birçoğunun işine son verildi; onları da biliyordu; fakat elimizin altında olması gereken, kolay kolay vazgeçemeyeceğimiz, önemli bir sanatkârdı. Bu konuşmamızdan sonra Kadri Bey bir daha içkili olarak Radyo'ya ayak basmadı. Aramızda sevgiye, saygıya dayalı bir yakınlık gelişti ve vefâtına kadar devam etti." Kardeşi ünlü kânûnî İsmail Şençalar, bestekârlığa hiç heves etmemesine karşılık, ağabeyi Kadri Şençalar, daha genç yaşlarda başladığı bestekârlığını hayatı boyunca sürdürmüştür... Film müzikleri de yapan, daha çok piyasa şarkıcılığında büyük ün kazanan sanatkârın beş yüz kadar bestesi olduğu ileri sürülmüşse de elde ancaz yüz-yüz elli kadarının notaları bulunmaktadır. Yeni bestelendiğinde büyük ün kazanan, ünlü sanatçılarca gazinolarda sık sık okunup plâkları da yapılan besteleri arasında:
Uşşak makamında:
"Sönmez artık yüreğimde yanan bu sonsuz ateş,
Bulunur mu bana bilmem, senin gibi güzel eş.
Kalbimde hep yâre açtın, gel elinle bâri deş;
Bulunur mu bana bilmem senin gibi güzewl eş";
hicaz makamında:
"Gönlüm yaralı, bilmiyorum yâr bana noldu?
Gül renkli yüzüm, aşkın için, bak yine soldu.
Artık yetişir, hasretimiz yılları buldu;
Gül renkli yüzüm, aşkın için, bak yine soldu";
sözleri Necdet Atılgan'ın olan, hüzzam makamında türkü:
"Gezdiğim dikenli aşk yollarında,
Elimden bir kırık saz geldi geçti.
Kara tâliimden yine bu yıl da,
Bahârı görmeden yaz geldi geçti";
sözleri Vecdi Bingöl'ün olan, dügâh makamında ninni:
"Ah, yeni o menekşe gözler aralı,
Oya kirpiklerde yaşlar sıralı.
Uyu ey gönlümün nazlı marâlı.
Susun, garip kuşlar, ötmeyin susun;
Yetimler güzeli yavrum uyusun.
Uyu yavrum ninni diyeyim sana,
Şu mahzun gönlümü salma hicrâna,
Sen kaldın gidenden hâtıra bana.
Susun, garip kuşlar, ötmeyin susun;
Yetimler güzeli yavrum uyusun." bulunduğu gibi ayrıca da, Karcigârdan: Yeşil olur şu Konya'nın Meram'ı"; Uşşak'tan "Sarı gül destesi sandım o güzel saçlarını"; sözleri kendisinin olan hicaz'dan: "Görmedim ömrümün âsûde geçen bir demini"; gibi çok sevilen besteleri ile yerel motiflerin de kullanıldığı: Hicaz'dan "ufacık bir selâm çakmadın Ayşe'm" sabâ' dan: "Güzel Ayşe'm gel yanıma" karcigâr'dan: " Köylü kızı su doldurur dereden"; "Osman Çavuş gez dur davar başında"; "Yârimin evleri hamama karşı"; gerdâniye'den: "Tavladan atlar boşanır"; "Karşı dağdan uçan turna"; "Odalar yaptırdım döşedemedim" gibi değişik renkler taşıyan eserleri de vardır.
Kadri Şençalar'la Başbaşa
Birinci sınıf sazların kadrolarına en yakışan sanatçılardan biri de Kadri Şençalar'dı. Dalgalı gür saçları hep gülümsüyormuş izlenimi veren sevimli yüzü, sahneden seyirciye verdiği pozitif elektrik; sanatı kadar kişiliğinin de sevilmesine yol açmıştır... Özel hayatında da son derece "gönül adamı" oluşu, hoşlandığı kimselere çok candan davranışı; hatta yeni tanıştığı, kendisine yakın bulduğu insanlara bile"-cığım" lı hitapları, kendisiyle hemen dost olunmasına yol açmış, bu yüzden pek çok dost edinmiştir...
Fakat ona "kötülük" etmek isteyenler hep yakın çevresinden çıkmıştır!... Son derece mazbut bir âile hayatı olan, eşinin ve çocuklarının üstüne titreyen Kadri Şençalar'ın; en az, kanun'un büyük üstadı olan kardeşi İsmail Şençalar kadar "çapkın" olduğu, "yakın" bildiği kimseler tarafın dan benim kulağıma bile fısıldanmıştır!... İsmail Şençalar'ın evli barklı olduğu halde, büyük çabalar sonucu "assolist" olarak da sahneye çıkardığı -fakat bu dönemi çok kısa sürmüştür- Suzan Güven'le birlikte yaşaması; esmer, uzun boylu, yakışıklı ve son derece sevimli olan Kadri Şençalar'ın da, sanki "çapkınlık" yapması gerekiyormuş gibi; kimi zaman sahnelere yeni adım atan "uvertür"lerle, kimi zaman da sahnelerin "ağır top"ları ile adının çıkmasına yol açmış; fakat her seferinde, "Sönmez artık yüreğimde bu sonsuz ateş"in bestekârı:
- Çok mutlu bir yuvam olduğu için, bizi çekemeyenler bu rivayetleri çıkararak benim akılları sıra huzurumu bozmaya çalışıyorlar... Ama nafile!... Ben yirmi yıldır evli bir insanım. Üstelik, herkesinkileriyle birlikte benimkileri de Allah bağışlasın; üçü kız, biri erkek olmak üzere dört çocuk sahibiyim... Benim en büyük aşkım karıma, evlatlarıma ve sazımadır... Böyle olunca da, hatta kendi çevremin, dahası en yakın arkabam olan kimselerin bile kıskançlığını üstüme çekiyorum... Çünkü onların mutlu bir âile yaşantıları yok! Seni en çok da, yakınlarımdan duyduğun o saçma sapan çapkınlık hikâyelerinin hiç birine yer vermeyişin için bu kadar seviyorum; hata öz kardeşimden çok canıma sokasım geliyor!...
Daha, sanatçılarla ilk röportajlara başladığımda; hiçbirini asılsız haberlerle üzmemeye karar vermiş ve bu kararımı, Kadri Şençalar hakkında duyduğum -ama hiçbir zaman inanmadığım- "çapkınlık" hikâyelerine de uygulamıştım... Belki de dostluğunu böylesine kazanışım bu yüzdendi... Nitekim son cümlesinden sonra candan sarılıp iki yanağımdan da dostça uzun uzun öpmüştü.
1950 Baharında, bir gün Konservatuar'a kendisine sonsuz bir saygı ve muhabbetle bağlı bulunduğum; kendisinin de bu duygularımdan dolayı hep "mütehassis" olduğunu belirttiği, Hazret-i Muhammed'in torunlarından Şerif Muhiddin Beyefendi'yi ziyarete gitmiştim... Meğer o gün, biraz rahatsızlandığı için gelememişler... Dönmeden, uğradığım Müdür Muavini Selâhattin Bey'in odasında Kadri Şençalar'la karşılaşınca çok sevindim... O da bir saz arkadaşını bekliyormuş... Bir köşeye çekilip sohbete başladık... Bir süre, sahne gerisinde yaşanan huzursuzlukları, assolistlerin bitmez tükenmez kaprislerini; günün en sevilen şarkıları da dahil, uzun bir liste yaparak sahne gerisine astıklarını; bu şarkıları kendilerinden önce çıkan diğer sanatçıların okumalarını yasakladıklarını; böylece de onlara başarıya erişmeleri için hiçbir "şans" tanımadıklarını; hatta saz heyetine bile sahne gerisinde yapmadıklarını bırakmadıklarını; sahneye çıkınca da, müşterilere şirin görünmek için, "şimdi değerli saz üstadımız falancadan nefis bir taksim dinleyeceksiniz" dediklerini; taksim bitince de yalancıktan boynuna sarılarak tebrik ettiklerini; fakat sahne gerisine çekilince bu samimiyetten eser kalmadığını örnekler vererek anlatıp birazcık olsun içini dökerek ferahladı... Daha sonra nasılsa söz hayatına intikal edince:
-Babam, dedi, daha önceleri motör kaptanlığı da yapmış olan eski Polis Memuru Azmi Bey'dir... Son derece çalışkan gayretli bir insandı... Polis deniz teşkilatında ilk vazife alanlardandır... Fakat gücünün kuvvetinin ve kendine fazla güvenmesinin kurbanı oldu... Günün birinde hiç durup dinlenmeden yirmi dört saat mesaiden sonra, köprüye yaklaştığı sırada takatten iyice düşünce motorunu bırakıp uyuyakalmış!... Aksi tesadüf tam bu sırada Marmara sularında bir denizaltı görünmez mi!... Arkadaşlarının babama haber vermeyerek denize açılmaları babamı suçlu duruma düşürdü... Mahkûm oldu!...
Bana gelince, ben doğma büyüme İstanbullu'yum... Fakat on yaşındayken Bursa'ya gittik... Ben daha o yaşta kemana başladım.
- Ailede musikiyle uğraşanlar var mıydı?
- Hayır. Babamın da anamın da musiki ile hiç alâkaları yoktu. Daha çocuk denecek yaşta düğünlere gidip çaldım... Ardından gazinolar geldi.
- Musiki dersleri aldınız mı?
- Evet, ilk ve son hocam, Bursalı Kambur lakabıyla anılan Udi Tevfik'ti. Notayı ondan öğrendim. Allah rahmet eylesin, bana çok emeği geçti...
Daha sonra kemanı bırakıp uda geçtim... Şimdi artık asıl sazım uddur.
- Sizin güzel besteleriniz de var. İlk bestenizi hatırlıyor musunuz?
- Elbette. 17 yaşımdayken yapmıştım... Uşşak makamından; "Sönmez artık yüreğimde bu sonsuz ateş" tir.
- Ben bu eserinizi olgunluk döneminizde bestelediğinizi sanıyordum... Benim de çok sevdiğim bir bestedir.
- Gerçekten de bu eserim çok sevildi... Daha sonra, hicaz makamında, "Kırık kalbimi inletme"yi yaptım... Daha böyle birçok eserim vardır. En son olarak da "Püsküllü belâ" ile "Şu karşıdan gelen esmer"i yaptım.
-Beğendiğiniz bestekârlarımız?
-Eskilerden Dede Efendi, Hacı Arif Bey, Şevki Bey, bunlar musikimizin gerçek üstadlarıdır... Yenilerden de başta Selâhattin Pınar, Yesârî Âsım, Zeki Arif Bey en çok beğenip takdir ettiğim değerli bestekârlarımızdır.
- Musikimizle ilgili en eksik yön sizce nedir?
- Tam yarama bastınız!... Son derece değerli, erişilmez güzellikte eski bestelerimiz var. Yazık ki kesin olarak notaları tesbit edilemediğinden, piyasada beş altı türlü notaları bulunuyor!... Bu da söyleyişte ve çalışta armoni birliğini ortadan kaldırıyor; başka başka tarzlarda icra ediliyor!... O erişilmez güzellikteki besteler çoğu zaman perişan oluyor... En büyük arzum, bu gibi değerli eserlerin bir an önce Konservatuar tarafından doğru notalarının yayımlanması ve eşsiz eserlerimizin içine düştüğü keşmekeşten kurtarılmasıdır.
3 Şubat 2015 Salı
Anouar Brahem - Conte de l'incroyable amour
Anouar Brahem - Oud
Barbaros Erköse - Clarinet
Kudsi Erguner - Nai
Lassad Hosni - Bendir, Darbouka
01. Etincelles02. Le chien sur les genoux de la devineresse03. L'oiseau de bois04. Lumière du silence05. Conte de l'inroyable amour06. Peshrev Hidjaz Homayoun07. Diversion08. Nayzak 09. Battements10. En souvenir d'Iram11. Iram retrouvée12. Epilogue