28 Şubat 2015 Cumartesi

Demokrasi, A.Rimbaud

DEMOKRASİ"Kötü bir manzara gidiyor bayrak ve lehçemiz bastırıyor davulu."En hayasız kahpeliği besleyeceğiz kentlerde.Kılıçtan geçireceğiz ussal başkaldırıları.

"Biberli ve ıslanmış ülkelerde! -acımasız sanayi işletmelerinin ya da savaş işletmelerinin buyruğunda."Elveda buralara, gideceğiz neresi olursa olsun. Biz gönüllü askerler, acımasız felsefemiz olacak; bilim uğruna bilgisiz, rahat uğruna ezilmiş; kıkırdamak sürüp giden bir dünya için. Gerçek yürüyüştür bu. İleri!"

25 Şubat 2015 Çarşamba

Geleceği Elinden Alınan Adamın Geçmişi de Elinden Alınacak Diye Korkuyorduk (Tutunamayanlar için Önsöz), E. Batur

Tutunamayanlar”ın yazarı önsözlerle, bakış açıları ne olursa olsun “Hayatı ve Eserleri” türünden bönsözler üreten kalem efendileri ile inceden inceye alay ediyor. Aklıma çağdaş bir düşünürün, Jacques Derrida’nın, önsözün anlamsızlığını vurgulamak için önsözler üzerine bir kitabına yazdığı uzun önsöz geliyor: Oğuz Atay’a gönülden katılıyorum aslında; gene de “Hayatı ve Eserleri” için birkaç ön ya da son söz, daha doğrusu sondan birönceki söz yazma gerekliliği duyuyorum. Bir “hak”sa bu, biraz da şundan doğuyor: Yaşamamış, onun için de hiçbir şey yazmamış bir(kaç) kişinin “Hayatı ve Eserleri” üzerine yazdım daha önce, neden Oğuz Atay vahasına girmeyeyim, diyorum. 

Tamtamına yarım yüzyıl önce doğmuş Oğuz Atay: 1934’te. 1977’de, 43 yaşında ölene dek, hızlı dönen bir dünyanın ne hızına, ne de ritmine ayak uydurabilmiş: Harflerine sinen siyah ama ince alayı biraz kazıyın, herkes adına kanayan vandal bir yürek bulursunuz orada. Doğduğu yıl, "kenarında" yaşadığımıza inandığı Batı dünyasına deccal inmiş: Hitler'in iktidara geldiği andan başlayarak, daralmış bir Türkiye'de geçirmiş çocukluğunu. Okuma-yazma öğrenmeye başladığı yıl, Joyce "Finnegans Wake"i yayımlamış ve romanın sınırına değmiş. DP'nin iktidara geldiği yıl, Ankara Maarif Koleji'nde lise öğrencisi, İstanbul'da mühendislik öğrencisi olduğu yıllarda ise Türkiye'nin çehresi değişiyor inanılmaz bir hızla: Yeni binalar, yeni yollar, atölyeler yapılıyor; yeni bir çukur açılıyor Cumhuriyet'in ortasında. Mühendis çıktığı sırada "Pazar Postası"nın içinde Oğuz Atay: Yazmayı ne ölçüde düşünüyor, yazmayı düşünüyor mu bunu bilemiyoruz, ama şiirinde, düz yazı serüveninin de yoğun sarsıntı geçirdiği bir dönemde, bu sarsıntının "sahne"sini oluşturan "Pazar Postası"nda amansız bir tanık olarak, sessiz ve geride, olup biteni izlediğini biliyoruz.  1954'te "Saatleri Ayarlama Enstitüsü", 1956'da "Perçemli Sokak", 1957'de Vüsat O'Bener'in "Yaşamasız"ı Kemal Tahir'in "Rahmet Yolları Kesti"si, 1958'de "Üvercinka", bir yıl sonra da "ishak", "Panayır" ve "Aylak Adam" çıkıyor. Türk şairi dili ve anlamı, sözdizimi ve mantığı köktenci bir yaklaşım içinde kurcalıyor. Düz yazıda da durum farklı değil: Şüphesiz, bir yanda Halit Ziya'nın öte yandan Sait Faik'in açtığı koridorlarda, ama onlardan bir bakıma telaşla uzaklaşarak anlatım ve bildiri düzlemlerinde açık bir başkalaşım yaşanıyor. Oğuz Atay ne yapıyor, hala bilemiyoruz. Nice yıl sonra, ölüme beş kala yazdığı gibi "biraz gecikmiş" olduğu için bu değişimi ıskalıyor mu, yoksa "aceleciliği" sayesinde belli bir basamağında değişim sürecine yetişiyor  mu? Öyle sanıyorum ki, anı anına olmasa bile, Türk yazarının dili ile olan yüzyüze ve kıyasıya çekişmesine Oğuz Atay'ın tanık olmadığını söylemek güç.  27 Mayıs 1960. Yeni bir dönemeç, yeni bir anayasa, yepyeni kurumsal açılımlar, TİP kuruluyor, AP kuruluyor, TÖS kuruluyor. Avcıoğlu ve Soysal "Yön""ü, Mehmet Fuat "Yeni Dergi"yi, Cemal Süreya "Papirüs"ü çıkarıyor. Nazım Hikmet'in şiiri ve Kemal Tahir öne çıkıyor hızla. Türkiye'de, aynı anda, sosyalizm ve varoluşçuluk aydınlar arasında gündeme geliyor. Türk yazarının dil ve anlatım ile kavgası sürüyor bir yandan: "Mısırkalyoniğne", "Bakışsız Bir Kedi Kara", "Hallaç" ve "Troya'da Ölüm Vardı" aynı yıllarda günışığına çıkıyor, Joyce ve Faulkner çevriliyor. Öte yandan "köy gerçekliği" ile tanışılıyor: "Susuz Yaz"dan "Yılanların Öcü"ne, "Cemo"ya edebiyatın öteki yüzü çiziliyor.  Artık hazırlanıyor Oğuz Atay: 1970'de TRT'nin açtığı yarışmaya katılacağı, bir jüri üyesinin deyişiyle "484 sayfalık bir emeğin ve tutkunun en açık belirtisi" el yazması, demin kaba hatlarını verdiğimiz bir ortamda yazılmıştır. Cumhuriyet döneminde yetişen aydın kuşaklarının biraz sarsak, daha çok da tutarsız, gamlı, traji-komik tarihini 32 kısım tekmili birden kucaklar "Tutunamayanlar". İlk cildin yayımlanışında bile gizli bir ürpertiyle, hoşgörüyle maskelenmiş atıl bir öfkeyle karşılanmış olması şaşırtıcı değildir aslında: Kıdem esasına göre düzenlenmiş bir "edebiyat ortamı"na, okulsuz ve alaysız onun için de okursuz ve alaycı bir konuk geldi sanılmış, bu amatör hayaletin nasıl olsa 'tek' kitapta kalacağı düşünülmüş, gene de bu 'tek' kitapla (bile) kalacağı fikri kolay kolay sindirilememiştir.  Oysa konuk değildi Oğuz: Yüreğindeki kadar dağlayıcı bir acı vermeyen ama onu usul usul ölüm koridoruna ihbar eden beynindeki ur ile yolcuydu düpedüz. Onun için de, "Yedinci Mühür" deki gibi sonlu bir oyunla biraz kendini, daha çok da ölümü oyalamayı seçti: 1970'den 1977'nin son ayına dek programına zorla giren hastalık ve ameliyatla, zorunlu olarak giren acı, alay ve hüzünle iki roman, bir düzineye yakın öykü, bir oyun ve bir günlük yazdı. Öldüğünde dördüncü romanından 60 sayfa kadar yazmış, "Geleceği Elinden Alınan Adam" adını verdiği anlatıyı da bütünüyle tasarlamış durumdaydı. 

Bu küçük önsözü açıkçası büyük bir sıkıntıyla, üstelik Oğuz'u kıs kıs gülerken görmüşçesine bir duygu içinde yazdım, şu garip Orwell yılında. Bir iki özel tutamağım vardı, avuntum da orada. Oğuz Atay'ın çift portreli bir insan olarak düşünülebileceği kanısındayım: Biri neredeyse "pozitivist", temel inançlarından soyutlanması güç, "dayanıklı" insan: "Topografya" kitabını, belki de Mustafa İnan'ın yaşam öyküsünü yazan, 1960'ların başında bir fikir gazetesi çıkartmak için çırpınan kişi. Öteki, tam tersi oysa: Korkuyu beklerkenden tehlikeli oyunlara bile tutunamayan, gene de o oyunlarla yaşayan, geleceği elinden alınmış, kırgın, hatta umutsuz biri: Günü geldiğinde yazdıklarının anlamına bile yetişemeyen Oğuz Atay. Biri gülüyorsa bu önsöze, öteki yalnızca bakıyordur. İkisi de inanmıyordur şüphesiz. İkisi de soruyordur sonra: “Ben burdayım sevgili okurum, sen neredesin?" "Bir Zar Atımı"nın önsözünde şunları yazar Mallarme: "Bu not okunmasın ya da okunduktan sonra unutulsun isterdim." Ben de bu önsöz için aynı dilekte bulunacağım "Tutunamayanlar"ın okurundan: Romandan hemen hiç söz etmedim, kimse yazar ile okur arasına girmemelidir; Oğuz Atay'dan, o yaşarken olup-bitenden birkaç kıvılcım sürdüm önünüze: Bu kıvılcımlardan başkalarını çıkartmak daha kolay olabilir, diye düşündüm: "Tutunamayanlar" belli biri tarafından, belli tarih ve coğrafya enlem-boylamında, belli bir bağlamdan çıkıp belli bir bağlama doğru yazılmıştır. Onu kuşatan gerçekliği onun gerçekliğinden soyutlamamak gerek. Öte yandan, bir kitabın ön ve arka kapağı arasında belki de "hiç kimsenin ürünü" bir metin yer alıyordur: "Çağların, depremlerin, sellerin yazdığı" bir metin... Oğuz'un kendisine giderayak yakıştırdığı tanımlama gerçekten yakışıyor mu ona? Gerçekten de geleceğinin elinden alındığına inanabilir miyiz bugün? Ölümünden yedi yıl sonra, "Bütün Eserleri"ni yayımlamayı üstlenen İletişim Yayınları'na, genç okurlara bu geleceği göğüsleme olanağı verdiği için Oğuz Atay'ı unutmayanlar adına teşekkür etmek isterim: Bizlerin korkusu, geçmişin de elimizden alınması olasılığından kaynaklanmıyor muydu? Şubat 1984, İstanbul 

23 Şubat 2015 Pazartesi

Denize Gidip Dönen Mavilerin Bire İndirgenen Üçlüğü, T.Uyar

DENİZE GİDİP DÖNEN MAVİLERİN BİRE İNDİRGENEN ÜÇLÜĞÜ Yalanlı dolanlı alçak doğruca yaşanmamış birBir gözsüz kulaksız elsiz ayaksız güdük bir günBütün yitiklerim karalarım üstüste üstüste bütün karışıklığımGelip geçtiğim macera şu kadar binler yıllıkŞu kadar binler yıllık karalarım karışıklığım üstüsteUsul usul insan insan ölüm ölüm üstüsteŞu kadar güneş şu kadar su şu kadar su yılanı şu kadar düzenBen sebepliyim denizlere aylara kavgalara umursuzluğaBir maviyi durup dururken birine benzetiyorumBir balığın ağzını anıyorum durup dururkenSerinliyorumBen üç yer tasarlamıştım üçü de sana bana uygunBiri günebakanlarda biri otuz yaşta birini sormaBirini sorma gün gelir ben söylerimDaha usta olurum daha yiğit o zaman söylerimBu kırgın karanlığı bir ışıtalım ilkinYeniden şehirler kuralım şimdikilerine benzeyenBaştan başlayalım susamlara ekmeklere 

                                                                   denizaşırılarına sevmelereGidip dönelimBelki bir yerde bir tohumda bir durumda belkiBelki o ses o yudum o yumuşak döşekler yeşil yeşillerBen taş çekerim yılmam çamur kararım yol döşerimBakarsın göneniriz gidip dönelimBen yılmam taş çekerim çamur kararım benSenin de gürül gürül saçların var nasıl olsa.

Metin Feyzioğlu: Tayyip Erdoğan dönemi bitmiştir

“Türkiye’yi nereye sürüklediğini en iyi Recep Tayyip Erdoğan biliyor. Bunun için iç güvenlik paketi diye, ‘sarayın güvenliği’ paketini dayatıyor ve kendi güvenliğini sağlamaya çalışıyor. Otoriter liderlik sevdalılarının tarihteki son günleri hep böyle olmuştur. Erdoğan gidecek; demokrasi içinde, demokratik yöntemlerle gidecek. Görüyor, biliyor, korkuyor.”Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu ile iç güvenlik yasa tasarısını konuşmak üzere buluştuk. Önemli bir hukukçu olan Feyzioğlu, söyledikleri dikkate alınması gereken bir isim. İç Güvenlik Yasa tasarısı’nın çıkmasıyla birlikte Erdoğan döneminin sona ereceğini, 7 Haziran seçimlerinin sonucunun ne olursa olsun Erdoğan’ın artık ülkeyi yönetemeyeceğini söyleyen Feyzioğlu, sohbetimiz sırasında farklı konulardaki görüşlerini de dile getirdi. Bilhassa Ergenekon ve Balyoz sürecinde yaşananları eleştiren Feyzioğlu’nun söylediklerini olduğu gibi yayımlıyorum. Buna karşın, Hizmet Hareketi’yle ilgili bazı sözlerine itirazım ise baki...İç Güvenlik Yasa Tasarısı kabul edilirse bizi nasıl bir Türkiye bekliyor?İç Güvenlik Yasa Tasarısı paketi, Saray’ın güvenliği için çıkarılıyor. Bu paket, Tayyip Erdoğan döneminin bittiğinin en resmi işareti. Evet, yüksek sesle söyleyelim. Türkiye’de Tayyip Erdoğan dönemi bitmiştir. Erdoğan’ın asla yönetemeyeceği ve bu yasayı kabul ettiğine pişman olacağı bir Türkiye bekliyor. O yüzden Erdoğan’ın bittiğinin kanunu, final kanunudur.Bu yasa tasarısıyla neler değişecek?Yürütme organı, savcı yetkilerini kullanmaya başlayacak. Bu 12 Eylül faşist yönetim tarzıdır. Vali, kaymakam, polise emredecek ve devlet büyüğümüzün canını sıkanı içeri atacaklar. Zaten HSYK’yı ele geçirdiklerini düşündükleri andan itibaren Cumhurbaşkanı’na söz söyleyen herkesi içeri almaya başladılar. Elbette Cumhurbaşkanı’na hakaret edilmesin, insanlar hakaret etmeden eleştirilerini dile getirebilmeli. Ama hakaret, tutuklanma sebebi değil. Ancak bizlere hakaret edildiğinde, nasıl tutuklanma olmuyorsa onda da olmamalı. Burnu sürtülsün tutuklamalarıdır bunlar. Küçücük çocukları tutukluyorlar.Tasarıdaki değişikliklerin olağanüstü hal yetkisi olduğu söyleniyor…Vali ve kaymakamlar olağanüstü hal, vali ve kaymakamına dönüşüyor. Telefon dinlemeleri hiç ihtiyaç olmadığı halde 48 saat boyunca yargı kararı olmaksızın polisin talimatıyla gerçekleşebilir hale geliyor. İstihbarî dinlemelerde Ankara’da bir tek hâkim görevlendirilecek.Neden tek bir hâkim olacak, buna yargının karar vermesi gerekmiyor mu?Elbette. Gidin yargıdan alın kararı. Yargıya gitmiyorlar çünkü HSYK’yı istedikleri gibi kurguladılar. İstedikleri hâkimi de telefon dinlemelerinde, bilgisayar iletişiminin kontrolünde görevlendirip, 77 milyon Türkiye’nin iletişimini Ankara’da tek bir hâkiminin elinden geçirmek istiyorlar. Hitler ve Mussolini zamanında internet olsaydı bunları getirebilirdi. Bir anekdot anlatılır. Vatandaşın vatandaşı ihbar yükümlülüğünü Mussolini’nin önüne koyarlar 1930’larda. ‘Bir vatandaş diğerini suç işlerken görürse mutlaka ihbar etmelidir’ maddesi. Mussolini ‘Bunu yapmayın, İtalyan toplumunu içeriden çökertmek mi istiyorsunuz? Vatandaş bir diğerinin ihbarcısı olamaz’ der. 2005 Ceza Kanunu’nda bunlar vatandaşa, vatandaşı ihbar hükmü getirdi. Mussolini’yi aştılar. Anayasa Mahkemesi daha sonra iptal etti ama zihniyet geldi bu noktaya dayandı.Polise ne tür yetkiler veriliyor ve hangi yetkileri genişletiliyor?Polis zaten son derece keyfi bir biçimde gaz sıkıyor, ‘sık ulan sık’ var ya, öyle. Zaten eli tetikte. O kadar meyilli ki gaz sıkmaya, bir sokak eyleminin ortasında kaldınız ya da silahsız sopasız bir eylemdesiniz, hasbelkader Tayyip Erdoğan’ı ya da memurlarını eleştiriyorsunuz, o polisin gözünde siz teröristsiniz. O yüzden gazı ‘sık ulan sık’ diye sıkıyor. Nasıl yaşayacaksınız, nefes alacaksınız? Ağzınızı, yüzünüzü kapatacaksınız. Kapatırsanız da bu yasaya göre, teröristsiniz.Kabul edilebilir mi bunlar?Asla. Bu yasa bir sıkıyönetim rejiminin olağan dönemde Türkiye’ye dayatıldığı, kuvvetler ayrılığından kuvvetler birliğine geçilirken siyasi iktidara ihtiyaç duyduğu anormal yetkiler tanıyan bir yasa. Görünen o ki, bombalı eylemlerden korkuyorlar. Madem korkuyorlar, paylaşsınlar. Kimden hangi eylemden korktuklarını anlatsınlar. PKK’nın bombalı eylemlerinden mi korkuyorlar? Yerine getiremeyecekleri sözler sebebiyle, bu tehditlerle karşı karşıya bıraktılar evlatlarımızı. Türkiye’nin metroları, AVM’leri hangi tehditler altında? Beslediniz büyüttünüz, şimdi bunlar Türkiye’de hücre evinden eylemler mi yapacak? Mesela polise artık elbisenin içine de bakma yetkisi veriyorlar.Muhalefetin ‘paralel yapının’ araştırılmasına yönelik önergesi geri çevrildi…Paralel devlet diyorlar ama paralel devletin dik alâsı Güneydoğu’da PKK ve KCK eliyle kurulmuş durumda. Paralel devletle mücadele diye kendi seçmenini konsolide ederken, paralel devletin dik âlâsı Güneydoğu’da var. Siyasi iktidarın zerre kadar mücadele iradesi olmadığı için devletin polisi önünde eylem yapılırken arkasını dönüyor. Sonra buraya geliyorsun ‘paralel devlet’ diyorsun. Paralel devlet varsa, bunun sorumlusu falanca cemaat ya da grupsa, tarikatsa delilini koy mücadeleni ver. Tabii ki karşıyız devlet içinde devlet yapılanmalarına. Ama sen cadı avı başlatıyorsan, cadı avı diye işine gelmeyen herkesi içeri almaya başladıysan, bu olmaz.Paralel devletle mücadele ettiklerini söylüyorlar ama…Siyasi iktidarı, paralel devletle mücadele söyleminde samimi bulmuyorum. Devletin, yargının, emniyetin içinde birtakım yapılanmalar varsa delilleriyle koyarsınız. Ki ben bir paralel yapı olduğuna inanıyorum. Bugünkü mevzuatın yetkilerini bile kullanmazken, polise en keyfi yetkileri tanıyacak yeni bir mevzuat getiriyorsun. Üstelik Güneydoğu’da falan kullanmak için de değil. Silahsız, şiddetsiz kim gösteri yaparsa, onun kafasını ezmek ve devlet büyüklerine dikensiz gül bahçeleri vermek için. Ama Hizmet Hareketi’nin de takkeyi önüne koyup düşünmesi lazım.Bugünlerin moda deyimiyle ‘Cemaat özeleştiri yapsın’ diyorsunuz. Ama yapılanlar da görülmüyor sanki…Yargının, emniyetin içinde örgütlendi mi? ‘O gazeteciler gazetecilik sebebiyle tutuklanmadı’ diye manşetler attı mı? Nedamet zamanı. Türkiye’de haksızlık sadece kendinize dokunduğu zaman feryat edeceksek, tek tek avlarlar bizi. Ayrıca ben öyle çok ciddi özeleştiri yapıldığını görmedim. Özeleştiriler yapıldı ama ağız dolusu ‘Yanlış yapan bizden değildir. Bu yanlışlar yapıldı ama biz yeni bir sayfa açmaya hazırız’ denmedi. Ergenekon’da, Balyoz’da çok haksızlıklar yapıldı. Bu Hareket, fakir fukaranın elinden tutuyor, insanlara eğitim veriyorsa, ihtiyaç sahiplerinin yüzünü güldürebiliyorsa kim ne diyebilir. Ama gelip de emir komutayla birileri birilerini mahkûm ediyorsa, sahte deliller üretiyorsa, onlarla hayatlar karartılıyorsa ki bu davalara ben avukat olarak değil ama izleyici olarak girdim, izledim. Türkiye çok zor zamanlardan geçti. Bu hareketin mensubu bazı gazeteciler açıktan kimlerin tutuklanacağının müjdelerini verdiler.Saray kendinden ve PKK’dan başka kimseyi muhatap almıyorPolis devleti oluşturulmaya çalışıldığı söyleniyor. Nedir bu polis devleti? Burada polis, kolluk kuvveti olan halk tarafından bilinen polis mi?Bu paket ile 77 milyonluk koca Türkiye, Saray’ın iki dudağının arasına sıkıştırılmak isteniyor. Polis, Saray’ın sopası, silahlı gücü, özel güvenlik teşkilatına dönüştürülmeye çalışılıyor. İşte bu, polis devleti. Yani özgürlüklerin istisna, sınırlanmasının kural olduğu bir devlet. İktidarı eleştirmenin yasak olduğu, iktidarın kendini rahatsız edebilecek her düşünce açıklamasına, her kişiye önceden tedbir uyguladığı, yargıyı bastırma aracı olarak kullandığı devlet. Özetle, kişilere bırakılan özgürlüğün sadece iktidarı alkışlamaktan ibaret olduğu bir yapı. Bizdeki haliyle ise saray devleti. Saray devleti, polis devletinden biraz daha ileri. Çünkü hafiyelik en önemli uğraş olmuş. Devletin istihbarat teşkilatları, Saray’ın canını sıkabilecek herkesin peşine takılmış, onları izliyor. Devletin bekası kavramının yerini, sultanın bekası almış.İç Güvenlik Yasa Tasarısı’nın kabul edilmesi kadar, çıkarılma sebebi üzerinde duruyorsunuz…Çünkü Erdoğan, Türkiye’yi Davutoğlu’yla beraber yalnızlaştırdı. Bu yalnızlığın bedelini hep birlikte ödemeye başlıyoruz. Tayyip Erdoğan’ın inişli çıkışlı ruh haline endekslenmiş bir dış politikanın sonucunda, Libya’dan sürüldük. Mısır’la düşman olduk. Irak’ta figüran konumuna indirgendik. Suriye’yi felaketlere sürükledik, milyonlarca insanın evinden, barkından, canından olmasına katkı verdik. Almanya ile yollarımız ayrıldı. Fransa’da Elysee Sarayı, PKK’ya açıldı. PKK, terör örgütlüğünden, özgürlük savaşçılığına terfi ettirildi. Avrupa Birliği hedefimiz kalmadı. Amerika ile kerhen yürüyor ilişkiler. İran, potansiyel düşman ilan etti bizi. Avrupa’da da Ortadoğu’da da artık yokuz. Dolar kurundan tutun da insanların özgürlükleri, Tayyip Erdoğan’ın o anki ruh haline göre ağzından çıkacak bir cümleye bağlı. Yatırım gelmiyor artık Türkiye’ye. Komşularımızın toprak bütünlüğünü tehdit eden terör örgütleri Türkiye’yi lojistik üs olarak kullanıyor. Çözüm süreci denilen süreçte ne konuşulduğunu Saray ve İmralı dışında kimse bilmiyor. Saray, kendinden ve PKK’dan başka kimseyi muhatap almıyor. Kim bilir ne sözler veriliyor can havliyle.Peki iktidar bu gidişin farkında değil mi? Görmek istemiyor mu?MİT Müsteşarı durumun farkında. Artık boynundaki davulu taşımak istemiyor. Tokmağı tutana güvenmiyor, kontrolden çıktığını görüyor. Bütün bu tehlikeli tablonun en çok farkında olan biri daha var: Tayyip Erdoğan. Çünkü Türkiye’yi nereye sürüklediğini en iyi kendi biliyor. Bunun için iç güvenlik paketi diye, sarayın güvenliği paketini dayatıyor, kendi güvenliğini sağlamaya çalışıyor. Otoriter liderlik sevdalılarının tarihteki son günleri hep böyle olmuştur. Erdoğan gidecek; demokrasi içinde, demokratik yöntemlerle gidecek. Görüyor, biliyor, korkuyor… 7 Haziran seçimlerinden söz etmiyorum. O seçimlerin sonu ne olursa olsun ülkemizi Tayyip Erdoğan yönetemeyecek diyorum… Yanlışlarını düzelteceğine, yanlışı yanlışla bastırmaya çalışıyor.Mezhep, etnik köken ve siyasî ideoloji üzerinden Türkiye bölünüyorNasıl bir oyun oynanıyor?Türkiye’yi üç fay hattı üzerinden bölmek suretiyle kendi tabanlarını çok kısa vadeli menfaatler için, yani 7 Haziran için konsolide etmeye çalışıyorlar. Mezhep, etnik köken, siyasi ideoloji... ‘Benim partime oy veriyorsan, bendensin. Vermiyorsan, karşı görüş söylemen ihanettir, sen çünkü bir vatan hainisin.’ ‘Sünni’ysen, birinci sınıfsın, Aleviysen bu ülkenin eşit vatandaşı değilsin.’ ve Kürt Türk fay hattı. Kürt milliyetçiliği zirve yapıyor, tepki olarak karşısında ırkçı milliyetçilik zirve yapıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi yeni Türkiye adıyla çöpe atılıyor.Neler yapılması gerekiyor?Herkesin takkesini önüne koyması lazım. Herkes iktidarı da, muhalefeti de tattı bu ülkede. İktidardayken zulmetti, muhalefetteyken mazlum oldu. Kim nerede yanlış yaptı, artık bu yanlışlardan ders almak gerekiyor. Bu ülkede daha düne kadar eşi başörtülü olanlar terfi edemiyordu. Kendi başörtülüyse zaten hiçbir yere gelemiyordu, evinde oturması lazımdı. Özel sektörde bile iş bulamazdı. Bunlar dibine kadar yanlıştı. Çocuklarımızı nizamiyelerde ‘başını aç’ diye özel güvenliklere kontrol ettirdik. Ben üniversite hocasıydım, bunların hepsini gördüm, yaşadım. Peruklar taktırıldı ve çocuklar o şekilde okula gitmeye çalıştı. Bunlar külliyen yanlış ve aptalca. Hâkimlerin tayin terfiinde eline içki kadehi almıyorsa, ‘Ya, bu laik değil herhalde’ deniyordu. Bir rektör adayı eşi türbanlıysa imkânı yok nasıl yükselecek. Bunların hepsi yanlış.Bu, bir özeleştiri mi?Evet, ama bunu sadece biz değil herkes yapmalı. Şimdi maazallah masanızda içki kadehi varsa, içkili bir lokantaya mı gittiniz, kamuda bittiniz. Rektör adayı mısınız, eşinizin başörtülü olması sizin için müthiş bir avantaj. Kutsal dinimiz dün de alet ediliyordu siyasete, bugün de alet ediliyor. Kutsal dinimizi kendi siyaset ve ticaretlerine alet eden bezirganlardan kurtulma zamanı geldi. AKP’nin dört bakanı, onların çocukları, son derece ciddi ağır deliller olmasına rağmen, zorla aklandılar ve haklarında takipsizlik çıktı.

20 Şubat 2015 Cuma

Mutluluk, J.L. Borges

MUTLULUK Kim bir kadını sarıyorsa odur Adem. Kadın da Havva.Herşey ilk kez olmaya başlar.Gökyüzünde beyaz bir şey gördüm. Bana Ay olduğunu söylüyorlarama bir kelime ve bir mitoloji ile ne yapabilirim.Ağaçlar korkutuyor beni biraz. Öyle güzeller ki.Sakinleşmiş hayvanlar onlara adlarını söyleyebileyim diye yaklaşıyor.Kitaplıkdaki kitapların harfleri yok. Ben açınca ortaya çıkıyorlar.Atlasın yapraklarını çevirirken tasarlarım Sumatra′nın şeklini .Karanlıkta kim bir kibrit yakıyorsa o icat ediyor ateşi .Aynanın içindeki Öteki, pusuda bekler.Kim okyanusa baksa İngiltereyi görür.Kim Liliencron’dan bir dize mırıldandıysa savaşa katıldı.Rüyamda Kartaca’yı gördüm ve Kartaca’yı yıkan lejyonları.Rüyamda gördüm teraziyi ve kılıcıSahip olanın veya olunanın olduğu değil, ikisinin de teslim olduğu aşka olsun övgü!Bize cehennemi yaratma gücümüz olduğunu gösteren kabusa olsun övgü!Kim bir nehire gitse Ganja gider.Kim bir kumsaatine baksa bir imparatorluğun dağılışını seyreder.Kim bir hançerle oynasa Sezar′ın ölümünü önceden söyler.Kim rüya görse, o, insanların hepsidir.Çölde genç Sfenksi gördüm, daha yeni çıkmıştı yontucunun elinden.O kadar eski başka bir şey yok güneşin altındaHerşey ilk defa ama sonsuz bir biçimde oluyor.Sözlerimi kim okuyorsa onları icad ediyor.

18 Şubat 2015 Çarşamba

Attila József, A.Oktay

ATTILA JÒZSEF

Çamaşırcı anam! Siyah

bir gülün rüzgârda

titrediği an'

sın. Bir tülbent

gibi emdim yıllarca,

sızdırdığın kederi. Bir düş

bir koku gibi sindirdim

ruhuma.

            Kim bilebilir

bir kucaklayıştaki yabanıl

utancı ve çağıldayan

öfkeyi gözyaşında? Aç

oğuldan başka.

            Belleğimdedi

hâlâ, delinip örselenmiş

belleğimde; kırılan

bir vitrayın sesi gibi: "Oturup

kalmıştın elinde fincan

ve hafif bir gülümseyiş

dudaklarında."

            İlk Melek

böyle mi görünmüştü

inanmışa?

Gündüzün övgüsü! Bahçenin

övgüsü! Koşuyor biri tarhların

arasından, koparmak için

bağrımdaki kapkara mührü. Ey yitik

sevgililer! Hanginizsiniz

Martha mı Flora mı? Bir tan

atımı ya da yaprağın

üzerindeki sabah

çiyi gibi.

Buydu tek istek.

Buydu özlem.

            Oysa kucaklıyor beni

bir ırmak gibi delilik.

Tanıdım! Tanıdım! Güzün

sesi: Bir kanayış

gibi. Değdi değecek toprağa

bir yaprak: Çok Acıyor               

Kırık aynada da evlatlığın

yüzü: Hüzün

ve dehşet

tüm geçmişinde: Çok Acıyor

Mevsim! Akıt ölülerini,

dudağındaki kanı sil. Yolcu

sarkmış camdan, bir gök

parçası her mendil: Çok Acıyor.

Sarıl bana doktor. İkizim

ol. Gezdirdim yeraltımda

seni. Döküldü çürüyen

dalın üstündeki kabuk.

Bir uçurumdu, öğrendik birlikte

her yeni sözcük. Hortlaksıdır

gördün ki kimi ruh.

                                      Bölüş!

Bu çığlığım: Tarihin

ve zamanın dibinden

geliyor ve sesleniyor

umarsız soydaşına.

                                      Bul beni

doktor. Giyindim işte kışın

ve yasın rengini.

Zalim gün! İlenç

var dilimde. Korku var

dilimde.

             Dizelerimde

beyaz terörün, sıkıyönetimlerin

ve yoksulluğun lekesi.

Tanıdım! Tanıdım! İçimde

ilk yağacak karın sesi.

Uğurluyor beni, zamanın

kalbine, istasyondaki

her mendil:

Kapanmayan

yarasıyla doğandım.

17 Şubat 2015 Salı

Comte de Lautréamont, Maldoror'un Şarkıları (ÖNSÖZ, Özdemir İnce)

SORUSU SORULMAMIŞ YANITLAR

                                                                                                              On dokuzuncu yüzyılın sonu görecek,

                                                                                                              kendi şairini." (Birinci Şarkı)

Yukarıdaki dizeyi yazdığında ya yirmi ya da yirmi iki yaşındaydı Isidore Ducasse. Maldoror'un Şarkıları'nı yazmaya başladığında adı Isidore Ducasse'tı; ama, yazma süreci içinde Comte de Lautréamont' a dönüştü. Poésies'yi yazarken tekrar kılık değiştirip Isidore Ducasse oldu. Ne var ki, tanımlamaya çalışacağımız kişilik için bu iki ad da yeterli değil; çünkü, en azından, ikinci doğuşu olan bu yüzyılın yirmili yıllarından bu yana tek bir kişilik var: Ducasse-Maldoror-Lautréamont.

Bu kendini beğenmiş(?), başta Gaston Bachelard olmak üzere kimilerine göre deli; bu adı alıntı, kitabının adı yapıntı ve yapıtının bir bölümü çalıntı; bu neredeyse dâhi liseli'nin (A.Camus) ülkemizde tanındığını sçyleyemeyiz: Adını biliyoruz, edebiyat çevrelerinin bir kesiminde söylencesi dolaşıyor, birkaç çeviri sayesinde yapıtı biraz aralandı, o kadar. Ama, başta Fransızlarınki olmak üzere üstgerçekçilerin (sürrealistlerin) yapıtlarında ve çağcıl şairlerin önde gelenlerinin çoğunda bir parça Ducasse-Lautréamont bulmamız hiç de zorlama sayılmamalı. "Bugünkü şiirin sorumluluğunda en büyük pay bu adama düşer." diyen André Breton, bu düşünceyi büyük ölçüde doğruluyor. Anlama biraz bulanıklık getiren "sorumluluğunda" sözcüğünü "oluşumunda" olarak algılarsak, bu delikanlının şiirsel eylemi çok daha belirginlik kazanmış olur. Öte yandan bu görüşü paylaşan yalnızca Breton değil:"Rimbaud'yu, Maldoror'un VI. Şarkısı'nı okuyunca kendi yapıtlarımdan utandım." (A.Gide)"Maldoror'un birazcık tadına bakınca, bütün şiir yavanlaşıyor." (Aragon)"Lautréamont'u açın! Bütün edebiyat şemsiye gibi tersine döner." (Francis Ponge)Kısacık ömründe geleceği yaşamış; "bugün" ü yadsıdığı, "bugün" de "yarın" ı yaşadığı için çok uğultulu bir yalnızlığa kapanmış olan Lautréamont'un durumu birçok bakımdan çelişkili görünüyor. Marcelin Pleynet'ye göre, o olmaksızın Fransız kültürü eksik ve tamamlanmamış kalırdı; Fransız edebiyatı, tümüyle, yüzü geçmişe dönük bir tekrar taslağı izlenimi uyandırırdı. Demek oluyor ki, Lautréamont ve yapıtı, Fransız kültür ve edebiyatının "olmazsa olmaz" bir öğesi durumunda. Ama, bunula birlikte, en temel dayanaklarına varıncaya kadar yadsıyarak, tersine çevirerek bu kültürün içinde kendine ancak bir yer açabildi (o da yarım yüzyıl sonra). Kendinin taraf ve nesnesi olduğu bir davada Fransız kültür ve edebiyatına meydan okudu. Ama, yalnmızca bu kültüre, bu edebiyata mı karşıdır bu benzersiz başkaldırı?Poésies I'in başlarında "Anı bırakmayacağım arkamda," dediğini, yayıncısı Verboeckhoven'e, ölümünden dokuz ay, üç gün önce yazdığı 21 Şubat 1870 tarihli mektubunda, "Biliyorsunuz, geçmişimi yadsıdım," diyerek bu kararını pekiştirdiğini siz de okuyacaksınız. Nitekim, Maldoror'un birinci şarkısının ilk baskısında adı geçen lise arkadaşı Georges Dazet'nin adını ikinci baskıda kaldırıp yerine hayvan adları koyarak bizi Tarbes Lisesi'ne ve özel yaşamının bir dönemine götürecek yolun önünü tıkamak istemiştir. "On dokuzuncu yüzyılın sonu görecek kendi şairini" diyerek sonsuzlaşmak, ölümsüzleşmek istediğini hiç de alçakgönüllü olmayan bir biçimde dile getiren (bu saplantıyla Şarkılar'ın birçok yerinde karşılaşacağız) ve arkasında anı bırakmak istemeyen, kısacık bir ömrü, üç dört yıllık bir edebi yaşamın geçmişini silmeye kalkışan bir bilinç: Uçurumla doruğun çelişkisi; uçurumla doruğun baş döndürücü çelişkin birliği.Ama, her şeye karşın geriye bir şeyler kaldı: İki ad, iki kitap, altı mektup ve ilk kez 1977 yılında yayınlanan bir tek fotoğraf.

ISIDORE DUCASSE'tan

COMTE DE LAUTRÉAMONT'a

Isidore Ducasse 4 Nisan 1846 günü, Arjantinlilerin kuşatması altında bulunan Montevideo'da (Uruguay) doğdu ve Prusyalıların kuşattığı Paris'te, Komün'den üç ay kadar önce, 24 Kasım 1870 günü öldü. Toplam olarak 24 yıl, 7 ay, 20 gün yaşadı.

Isidore doğduğunda babası otuz yedi, annesi yirmi beş yaşındaydı. Annesi Célestine Jacquette Davezac (1821) ile babası François Ducasse (1809) Montevideo'da evlendiklerinde (21 Şubat 1846) Isidore'un doğumuna iki ay kalmıştı, yani annesi yedi aylık hamileydi.

Güneybatı Fransa'da, Tarbes yakınlarındaki Bazet'de doğdu François Ducasse. Aynı bölgede bulunan Sarniguet adlı köyde ilkokul öğretmenliği yaparken, bu köyde doğmuş olan Célestine Jacquette Davezac ile 1837-1839 yılları arasında tanuştı. François Ducasse'ın 1839 yılında Güney Amerika'ya gittiği, bundan üç yıl sonra da Célestine Jacquette Davezac'ın aynı yolculuğa çıktığı tahmin ediliyor.

1840 yılına doğru Montevideo Fransız Konsolosluğu'nda çalışmaya başlayan François Ducasse, oğlu Isidore'un doğumundan hemen sonra kançılar olmuştu. 1887 yılında öldü. O sıralarda, altı yedi bin dolaylarında Fransız göçmenin yaşadığı Montevideo'daki konsolosluk üstleri il Dışişleri Bakanlığı (Paris) arasında yapılan yazışmalardan, François Ducasse'ın çok başarılı, çok yetenekli, çok çalışkan bir memur ve yönetici olduğu, görevinde övgüye değer roller oynadığı anlaşılıyor. Böylesine işi başından aşkın bir babanın oğluyla yakından ilgilendiği düşünülemez, hele karısının erken ölümünden sonra.

Annesi 9 Aralık 1847 günü intihar ederek (bu sava karşı çıkanlar da var) öldü. Demek ki, annesi öldüğünde Isidore yirmi aylıktı.

Isidore Ducasse'ın doğumuyla, öğrenim için Fransa'ya gönderildiği Ekim 1859 yılı arasındaki on üç yıllık yaşamına ilişkin hiçbir bilgimiz yok, Uruguaylı Alvaro Guillot Munoz'un bulup 1925 yılında Lautréamont et Laforgue adlı kitapta yayınladığı 16 Kasım 1847 tarihli vaftiz belgesi (Montevideo Katedrali) dışında.

Aslına bakarsanız, 1859-1863 Tarbes Lisesi, 1863-1865 Pau Lisesi yaşamından hemen hemen hiçbir bilgimiz yok, Pau Lisesi'nden sınıf arkadaşı Paul Lespés'in anıları dışında. Zaten Paul Lespés, etiyle kemiğiyle Isidore Ducasse'ı gördüğünü söyleyen, görgü tanıklığına dayanarak onunla ilgili bilgi veren iki kişiden biri.

Ağustos 1865'te Pau Lisesi'nden ayrılan Isidore Ducasse'ın izini 21 Mayıs 1867 tarihine kadar yitiriyoruz; 21 Mayıs günü Tarbes Valiliği'nden bir pasaport ve 25 Mayıs günü de uruguay için vize aldığını kayıtlardan biliyoruz. Aynı yıl Paris'e döndüğü ve bir edebiyatçı olarak 23, rue Notre-Dame-des-Victoires adresine yerleştiği biliniyor.

Ducasse'ın I. Şarkı'nın elyazmasını Ağustos 1868'de basımcı Balitout'ya teslim ettiği tahmin ediliyor. I. Şarkı'nın bu baskısı yazarın adı olmaksızın yayınlandı. Evariste Carrence'ın Bordeaux Şiir Yarışması'na katılan Şairlerden derleyerek Ocak 1869'da yayınladığı Parfums de l'âme adlı ortak kitapta ikinci kez ve gene imzasız olarak yayınlanan I. Şarkı'da bazı düzeltmeler yapıldığı görülüyor. Aynı metnin bazı değişikliklere uğramış kesin biçimi, aynı yılın yaz aylarında Les Chants de Maldoror I. II. III. IV. V. VI. başlığıyla yayınlanan tam metin içinde yer alacaktır. Lacroix ve Verboeckhoven adlı yayıncıların Brüksel'de yayınladıkları yapıtın yazarı olarak ilk kez Comte de Lautréamont adı görülmektedir. Ancak, şairin 27 Ekim 1869 tarihli mektubunda kabul ettiği anlaşmaya karşın, yayıncılar yapıtı depolarında tutacaklar ve yazar kitabının Paris kitapçılarında satışa çıktığını göremeden bu dünyadan göçüp gidecektir. İşin aslı şudur: Kitabın adı, Yurtdışında Basılmış, Yasak Yayınlar Bülteni 'nde yer aldığı için basımcılar korkmuş ve kitabı dağıtmamıştır. Bununla birlikte yazarın eline 10-20 nüsha geçmiştir.İçişleri Bakanlığı'na Nisan 1870 günü teslim edilen Poésies I ve Haziran 1870'de teslim edilen Poésies II'nin yazarı olarak Isidorc Ducasse görünmektedir.Birkaç ay sonra, 24 Kasım günü, 7 rue du Faubourg-Mont-marte adresinde ölecek ve ertesi gün geçici olarak, Montrnartre mezarlığına gömülecektir. Belirtilen tarihte öldüğü kesin, çünkü Seine ili tarafından düzenlenmiş ve yirmi dört yaşındaki Isidore Lucien Ducasse adlı edebiyatçının saat sekizde öldüğünü bildirir bir belge var. İlkin, 25 Kasım 1870 günü kuzey (Kuzey-Montmartre) mezarlığının 35. bölümüne gömülen ceset, 20 Ocak 1871'de 49. bölüme aktarılacak ve nihayet kemikleri 1890 yılında Pantin kemikliğine taşınacaktır.Lacroix ve Verboeckhoven'in 1869 yılında bastığı, ama dağıtmayıp depoda sakladığı Maldorofun Şarkıları, Brüksel'deki _Ican-Baptiste Rozez kitabevi tarafından 1874 yılında satışa çıkartıldı, ama hiçbir başarı kazanmadı. Şarkılar, ölüm belgesi üzerinde Ducasse'ın doğum ve ölüırı tarihlerini saptayan ve onun bankacı Darasse'a yazdığı iki mektubu bulan Leon Genonceaux tarafından yeniden basıldı (1890), ama Lacroix-Rozez baskısı henüz tükenmemişti.1870 yılında yayınlanan Poésies I ve II'nin, 1891 yulında Remy de Gourmont tarafından Ulusal Kitaplık'ta bulununcaya kadar, yirmi bir yıllık bir dönemde herhangi bir yerde izine rastlamıyoruz. Léon Genonceaux'nun yayınından sonra, bu sırada Ulusal Kitaplık'ta çalışmakta olan Remy de Gourmont, Isidore Ducasse'ın yapıtı üzerine yaptığı araştırmaları Mercure de France'ın Şubat 1891 sayısında yayınladı. Birçok değerli bibliyografik bilgiyi ona borçluyuz. Bundan yirmi sekiz yıl sonra André Breton Ulusal Kitaplık'a gidecek (1919), birinci ve ikinci kitabı eliyle kopya edecek ve bunlar Littérature dergisinin nisan ve mayıs sayılarında yayınlanacaktır.Poésies I ve II tek kitap olarak 1920 yılında, Philippe Soupault'nun önsözüyle Au Sans-Pareil'de yayınlandı.Sonuç olarak, Isidore Ducasse/Comte de Lautréamont'un ve yapıtlarının okurla gerçek tanışmasının 1920'den itibaren, yani ölümünden elli yıl sonra gerçekleştiğini söyleyebiliriz.

  

İKİ TANIKLIK

Isidore Ducasse'a ilişkin ve çoğu hâlâ varsayımdan öteye gitmeyen birkaç bilginin toplanması için tam yüz yıl gerekti. Şarkılar'ın üçüncü yayıncısı L. Genonceaux'nun, ilk yayıncı Lacroix'nın (Isidore Ducasse'ı gördüğü bilinen iki kişiden biri) tanıklığına dayanarak verdiği bilgiye göre, "Isidore Ducasse Paris'e Politeknik Okulu'nda ya da Madencilik Okulu'nda okumaya gelmişti. 1867 yılında, 23, rue Notre-Dame-Des-Vistoires adresinde bulunan otele yerleşmişti Güney Amerika'dan gelir gelmez. Esmer, uzun boylu, tüysüz, sinirli, düzenli ve çalışkan bir delikanlıydı. Ancak geceleri ve piyanosunun başında yazardı. Cümlelerini yüksek sesle tekrarlayarak müzik eşliğinde kurardı." Gecenin herhangi bir saatinde başlayan çalışmalardan, yataklarından fırlayarak uyanan öteki otel müşterileri şikâyetçiymiş. Isidore Duccasse'ın ölümünden  yirmi yıl sonra yayınlanan bu satırların doğruluğunu (ya da tersini) kanıtlamak olanaksız. Buna karşın Gomez de la Serna'nın (1925), André Malraux'un (1920), Philippe Soupault'nun (1946) bu kaynaktan yararlandıkları görülür.İkinci tanık, François Alicot'nun kendisiyle söyleşi yaptığı yıl (1927) 81 yaşında olan, Ducasse'ın okul arkadaşı Paul Lespês. Ducasse'ı 1864 yılında Pau Lisesi'nde tanıdığını söyleyen Lespês, onunla ilgili olarak şu bilgileri veriyor:"Bu uzun boylu, sırtı biraz kambur, soluk tenli, uzun saçları alnının üzerine dökülen, ekşimtrak sesli delikanlı hâlâ gözümün önünde. Çekici bir özelliği yoktu yüzünün... Kederli ve sessizdi, içine kapalıydı. Mutlu ve özgür bir yaşam sürmüş olduğu denizötesi ülkelerinden bana birkaç kez heyecanla söz etti."Lespés'ın verdiği bilgiye göre, Gustave Hinstin'in belagat dersine büyük ilgi gösterirmiş Ducasse; Racine ve Corneille'i ve özellikle de Sofokles'in Kral Oidipus'unu severmiş; Edgar Poe ve Théophile Gautier'ye hayranmış. Birinde kendisine garip ritimli, karanlık düşünceli birkaç şiir göstermiş. "Ducasse Latin koşuğundan tiksinirdi" diyor Lespés.Lespésîn konuşmasının tümünü buraya aktarmamızın olanağı yok. Ancak onun yaptığı tanım, Genonceaux'un betimlemesini doğruluyor: "Esmer, uzun boylu, tüysüz, sinirli, düzenli ve çalışkan bir delikanlıydı."Okul belgelerinden, lise birinci sınıfta aritmetik, geometri ve resim derslerinde sınıf birincisi, Latinceden Fransızcaya çeviride beşinci, Fransızcadan Latinceye çeviride dördüncü, dilbilgisi dersinde dördüncü olduğu anlaşılıyor. Sınıf onur listesinde üçüncüymüş. Öteki sınıflarda da aşağı yukarı aynı düzeyi tutturduğu görülüyor.Fen derslerine, özellikle de biyolojiye yatkınlığına Şarkılar'da sık sık tanık olacağız. Bu alanlardaki bilgilerini bir şiirsel metne geçirmekten alaylı bir kıvanç duyuyor gibidir.

LAUTRÉAMONT-MALDOROR-DUCASSE 

Max Chaleil'e göre şöyle bir denklem yazılabilirDucasse + Maldoror = LautréamontIsidore Ducasse'ın Lautréamont'a dönüşmesi ve Maldoror sözcüğü uzun süre bilmece olarak kaldı. Maldoror bilmeceliğini sürdürüyor, ama Lautréamont'un kaynağını biliyoruz artık: Eugéne Sue'nün LATRÉAUMONT adlı romanı. M'nin önündeki “U” harfi, birinci T`nin önüne gelerek Lautréamont'u oluşturuyor. Bu seçim ayrıca Maldoror'un Şarkıları'nın yapısal ve yöntemsel bakımdan halk romanı (roman populaire) ve kara romanla (roman noir, korku romanı) ilişkisini de açıklamış oluyor.Basit bir ödünç alma (kimlik, ad, kişilik) olayıyla mı, yoksa bir değişim, bir başkalaşımla (metamorphosis) mı karşı karşıyayız? Ducasse'ın, ikinci yapıtı Poésies'yi bir geriye dönüş yaparak kendi adıyla imzaladığı göz önünde bulundurulacak olursa, “metamorphosis” anlamında sürekli bir kimlik değişiminden söz etmek oldukça güç görünüyor. Bu değişim söz konusu olsa bile Maldoror'un Şarkıları'nın sınırlarını aşmıyor gibi. Ancak J.M.G. Le Clézio'nun 'Maldoror et les Métamorphoses” (Maldoror ve Değişimler) adlı incelemesinde, “Şarkılar'da en önemli özellik değişimdir. Hiçbir XIX. yüzyıl şiirsel yapıtı bu yöntemi bunca ısrarla kullanmadı. Bu, gerçekten bir yöntem mi, bilinçli bir kullanım mı? XIX. yüzyıl dağarcığında sık başvurulan bir sözcük olmamasına karşın değişim (métamorphose) sözcüğü düzenli aralarla yedi kez kullanılıyor." cümlesini okuduğumuz ve altı şarkıda insanın birçok kez hayvana, altıncı şarkıda da Tanrı'nın gergedana dönüşümüyle karşılaştığınız zaman, Comte de Lautréamont adının bir ödünç alma (takma ad, müstear ad) eyleminden çok bir kimlik değişimine yakın olduğunu düşünebiliriz. Öte yandan, birinci şarkının iki kez yazarın adı belirtilmeksizin (anonim) yayınlandıktan sonra, tamamlanmış altı şarkılık yapıtın yazarlığını Lautréamont'un yüklenmesi, yukarıdaki "Ducasse + Maldoror = Lautréamont" denkleminin olasılık payını güçlendiriyor. Nitekim, Maldoror aradan çekilince, P0ésies'de yerini lsidore Ducasse'a bırakıyor Lautréamont, Ancak Poésies'de Maldoror'un kendisinin değilse bile gölgesinin bulunmadığını ileri sürmek de acelecilik olur: Çünkü, Poésies'de Maldoror'un köktenci, alaycı ve "günahkar" tutumunu tanımakta güçlük çekmiyoruz. Maldoror'un Şarkıları yazı'ya, rahat'a, uygun'a ne kadar karşı ise Poésies de o kadar karşıdır.Isidore Ducasse'ın aralanmaz karanlığı bu ad bağlamında da direnmesini sürdürüyor. Yorum olanaksız, bir ödünç alma mı yoksa bir değişim mi? Hâlâ soruyoruz. Bildiğimiz en kuşkusuz gerçek, bu adın bir halk romanının adından bir harfin yer değiştirmesiyle türetilmiş olduğu.MALDOROR'a gelince, bu ad bir çoğul yoruma açık görünüyor: Roland Derche'e göre, "Maldoror, kinin oğlu, bir şeytanın adıdır."René Crevel'e göre, "Maldoror, Kötülüğün şafağıdır" (Maldoror, aurore du mal). Robert Amadou'ya göre, “Maldoror, şafağın şeytanıdır" (Maldoror, le Mauvais de l'aurore).P.O. Walzer'e göre, Tanrı'nın bağışı anlamına gelen Théodore'un olumsuzlanması, tersine çevrilmesidir Maldoror: "Don du Mal" yani Kötülüğün bağışı. Albano Rodrigués'e göre, İspanyolca “Kötü acı"nın (Mal dolor) dönüştürülmüş şeklidir.Marcel Jean ve Arpad Mezei'ye göre Maldoror, mald (lanetli) ve oror (aurore, şafak) sözcüklerinden oluşmuştur, yani şeytandır (Lucifer).Marcelin Pleynet'ye göre Maldoror, "Şafak bunalımı" ya da “şafağın kötülüğü"dür (maldoror, le mal de l'aurore).Philippe Sollers de "La Science de Lautréamont" başlıklı yazısında Pleynet'nin görüşünü desteklemektedir.Şu ya da bu yorum; hiçbiri ne yeterli, ne de yetersiz. Şarkılar'ı okurken tek tek bu varsayımların hepsini doğrulayabilecek nitelikte dizelerle karşılaşacağız. Maldoror, yorumu ne olursa olsun, Baudelaire'nin Les Fleurs du Mal'i Rimbaud'nun Illuminations'u kadar çoğul bir bilmece sunuyor bize.Bütün görünüşlere ve yazarın birinci şarkıdan sonra geçirdiği değişime (la mutation) karşın ne Lautréamont, ne de Maldoror tıpatıp benzeri ya da suretidir Ducasse'ın. Maldoror'un değişimleri; eylemlerin kip ve zamanlarının durmadan değişmeleri; öznenin “ben" den "sen"e, “sen"den “o"na dönüşümleri; teatral konuşmalar ya da aktarılan konuşmalar; dolaylı ya da doğrudan biçem, bize, gerçek ve tek kılavuzun okur olduğunu gösteriyor. Kendini okuma ortamında bir yere yerleştirecek ve kendisine bir bakış açısı seçecek olan okurdur.İyi ama, yazar ve yarattığı kişinin eytişimine ilişkin olarak Faust'da “Sonuçta, kendi yarattığımız yaratıklara bağımlıyız" diyen Goethe'nin, Ducasse, Maldoror ve Lautréamont ilişkisine bir parçacık olsun aydınlık getirmediğini ileri sürebilir miyiz?

TARİHSEL ORTAM

İlerde belki bir kez daha tekrarlayabiliriz, ama Şarkılar ve Poésies'nin alnacında şu tanımı okuyabiliriz: Bu iki yapıt, güç'e (otorite) karşı açılmış savaştır; kaynağı ne olursa olsun (T anrısal, doğal, toplumsal, yazınsal ve ruhsal...) Güç'e karşı dönüşsüz bir başkaldırıdır. Daha somut konuşacak olursak, Tanrı, III. Napoléon ve burjuvazinin işbirliğine ve bu işbirliğinin her türlü yansımalarına karşı amansız bir başkaldırıdır. Bu nedenle, bu başkaldırı ve savaşın oluştuğu tarihsel ortamı tanımak, Ducasse'ın yapıtının çözümlenmesine büyük ölçüde yardımcı olabilir.1846 yılında doğup 1870 yılında ölen Isidore Ducasse, XIX. yüzyılın ikinci yarısının siyasal ve toplumsal bakımdan olumsuz, bilimsel gelişmeler bakımından olumlu ikinci yarısına tanık oldu:İkinci Cumhuriyet'e son verip İkinci İmparatorluk'a yol açan III. Napoléon'un 1851 darbesi devleti küçük burjuvazinin hizmetine sundu. 1852-1870 yılları arasını kapsayan İkinci İmparatorluk ülke içinde demokrasiyi geriletip III. Napoléon'u, bu çağdaş diktatörlerin ilk örneğini, bir “proto-faşist" durumuna getirdi. Bu dönem, yurtiçinde kapitalist sömürünün doruklara tırmandığı, sınıf bilincinin biçimlendiği; yurtdışında emperyalist politikanın iyice hızlandığı yılları kapsamaktadır. Emperyalist politikanın yurtiçine aktardığı bolluk, sınıfsal çelişkileri törpülemek yerine daha da keskinleştirmekteydi. Kuzey Afrika, Hindiçin ve Senegal'e yerleşen Fransız sömürgeciliği ülkeyi zenginleştirirken, Paris Komünü'yle noktalanacak toplumsal çalkantıları da mayalandırıyordu. Bu yıllar Ortaçağ Parisinin yıkılıp günümüz Parisinin kurulduğu; Printemps, Samaritaine gibi büyük mağazaların açıldığı; Uluslararası İşçiler Birliği'nin kurulduğu yıllardır. Bunların yanı sıra sanayi gelişmekte ve sanayi toplumu kurulmaktadır. Bunlara koşut olarak Mendeleev kimyasal maddeleri sınıflandırarak bilimsel çalışmaların önünü açmış, Darwin de Türlerin Kökeni (l 866 yılında Fransa'da ikinci baskısı yapıldı) ile insan kavramına zihinleri ve ruhları sarsan dindışı bir görüş getirmiştir. İnsan artık "kutsal" değildir, Tanrı'nın sureti değildir. Klasik dünya yıkılırken, burjuvazinin öncülük ettiği çağcıl dünya kurulmaktadır. Lautréamont'un Şarkılarda biyoloji ve bilimlere başvurmasının Ducasse'ın Poésies'de başta Pascal olmak üzere klasik dünyanın yazar ve düşünürlerine saldırmasının nedenlerini bu köklü değişimlerde aramamız gerekmektedir. Toplumsal değişimlere koşut olarak, romantik estetik iki bin yıllık klasik estetiği parçalamış, yerine burjuvazinin yeni estetik değerlerini getirmiştir; romantizme yol açan "çağ bunalımı" (le mal du siécle), aynı zamanda gerçekçiliği de (1815, 1830, 1848 ve 1851 olaylarından geçerek) hazırlamıştır. Devrimler, bastırılan devrimler, karşı-devrimler: Tam anlamıyla bir kaos! Klasik estetik parçalanırken Grek-Roma ve Yahudi-Hıristiyan insan anlayışı da yıkılmış, felsefede pozitivizm konuşmaya başlamıştır. İnsanın iç ve dış dünyası bir sarsıntı yaşamaktadır; insan, nesnel gerçeklikler karşısında, bir atılım ve kaçış ikilisini ve ikilemini birlikte duyumsamaktadır. Bu kaosun Ducasse-Lautréamont'un yapıtına yansımadığını kim ileri sürebilir?Isidore Ducasse'ın bu dönemdeki yaşamına ilişkin somut bilgilerimizin bulunmamasına karşın, yapıtının muhalif yapısı, onun toplumsal muhalefetin içinde olduğunu düşünmemize olanak veriyor. Bu görüşü güçlendiren bazı veriler de var: Bir düelloda III. Napoléon'un amcası Prens Pierre Bonaparte tarafından öldürülen ve yüz bin kişinin katıldığı cenaze töreni bir ayaklanmaya dönüşen gazeteci Victor Noir'ın adı Poésies I'de geçmektedir. Yayıncısı Lacroix, İmparatorluk sansürüyle başı dertte olan bir muhaliftir  (Bkz. Darasse'a 12 Mart 1870 tarihli mektup); Poésies'yi ithaf ettiği dergi yöneticisi Frédéric Damé, Komün'e katıldığı için Romanya'ya sığınmak zorunda kalmıştır; gene de ithaf listesinde bulunan Joseph Durand'ın da Komün'e katılmış olduğu ileri sürülmektedir. Ducasse'ın bu dönemde yaşadığı "Grands Boulevards" çevresinde bulunan "Madrid" ve "Suéde" kahveleri, çoğu Komü'e katılacak olan gazeteci ve yazarların toplandığı yerlerdir. Şarkılar ve Poésies'nin yıkıcı zihniyeti, yazarın bu muhalif çevreyle bir ilişkisi olduğunu düşünmemize yol açıyor. Yoksa, yapıtlarının efsane yıkıcı (démystification) girişimi nasıl açıklanabilir?

KAYNAKLAR VE YÖNTEM

Lautréamont yorumcularının çoğunun düşüncesini Maurice Blanchot'nun şu cümlesi özetliyor gibidir". "Onun imgelem gücü kitaplarla kuşatılmıştır." Marcelin Pleynet, bu Önsözün en Önemli kaynaklarından biri olan Lautréamont adlı kitabında "hangi kitaplar?" diye sorduktan sonra bu sorunun yanıtını arıyor. Poésies'de romana karşı olduğunu açıklayan Isidore Ducasse'ın en önemli kaynağının kara roman (korku romanı, tale of terror) olması da onun çelişkili tutumuna ters düşmüyor. André Breton, Edmond Jaloux, Julien Gracq ve Paul Eluard, kaynaklar arasında aslan payını kara romana ve halk romanına ayırıyorlar. Bu romanlar arasında İrlandalı romancı Charles Robert Maturin'in (1782-1824) Melmoth the Wanderer'ı ile İngiliz romancı Horace Walpole'ün (1717-l797) The Castle of Otranto'su en önemli yeri tutuyorlar. Bunların arasına adını romanından ödünç aldığı Eugéne Sue'nün, Walter Scott'ın ve Ann Radcliffe'in yapıtlarını da katabiliriz. Ne var ki, şiir sanatının Racine'den sonra bir milimetre ilerlememesinin sorumluları kabul ettiği “Çağımızın Büyük Uyuşuk-Kafaları" arasında “Kafadan Çatlak Hayalet" Ann Radcliffe'in ve “Karanlıklann Dalavere Ortağı" Maturin'in de adlarını sayması son derece ilginç olsa gerek. Şarkılar'da kara romanın yalnızca gerçek ve doğaüstünün (fantasmagorie) oluşturduğu içeriğin değil, aynı zamanda okurun merakını gıdıklayan yöntemin de etkili olduğunu (özellikle VI. Şarkı'nın bölüm sonlarında) saptayabiliriz.Lautréamont'un kaynakları üzerine bir tez hazırlayan Pierre Capretz onun bir Sade okuru olduğunu ileri sürer; Maturin'in Bertram'ını, Goethe'nin Faust'unu, Klopstock ve Leconte de Lisle'i okuduğu kanısındadır. Capretz kaynaklar arasında İncil ve Tevrat'ı, dönemin dergilerini ve özellikle Doktor Chenu'nün Encyclopedie d'Histoire Naturelle'ini anar. Maldoror'un Şarkılarındaki kuş ve hayvan betimlemeleri neredeyse sözcüğü sözcüğüne Dr. Chenau'nün "Doğabilim Ansiklopedisi"nden aktarılmıştır.Daha ileride bir kez daha değineceğiz: Ducasse'ın yazılı kaynaklardan yaptığı “kolaj"ın başlıca amacının, değerlerin tersine çevrilmesi olması gerekir (Hubert Juin). Poésies I ve II'yi yazarken tekrar lsidore Ducasse'a dönüşen Lautréamont, Vauvenargues ve Pascal'ın özdeyişlerini tersine çevirirken, kültürün ancak bir iktidar bağlamında anlaşılabileceğini anlatmak istemektedir. Kabul edilmiş bir özdeyişin tersine çevrilmesi ise egemen iktidara karşı çıkmaktan başka bir şey değildir. Yöntem Maldoror'un Şarkılarında aynı ölçüde anlamlıdır: Kendini gizleyen yazar, ansiklopedik bilgiye karşı güvensizliğini dilc getirmektedir. Gerçekten de ansiklopedi, kabul edilmiş bilgilerin toplamından başka nedir ki? Şiirsel söylem ise uzlaşmanın geri çevrilmesiyle bilinmeze çıkılan yolculuktur. Böylece, Lautréamont, Maldoror'un Şarkıları'nda onaylanmış bilgileri sarsmakta, hümanistlerin yaptığı insan heykelinin altından altlığını çekmektedir. "Uygun olan" alaya alınmakta ve hiçe sayılmaktadır.Marcelin Pleynet ise, yukarda adını andığınıız kitabında, etkilenme kaynakları olarak İncil ve Tevrat, Baudelaire, Murger, Musset, Poe, Sade, Scott, Flaubert, Goethe, Homeros, Hugo, Gagne, Klopstock, Shakespeare, Eugéne Sue, Wagner, Young'ı ve le Magasin Pittoresque adlı dergiyi sıralar.Julia Kristeva'ya göre ne Maldorofun Şarkıları'nda, ne de Poésies'de basit bir aşırma (intihal) olayı söz konusudur; özellikle Poésies'de dizgesini çıkardığı yöntem bağlamında doğru bir metinlerarası ilişkidir bu. Çünkü yararlanılan kaynak metinler yeni bağlamlarında bir değişim geçirmişler, "mülk" olmuşlar ve yeni bağlamlarına uydurulmuşlardır.Kristeva'ya göre Poésies I, genel olarak romantik söylemi mülk edinmekte; adını andığı romantik yazarların metinleri olduğu gibi aktarılmaksızın izlekleri eleştirilmektedir. Bu özelliği ile Poésies I olumsuzladığı yazarlara karşı ötedilsel (métalinguistique) bir yanıttır. Poésies II'de ise bu olumsuzlama ve tersinleme daha da karmaşıklaşmakta, tam olumsuzlama, simetrik olumsuzlama ve kısmi olumsuzlama kullanılmaktadır.Şunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz ki, eylemin "ne...pas..." arasını alınmasıyla sağlanan basit bir olumsuzlama sayesinde, bir budala Özdeyiş olan cümle, birdenbire bir ışık, bir dehâ kazanmakta ve tatsız bir cümle şiirsel bir söyleme dönüşmektedir. Ya da olduğu gibi aktarılan birinci cümleyi izleyen olumsuzlanmış ikinci cümlenin ortaya çıkardığı çelişki, saçmalık boyutlarına ulaşmakta ve gizli düşünce kara mizaha dönüşmektedir.

Isidore Ducass'ın Poésies II'de özellikle Pascal ve Vauvenargue'ı nişan tahtası durumuna getirmesi, bu iki yazarın XIX. yüzyıl liselerinde bir beyin yıkama aracı olarak kullanılmaları göz önünde tutulacak olursa, çok anlamlıdır. Isidore Ducasse, savaş açtığı bir kültürün savunucuları, dayanakları saydığı bu iki yazarı acımasızca gülünçleştirerek bu kültürün temellerine, dolayısıyla da toplumun ve kurulu düzenin yapısına saldırmaktadır.Okurların, kaynak metinler ile üretilen metinler arasındaki ilişkiyi izleyebilmelerine olanak sağlamak amacıyla kaynak metinler kitabın sonundaki notlar bölümünde gösterilmektedir. 

BAŞKALDIRAN ŞİİR

Albert Camus Başkaldıran İnsan'da “Lautréamont'la başkaldıranın delikanlılık olduğu anlaşılır." der ve ekler: "Maldoror''un Şarkıları neredeyse dâhi bir liselinin kitabıdır; dokunaklılığı  tam olarak, evrene ve kendisine karşı ayaklanmış bir çocuk yüreğinin çelişkilerinden kaynaklanmaktadır." Şair dünyayı olduğu gibi kabul etmektense kıyamet ve yıkımı seçmiştir.Dünyayı olduğu gibi kabul etmemek yalnızca zihniyet düzeyinde kalmamakta, yirmi bir yirmi iki yaşındaki şair, öteki ucunda Mallarmé'nin bulunduğu şiir dilinde devrim yapmaktadır. Kullandığı kolaj yöntemi bir yararlanmadan çok bir yıkımdır, dilin yıkımıdır. Ölçü ve uyak bu devrimin bakış açısı içinde sanki hesapta yok gibidir; devrim dilin dışından çok içine yönelmekte, dilin kendisi devrim geçirmekte ve anlam bağlamında düzyazıdan bağımsız yeni bir “semantik" önerilmektedir. Dünyayı olduğu gibi kabul etmeyen, bu nedenle de kıyamet ve yıkımı seçmiş olan şair, bu dünyanın, yani Tanrı-İmparatorluk-Büyük Burjuvazi koalisyonunun her türlü dilini yıkmayı amaçlamaktadır. Sözdizimsel olduğu kadar dilin ruhunda gerçekleştirilmek istenmiş bir devrimdir bu. Bu nedenle şiirsel söylemin yalnızca ses katmanında (hem gösteren, hem de gösterilen) değil, aynı zamanda ve belki de ondan çok daha ileri bir düzeyde anlam katmanında, gösterilen nesneler katmanında "klasik"ten kopuşma gerçekleşmekte; ses katmanı, ölçü ve uyak gibi dış olanaklardan bağımsız, Özel ve özgün düzenlemelerin ürünü bir ahenkle (ve o ahenkle) ortaya çıkan bir yapı söz konusu olmaktadır. Bilindiği gibi, klasik dünyada şiiri düzyazıdan ayıran iki özellik, iki olanak vardı: Ölçü ve uyak, daha çok da ölçü. Yani düzyazı ile şiir arasında söylemsel bir ayrım yoktu, daha doğrusu şiirsel söylem henüz yoktu diyebiliriz. Yalnızca düzyazıya uygulanan bir koşuk tekniği vardı. Soruna bu açıdan bakınca, Batı dünyasında, şiir ile düzyazının resmi boşanmasının romantiklerle başladığını da görürüz. Gérard Genette'in sözünü ettiği, şiirsel dilin yapısında meydana gelen ve ölçü dizgesinde geriye dönüşsüz bir değişikliğe yol açan devrimin en önemli üç oluşturucusundan birinin, Camus'nün deyimiyle, bu delikanlı olduğunu söyleyebiliriz (Öteki ikisi Rimbaud ve Mallarmé'dir). Boşanma romantikler döneminde başlamıştır, ama biçimsel vc söylemsel olarak yirminci yüzyıl şiirinin temellerini atan devrim, şiirsel söylemin anlam ve gösterilenler katmanında Lautréamont ve Rimbaud sayesinde gerçekleşmiştir. Anlam ve gösterilenler katmanı birimlerinin özgürlüğüne kavuşmasıyla da “ses" katmanında gerçek bir gelişim süreci başlamıştır: Her şiirde yeniden bulgulanan ve tekrarlanması olanaksız, "trade mark"lı (alâmeti farika) bir ses. Artık şair ve şiiri gerçekten özgürlüğüne kavuşmuştur!Yirmi iki yirmi üç yaşında bir delikanlının (Rimbaud da daha yaşlı değildi) bunca değişime yol açan girişiminin tam anlamıyla bilinçli olduğunu ya da olmadığını tartışmanın bir yararı olduğu kanısında değiliz. Çünkü bir bütünün tümüne karşı olmak için (bu bütün bir dizge ise) bu bütünün bir bölümüne karşı olmak yeterlidir; bir dizgenin çökmesi o dizgenin bir biriminin çökertilmesiyle sağlanabilir: Denklem bozulur ve bozulurken yeni denklemin dengelerini kuracak olan ayrıntıların da yolunu gösterir.Bugün tersine bir yolculuk yaptığımız zaman, şiirsel devrimin gerçekleşme sürecini kavrayabiliyoruz. XIX. yüzyılın Tanrısına ve toplumsal değerlerine karşı çıkan zekâ, Pascal'ın cümlesini olumsuzlama formülüne oturtarak şiirsel devrimde önemli bir adım atıyordu. Julia Kristeva şiirsel söylemin doğal olumlama biçiminde bile kendiliğinden olumsuzlamayı da içerdiğini irdelerken, Poésies'yi tanık ve kanıt seçmesi boşuna değil. Bir dizenin ya da bir şiirsel sözün aynı anda olumlu ve olumsuz anlamı içerdiği savı, şiir için devrimsel bir dönüm noktasıdır ("Kösnül nesneler vardır," cümlesi aynı zamanda "Kösnül nesneler yoktur" anlam düzeyini de içermektedir). Böylece yalnızca şiirsel üretimde değil, aynı zamanda bu ürünün okunmasında da devrim gerekli olmaktadır. Isidore Ducasse-Comte de Lautréamont'un getirdiği şiirsel düzlem yeni bir okumayı da zorunlu kılmıştır. Onun yirminci yüzyıl için en önemli özelliği budur.Şu anda, XX. yüzyılın sonuna yaklaşırken, bütün dünyada egemen olan şiir  1850 yılları dolaylarında Fransa'da doğdu. Alman Novalis ile Amerikalı E. A. Poe'nun sezinlediği, Baudelaire'in tasarladığı biçimleri Rimbaud ve Mallarmé, şiirin tehlikeye düştüğü noktalara kadar götürerek, şiirsel söylemin en uç sınırlarını çizdiler.” Ama Lautréamont'un, bu iki şair kadar önemli olduğunu artık kimse yadsıyamaz. Isidore Ducasse'ın yapıtının 1870-1920 arasında gömüldüğü sessizlik, onun bugün sahip olduğu önemi gölgeleyemez. Hugo Friedrich'in dediği gibi, yirminci yüzyılın şairleri, değerleri ne denli büyük olursa olsun, bu biçimlere yeni bir şey getirmeyecektir. Şiir artık temelde biçimsel olarak evrenselleşmiştir. Artık şairin bağlandığı bir biçimsel tür sorunu değildir ögünlük: Bir nitelik, bir yetkinlik sorunudur.Jean Cohen'in dediği gibi, "Karşı-şiirsel bir estetik olan klasik estetiğin, kendinin ve kendi özünün bilincinde olan bir şiirin estetiğine dönüşmesinde Lautréamont'un yeri Rimbaud ile Mallarmé'nin arasındadır.

ÇEVİRİ YÖNTEMİ ÜZERİNE

“Maldorofun Şarkıları" ile "Poésies"nin çevirisi çok önemli bir şey öğretti bana: Yorumdan kaçınmak. Şiir çevirisinde amaç dille yapılan yorumun çoğul anlam olasılıklarını azalttığını fark ettim. Bu da benim kaynak metne olan bağlılığımı çoğalttı. Bu bağımlılığın, bu bağlılığın Ducasse/Lautréamont'un yeni diline uygun bir “kekre" söyleyişe yol açtığı kanısındayım Türkçede. Öte yandan, metinlerin kaynaktaki yalınlığını Türkçede korumak için bindirme (superposition) yöntemini seçtim. Sonuçta ortaya epeyce “çeviri kokan" bir metin çıktı. Zaten amaç da buydu: Kendi dilinde yabanıl ve azgın olan bir metni Türkçede “ehlileştirınek" haksızlığını göze alamazdım. Örneğin, "Söylenmesi çok güç doğum günümden bu yana, uzlaşmaz bir kin besledim uyku veren tahtalara" (V. Şarkı) dizesinde, cümlenin ilk bölümünü bir yana bırakalım, ikinci bölümündeki tahtalar sözcüğünü, doğal olarak "yatak, kanepe, sedir" sözcüklerinden biriyle karşılayabilirdim; ama çağrışımı yoksullaştırmış olurdum. Örneğin, “köpüğün kirpiği" yerine “denizin kirpiği" diyebilirdim; "kırların pürtüklü ovaları"nı “kırların engebeli ovaları" olarak yorumlayabilirdim. Bu tür yorumlardan özellikle kaçındım.Türkçenin sözdizimsel yapısı gereği, memur şiir çevirisinde, şiir dilini düzyazıdan kurtarmak için, dilimizin bağışladığı o büyük armağana, devrik tümceye başvurdum zaman zaman. Devrik tümcenin, başka dillere oranla, bu tür çevirilerde bizlere büyük olanaklar sunduğunu düşünüyorum.İlk üç şarkıda görülen ama dördüncü şarkıdan itibaren yoğunluk kazanan alaycı dili belirginleştirmek için zaman zaman "hususunda" gibi, “malûm" gibi, "misillû" gibi Osmanlıca sözcüklerden yararlandım.XIX. yüzyıl geç romantik dönem Fransızcasını Türkçede karşılamayı amaçlamadığımı söylemek isterim: Böyle bir tasam olsaydı Türkçede kurmayı amaçladığım kekre ve yabanıl dilin tadına su katmış olurdum.Kaynak metindeki cümlenin/ dizenin bölünmezliğine saygı gösterdim. Cümleyi bölseydim belki anlam biraz daha saydamlaşmış olurdu, ama anlam katmanlarının iç içeliği ve sarmallığı yaralanırdı.Birkaç yıl süren çalışmalarım sırasında benden değerli yardımlarını esirgemeyen değerli dostlarım René Gaudy, İsmet Birkan ve Abidin Emre'ye; ayrıca, tıkandığım noktalarda engin sezgisiyle önümü açan ve Türkçe metni İngilizce çeviri metinle denetleyen Ülker İnce'ye teşekkürlerimi sunarım. 

                                                                                                                                Özdemir İNCE                                                                                                                                Ankara, 2 Şubat 1988

16 Şubat 2015 Pazartesi

109 yaşında penguenlere kazak örüyor

Bir alanda ustalık kazanmak sizce ne kadar sürer? 109 yaşındaki Avustralyalı Alfred Date 80 yıldır örgü örüyor ve şimdiki çabası nesli tükenmekte olan penguenler için küçük küçük kazaklar örmek.

14 Şubat 2015 Cumartesi

Neanderthal Bone Flute Music

is authored by Sašo Niskač, music is performed by Ljuben Dimkaroski http://www.greenwych.ca/divje-b.htm

11 Şubat 2015 Çarşamba

Bir Yolculuktan, Ü.Tamer

BİR YOLCULUKTANKar, ufkumuzu genişletiyor.Adresler arasında Şubat ayının adresine rastlıyoruz,Böcekler arasında uykunun sesine.Yıl, sıcak ağılına bir tipi olarak çekiliyor şimdi.Anmamak olmaz Osip Mandelştam'ın mısralarını:"Petersburg'da buluşacağız yineGüneşi oraya gömmüşüz gibi."Bir kızakla taşıyoruz acılarımızı,Yamaçlardan hız kazanarak iniyoruz kendi içimize,Kurt izleri arasında bir çılgınlığın yıkıntılarına rastlıyoruz.Anmamak olmaz yazılmış güzel şiirleri,Bağışlayan edebiyatı,Dorukları okyanus yapan yağmuru.Şiiri gömdük ama yürekte buluşuruzKazmalarımızın çarpacağı kristal harflerin umuduyla,Issız bir adaya inmenin sevinciyle.Acılar, kızağımızı götürüyor.Derelerin, madenlerin arasında dolaşıyoruzAlın taşımızda kırmızı bir lekeyle.Omuzlarımıza yeraltı kuşları tünemişBir kafes sanarak dışımızı,Kendilerine usta birer avcı aranıyorlar.Ovalarda buluşuruz.Bir şiir kitabının beşinci sayasında.

9 Şubat 2015 Pazartesi

Suriye'de savaş bitse de buradayız

İstanbul'daki küçük Suriye'de yani Aksaray'da Suriyelilerin işlettiği restoranların sayısı hızla artıyor. Arap nüfusun buluşma mekânı haline gelen lokantaların yerli müşterileri de var. Dükkan sahipleri sermaye ve meslekleri olduğu için birçok mağdurun aksine bu şehirde tutunmanın rahatlığını yaşıyor ve ekliyor: "Savaş bir gün bitse bile bir ayağımız burada."Eskiler ne iyi etmiş de söylemiş; ‘Memleket doğduğun değil doyduğun yerdir’ diye. Bahse konu olan, öyle basit bir söz değil çünkü. Yeri gelir uğruna yüzyıllardır kanın döküldüğü sınırları anlamsız kılar; yeri gelir gurbeti sıla belletir insana. Memleket hasretinin katlanılmaz olduğu anlarda tesellilerin en güzeli, umutların en sağlamı olur. Sözün ‘doyduğun yer’ kısmı mühim. İster kelimenin ilk akla gelen anlamı ile düşünün ister ima edilen anlamı ile. Değişen bir şey yok. İstanbul’da ardı ardına açılan Suriye restoranları tam da böyle bir işlev görüyor bir süredir. Aksaray civarında yoğunlaşan bu mekanlar insanların sadece girip karnını doyurduğu yerler değil çünkü. Sahipleri için yeni bir hayatın başlangıcı, ekmeğini kazanmak isteyenler için iş kapısı ve her şeyden önemlisi ‘turist-mülteci-öğrenci’ profilinin oluşturduğu İstanbul’un Arap nüfusu için buluşma noktası…Bizler için ise yeni bir mutfak dolayısıyla yeni bir kültür demek olan bu mekanlardan iki restoran ve bir tatlıcıyı ziyaret etmek için Aksaray’ın yolunu tuttuk. Türkçe-Arapça yazılı tabelaların çokluğundan mı, yoksa yanımızdan geçenlerin ‘ortak bir iki kelimesini yakalayıp mutlu olduğumuz’ Arapça diyaloglarından mı bilemedik, ‘Aksaray İstanbul’un Küçük Suriye’si olma yolunda’ gibi geldi bize. Çünkü memleket doğduğun değil doyduğun yerdir!Meşhur aşçılar da geldiİstanbul’da açılan Suriye restoranlarını bulmak için internette arama yapmanın gereksiz olduğunu Aksaray’da tramvayın da geçtiği meşhur Millet Caddesi’nde yürürken anlıyorsunuz. Mağazaların, dükkanların camları Arapça yazılar ile dolu. Bir kısmı Arap müşterilerine kendi dillerinde hizmet veren Türk müteşebbislere ait olsa da Suriye restoranlarının sayısı da azımsanmayacak boyutta. Tercümanımız Mısırlı Muhammed ile bu restoranlardan biri olan Sahtin’e giriyoruz.Muhammed de birçok Arap gibi bu civarda yaşadığını ve buraya daha önce defalarca geldiğini söyleyerek ekliyor: “Suriyelilerin mutfağı özellikle iyi. Türkler Arap mutfağı diye tek bir mutfak olduğunu düşünüyor ki bu bir yanılgı. Her ülkenin mutfağı ayrı. Suriye mutfağı ise gerçekten güzel. Ben Mısırlı olarak sık sık geliyorum.” Derken Sahtin’in üç ortağından biri olan ve bir miktar Türkçe de öğrenen Sami Kayalı geliyor yanımıza. Arapçada ‘Afiyet’ anlamına gelen Sahtin ismini verdikleri restoranlarını yaklaşık yedi ay önce açmışlar. Çok benzer hikâyeleri olan Suriyeli girişimcilerden Kayalı’nın hikâyesini dinleyelim: “Savaştan önce Suriye’de ticaretle uğraşıyordum. Özellikle Rusya ile ticaret yapıyorduk. Savaş başlayınca orada iş yapamaz hale geldik. Önce Gaziantep’e gittim. Hatta Türkiye’deki ilk Suriye restoranını ben açtım Gaziantep’te. Sonra İstanbul’a geldik ve diğer iki ortağımla birlikte burayı açtık.”Doğal olarak müşterilerinin çoğunu Araplar oluşturuyormuş ancak “Türk müşteri de çok geliyor” deyip özellikle vurgulama ihtiyacı duyuyor: “Burası her ne kadar Suriye hatta Halep mutfağı olsa da dünya mutfağına da yer veriyoruz. Bu yüzden Batılı turistler ve Ruslar da geliyor.” Bu durum, Kayalı’nın Rus mutfağına ve kültürüne aşina olmasından kaynaklandığı kadar savaştan sonra işsiz kalan ‘İşinde maharetli aşçıların’ restoran çalışanları olmasından da kaynaklanıyor. Kayalı şöyle anlatıyor: “Suriye’de beş yıldızlı otellerde ve ünlü restoranlarda çalışan maharetli aşçılarımız, şeflerimiz vardı. Bu kişiler çok iyi paralar kazanıyorlardı ve savaştan önce Türkiye’ye gelmek akıllarına bile gelmezdi. Ancak savaş patlak verince farklı ülkelere gitmek zorunda kaldılar. Onlardan biri de mesela bizim restoranımızda çalışıyor.” Kayalı, Fransız ve Lübnan mutfağını çok iyi bilen bu aşçının Sahtin’de çalışmasının restoranlarını sadece Arap mutfağı pişiren bir yer olmaktan çıkardığını düşünüyor.”Tam da bu noktada kendisine ‘İstanbul’da yaşayan Suriyelilere iş imkanı sağlıyorsunuz aynı zamanda bu nasıl bir duygu?’ diye soruyoruz, cevabı şöyle oluyor: “Burada 23 kişi çalışıyor. 23 kişi 23 aile demek. Elimizden geldiğince hemşehrilerimize yardımcı olmaya çalışıyoruz. Aynı şekilde her gece buraya Suriyeli bir aile geliyor, restoranın kalan yemeklerini onlara veriyoruz onlar da diğer ihtiyaç sahiplerine dağıtıyor.” ‘Neden Türkiye?’ sorusunun cevabı ise şöyle oluyor: “Aslına bakarsanız. Benim aynı zamanda Rus pasaportum da var. Çok rahat Rusya’ya gidebilirdim ama istemedim. Türkiye hem din hem kültür bakımından bize çok yakın. İki çocuğum var onların Müslüman bir ülkede yetişmesini önemsiyorum.” Bir gün savaş biterse geri döner mi diye merak ediyoruz. Savaşın biteceğine dair ümidi zaten yok. Haklı gerekçeleri var: “İlk zamanlar savaş başladığında bir iki ay sonra biter diye düşünüyorduk. Hiç aklımıza gelmezdi bu kadar uzayacağı. Gittikçe ümidimizi kaybediyoruz.” Burada büyük bir yatırım yaptıklarını ve yeni bir hayat kurduklarını anlatan Kayalı, “Bir gün savaş bitse bile buradaki restoranımızı kapatmayız. Artık bir ayağımız burada.” diyor.Suriye’den kaçtı, Kahire’de savaşa yakalandıSahtin’den çıkıp fıstıktan görünmeyen tatlıların gözümüzü aldığı Saniorh Şam-ı Şerif adlı dükkana giriyoruz. İlk dikkatimizi çeken, oldukça küçük dükkanda çalışan sayısının fazlalığı oluyor. Bir buçuk yıl önce bu tatlıcıyı açan Fuat Rommo sebebini anlatıyor: “Aslında burada 10 elemana ihtiyacım var ama ben 20 kişi çalıştırıyorum. Çünkü ihtiyaçları var. Bir şekilde yardım etmek istedim.” Tatlıcılık, Rommo’nun savaştan önceki mesleği aynı zamanda. Savaştan önce Halep’te çok iyi iş yapan dört tatlıcı dükkanı varmış. ‘Ne oldu şimdi onlara?’ diye sorunca ‘harap’ diye cevap veriyor. Savaş patlak verince ailesi ile birlikte önce Beyrut’a gitmiş. “Ancak orada halk bizi çok iyi karşılamadı. İş yapamadık.” deyip devam ediyor: “Sonra Kahire’ye gittim ama tam o sıralar orada karışıklıklar başlamıştı. Bu kez orayı terk etmek zorunda kaldık. İstanbul’a gelince bu caddede yürürken bu dükkanı gördüm ve hemen tuttum.” ‘Savaş çok sarstı mı sizi?’ sorusuna şöyle cevap veriyor Rommo: “Tabii ki. Suriye’de dükkanlar ya da evler olsun hepsi benim mülkümdü. Şu anda kiracıyım. Ev sahibiyken kiracı konumuna düştük.” Rommo her şeye rağmen ‘elhamdülillah’ deyip çok yakında Zeytinburnu’nda yeni bir dükkan açacaklarını söylüyor. Rommo’nun işinde maharetli bir tatlıcı ve girişimci olduğu satılan tatlılardan belli. Müşterilerinin büyük kısmını Araplar oluşturuyor doğal olarak ama Türklerin de tatlıların müdavimi olması, bir kere tatmalarına bakıyormuş. Diyor ki, “Arap müşterilerimiz Türk arkadaşlarına hediye ediyorlar. Sonra o tadan kişiler de gelip alıyor. Reklamımız biraz kulaktan kulağa oluyor yani.” Röportaj sırasında tattığımız peynirli kaymaklı özel tatlısından bir paket alırken bulunca kendimizi Rommo’nun ne demek istediğini daha iyi anlıyoruz.Çalışanlarım ikinci ailemSon durağımız, Yusufpaşa tramvay durağından inince hemen karşınıza çıkan Mandy Hadromout oluyor. 1,5 yıl önce açılan restoranda bizi dükkan sahibi ve işletmecisi Moamin Haj Biram karşılıyor. Kendisi Çerkes asıllı Suriyelilerden. Asıl mesleği mimarlıkmış fakat savaştan önce de Suriye’de restoran işletiyormuş. “1997’de Suriye’de ilk mandy restoranını açan bendim.” deyince ‘mandy’nin aslında Yemen kökenli bir Arap yemeği olduğunu mahcup bir şekilde öğreniyorum. Meğer mandy, Arap coğrafyasında oldukça meşhur olan ve pilav ile etin tandırda pişirilmesi ile oluşan bir yemekmiş. Biram’ın Şam’da dört restoranı varmış. Savaştan önce tabii. ‘Artık orada iş yapmanız mümkün değil mi?’ sorumuza ‘bırakın iş yapmayı yaşamak bile imkansız’ diyerek cevap veriyor Biram. Sanıyoruz İstanbul’daki ilk mandy restoranını açmak da ona nasip olmuş. Katarlı bir müşterinin ‘Hayalim İstanbul’da mandy yemekti. Elhamdülillah gerçekleşti’ demesinden böyle bir akıl yürütüyoruz. Müşteriler arasında Türkler de var. Hemen arkamızdaki masada öğle yemeği yiyen beyefendi, “Her gün burada yiyorum. Gerçekten bizim yemeklerimizden çok farklı. Yağı fazla kullanmıyorlar, tadı daha çok baharatlarla veriyorlar.” diyor ve ekliyor: “Burası İstanbul’da mandy yapan tek yer. Taksim’deki şubelerini internette araya araya bulup gelen turistler var. Bulunca sevinç çığlığı atıp önünde fotoğraf çektiriyorlar.” Lafı gelmişken Mandy Hadromouth’un Taksim Zambak sokakta bir şubesi daha var. Biram, önümüzdeki 3-4 ay içinde birkaç restoran daha açmayı planladıklarından bahsediyor. Evli ve dört çocuğu olan restoran sahibinin ‘Bir gün geri döner misiniz?’ sorusuna cevabı diğerleri ile aynı oluyor: “Dönsek bile yatırımımız devam eder.” 10’u Aksaray’da beşi Taksim’de olmak üzere 15 elemanı olan Biram, ‘Yeni bir hayata başlangıç yapan insanlara iş imkanı sağlamak nasıl bir duygu?’ şeklindeki sorumuza şu cevabı veriyor: ‘Onlar benim ikinci ailem’.Biram, bir anlamda İstanbul’da yaşamayı çok isteyen büyük dedesinin hayallerini gerçekleştirmiş. Savaş gibi tatsız bir sebeple de olsa yapmış bunu ve hayatından memnun: “Elhamdülillah. Burada yabancılık çekmiyoruz.”

The Lover Of Beirut, Anouar Brahem

Anouar Brahem, The Astounding Eyes Of Rita

7 Şubat 2015 Cumartesi

Atılmış, Y.Atılgan

ATILMIŞ

Çoktandır deniz üstünde taş sektiriyordum. Yuvarlaklar üç kere sekiyordu, yassılar beş kere en çok. Altı sekse biri, bırakacaktım. Kolum ağrımıştı. İyi geliyordu ama düşündürmüyordu. O ırak kasabanın gölündeki gibi, denizin böyle gölleştiğini hiç görmemiştim. Çarşaf gibiydi, kırışıksız.

İlerde bir kayık vardı. Kayıktaki adam balık avlıyor olmalı diyordum. Kıpırtısız öyle duruyordu. İlkten dönsün diye beklemiştim. Bayılırım balık tavasına. Adam kıyıya çıkınca konuşacaktık. İşsiz olduğumu öğrenince yanına alacaktı beni. Birlikte avlanacaktık. Bir cıgara yaktım. Arkamdan şehrin uğultusu geliyordu. Kimseler yoktu kıyıda benden başka. Birden kayıktaki adamın hiç dönmeyeceğini düşündüm. Kızdım. "Hey!" diye bağırdım. Duymadı. "Sağır küpoğlu." Bir sağır daha tanımıştım ben eskiden. Biri konuştu mu elini kulağına atardı. Ama nerede? O ırak kasabada mı? Unutmuşum. Vargücümle bir taş savurdum kayıktan yana. Az öteye düştü. Ne uzaktaymış kayık. Deniz yuttuğu taşın farkında bile değildi. "Cup" dedi yalnız. Hepsi bu. Bir el yapıştı yüreğime, sıktı.

Altı gün mü, yedi gün mü oluyor aylaktım. Yirmibeş lirayı veren adam yere yere bakmıştı. Sormadım. Önemli olan neden atıldığım değildi, atıldığımdı. Adamın yere bakışında avutucu bir şey vardı. İki gün yattım, tam iki gün iliğim kemiğim bayram etti. Paranın yirmi lirasını madama vermiştim. Kalın kalın basıyordu yere, odanın tahtaları gıcırdıyordu.

"Hi, hi" dedi biri arkamda. Altı kere sekecek gibi görünen bir yassı çakılı atıyordum tam. Döndüm. Bir kızdı bu. Eski bir entari vardı sırtında kirli.

     -Gel sen de at, dedim. Bak deniz göl gibi.

     -Gelirim ama parayı peşin alırım.

Güzelceydi kız. Yanıklığın yıkık, alçak bir duvarı üstündeydi. Oturmuş büyücek, kara ayaklarını sallıyordu.

     -Taş atana para vermiyorlar burada, dedim, bedava bu iş.

     -Züğürt, sen de! dedi. Kızdım.

     -Kokmuş sensin, Ayakların kokuyordur senin. 

     "Vay kaltak, nereden biliyorsun ayaklarımın koktuğunu?"

     -Sen git de yıkan, dedim. Para almak istiyorsan önce yıkan, öyle gel. Ta buradan duyuluyor

     kokun,leş gibi.

Uzun uzun sövdü. Duvarın ötesine atladı. Başladı iri iri taşlar atmaya. Ne de denk atıyordu. Eğile sıçraya savuşturdum taşları. Sonra yanıklığın içine yürüdü. Dönüp dönüp bakıyordu giderken. Tahta bir kulübeye girdi. Kulübenin üstü kapkara tenekeydi.

Duvardan atladım. Yola doğru yürüdüm. Yanıklığın öte yanından geçiyordu yol. Kulübe elli adım uzaktaydı. gölgesinde bir küçük çocuk oynuyordu. Uzun uzun bakıştık. İlkten o çevirsin gözlerini diye bekledim. Çevirmedi. Teneke damdaki borudan duman tütüyordu. İçim kazındı. Yürüdüm.

Cadde kalabalık gibi geldi bana. İnsanların birbirlerine benzerlikleri, tümünün iki ayaklı oluşu şaşılacak şeydi. Hasır sepetinde üç ekmekle bir kadın geçti. Manavın önünde iki kişi vardı. Durdum. Uzandım küfelerin birinden bir elma aldı. "Kaça bunun kilosu?" diyecektim Elmayı cebime attım, yürüdüm. Beş adım sonra arkamdan kısık bir ses "Aşırdı" dedi. Döndüm:

     

     -Kim o aşırdı diyen? diye bağırdım.

Üçü birden dönüp baktılar. Gene birden çevirdiler başlarını: beni görmemişler gibi, ben orada yokmuşum gibi. Kentin göbeğine doğru yürüdüm. Her yanım insan doluydu. Kasten bakmıyorlardı cebime, yoksa görürlerdi: şişkindi, kütük gibiydi, aklım hep ondaydı; yiyecektim.

Odam uzaktı. Bir park çıktı önüme. Elmayı çıkardım. Sanki küfeden aldığım değildi bu, kırmızılı yeşilli iri bir elmaydı. Karşıdaki otların içine fırlattım. İçimde teneke borudan çıkan dumanı gördüğümdeki aynı kazıntı vardı. Yandaki kanepede oturan bir adam bana bakıyordu: beni görüyormuş, ben oradaymışım gibi. Tek ayaklıydı bu adam, bir bacağı tahtaydı. Bir cıgara yaktım. Umutluydum. Yeni bir işe girecektim. Bu sabah "Yarın uğra" demişti birisi.

6 Şubat 2015 Cuma

Babürname, Babür Şah

Babür şah

VEKAYİ

(BABÜR'ÜN HÂTIRATI)

I.

FERGANA

Salı günü, beş ramazan 899 (10 haziran 1494) da, Fergana vilâyetinde, on iki yaşında padişah oldum. Fergana vilâyeti beşinci iklimdendir ve mâmurenin kenarındadır. Şarkı - Kâşgar, garbı - Semerkand ve cenubu - Bedahşan'ın hududu olan dağlardır. Evvelce şimalinde, Almalık, Almatu ve Yangı kitaplarda Otrar yazarlar- gibi, şehirler varmış; fakat bugün rpoğul ve Özbekler tarafından tahrip edilmiş ve hiç bir mâmure kalmamıştır. Küçük bir vilâyettir. Hububat ve meyvası boldur. Etrafı dağlıktır, yalnız Semerkand ve Hocend'in bulunduğu garp tarafında dağ yoktur. Kışın, bu cihetten başka, hiç bir yerden düşman gelemez. Hocend suyu ismi ile meşhur olan Seyhun nehri, (2 a) bu ülkenin şimâl-i şarkîsinden gelir ve içinden geçerek, garba doğru akar; Hocend'in şimâli ve bugün Şahruhiye namı ile meşhur olan Fenaket'in cenubundan geçip, tekrar şimâle dönerek, Türkistan'a doğru gider. Türkistan'dan epeyce aşağıda bu nehir büsbütün kumlar arasında kaybolur ve hiç bir nehire karışmaz. Beşi Seyhun nehrinin cenubunda ve ikisi şimâlinde olmak üzere, yedi kasabası vardır.

***

II.

KÂBİL

DOKUZ YÜZ ON SENESİ VEKAYİİ

Muharrem ayında, Horasan'a gitmek niyeti ile,Fergana vilâyetinden çıkıp, Hisar vilâyetinin yaylalarından olan İlek yaylasına indim. Burada ve yirmi üç yaşıma girdiğim vakit, ilk defa traş oldum. Herhangi bir ümide kapılarak, benimle beraber gelenlerin sayısı, büyük ve küçük, iki yüzden biraz fazla ve üç yüzden biraz azdı. Ekserisi yaya idi. Ellerinde sopa, ayaklarında çarık ve üstlerinde çuldan başka hiç bir şeyleri yoktu. Sefâlet o derece idi ki, bizim ancak iki çadırımız vardı. Benim çadırım vâldeme tahsis edilmişti. Bana ise, her gittiğimiz yerde, bir çergi yaparlar ve ben de bu çergide otururdum. Vâkıa Horasan'a gitmek niyeti ile çıkmıştık; fakat bu vaziyette, bu vilâyetten ve Husrev Şah'ın adamlarından ümitleniyorduk. Birkaç günde bir, birisi gelip, vilâyet ve halktan haber getirir ve biz de ümide kapılırdık. Bu sırada, Husrev Şah'a elçi gönderilen Molla Baba Peşâgarî geldi. Husrev Şah'tan gönüle hoş gelen bir söz getirmemekle beraber, ahaliden getirdiği sözler (120 b) ümit verici idi. İlek'ten, üç dört defa konakladıktan sonra, Hisar civarına, (147) Hoca-Imâd denilen yere gelip inildi. Burada iken, Muhib Ali Kurçı, Husrev Şah'tan elçi olarak geldi. Husrev Şah kerem ve sehaveti ile meşhur olduğu hâlde, iki defa onun vilâyetinden geçtik, başkalarına yaptığı insaniyeti bize göstermedi. Ahaliden ve vilâyetten ümitvar olduğumuz için, her konakta bir müddet kalmıyordu. Şîrim Tagayî o sırada en büyük adamımız idi. Onun da, Horasan'a gitmek istemeyerek, bizden ayrılmak niyeti vardı. Serpül'de mağlûp olarak, Semerkand'a döndüğüm zamanda da, âilesini uzaklaştırmış ve kalenin müdafaasında kendisi yalnız kalmıştı. Çok alçak bir adamdı. Birkaç defa böyle hareketlerde bulundu. Kabadiyan'a geldiğimiz vakit, Çaganyan, Şehr-i Safa ve Termiz'i elinde bulunduran, Husrev Şah'ın küçük kardeşi, Bâki Çaganyânî, Karşı hatibini gönderip, bana sadakatini bildirerek, bize iltihak etmek istedi ve Arau nehrini Ubaç (Uyan) geçidinden geçtiğimiz zaman, gelip mülâzemet etti. Bâkî'nin ricası üzerine, Termiz karşısına gelip, onun bütün göçlerini Amu'dan geçirip bizimkilere iltihak etmesinden sonra, Husrev Şah'ın yeğeni olan, Bâkî'nin oğlu Ahmed Kasım idaresinde bulunan Kâhmerd ve Bamyam taraflarına hareket ettik. Niyetimiz Kâhmerd'in Ecer adlı dere kurganında âile ve adamlarımızı (121a) emniyet altına almak ve sonra, vaziyete göre, hareket etmekti. Aybek'e geldiğimiz vakit, evvelce benim yanımda bulunup, iyi kılıç kullanmış ve bu karışıklıkta benden ayrılıp, Husrev Şah yanında bulunan Yar-Ali Bilâl, birkaç yiğitle, kaçıp geldi ve Husrev Şah'ın moğullarından sadakat sözleri getirdi. Dere-i Zindan'a geldiğimiz vakit, Sellâh da dedikleri Kanber Ali Bey de kaçıp geldi, üç dört defa konakladıktan sonra, Kâhmerd'e geldik. Ev ve aileleri Ecer kurganına yerleştirdik. 

***

III.HİNDİSTANDOKUZ YÜZ OTUZ İKİ SENESİ VEKAYİİ

Safer ayının birinci Cuma günü, 932 senesinde, güneş (325) Kavs burcunda iken, Hindistan üzerine yürümek niyetiyle, hareket edip, Yek-Lenge tepesini aşarak, Dih-Yâkub suyunun garp tarafındaki çayıra indik. Bu yurtda iken, yedi-sekiz ay Önce Sultan Said Han'ın huzuruna ilçi olarak gitmiş olan Abdülmülûk Kurçı, Han'ın Yangı-Beg Kökeltaş adlı bir adamı ile birlikte, geldi; hanımlardan ve handan mektuplar ve bir parça hediye getirdi. 

Askerin hazırlık yapması için, bu yurtta iki gün kaldıktan sonra, hareket edip, bir defa konaklayarak, Bâdem-Çeşme'ye indik. Burada mâcun yedik. Çarşamba günü, Bârik-Âb'a indiğimiz zaman, Hoca Hüseyin Divan'ın Lâhûr hâlisasından göndermiş olduğu yirmi bin şahruhî kıymetinde altın, eşrefi ve tenkeleri, Hindistan'da kalan Nur Bey'in küçük kardeşlerinden biri getirdi. Bunun büyük bir kısmı, Belh işi için, Belh erbabından olan Molla Ahmed'e gönderildi.

Cuma günü, ayın sekizinde, (252 a) Gendemek'e indiğimiz zaman, şiddetli nezleye tutuldum. Hamd olsun, kolay geçti.. Cumartesi günü Bağ-ı Vefa'ya inildi. Birkaç gün, Humayun Mirza ve o tarafın askeri yüzünden, Bağ-ı Vefa'da kalındı. Bağ-ı Vefa'nın büyüklüğü, safa ve letafeti bu eserde birkaç defa zikredilmiştir. Fevkalâde safalı bir bahçedir. Alıcı gözü ile bakan herkes, onun nasıl bir yer olduğunu anlar. Orada bulunduğumuz bu birkaç günde, ekseriya içildi ve sabuhî yapıldı. İçilmeyen günlerde de mâcun sohbeti yapıldı. Humayun'a, mühleti çok geçirdiği için, sert mektuplar ve şiddetli hitaplar gönderildi.

Pazar günü, Safer ajanın on yedisinde, sabuhî yapmıştık; Humayun geldi. Çok kaldığı için, bir parça sert söyledim. Hoca Kelân da Gazne'den o gün geldi. O Pazartesi akşamı kalkarak, Sultanpûr ile Hoca-Rüstem arasında yapılan Yangı-Bağ ("yeni bahçe")'a inildi. Çarşamba günü oradan kalkıp, sala binerek, Kuş-Künbed'e kadar, şarap içerek, gidip, Kuş-Künbed'de saldan çıkıp, ordugâha geldik. (326) Ertesi gün de, orduyu göç ettirip, sala binerek, mâcun yenildi. Her vakit indiğimiz yer Kırık-Arık idi. Kırık-Arık karşısına gelince, her ne kadar etrafa bakıldı ise de, ordudan (252 b) bir eser görünmedi. Atlar da meydan da yoktu. Germ-Çeşme yakın olduğu için, — "Belki ordu oraya inmiştir" — diye düşünerek, buradan geçip gittik. Germ-Çeşme'ye geldiğimiz zamanda da geç olmuştu; orada da kalmayarak, gene de yola devam ettik. Bir yerde salı durdurarak, bir parça uyuduk. Sünnet vaktinde Yede-Bir'e çıkıldı. Sabah erkenden asker gelmeye başladı. Ordu Kırık-Arık civarına inmiş, fakat biz görememişiz. Salda Şeyh Ebülvecd, Şeyh Zeyn Molla Ali-Han, Terdi Bey Hâksãr ve diğerleri gibi' şiir okuyan çok adam vardı. Sohbette Muhammed Salih'in şü beyi ti zikredildi:

Her işve yapanın mahbupluğunu insan ne yapsın;

senin bulunduğun yerde başka birisine insanın ne lüzumu var.

Bu örneğe göre, söylemelerini emrettim. Şâir olanlar söylemeye başladılar. Molla Ali-Han ile çok lâtife edilirdi. Hezil kabilinden şu beyit hemen hatıra geldi:

Senin gibi akılsız bir bekriyi insann ne yapsın;

her öküz doğuran dişi eşeği insan ne yapsın.

Bu zamana kadar, iyi ve ve kötü, ciddî ve şaka hatıra ne gelirse, lâtife tariki ile, bazan manzum olurdu; her ne gibi kabîh ve kaba nazım olsa bile zikredilirdi. O zaman Mübîn`i nazma çeviriyordumhâtıra hutur ve hazin idi. (253 a) - »Böyle sözleri derceden ve fikri kötü sözlere kullanan dile ve böyle mânaları izhar eden ve çirkin hayaller hatıra getiren gönüle yazık" - diye düşündüm. O zamandan beri hiciv ve hezil vâdisinde şiir ve nazım söylemekten vazgeçmiştim (327) ve tövbeli idim. Onun için, bu beyiti söylemek zamanı hiç hatıra gelmedive bu mâna hiç bir vakit gönüle doğmadı. 

Bir-iki gün sonra, Bigrâm'a indiğimiz vakit nezleye tutularak, ateşim yükseldi. Bu nezle öksürüğe çevirdi. Her öksürüşte kan tükürüyordum.

Ateşim hiç düşmüyordu. Bunuıı nereden geldiğini ve iztirabın neden olduğunu anladım.

Sözünde durmayan kimse, bunu kendi zararına yapmış olur ve 

Allaha karşı yaptığı teahhudlere sâdık kalan kimseye, 

Allah çok büyük mükâfat verecektir. 

Ey dil, sana ne yapayım; senin yüzünden benim içim kandır. 

Ne kadar iyi desen de, hezil vadisinde yazdığın şiir 

ya edebe mugayir yahut da yalandır. 

Eğer bu günahla yanmayayım dersen, dizginini bu yoldan çevir. 

Ey Tanrım, kendimize karşı günah işledik; 

eğer bize rahmetmezsen, 

biz de mutlaka ziyan edenlerden olacağız.

4 Şubat 2015 Çarşamba

Kadri Şençalar (1912 - 1989)

Kadri Şençalar

Polis komiseri Rauf Bey'in oğlu Kadri Şençalar, Eyüp'te dünyaya gelir; Tarabya'daki Rum İlkokulunda başladığı eğitimini de, babasının Bursa'ya atanması üzerine, 1924'de orada bitirince okul hayatına son verir... Bursa'da Kanbur Tevfik Efendi'den ud öğrenir.

1930'da hicaz makamın da "Bir Bursalı kızın derdi" şarkısını besteleyerek bestekârlığa başlayan Kadri Şençalar, daha sonraları, halk tarafından çok tutulan eserler besteler... İstanbul Radyosu'nda, Belediye Konservatuarı'nda ud sanatkârı olarak çalıştıktan sonra, ünlü gazinoların en aranılan udîleri arasında yer alıp hemen hemen dönemin bütün "assolist" lerinin saz heyeti'nde bulunur.

İzmirli Hacı Nâfız Efendi'nin kızı Muazzez Hanım'la dünya evine giren Kadri Şençalar'ın mutlu bir âile hayatı olur ve yuvalarını, 1931' de Nurhayat, 1933'te Ali İhsan, 1938'de Emre ve 1940'da Yüksel şenlendirir... Kendi, İlkokuldan sonra okuyamayan Kadri Şençalar, iyi bir aile babası olarak çocuklarının eğitimine çok önem verir...

Gazino hayatına atılınca, bir ara alkole fazlaca "iltifat eden" Kadri Şençalar, sanatına zarar vermeye başladığını anlayınca, daha ölçülü içmeye başlar...

Bir dönem Kadri Şençalar'ın git gide içkiye olan düşkünlüğünü, hatta Radyoevi'ndeki çalışmalarına bile içkili geldiğini fark eden, o zamanki Radyo Müdürü Nevzat Atlığ, bu hassas konuyu, nasıl tatlılıkla çözüme kavuşturduğunu şöyle anlatmaktadır: "Fasıl programlarında aranılan saz sanatçılarımızdan  biri de Kadri Şençalar'dı. Son derece kıvrak icrâsıyla, fasıl içindeki vazifesini hatâsız yapardı; ama biraz içki düşkünlüğü varmış. Bir fasıl provası sırasında kendisinden umulmayan falsolar, anlamsız hareketler yapıyordu; hiçbir şey söylemeden provanın bitmesini bekledim. Anlaşıldı ki Radyo'ya içki içip gelmiş. Kimseye belli etmeden Radyo'nun tenha bir köşesine çektim; 'Bakın Kadri Bey, gelin sizle şöyle bir anlaşma yapalım: Gündüz içki içip dozunu kaçırdığınızda, bana haber vermeyeceksiniz, teledon da etmeyeceksiniz. Fasıla gelmediğiniz zaman anlayacağım ki, Kadri bey içkilidir. Ayrıca özür bildirmenizi de istemiyorum; yeter ki içkili olarak Radyo'ya adımınızı atmayınız.'

Çok da mahcup, son derece hürmetkâr bir adamdı. Radyoya içkili gelenlerden birçoğunun işine son verildi; onları da biliyordu; fakat elimizin altında olması gereken, kolay kolay vazgeçemeyeceğimiz, önemli bir sanatkârdı. Bu konuşmamızdan sonra Kadri Bey bir daha içkili olarak Radyo'ya ayak basmadı. Aramızda sevgiye, saygıya dayalı bir yakınlık gelişti ve vefâtına kadar devam etti." Kardeşi ünlü kânûnî İsmail Şençalar, bestekârlığa hiç heves etmemesine karşılık, ağabeyi Kadri Şençalar, daha genç yaşlarda başladığı bestekârlığını hayatı boyunca sürdürmüştür... Film müzikleri de yapan, daha çok piyasa şarkıcılığında büyük ün kazanan sanatkârın beş yüz kadar bestesi olduğu ileri sürülmüşse de elde ancaz yüz-yüz elli kadarının notaları bulunmaktadır. Yeni bestelendiğinde büyük ün kazanan, ünlü sanatçılarca gazinolarda sık sık okunup plâkları da yapılan besteleri arasında:

Uşşak makamında:

"Sönmez artık yüreğimde yanan bu sonsuz ateş,

Bulunur mu bana bilmem, senin gibi güzel eş.

Kalbimde hep yâre açtın, gel elinle bâri deş;

Bulunur mu bana bilmem senin gibi güzewl eş";

hicaz makamında:

"Gönlüm yaralı, bilmiyorum yâr bana noldu?

Gül renkli yüzüm, aşkın için, bak yine soldu.

Artık yetişir, hasretimiz yılları buldu;

Gül renkli yüzüm, aşkın için, bak yine soldu";

sözleri Necdet Atılgan'ın olan, hüzzam makamında türkü:

"Gezdiğim dikenli aşk yollarında,

Elimden bir kırık saz geldi geçti.

Kara tâliimden yine bu yıl da,

Bahârı görmeden yaz geldi geçti";

sözleri Vecdi Bingöl'ün olan, dügâh makamında ninni:

"Ah, yeni o menekşe gözler aralı,

Oya kirpiklerde yaşlar sıralı.

Uyu ey gönlümün nazlı marâlı.

Susun, garip kuşlar, ötmeyin susun;

Yetimler güzeli yavrum uyusun.

Uyu yavrum ninni diyeyim sana,

Şu mahzun gönlümü salma hicrâna,

Sen kaldın gidenden hâtıra bana.

Susun, garip kuşlar, ötmeyin susun;

Yetimler güzeli yavrum uyusun."  bulunduğu gibi ayrıca da, Karcigârdan: Yeşil olur şu Konya'nın Meram'ı"; Uşşak'tan "Sarı gül destesi sandım o güzel saçlarını"; sözleri kendisinin olan hicaz'dan: "Görmedim ömrümün âsûde geçen bir demini"; gibi çok sevilen besteleri ile yerel motiflerin de kullanıldığı: Hicaz'dan "ufacık bir selâm çakmadın Ayşe'm" sabâ' dan: "Güzel Ayşe'm gel yanıma" karcigâr'dan: " Köylü kızı su doldurur dereden"; "Osman Çavuş gez dur davar başında"; "Yârimin evleri hamama karşı"; gerdâniye'den: "Tavladan atlar boşanır"; "Karşı dağdan uçan turna"; "Odalar yaptırdım döşedemedim" gibi değişik renkler taşıyan eserleri de vardır.

Kadri Şençalar'la Başbaşa

Birinci sınıf sazların kadrolarına en yakışan sanatçılardan biri de Kadri Şençalar'dı. Dalgalı gür saçları hep gülümsüyormuş izlenimi veren sevimli yüzü, sahneden seyirciye verdiği pozitif elektrik; sanatı kadar kişiliğinin de sevilmesine yol açmıştır... Özel hayatında da son derece "gönül adamı" oluşu, hoşlandığı kimselere çok candan davranışı; hatta yeni tanıştığı, kendisine yakın bulduğu insanlara bile"-cığım" lı hitapları, kendisiyle hemen dost olunmasına yol açmış, bu yüzden pek çok dost edinmiştir...

Fakat ona "kötülük" etmek isteyenler hep yakın çevresinden çıkmıştır!... Son derece mazbut bir âile hayatı olan, eşinin ve çocuklarının üstüne titreyen Kadri Şençalar'ın; en az, kanun'un büyük üstadı olan kardeşi İsmail Şençalar kadar "çapkın" olduğu, "yakın" bildiği kimseler tarafın dan benim kulağıma bile fısıldanmıştır!... İsmail Şençalar'ın evli barklı olduğu halde, büyük çabalar sonucu "assolist" olarak da sahneye çıkardığı -fakat bu dönemi çok kısa sürmüştür- Suzan Güven'le birlikte yaşaması; esmer, uzun boylu, yakışıklı ve son derece sevimli olan Kadri Şençalar'ın da, sanki "çapkınlık" yapması gerekiyormuş gibi; kimi zaman sahnelere yeni adım atan "uvertür"lerle, kimi zaman da sahnelerin "ağır top"ları ile adının çıkmasına yol açmış; fakat her seferinde, "Sönmez artık yüreğimde bu sonsuz ateş"in bestekârı:

- Çok mutlu bir yuvam olduğu için, bizi çekemeyenler bu rivayetleri çıkararak benim akılları sıra huzurumu bozmaya çalışıyorlar... Ama nafile!... Ben yirmi yıldır evli bir insanım. Üstelik, herkesinkileriyle birlikte benimkileri de Allah bağışlasın; üçü kız, biri erkek olmak üzere dört çocuk sahibiyim...  Benim en büyük aşkım karıma, evlatlarıma ve sazımadır... Böyle olunca da, hatta kendi çevremin, dahası en yakın arkabam olan kimselerin bile kıskançlığını üstüme çekiyorum... Çünkü onların mutlu bir âile yaşantıları yok! Seni en çok da, yakınlarımdan duyduğun o saçma sapan çapkınlık hikâyelerinin hiç birine yer vermeyişin için bu kadar seviyorum; hata öz kardeşimden çok canıma sokasım geliyor!...

Daha, sanatçılarla ilk röportajlara başladığımda; hiçbirini asılsız haberlerle üzmemeye karar vermiş ve bu kararımı, Kadri Şençalar hakkında duyduğum -ama hiçbir zaman inanmadığım- "çapkınlık" hikâyelerine de uygulamıştım... Belki de dostluğunu böylesine kazanışım bu yüzdendi... Nitekim son cümlesinden sonra candan sarılıp iki yanağımdan da dostça uzun uzun öpmüştü.

1950 Baharında, bir gün Konservatuar'a kendisine sonsuz bir saygı ve muhabbetle bağlı bulunduğum; kendisinin de bu duygularımdan dolayı hep "mütehassis" olduğunu belirttiği, Hazret-i Muhammed'in torunlarından Şerif Muhiddin Beyefendi'yi ziyarete gitmiştim... Meğer o gün, biraz rahatsızlandığı için gelememişler... Dönmeden, uğradığım Müdür Muavini Selâhattin Bey'in odasında Kadri Şençalar'la karşılaşınca çok sevindim... O da bir saz arkadaşını bekliyormuş... Bir köşeye çekilip sohbete başladık... Bir süre, sahne gerisinde yaşanan huzursuzlukları, assolistlerin bitmez tükenmez kaprislerini; günün en sevilen şarkıları da dahil, uzun bir liste yaparak sahne gerisine astıklarını; bu şarkıları kendilerinden önce çıkan diğer sanatçıların okumalarını yasakladıklarını; böylece de onlara başarıya erişmeleri için hiçbir "şans" tanımadıklarını; hatta saz heyetine bile sahne gerisinde yapmadıklarını bırakmadıklarını; sahneye çıkınca da, müşterilere şirin görünmek için, "şimdi değerli saz üstadımız falancadan nefis bir taksim dinleyeceksiniz" dediklerini; taksim bitince de yalancıktan boynuna sarılarak tebrik ettiklerini; fakat sahne gerisine çekilince bu samimiyetten eser kalmadığını örnekler vererek anlatıp birazcık olsun içini dökerek ferahladı... Daha sonra nasılsa söz hayatına intikal edince:

-Babam, dedi, daha önceleri motör kaptanlığı da yapmış olan eski Polis Memuru Azmi Bey'dir... Son derece çalışkan gayretli bir insandı... Polis deniz teşkilatında ilk vazife alanlardandır... Fakat gücünün kuvvetinin ve kendine fazla güvenmesinin kurbanı oldu... Günün birinde hiç durup dinlenmeden yirmi dört saat mesaiden sonra, köprüye yaklaştığı sırada takatten iyice düşünce motorunu bırakıp uyuyakalmış!... Aksi tesadüf tam bu sırada Marmara sularında bir denizaltı görünmez mi!... Arkadaşlarının babama haber vermeyerek denize açılmaları babamı suçlu duruma düşürdü... Mahkûm oldu!...

Bana gelince, ben doğma büyüme İstanbullu'yum... Fakat on yaşındayken Bursa'ya gittik... Ben daha o yaşta kemana başladım.

- Ailede musikiyle uğraşanlar var mıydı?

- Hayır. Babamın da anamın da musiki ile hiç alâkaları yoktu. Daha çocuk denecek yaşta düğünlere gidip çaldım... Ardından gazinolar geldi.

- Musiki dersleri aldınız mı?

- Evet, ilk ve son hocam, Bursalı Kambur lakabıyla anılan Udi Tevfik'ti. Notayı ondan öğrendim. Allah rahmet eylesin, bana çok emeği geçti...

Daha sonra kemanı bırakıp uda geçtim... Şimdi artık asıl sazım uddur.

- Sizin güzel besteleriniz de var. İlk bestenizi hatırlıyor musunuz?

- Elbette. 17 yaşımdayken yapmıştım... Uşşak makamından; "Sönmez artık yüreğimde bu sonsuz ateş" tir.

- Ben bu eserinizi olgunluk döneminizde bestelediğinizi sanıyordum... Benim de çok sevdiğim bir bestedir.

- Gerçekten de bu eserim çok sevildi... Daha sonra, hicaz makamında, "Kırık kalbimi inletme"yi yaptım... Daha böyle birçok eserim vardır. En son olarak da "Püsküllü belâ" ile "Şu karşıdan gelen esmer"i yaptım.

-Beğendiğiniz bestekârlarımız?

-Eskilerden Dede Efendi, Hacı Arif Bey, Şevki Bey, bunlar musikimizin gerçek üstadlarıdır... Yenilerden de başta Selâhattin Pınar, Yesârî Âsım, Zeki Arif Bey en çok beğenip takdir ettiğim değerli bestekârlarımızdır.

- Musikimizle ilgili en eksik yön sizce nedir?

- Tam yarama bastınız!... Son derece değerli, erişilmez güzellikte eski bestelerimiz var. Yazık ki kesin olarak notaları tesbit edilemediğinden, piyasada beş altı türlü notaları bulunuyor!... Bu da söyleyişte ve çalışta armoni birliğini ortadan kaldırıyor; başka başka tarzlarda icra ediliyor!... O erişilmez güzellikteki besteler çoğu zaman perişan oluyor... En büyük arzum, bu gibi değerli eserlerin bir an önce Konservatuar tarafından doğru notalarının yayımlanması ve eşsiz eserlerimizin içine düştüğü keşmekeşten kurtarılmasıdır.

3 Şubat 2015 Salı

Anouar Brahem - Conte de l'incroyable amour

Anouar Brahem - Oud

Barbaros Erköse - Clarinet

Kudsi Erguner - Nai

Lassad Hosni - Bendir, Darbouka

01. Etincelles02. Le chien sur les genoux de la devineresse03. L'oiseau de bois04. Lumière du silence05. Conte de l'inroyable amour06. Peshrev Hidjaz Homayoun07. Diversion08. Nayzak 09. Battements10. En souvenir d'Iram11. Iram retrouvée12. Epilogue

2 Şubat 2015 Pazartesi

Gündüze Geceye Özlem, O.Rifat

GÜNDÜZE GECEYE ÖZLEM Gitmez bu böyle, bu böyle yürümez! Bir günDurulur bu çalkantı, doğarsın güneşe.Bakarsın gökyüzü eski bir resim gibiPencerede yeniden ve kitap masada,Tasaların, kaygıların yunmuş, arınmış,Peşkirin, çarşafın, gömleğin yanı sıraUçuşuyor çırpına çırpına rüzgârda.Nerdesin alın teriyle gülen aydınlık,Nerdesin güzel kokularla dolu gece!

Nuray Mert: Paralel paranoyası, uygunsuz icraatlara bahane için üretilen bir tez

Prof. Dr. Nuray Mert, AKP iktidarı döneminde ilk tasfiye olanlardan. Evinde buluştuğumuz Mert’e, gündeme ve kendisine dair birçok soru yönelttik. Tasfiye olduktan sonra neden konuşmadığını, medyanın akıbetini, çok tartışılan BDP otobüsü üzerindeki zafer işaretini, barış sürecini ve aile hayatını…Dönemin başbakanının ‘Mert değil namert’ diye hedef aldığı ve medyada tasfiye olan ilk gazetecisiniz. Ama o günleri hiç anlatmadınız…O dönem hiç konuşmadım çünkü mağduriyet edebiyatını sevmiyorum. Biz yine ayrıcalıklı konumda insanlarız. Medyanın bir kere gözle görülmeyen baskı altında kalmış birçok mensubu var. Bu yüzden cezaevlerine girmiş olanı, cinayete kurban gitmiş olanı var. Mevcut hal içerisindekiler de zor şartlar altında çalışıyor. Asıl baskı onlarda. Çünkü onlar geçim sıkıntısı içinde o işi yapmaya mecbur. Benimki de elbet göz ardı edilemeyecek bir şeydi. İnsan hakları gözleme dernekleri, uluslararası basın kuruluşları çok yakından ilgilenip ciddiye aldılar. Onun dışında ‘mağdur oldum’ demek tarzım değil. Şikâyet edebileceğim tek konu sadece geniş kitlelere ulaşma konusunda önümüze engel konulması.Yıllar evvel ilk kez ‘sivil dikta’ dediğinizde, çok tepki almıştınız. Bugün ‘Sen haklıymışsın, biz göremedik’ diyenler var mı?Çok oluyor ama bu benim için hiç önemli değil. 2009’da önce ‘sivil istibdat’ diye bir yazı yazdım, sonra Vatan’a verdiğim röportajda ‘Sivil dikta kaygısı taşıyorum’ dedim. Sivil diktadan da ziyade, askeri vesayet kalkıyor. Otorite sadece üniforma ile olmaz, bunun yerine sivil bir otoriter rejim geliyor diye kaygılarımı söylemiştim. Böyle söyledim diye olmasına gerek yok. Kâhin değilim. ‘Olacak’ da demedim. Kaygı duyduğumu söyledim. İşaretlerini görmüş olabilirim. Ki öngörü, gidişatı engellemek adına işe yarayabilir. Ayrıca bunları o zaman söylemek daha anlamlıydı. Şimdi haklı çıkmamın bir ehemmiyeti yok. O zaman bu gidişi engelleyecek bir dikkat, tedbir oluşturursa, bir manası var. Yoksa haklı çıkmışım ne yazar, memleket bu hale geldikten sonra. Haksız çıkmak işime gelirdi. Keşke haksız çıksaydım. O zaman söylediklerim insanların aklına yatmayabilir. Ama en azından bir tartışma başlatmak, ciddiye alıp ‘Acaba?’ denilmedi. Hemen bir karalama kampanyası yapıldı.Türkiye’deki sorunlardan biri de bu kampanyalar olsa gerek…Kesinlikle. Siz bir şey söylüyorsunuz hemen bir kampanyanın hedefi haline geliyorsunuz. Bu barış sürecinde de oldu, hâlâ oluyor. Asla bir tartışma zemini oluşmuyor, ithamlara maruz kalıyorsunuz, asla söylemek istediğiniz şey tartışılmıyor. Boğmaya çalışıyorlar.AK Parti içinde yakından tanıdığınız isimlerin olduğu biliniyor. Aralarında sizi şaşırtanlar oldu mu?Kolay kolay şaşırmam. Gerçekçi bir insanım. Kimseye çok fazla anlam yüklemem ama buna rağmen çok şaşırtanlar oldu tabii ki. İsim vermem. Dostluk fasılları başka bir alandır, mevzu bahsedilmez. Zaten şaşırdığım da benimle ilişkileri değil, genel gidiş. Söylediklerine, savunduklarına, yaptıklarına bakıp bakıp inanamadığım birçok şey oluyor.Bir dönem muhafazakâr camianın kadınları arasında epey popülerdiniz. Şimdi, bir zamanlar güvendikleri fikirlerinizden dolayı sizinle iletişimi kesenler oldu mu?Zaten farklı siyasi fikirde olduğunuz zaman fikirler ayrılıyor. Bunlara rağmen dostluk sürdürmek çok istisnai durumlar dışında mümkün olmuyor. Olduğu dönemlerde geçici oluyor. Kamuya fikir beyan eden herkes siyasidir. Dolayısıyla irtibatımızın olması düşünülemez. Onların irtibat kesmesiyle alakalı bir şey değil. Ben istemem zaten. Yazılan çizilen, o fikirlere sahip, rahatlıkla söyleyebilen biriyle bambaşka dünyalardayız demektir. Neden bir arada oturup çay içeyim.Zafer işaretinin, örgüt sempatisiyle alakası yokBarış sürecini, geldiği noktayı nasıl yorumluyorsunuz?Biz fanilerin görebildiği kadarıyla kanaat bildirebilirim. Nasıl bal, bal demekle ağız tatlanmıyorsa, barış barış demekle de barış gelmiyor. Dolayısıyla bu iş olur olmaz şeklinde kestirmeci bir yaklaşım içinde değilim ama kaygılarım devam ediyor. Başında da endişe verici nokta olarak iktidarın, devletin (artık ikisi aynı) Kürt meselesine bakışıyla, çözümden anladığıyla Kürt tarafının bu meseleye bakışı, sorununu tanımlama biçimi ve çözümden barıştan anladığı arasında ciddi bir makas olduğunu düşünüyorum.Aynı düşünüyor olsalardı masaya oturmazlardı zaten…Doğru. Bu süreçler böyle başlar zaten. Ama uzun zaman içinde bu makasın biraz kapanması, daralması lazımdı sürecin rayında gitmesi için. Ama bu intibada değilim. Kaygılandığım da bu. Bir yandan müzakere sürecindesiniz, örgütün lideri ile görüşüyorsunuz. (Bunu destekleyenlerdenim) ama IŞİD söz konusu olduğunda IŞİD ve PKK’yı eşitliyorsunuz. PKK’yı bir anda hayır cemiyeti konumuna koymalarını kimse beklemiyor ama IŞİD’le aynı pozisyona koyduklarında, örgütle yaptıkları müzakereyi hangi zemine oturttukları sorusu ortada kalıyor. İkincisi PKK’ya sempati duyan tabanla nasıl barışacaklar? Onlar nezdinde bu dilin hiç değişmemesi, zaman zaman milliyetçi yerlere savrulması, müzakere yapan bir iktidarın “Bunları nasıl söyler/” dedirtecek söylemleri endişe verici. Bazı entelektüel, okumuş yazmış insanlara hayret ediyorum. “Bunlar seçim taktiği” denmesi, dillerinin bu kadar rahatça savrulması sorun çıkarır. Türk kamuoyunun barışa hazırlanması açısından ciddi bir sorun. PKK çizgisini destekleyen barışmak, demokratik çerçeveye çekmek istedikleri taban için de sorun.BDP otobüsü üzerinde yaptığınız zafer işareti çok konuşuldu. Kimilerine göre PKK sempatizanı oldunuz, kimilerine göre Türk düşmanı…Valla barış süreci bana yaradı. (Gülüyor) Bu konuda açılmış birkaç dava var hakkımda. Bazıları düştü. Bazıları takip edilmiyor herhalde bekliyor öylece, Demokles’in kılıcı gibi. Bunun örgüt sempatisiyle alakası yok. BDP öncülüğündeki Bağımsızlar Barış ve Özgürlük Platformu’nun organizasyonuydu. Biz de o adayları destekleyenlerdendik. Dolayısıyla seçim sonrasına rastlıyor. Seçimlerde de gittim bölgeye. Herkes adaylarla bir yere dağılmıştı, mitinglere katılmıştı. O işaret seçim sonrasındaki kutlamada oldu. Ahmet Türk davet etmişti. Seçimden zaferle çıktık işaretiydi. Öylesi platformlarda aynı şeyi yine yaparım.Gizli örgüt olsa, kendini dizide ifşa etmez14 Aralık medya operasyonunu nereye koyuyorsunuz? Gerçekten paralel bir yapı var ve ona mı yapıldı bu operasyon?Paralel yapı, örgüt iddialarını yutacak biri değilim. Şimdiye kadar cemaat çevreleriyle hep belli bir mesafe içinde oldum. Çünkü milliyetçi ve devletçi buluyorum. Dünya görüşüme uymuyor. Ama güzel dostluklarım, ahbaplıklarım da var. Başörtüsü mücadelesi verilen, muhafazakâr kesime karşı yapılanlarda ortak olduğumuz noktalar da oldu. Hiçbir kesimle doğrudan bağlantılı olmadım zaten. Cemaatin Kürt meselesine bakışı noktasında da ayrı düştüğüm konular var. Ama paralel paranoyası, devletin uygunsuz icraatlarına karşı bahane bulmak isteyenlerin ürettiği tezler. En fazla işbirliğinden bahsedilebilir. Bu konuda eleştiririm. Bugüne kadar böyle bir iktidarı destekleyip meşrulaştırdılar, beraber birçok konuya imza attılar. Vatandaş açısından bu bir iktidar tablosudur. O iktidarın içinde cemaat vardır. Başka cemaatler yok mu? Daha geniş çaplı örgütlenmiş cemaatler var bildiğimiz kadarıyla. İktidar bunlarla ittifak içine giriyor. Demokratik bir ülkede vatandaşı ilgilendiren şey iktidar tablosudur. “İktidar onunla işbirliği yaptı, ötekiyle birlikte hareket etti.” Bu argümanlar ikincil meseledir. Bunun ötesinde ‘Örgüt var, çete var' söylemleri gerçekçi değil. Hayretler içindeyim. Hükümetin gazetelerinden biri özellikle her gün, bir örgüt şeması yayınlıyor. Aklı başında olan herkes aşağı yukarı iktidar tablosunu görüyor. Otoriter gidişe dur dediği için, zamanında ittifak ettiği kesimi tasfiye etme girişimi bu. Ama buna bir kılıf bulmak isterseniz söylenenlere inanmak durumundasınız. “Yolsuzluğu kendi içimizde hallederiz, şimdi paralel daha önemli” diyen aklı başında olduğunu düşündüğüm insanlar gördüm. Velev ki paralel yapı var. Bir vatandaşın bu yapıyla muhatap olma imkânı yok ki. Muhatap olacağımız şey kurumlar, siyasi yapılar ve iktidardır. Her olan bitenden de siyasi iktidar sorumludur. İcraatı esnasında şikâyet ettiği bir şey varsa, onun üzerine gitmek de iktidarın görevi.'Biz safmışız, kandırılmışız' diyorlar ama…Böyle bir şey olabilir mi? Bir yandan güçlü olduğunu iddia eden bir iktidar, diğer taraftan herkese ne kadar güçsüz, saf, kandırılmış bir çocuk imajı oynuyor. O derece saf bir iktidar tablosuysa, zaten memleketi yönetme ehliyeti yok demektir. Belki bugün de bir başkası kandırıyor. Nereden bileceğim? Paralel söylemine bakınca, öyle geniş bir ağdan bahsediyorlar ki, bundan hiç haberleri yokmuş, elleri kolları bağlıymış, saflığından bu yapıya teslim olmuş bir iktidar var sanırsınız. Eğer gerçekten böyleyse bu iktidarın ülkeyi yönetme ehliyeti yok demektir. Dün başka bir şey bugün paralel, bugün paralel yarın başka bir şey olacak. Hiç inandırıcılığı olmayan şeyler. İktidarın uygulamalarına kılıf arayanların söylemi.Gizli örgüt olsa, kendini dizide ifşa etmez. Soğuk Savaş döneminde komünistler böyleydi. Anarşist, komünist aranırdı her bir şeyin arkasında. Bunlar otoriter rejimlerin çok bilindik taktikleri. Düne kadar son derece yakınında yer alanlar, camianın televizyonlarına çıkan, gazetesinde yazan, toplantılarına giden, övgüler dizen herkes saf anladığım kadarıyla.Ya bir dönem içinde yer alanlar?Övgüler yazanları geçtim, cemaatin içindeki yaşlı başlı bir adamın dönüşünü o kadar çok yadırgadım ki. Aşikâr bir şekilde korkusunun esiri olması. Bu beyefendi cemaatin içindeydi, sanki birtakım kötü işler olmuş ama yıllarca itiraz etmemiş gibi. Ama 15 yaşındaki bir delikanlı değil ki, “Ben orada kameramandım bilmiyorum” desin. Kalkıp bir iki günde kendini bu grubun dışında gösterip, cemaati hedef haline getirmesi aslında ülkedeki yozlaşmanın işaretlerinden. O yüzden beni ilgilendiriyor. Bu tür otoriter rejimlerin en kaygı verici taraflarından biridir kişiliklerin bozulması. Daha doğrusu bu tür kişilik yapılarının ortaya çıkması, çoğalması. Bunun bir çıkar yol olarak görülmesi, meşrulaşması, yadırganmaması. Birdenbire belli ve bariz nedenlerle (korkma, sakınma, kendini koruma) dönüş yapması, yetmiyormuş gibi mahkemede tanık olması, bu yaşımda görmekten rahatsız olduğum şeyler. Ne şahıs ne de bulunduğu yapılar beni ilgilendirir. Ama bu tablo çok yadırgatıcı, çirkin bir tablo. Böylesi tutumlar ümidimi kaybettiriyor. İnsanlara anlam atfettiğimden değil. Bu derece savruluşa tanık olmak umut kırıcı.Benim vergilerimle yurtdışında ne diye okul açacaklar!Erdoğan’ın yurtdışındaki Türk okullarını kapattırmaya çalışmasını nasıl yorumluyorsunuz?Doğrusu öyle bayrak dalgalandırma hevesinde olan, milliyetçi bir insan değilim. Emperyalist düşüncelerim yok. Ama bu okullar benim için bir dış ilişkiler meselesi. Ayrıca iki sene öncesine kadar övdükleri, destekledikleri, gururla sundukları okulları kapatmaya çalışmaları akıl alır gibi değil. Türkiye’deki insanları sindirmeye, ikna etmeye çalıştılar “Biz safmışız, fark etmedik” diye şimdi bu saflığı uluslararası boyuta taşıyorlar. Bu çok ciddi bir imaj sorunu. Neymiş efendim cemaatin okulları şer yuvasıymış, kara propaganda merkeziymiş. Daha ikna edici argümanlar bulmalılar. Bir ülkenin desteklediği, övdüğü kurumlara sonradan ‘Desteklemiyorum, bunları hemen kapatın. Bunlar hükümetin düşmanı’ demesi karşısındakileri de düşündürür. Bir de devlet kendisi okul açacakmış, okulları satın alacakmış. Benim vergilerimle ne diye yurtdışında okul açacaklar? Bu benim gibi düşünenlerin destekleyeceği bir şey değil. Ve oraya nasıl öğretmen atayacak? Oradaki öğretmenlerde gönüllülük esası var. Böyle bir misyon içinde hissediyordur kendini, mağdur olacağı yerlere gidip, çile çekmeyi göze alıyordur. Bu bir tercihtir. Ama bunu kalkıp, imparatorluk misyonuna, resmi politikaya çevirmek almışız. Bu işi sivil toplum yapar. Sivil toplum dışına çıkarsa sorunludur.Demokratlık taslayıp, her iki tarafı idare edenler varAydınların iktidara angaje olması çok tartışılıyor. 12 yıllık süreçte nasıl bir aydın profili oluştu?Bu arkadaşların bir kısmı zaten devletçi zihniyete sahip. Dolayısıyla şu anda zaten muktedir devlet olduğunu düşündükleri bir çevreyi’ partiyi çok gözlerinde büyütüyorlar. Başkaları tezlerinin hâlâ doğru olduğunu, AKP'nin Türkiye'yi demokratikleştirecek dinamik olduğunu düşünebilir. Etyen'le tartışmalarımız oldu ama inanın en namuslularından biri o. Çok net bir şekilde, kendine göre bir Türkiye tanımı var. AKP'nin her şeye rağmen ne kadar demokratik bir dinamik olduğunu anlatmaya çalışıyor. Ne kadar ikna olursanız. Beni ikna etmez o ayrı. Ama daha kötüsü var. Dün söylediklerini bugün inkâr edenler. Hâlâ demokratlık taslayıp, eşe dosta şikâyetçi olup, entelektüel arkadaşlarının yanında muhalif, yazı başına geçince durum kurtarma işi yapanlar var. Dün ak dediğine bugün kara diyenler var. Asıl yadırgadığım inanmadığı halde, zaman zaman her iki tarafı da idare etme kaygısı içinde olanlar var. Aslında inanmadığı, ikna etmediği şeylere çok fazla telaffuz etmemek için gayret sarf edenler.Çocukken koalisyon kelimesinin anlamını bilmiyorum diye ağlamışlığım varOkul dışında neler yapıyorsunuz?Son zamanlarda evcimen olmayı tercih ediyorum. Çünkü evde rahat çalışabiliyorum. Üniversitede olmuyor çünkü. Gelen giden oluyor, kısıtlıyor. Aileye çok bağlı biriyim. Çoğu vaktimi, beni büyüten halamla geçiriyorum. Üç tane kız yeğenim var, halayım yani. Onlarla çok vakit geçiriyorum. Postmodern bir geniş aile.Yalnız değilsiniz yani…Ailenizle vakit geçirmeyi severseniz zaten çok yalnız olmuyorsunuz. Gençliğimden beri çok önemserim ailemi. Orta yaşta da öyle oldu. Çocuklar büyüyor hepsinin talepleri var. Onlarla çok fazla vakit geçirdiğim için fazla sosyal oluyorum. Şikâyetçi değilim, ama…Yoruyorlar galiba…Siyasal aktivizm merakı olan biriyim. O tür aktiviteler de çok oluyor. E kızlar da olunca yoruluyorum galiba. O yüzden daha çok evde çalışmayı seviyorum. Seyahat ediyorum sık sık. Eskiden daha çok Ortadoğu'ya gidiyordum şimdi biraz oralar kapandı. Ama benim seyahat anlayışım, gezme anlamında değil. Gezmek ayıp değil ama ben ona yatkın değilim. Geçen sonbaharda Rojava'ya, Erbil'e, İran'a gittim bir toplantı vesilesiyle. Böyle fırsatları sonuna kadar kullanmak istiyorum.Akademi dünyasındakiler genellikle asosyal olmakla özdeştirilir.Çok tipik bir akademisyen değilim. Politik bir tarafım olduğu için olmuyor. Daha renkli bir hayatım var. Ama bu yaşlarda fazlası yoruyor insanı.Sürekli ‘Bu yaşımda, bu yaşlarda' diyorsunuz. Yaşlanma tedirginliği mi?Değil. Orta yaşlar güzel yaşlar. Kafanızda bir sürü şey daha yerli yerine oturuyor. Dolayısıyla insan bu yaşlarda alanıyla ilgili daha fazla çalışmak istiyor. Bana öyle oldu yani. Gençken de kendinizi geliştirme ihtiyacınız var. Ama sanki bazıları olmuyor. Orta yaşlarda insanlar belli bir birikimi elde etmiş oluyor. Ve böyle bir birikim üzerine insan daha çok meraklı oluyor. Parantezler daha da çoğalıyor. O yüzden daha çok vakit harcamak istiyorum merak ettiğim şeylere. Hatta öğrenmekten yazmaya fırsat bulamıyorum, engelliyor kitap vs. yazmamı.Siyasal aktivizm dışında, hobileriniz yok mu? Edebiyat, sinema, müzik…Maalesef. O bakımdan çok yoksunum. Düz bir insan haline geldim. Kız kardeşim beni çok suçluyor sanatla ilgilenmediğim, tekdüze olduğum için. Aslında başlangıçta bu tür şeylere meraklı olduğum için, sosyal bilimlere yöneldim. Ama zamanla evriliyor işte. Şimdi eğer roman okuyacaksam bile siyasi yönü varsa okuyorum. Ortadoğulu yazarları okuyorum.Romantik ya da bir bilimkurgu filmi ilginizi çekmiyor olmalı…Film izlemiyorum ki.Ya tiyatro?Tiyatroyu sevmiyorum.Bütün aktivitelerde siyasi bir unsur aradığınız için olabilir mi?Doğrudan siyasal mesajı olan şeyleri sevmem ama bir süre sonra ‘Deformasyon profesyonel' dedikleri şey oluyor. Bu bende çok oluyor. Sıradan bir film bile seyrederken, hep politik anlamlar çıkarıyorum. Roman alacaksam, yaptığım işle bağlantısı olmasına dikkat ediyorum.Bu sizi rahatsız etmiyor mu?Rahatsız oluyorum ama hep böyle bir eğilim içerisindeyim. Diyorum ya deformasyon bunlar. Çocukluğundan beri siyaset seven biri var mı bilmiyorum ama çocukluğumdan beri siyasete düşkündüm. Okuma yazmayı ilk öğrendiğim zamanlar özellikle çok sıkılıyordum. Gazetelerde benim bilemeyeceğim kelimeleri görünce moralim bozuluyordu. Mesela koalisyon kelimesinin anlamını bilmiyorum diye ağlamışlığım var. “Ben bunları ne zaman öğreneceğim?” diye üzülürdüm. Kimse siyasetçi değil ama eve çok gazete dergi girerdi. Dün gibi hatırlıyorum. O zaman galiba asker cumhurbaşkanı var bir dergi kapağında. Annemler imalı imalı gülüşüyor. O kapaktan bir şey anlıyorlar. Ben bunu anlamıyorum diye kahroldum mesela. Sonradan fark ettim ki bu hiç de normal bir çocukluk değil. Fen bilimlerine, hayvanlara, uzaya meraklı olabilir bir çocuk. Ama niye ilk merak ettiği şey, koalisyon olsun? Yani deformasyona uğramam kolay oldu. (Gülüyor)Siyaseti bu kadar seviyorsanız, neden siyaset yapmıyorsunuz?Aktif siyaseti sevmiyorum. Anlama çabasını daha önemseyen biriyim. Ayrıca kolektif çalışabilen biri değilim. Hiç kimse herhalde yüzde yüz içinde bulunduğu politik ortamla anlaşmaya çalışmıyor. Birileri yüzde yüz anlaşmıyorsa, ben yüzde elli bile anlaşamam. Çok titizlenmekten, entelektüel titizliği başladı bende. Her tarafı sorgularsanız zaten mevcut siyasi yapılardan birinde bulunamazsınız. Bazıları bunlara rağmen bunu bir tarafa koyuyor ve siyaset yapıyor. Ama hiç öyle değilim. Ayrıca kontrol frik yani kontrol hastasıyım. Dolayısıyla kolektif çalışamam, çalışsam da, hiç kimsenin çalışmasını yeterli bulmam. Kimseye baş ağrısı olmayayım diye de girmem kolektif işlere.Yıllardır sivri dilinizden mahrum etmediniz kimseleri. Ancak son zamanlarda fikirlerini ifade edenlerin durumu ortada. Aileniz “Nuray yeter artık, tut şu dilini” diyor mu?Demez olurlar mı? Annem, halam. Söylediklerimden memnunlar tabii. Ama her aile gibi de kaygı taşıyorlar. Yeğenlerim başta olmak üzere. Çok politik çocuklarda değiller ama özellikle en küçük olan 12 yaşındakinin derdi büyük. Bir zamanlar televizyonda görünürken, birdenbire kayboldum. O dönem beni çok suçladı. “Nasıl böyle bir imkânı reddedersin? Başbakan'a karşı bir şey söylemişsin. Nasıl böyle bir şey yaparsın?” diyor. (Gülüşmeler) En büyük derdi buydu. Bunun dışında seyahat ettiğim zamanlar kaygı duyuyorlar. Bir de özellikle başım bir aralar çok sıkıntılıyken, cezaevine girerim diye korktular.Siz korkuyor musunuz?Hayır. Bir dava uğruna ölmek istemem, o kadar da uzun boylu değil tabii ki (gülüşmeler). Ama çok seçim de yapamıyorsun. Bu bir öncelik meselesi. Her şeyi söylemezsen ölmezsin tabii ki ama bazı şeyler var ki, söylemekten çekiniyor olma duygusu, ödenecek bedelden daha ağırdır. Hiç kimse deli değil. Aklı başında olan herkes korkar. Kendime diyorum ki: “Bunu yapmazsam içinde bulunacağım ruh haline katlanabilir miyim? Katlanamam. O zaman söylemeliyim.” Şimdi bol keseden atıyorum ama fikirlerimden dolayı gireceksem cezaevine de girerim, na’payım yani. Konforu seven ve buna alışık bir insanım. Ama ne yapmalıyım diye düşündüğüm dönemlerde hep söyleme, ifade etme duygum ağır bastı. Yoksa kendime saygımı kaybederdim. Kimsenin kendine saygısı yok demiyorum. Sadece kendime saygı duyma eşiğim böyle yüksek bir yerde. Kendime ilişkin beklentim böyle. Onun dışına düşersem, katlanamıyorum.