28 Kasım 2014 Cuma

No soy de aqui ni soy de alla - J. Cafrune

No soy de aquí, ni soy de allá / Ne buralıyım ne oralı

Severim güneşi, Alicia’yı ve güvercinleri, iyi bir sigara ve ispanyol gitarını, duvarlardan atlayarak pencereleri açmayı ne zaman bir kadın ağlarsa. Ne buralıyım ne oralı ne yaşım var ne geleceğim mutlu olmak rengidir kimliğimin. O kadar severim ki şarabı, çiçekleri tavşanları,yaşlı çobanları ev ekmeğini ve Dolores’in sesini ve ayaklarımı ıslatan denizi sevdiğim gibi. Ne buralıyım ne oralı ne yaşım var ne geleceğim mutlu olmak rengidir kimliğimin. Severim daima uzanmayı kumlarda ya da bisikletle kovalamayı Manuela’yı ya da bütün bir zaman yıldızlara bakmayı Mariayla buğday tarlasında. Ne buralıyım ne oralı ne yaşım var ne geleceğim mutlu olmak rengidir kimliğimin.

25 Kasım 2014 Salı

Maça Kızı, A.Puşkin

MAÇA KIZI

Maça kızı gizemli bir felaket habercisidir. -En yeni fal kitabından-Ve yağmurlu, kapanıkHavalarda sık sıkToplanırlardı;-Tanrı günahlarını bağışlasın!-Büyük kumar oynarlardı.Ve kazanırVe tebeşirleYazarlardı.Böylece, yağmurlu, kapanık havalardaCiddi bir tavırlaUğraşırlardı.Bir gün Atlı Birliği muhafızlarından Narumov'un salonunda iskambil oynuyorlardı. Uzun kış gecesi fark ettirmeden geçip gitti ve sabahın saat beşinde yemeğe oturuldu. Kazananlar büyük bir iştahla yiyor, yitirenler boş tabaklarının karşısında dalgın dalgın oturuyorlardı. Fakat şampanya ortaya çıkınca sohbet canlandı, herkes yiyip içmeye başladı. 

Ev sahibi:- Ne durumdasın Surin? diye sordu.- Her zamanki gibi yitirdim tabii. Şanssız olduğumu kabul etmeliyim:Mirandol zekice oynuyor, hiçbir zaman hırslanmıyor, hiçbir mantıksız davranışta bulunmuyorum. Ama yine de yitiriyorum işte!- Demek bir kerecik olsun ayartılmıyor, bir kerecik olsun floşa gideyim demiyorsun ha?.. Şaşıyorum şu senin iradene.Konuklardan biri, orada bulunan genç mühendisi göstererek:- Peki Hermann'a ne dersiniz! dedi. Ömründe eline iskambil kâğıdı almamış, ömründe ağzından bir "pot" sözü çıkmamış ama, saat beşlere kadar bizimle oturup oyunumuzu seyrediyor!Hermann:- Kumar çok ilgimi çekiyor, dedi. Fakat gereğinden daha çoğunu kazanmak ümidiyle kendime gerekli olanı gözden çıkarabilecek durumda değilim.Tomski:- Hermann Alman'dır, bu yüzden de hesabını bilir, işte hepsi bu! diyerek düşüncesini belirtti. Fakat aklımın ermediği biri varsa, o da büyükannem Kontes Anna Fedotovna'dır.- Nasıl? Ne bakımdan? diye bağrıştılar. Tomski:- Büyükannem nasıl oluyor da firavun oyununa katılmıyor, akıl erdiremiyorum! diye sürdürdü sözlerini.Narumov:- Şaşılacak ne var bunda? diye sordu. Seksen yaşındaki kocakarı da varsın kumar oynamayıversin!- Öyleyse onun hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz siz?- Yoo! Bir şey bildiğimiz yok doğrusu!- Sahi mi? Dinleyin öyleyse:"Büyükannemin bundan altmış yıl önce Paris'e gittiğini ve orada büyük bir hayranlık uyandırdığını bilmeniz gerek. La Venüs Moscovite'i (*) görmek için halk peşinden koşarmış. Richelieu de kur yaparmış ona. Büyükannemin yeminle anlattığına göre, yüz bulamadığı için, az kalsın canına kıyıyormuş adam. Kadınlar firavun oyunu oynarlarmış o zamanlar. Bir gün sarayda, söylendiğine göre, Orleans Dükü'ne büyük miktarda para ütülmüş büyükannem. Eve dönünce, yüzündeki yapma benleri ve jüponlu etekliğini çıkararak dedeme durumu anlatıp parayı ödemesini emretmiş. Merhum dedem, anımsayabildiğim kadarıyla, büyükannemin baş uşağı gibi bir şeydi. Yangından korkar gibi korkardı ondan. Fakat yitirilen miktarın korkunçluğunu görünce aklı başından gitmiş, koşup hesapları getirmiş, yirmi yıl içinde yarım milyon ruble harcadıklarını kanıtlayıp Paris çevresinde Moskova çevresi ve Saratov köylerine sahip bulunmadıklarını belirterek bu parayı ödemeyi kesinlikle reddetmiş. Büyükannem de ona bir şamar aşketmiş ve dedemin gözden düşüşünün bir belirtisi olarak o gece yalnız başına yatıp uyumuş. Verdiği bu ailevi cezanın onu yola getirdiğini umarak ertesi gün kocasını yanına çağırtmış ama, bakmış ki dedem Nuh diyor peygamber demiyor. Yaşamında ilk kez, kocasıyla mantık çerçevesi içinde konuşmaya ve ona açıklamalarda bulunmaya tenezzül etmiş. Alttan alarak, her borcun bir olmadığını, bir prensle bir arabacı arasında fark bulunduğunu kanıtlayıp onu utandıracağını umuyormuş. Nerdee! Dedem ayak diremekte devam etmiş. Olmaz da olmaz! Büyükannem ne yapacağını şaşırmış. Çok ilginç bir adamla şöyle bir tanışıklığı varmış. Hakkında bir sürü inanılmaz şey anlatılan Kont St. Germain'in adını işitmişsinizdir. Bu adamın, kendisine Gezginci Yahudi süsü verdiğini, kendisini yaşam iksiri, kimya taşı gibi şeylerin bulucusu olarak gösterdiğini bilirsiniz. (*) Onu bir şarlatan sayarak alaya alırlardı. Casanova da anılarında bu adamın casus olduğundan söz eder. Fakat St. Germain, bütün bu esrarengizliğine karşın, saygıdeğer bir görünüşe sahip ve topluluk içinde son derece centilmen bir kimseymiş. Büyükannem onu hâlâ deli gibi sever ve hakkında saygısızca bir söz edildiğini işittiği zaman öfkelenir. Büyükannem, St. Germain'in büyük bir servete sahip olduğunu biliyormuş. Ona başvurmaya karar vermiş ve bir pusula yazarak bir an önce gelmesini rica etmiş. Bu yaşlı ve tuhaf adam hemen gelmiş, gelir gelmez de büyükannemin sel gibi akan gözyaşlarıyla karşılaşmış. Büyükannem, kocasının barbarlığını en kara renklerle betimledikten sonra, konta, tüm ümidini onun dostluğuna ve centilmenliğine bağladığını bildirmiş. St. Germain düşünceye dalmış. Sonunda, büyükanneme şunları söylemiş:'Size bu miktarı sunarak hizmette bulunabilirim. Fakat borcunuzu ödemediğiniz sürece içinizin rahat etmeyeceğini biliyor, bu bakımdan da sizi yeni kaygılara düşürmek istemiyorum. Bir yol daha var: Yitirdiğiniz parayı yeniden kazanabilirsiniz.' Büyükannem: 'Fakat sayın kont, hiç paramız olmadığını söylüyorum size.' diye yanıtlamış onu. 

St. Germain:'Paraya gerek yok,' diye sözlerini sürdürmüş. 'Şimdi lütfen beni dinleyin.' Bunu söyledikten sonra da, herbirimizin sahip olmak için çok şey feda edebileceğimiz sırrını büyükanneme açmış..."Genç kumarcılar kulak kesildiler. Tomski çubuğunu ateşledi, bir nefes çekti ve sözlerini sürdürdü:"Büyükannem hemen o akşam Versailles'da, au jeu de la Reine (*) boy göstermiş. Kasa, Orleans Düküymüş. Büyükannem borcunu ödemediği için usulca özür dileyip bahane olarak uydurduğu küçük bir hikayeyi anlatmış ve dükün karşısına, oyuna oturmuş. Üç kart çekip birbiri arkasına sürmüş. Kartların üçü de kazanmış ve büyükannem zararını tamamen çıkarmış."Konuklardan biri:- Raslantı olmuştur! dedi. Hermann:- Uydurma! diyerek görüşünü belirtti. Bir üçüncüsü:- Kartlar hileli olamaz mı sanki? diye söze karıştı. Tomski ciddi bir tavırla:- Sanmam, diye karşılık verdi. Narumov:- Bak hele! dedi. Üst üste kazanacak üç kartı kestirebilen bir büyükannen var ve sen şimdiye kadar ondan sırrını elde edemedin ha?Tomski:- Nasıl elde edeceksin birader! diye karşılık verdi. Birisi de babam olmak üzere dört oğlu vardı büyükannemin. Dördü de iflah olmaz kumarcılar oldukları halde, sırrını hiçbirine açmadı. Herhalde onlar için, hatta benim için hiç de fena bir şey olmazdı bu. Fakat amcam Kont İvan İlyiç bana ne anlattı bakın, hem de şerefiyle temin ederek: Hani şu milyonlarca rubleyi batırarak yoksulluk içinde ölen merhum Çaplitski vardı ya, işte o, gençliğinde, galiba Zoriç'e, üç yüz bin lira kadar bir para ütülmüş. Ümitsizlik içinde kıvranıp duruyormuş. Gençlerin haylazlıklarını hiçbir zaman hoş görmeyen büyükannemin nedense Çaplitski'ye acıyacağı tutmuş. Ona, birbiri arkasına sürmesi gereken üç kart söylemiş ve bir daha ömrünün sonuna kadar kumar oynamayacağına şeref sözü almış. Çaplitski hemen alacaklısına koşmuş, oyuna oturmuşlar. Çaplitski birinci karta elli bin sürmüş ve kasayı kazanmış. Sonra bir pot, bir pot daha derken, zararını çıkardığı gibi üstelik kâra da geçmiş...- Fakat, yatalım artık: Saat altıya çeyrek var.Gerçekten de hava ağarmaya başlamıştı. Gençler son kadehlerini yuvarlayıp dağıldılar."Il parait que monsieur est decidement pour les suivantes." "Que voulesvous,madame? Elles sont plus fraiches." (*) -Sosyetede bir konuşma- 

Yaşlı kontes *** tuvalet odasında, aynanın karşısında oturuyordu. Üç odalık kız vardı çevresinde. Birisi allık şişesini, öteki firkete kutusunu, üçüncüsü de ateş kırmızısı şeritlerle kaplı hotozu tutmaktaydı. Çoktan solmuş olan güzelliği konusunda kontesin en ufak bir iddiası yoktu ama, yine de bütün gençlik alışkanlıklarını sürdürür; 1770 yıllarının modasını titizlikle izler ve tıpkı altmış yıl öncesi gibi, uzun uzun, özene bezene giyinirdi. Kontes'in beslemesi olan genç bir kız da pencere kıyısına oturmuş gergef işlemekteydi. Bu sırada içeri giren genç subay Tomski:- Merhaba grand'maman (**), bonjour, Madmoiselle Lise, dedi. Sizden bir dileğim var grand'maman.- Nedir o, Paul?- Size dostlarımdan birini takdim etmeme ve kendisini cuma günkü balonuza getirmeme izin verin.- Doğrudan doğruya baloya getir onu, bana da orada takdim edersin. Dün akşam ***'lerde miydin?- Elbette! Çok eğlendik. Saat beşe kadar dansettik. Yeletskaya o kadar güzeldi ki!- İnsaf et, iki gözüm! Neresi güzel onun? Büyükannesi Prenses DaryaPetrovna öylemiydi?.. Sahi, Prenses Petrovna şimdi çok yaşlanmış olmalı, öyle değil mi?Tomski dalgın bir tavırla:- Ne yaşlanması? diye karşılık verdi. Öleli yedi yıl oluyor.Genç kız başını kaldırıp delikanlıya bir işaret çaktı. Tomski, akranının ölümünün yaşlı kontesten gizlendiğini anımsayarak dudaklarını ısırdı. Fakat kontes, kendisi için yeni olan bu haber karşısında hiçbir aşırı tepki göstermedi.- Öldü ha! Bilmiyordum! Huzura onunla birlikte kabul olunmuştuk. Takdim edildiğimiz sırada çariçe...Ve kontes, hikayesini torununa yüzüncü kez anlattı. Sonra:- Haydi Paul, yardım et de kalkayım, dedi. Lizanka, enfiye kutum nerede? ve tuvaletini tamamlamak üzere odalıklanyla birlikte paravanın arkasına geçti. Tomski, genç kızla birlikte kaldı. Lizaveta İvanovna sessizce:- Kontese kimi takdim etmek istiyorsunuz? diye sordu.- Narumov'u. Kendisini tanır mısınız?- Hayır! Subay mı, sivil mi?- Subay.- Mühendis mi?- Hayır! Atlı Birliği Muhafızı. Mühendis olduğunu da nereden çıkardınız? Genç kız güldü ve bir karşılık vermedi.Kontes, paravanın arkasından:- Paul, diye seslendi. Yeni bir roman gönder bana. Fakat şimdikilerden olmasın lütfen.- Nasıl bir şey istiyorsunuz, grand'maman?- Öyle bir roman olsun ki, roman kahramanı ne babasını, ne de annesini boğup öldürmesin. Suda boğulmuş cesetlerden de söz edilmesin. Suda boğulmuş insanlardan ödüm kopuyor!- Bunların dışında roman yok şimdi. İster misiniz Rus romanlarından göndereyim size?- Rus romanı var mı sahiden?.. Gönder iki gözüm, hemen gönder.- Hoşça kalın, grand'maman, acele işim var... Hoşça kalın Lizaveta İvanovna!. Narumov'un mühendis olduğunu da nereden çıkardınız?Tomski bunları söyleyerek tuvalet odasından çıktı. Lizaveta İvanovna yalnız kalınca elindeki işi bırakıp pencereden dışarıya bakmaya başladı. Az sonra sokağın bir kıyısında köşedeki evin arkasından çıkan genç bir subay belirdi. Genç kızın yanakları kızardı ve yeniden işine koyulup başını kanaviçenin üzerine eğdi. Kontes de o sırada tamamen giyinmiş olarak çıktı ve Lizaveta'ya:- Lizanka, söyle de arabayı koşsunlar, gezmeye çıkalım, dedi. Lizaveta gergef işlemeyi bırakıp kalkarak işlerini toplamaya koyuldu. Kontes:- Ne o, anacağım! Yoksa sağır mı oldun! diye bağırdı. Git, çabucak arabayı koşmalarını emret.Genç kız usulca:- Başüstüne! dedi ve sofaya doğru koştu.Bir uşak içeri girerek Prens Pavel Aleksandroviç'in gönderdiği kitapları kontese verdi. Kontes:- Güzeel! dedi. Kendisine teşekkür ettiğimi söylersin. Lizanka. Lizanka!Nereye koşuyorsun, Allahaşkına?- Giyinmeye gidiyorum.- Giyinirsin anacığım, giyinirsin. Otur şuraya. Birinci cildi açıp yüksek sesle oku bakalım...Genç kız, kitabı alarak yüksek sesle birkaç satır okudu. Kontes:- Daha yüksek, daha yüksek! diye bağırdı. Ne oldu sana anacığım? Sesin mi kısıldı yoksa?.. Dur... Sandalyeni bana doğru yaklaştır bakayım... Biraz daha... Ha, oldu şimdi! Lizaveta İvanovna henüz iki sayfa okumuştu ki, kontes esnedi ve:- Bırak şu kitabı! dedi. Ne saçma şey! Prens Pavel'e geri gönderip teşekkürlerimi bildirsinler... Araba ne oldu?Lizaveta İvanovna sokağa göz atarak:- Hazırlanmış, dedi.- Niçin giyinik değilsin hâlâ? Her zaman beklemek zorunda bırakırsın beni!Artık bu kadarı da fazla kaçıyor anacığım.Liza odasına koştu. Henüz iki dakika geçmemişti ki kontes olanca gücüyle çıngırağı çalmaya başladı. Üç odalık kız kapıların birinde, uşak da öteki kapıdan koşarak içeri girdiler. Kontes onlara:- Çağrıldığınız zaman niçin gelmiyorsunuz? dedi. Lizaveta İvanovna'ya kendisini beklediğimi söyleyin. Lizaveta İvanovna sırtında açık bir giysi, başında şapkasıyla girdi. Kontes:- Nihayet gelebildiniz, anacığım! dedi. Fakat bu ne biçim kıyafet! Niçin süslendiniz böyle?.. Kimin hoşuna gitmek istiyorsunuz?.. Peki, hava nasıl? Rüzgâr var galiba?Uşak:- Hayır kontes hazretleri! diye karşılık verdi. Hava çok sakin!- Her zaman düşüncesizce konuşursunuz! Açın bakalım havalandırma penceresini! Gördünüz mü, rüzgâr esiyor işte! Hem soğuk var! Atlan çözsünler! Lizanka, gitmiyoruz. Boşu boşuna süslenmiş oldun. 

Lizaveta İvanovna: "İşte benim yaşamım!" diye düşündü. Gerçekten de çok mutsuz bir varlıktı o. Dante, "el ekmeği acı olur, yabancı bir eşiğin basamaklarını tırmanmak zordur!" (*) der. Bir genç kızdan daha iyi kim bilebilir bunu? Kontes kötü ruhlu bir insan değildi kuşkusuz. Fakat sosyetenin şımarttığı bir kadın olarak başına buyruk; sevgileri geçmişte kalan, bugüne yabancı bütün yaşlı insanlar gibi de pinti, en soğuk cinsinden bencil bir kimseydi. Yüksek sosyetenin bütün boş kaygılarına o da katılır, balolar için tasalanır, balo gecelerinde de allıklanmış, eski moda giyinmiş olarak, balo salonunun biçimsiz, gereksiz bir süsü gibi bir köşede otururdu. Konuklar geleneksel bir töreni uygularcasına kendisini yerlere kadar eğilip selamlayarak yanından geçerler, bir daha da kimse kontesle meşgul olmazdı. Kimseyi kişisel olarak tanımadan ve protokol kurallarını sıkıca izleyerek, bütün kenti salonunda kabul ederdi. Sofada ve kızlar odasında oturan çok sayıda hizmetçisi bu ölmekte olan kocakarıyı durmadan tırtıklayarak ve istedikleri gibi yaşayarak semirip yaşlanmaktaydılar. Lizaveta İvanovna, evin çilekeşiydi. Çayı o koyar ve şeker tüketiminin fazlalığından ötürü azar işitirdi. Kontese yüksek sesle roman okur, yazarın bütün hatalarının suçlusu o olurdu. Gezilerinde kontese eşlik eder, havanın ve kaldırımın bozukluğundan yine o sorumlu tutulurdu. Kendisine bir maaş saptanmıştı, fakat bu hiçbir zaman tam olarak ödenmezdi. Buna karşılık, herkes gibi, yani pek az kişinin giyinebileceği gibi giyinmesi istenirdi. Sosyetedeki durumu çok acıklıydı. Onu herkes tanır, fakat hiç kimse fark etmezdi. Balolarda vis-a-vis (*) eksik olduğu zaman danseder, kadınlar tuvaletlerindeki bir yeri düzeltmek için tuvalet odasına gidecekleri zaman koluna girip onu da götürürlerdi. Onurlu bir kızdı. Durumunu bütün derinliğiyle hissediyor, sabırsızlık içinde çevresine bakarak kurtarıcısını aranıyordu. Fakat hoppaca uçarılıkları içinde bile hesaplılığı elden bırakmayan delikanlılar, ilgileriyle şereflendirmiyorlardı onu. Oysa Lizaveta İvanovna bu delikanlıları çevresinde dolaştıran küstah ve soğuk genç kızlardan yüz kere daha tatlıydı. Çok kez cansıkıcı, görkemli salonları sessizce bırakarak, ağlamak için; bütün eşyası, üzeri duvar kâğıtlarıyla kaplanmış bir paravana, bir komodin, bir aynacık ve boyalı bir karyoladan ibaret olan, bakır şamdan içindeki yağlı bir mumun sönük sönük aydınlattığı odasına kapanırdı! Bu hikayenin başlangıç bölümünde anlattığımız akşamdan iki gün sonra ve şimdi anlatmakta olduğumuz sahneden bir hafta önce, Lizaveta İvanovna pencere kıyısında oturmuş gergef işlerken bir ara sokağa göz attı ve orada, gözlerini genç kızın penceresine dikmiş, hareket etmeden duran genç mühendisi gördü. Başını indirerek yeniden işiyle meşgul olmaya koyuldu. Beş dakika sonra yeniden göz attığında, genç subayın aynı yerde durmakta olduğunu gördü. Yoldan geçen subaylarla kırıştırmak gibi bir adeti olmadığı için sokağa bakmaktan vazgeçerek iki saat kadar başını kaldırmaksızın dikişiyle uğraştı. Öğle yemeğini getirdiler. Kalkıp gergefini toplarken gözü bir ara sokağa kaydığında subayın hâlâ orada durmakta olduğunu gördü. Çok tuhafına gitti bu. Yemekten sonra pencereye yaklaşarak bir çeşit tedirginlikle sokağa baktığı zaman, subay orada değildi artık. Genç kız da bir süre sonra bu olayı unuttu...İki gün sonra arabaya binmek üzere kontesle evden çıktıklarında delikanlıyı yeniden gördü. Yüzünü nohut renkli kaputunun yakasıyla siperlemiş olarak aynı kapı aralığında duruyor, şapkasının altında kara gözleri parlıyordu. Lizaveta İvanovna nedenini kendisi de bilmeden ürktü ve açıklanamaz bir yürek çarpıntısı içinde arabaya oturdu.Eve döner dönmez hemen pencereye koştu. Subay bakışlarını genç kıza dikmiş olarak aynı yerde durmaktaydı. Merak içinde kıvranarak ve kendisi için son derece yeni bir duyguyla heyecanlanarak geri çekildi. Artık ondan sonra gün geçmedi ki genç adam belirli saatte evin pencereleri altında görünmesin. Onunla gene kız arasında önceden kararlaştınlmamış ilişkiler kuruldu. Liza her zamanki yerine oturmuş çalışırken delikanlının yaklaştığını hissediyor, her gün daha uzun süre bakıyordu ona. Bunun genç adamı çok mutlu ettiği anlaşılıyordu. Liza,gençlere özgü o keskin bakışla, gözleri karşılaştığı zaman genç adamın solgun yanaklarının nasıl çarçabuk kızarıverdiğini görüyordu. Bir hafta sonra delikanlıya gülümsedi...Tomski bir dostunu takdim etmek üzere kontesten izin istediğinde zavallı genç kızın yüreği küt küt atmıştı. Fakat Narumov'un mühendis değil de atlı birliği muhafızı olduğunu öğrenince patavatsızca sorusuyla sırrını uçan Tomski'ye belli ettiği için üzülmüştü. Hermann, ona küçük bir kapital bırakarak ölen Ruslaşmış bir Alman'ın oğluydu. Bağımsızlığını pekiştirmek gerektiğine kuvvetle inanmış bir kimse olarak, parasının faizlerine de dokunmaz, sadece maaşıyla geçinir, en küçük geçici heveslere bile kapılmazdı. Fakat içine kapalı ve onurlu bir delikanlı olduğu için arkadaşlarının eline onun bu aşırı tutumluluğuyla alay etme fırsatı pek az geçerdi. Güçlü tutkuları, ateşli bir düş gücü vardı. Fakat onu gençlerin düştükleri alışılmamış yanılgılardan koruyan bir irade gücüne sahipti. Örneğin, kumara aşın bir düşkünlüğü vardı ama, kendi sözleriyle, durumun daha çok kazanmak ümidiyle kendisine gerekli olanı gözden çıkarmaya izin vermediği kanısında olduğu için elini hiçbir zaman iskambil kâğıtlanna sürmez, buna karşılık sabahlara kadar kumar masalannın arkasında oturarak hummalı bir heyecan içinde oyunun gidişini izlerdi. Üç kart hakkında anlatılan olay delikanlının muhayyilesini şiddetle etkiledi ve bütün bir gece aklından çıkmadı. Ertesi gün akşam üstü Petersburg'da dolaşırken de şu düşünceler geçiyordu aklından:"Yaşlı kontes bana sırrını açmaz mı acaba? Ya da, kazanacak olan o üç kartı söylemez mi ki? Niçin denemeyeyim şansımı?... Huzuruna çıkar, sevgisini kazanır, belki de sevgilisi olurum... Fakat hep zaman isteyen şeyler bunlar. Oysa kontes seksen yedi yaşında; bir hafta sonra, iki gün sonra ölebilir!... Ya hikayeye ne demeli? Böyle bir şeye inanılabilir mi? Hayır: Tutumluluk, ölçülülük ve çalışkanlık; işte benim üç güvenilir kartım! İşte servetimi üç katına, yedi katına çıkaracak, bana esneklik ve bağımsızlık getirecek olan şeyler!"İşte böylece fikir yürüte yürüte dolaşırken, Petersburg'un belli başlı sokaklarından birinde, eski yapı bir evin karşısında buldu kendini. Sokak arabalarla doluydu. Kupa arabaları evin aydınlatılmış kapısına yaklaşıyorlardı birbiri arkasına. Her dakika ya genç bir dilberin biçimli bacağı, ya şıngırdayan mahmuzuyla bir subay çizmesi ya da çizgili bir çorap ve bir diplomat fotini uzanıyordu. Heybetli bir tavırla dikilmekte olan kapıcının yanından kürkler ve mantolar çabuk çabuk geçip gidiyorlardı. Hermann durdu. Köşedeki bekçiye:- Kimin evi bu? diye sordu. Bekçi:- Kontes'in, diye karşılık verdi.Hermann titredi. O şaşırtıcı hikaye yeniden kafasında canlandı. Ev sahibesini ve onun inanılmaz yeteneğini düşünerek evin çevresinde dolaşmaya başladı. Kendi sakin köşesine gecenin geç saatlerinde döndü. Uzun süre uyuyamadı. Uykuya daldığı zamansa düşlerini iskambil kâğıtları, yeşil bir masa, banknot desteleri ve fiş yığınları doldurdu. Köşeleri güvenle dönerek kart üstüne kart sürüyor, durmadan kazanarak altınları önüne yığıyor, banknotları cebine yerleştiriyordu. Ertesi gün geç saatlerde uyandığında, düşsel zenginliğinin yitişine üzülerek yeniden kenttedolaşmaya çıktı ve kendini yeniden Kontes'in evinin karşısında buldu. Sanki anlaşılmaz bir güç onu oraya çekiyordu. Durup pencerelere bakmaya başladı. Bir kitap ya da bir iş üzerine eğildiği anlaşılan siyah saçlı bir başçık gördü bunlardan birinde. Başçık kalktı. Hermann körpe bir yüz ve bir çift siyah gözle karşılaştı. İşte o dakika, delikanlının alın yazısı belirlendi. "Vous m'ecrivez, mon ange, des lettres de quatre pages plus vite que je ne puis les lire." (*)-Bir Mektuplaşmadan-Lizaveta İvanovna giysisini ve şapkasını henüz çıkarmıştı ki kontes onu yeniden çağırttı, yeniden arabanın hazırlanmasını emretti. Evden çıktılar. Tam, iki uşak yaşlı kadını kaldırarak arabanın kapısından soktukları bir sırada, Lizaveta İvanovna tekerleğin yanıbaşında mühendisini gördü. Delikanlı, genç kızın elini yakaladı ve ödü kopan Lizaveta İvanovna dahakendini toparlayamadan gözden kayboldu. Bir mektup kalmıştı genç kızın elinde. Onu eldiveninin içine gizledi ve yol boyunca ne bir şey işitti, ne de gördü. Arabada giderken kontesin hiç durmadan soru sorma huyu vardı:- Demin karşılaştığımız kimdi? Bu köprünün adı ne? O tabelada ne yazıyor? Lizaveta İvanovna bu kez düşünmeden tutarsız karşılıklar vererek kontesi kızdırdı.- Ne oldu sana anacığım? Tetanosa mı tutuldun yoksa? İşitmiyor musun beni, anlamıyor musun?... Çok şükür, ne sesim hırıldıyor, ne de bunadım! Lizaveta İvanovna dinlemiyordu onu. Eve döner dönmez odasına koştu, mühürlenmemiş bir zarf içindeki mektubu eldiveninden çıkarıp okudu... Tatlı, saygılı, sözcüğü sözcüğüne Almanca romanların birinden alınmış bir aşk itirafıydı bu. Fakat Lizaveta İvanovna Almanca bilmiyordu ve mektup hoşuna gitti.Lakin bir yandan da tedirgindi. Genç bir erkekle ilk kez gizli, sıkı fıkı ilişkilere giriyordu. Durumun yakışıksızlığı korkutuyordu onu. Pervasız davranışından ötürü kendini azarlıyor, ne yapacağını bilemiyordu, pencere önüne oturmaktan vazgeçerek ve ilgisizlik göstererek genç subayın daha ileri gitme hevesini mi kırmalıydı? Mektubunu geri mi göndermeli, yoksa soğuk, kesin bir karşılık mı vermeliydi? Gidip kimseden akıl danışamıyordu. Ne bir dostu, ne de bir akıl hocası vardı. Sonunda, mektubu yanıtlamaya karar verdi.Yazı masasının başına geçip bir divit, bir kâğıt alarak düşünceye daldı. Mektubuna birkaç kez başlangıç yaptıysa da, hepsini yırtıp attı. İfadesini ya gereğinden çok hoşgörülü ya da gereğinden çok acımasız buluyordu. Sonunda kendisini hoşnut eden şu birkaç satın yazabildi: "Niyetinizin dürüstlüğüne ve düşüncesizce bir davranışla beni incitmek istemediğinize eminim. Fakat tanışıklığımız böyle bir biçimde başlamamalıdır. Mektubunuzu size geri gönderiyor, hak etmediğim bir saygısızlıktan ötürü bundan böyle yakınmak zorunda kalmayacağımı umuyorum."Ertesi gün Hermann'ın geldiğini gören Lizaveta İvanovna gergefinin başından kalkarak salona geçti, havalandırma penceresini açtı ve genç subayın çevikliğine güvenerek mektubu sokağa fırlattı. Hermann koşup geldi, mektubu yerden aldı ve gidip bir pastaneye oturdu. Mühürü kopararak, kendi mektubunu ve Lizaveta İvanovna'nın yanıtını gördü. Beklediği de buydu zaten. Kafası çevirdiği dolapla dolu olarak eve döndü. Bundan üç gün sonra, şeytan gözlü, küçük bir bayan, Lizaveta İvanovna'ya bir giyimevi mağazasının pusulasını getirdi. Lizaveta İvanovna yine bir masraf kapısıyla karşı karşıya olduğunu düşünerek kaygılı bir tavırla pusulayı açtı ve ansızın Hermann'ın yazısıyla burun buruna geldi.- Yanılmışsınız cancağızım, dedi. Bu pusula bana yazılmamış. Cesur kız, yüzündeki kurnaz gülümsemeyi gizlemeden:- Hayır, dosdoğru size yazıldı! dedi. Okuyun lütfen!Lizaveta İvanovna pusulaya hızla göz gezdirdi. Hermann, buluşmalarını istiyordu. Lizaveta İvanovna bu isteğin hem çabukluğundan, hem de ileri sürülüş tarzından ürkerek:- Olamaz! dedi. Hayır, gerçekten de bana yazılmamış bu! Ve mektubu küçücük parçalara ayınncaya kadar yırttı. Küçük bayan:- Eğer mektup size değildiyse, niçin yırttınız onu? dedi. Hiç olmazsa gönderene geri götürürdüm.Küçük kızın bu iması üzerine Lizaveta İvanovna kızardı ve:- Rica ederem cancağızım! dedi. Bundan böyle pusula taşımayın bana. Sizi buraya gönderene de, utanması gerektiğini söyleyin...Fakat Hermann yılmadı, Lizaveta İvanovna her gün çeşitli yollarla gönderilmiş mektuplar alıyordu ondan. Bunlar Almanca'dan çevrilmiyordu artık. Hermann, tutkusuyla esinlenerek onları bizzat yazıyor, kendine özgü bir dil kullanıyordu. Hem sarsılmaz bir istek, hem de azgın bir düşgücünün başıboşluğu ifade ediliyordu bu mektuplarda. Lizaveta İvanovna artık onları geri göndermeyi düşünmüyor, okumaktan büyük bir zevk duyuyordu. Sonra o da yazmaya başladı ve pusulaları, gittikçe daha uzun, daha yumuşak mektuplara dönüştü. Sonunda, pencereden şu mektubu attı delikanlıya:"Bugün elçisinin balosu var. Saat ikiye kadar orada kalacağız. İşte size benimle başbaşa kalmanız için fırsat. Kontes ayrılır ayrılmaz adamlarının her biri bir yere dağılır. Sofada sadece kapıcı kalır ama, o da genellikle odasına çekilir. Saat on bir buçukta gelin. Doğrudan doğruya basamakları tırmanın. Eğer dış sofada biriyle karşılaşacak olursanız, kontesin evde olup olmadığını sorun ona. Olmadığını söyleyeceklerdir. O zaman yapılacak bir şey yok. Geri dönmek zorunda kalacaksınız. Fakat büyük bir olasılıkla, kimse çıkmayacaktır karşınıza. Kızların hepsi bir odada toplanıp otururlar. Dış sofadan sola dönerek dosdoğru yürürseniz, kontesin yatak odasına gelirsiniz. Odadaki paravanın arkasında iki küçük kapı göreceksiniz. Sağdaki kapı, kontesin hiçbir zaman girmediği çalışma odasına açılır. Siz soldaki kapıdan geçerek bir koridora çıkacaksınız. Oradaki dar, kıvrımlı merdiven, sizi benim odama ulaştırır."Hermann belirli saatin gelmesini beklerken, bir kaplan gibi tir tir titriyordu. Saat akşamın onu olduğunda kontesin evinin önüne gelmişti bile. Berbat bir hava vardı. Rüzgâr uğulduyor, lapa lapa sulu bir kar yağıyordu. Fenerlerin donuk bir aydınlıkla parlattığı sokaklarda kimsecikler yoktu. Ara sıra, lagar beygirini sürerek, yolcu aranan, gecikmiş bir arabacının geçtiği oluyordu. Hermann'ın, sırtında sadece bir redingot vardı, fakat ne rüzgârı,ne de karı hissediyordu. Sonunda, kontesin kupa arabası getirildi. Hermann bir an için, samur bir kürke sarılı iki büklüm kocakarının, koluna giren uşaklar tarafından taşındığını; onun arkasından da; sırtına ince bir manto giymiş, saçları taze çiçeklerle süslenmiş olan besleme kızı gördü. Kapıları çarparak kapatılan araba, gevşek karın üzerinde ağır ağır yola koyuldu. Kapıcı evin kapısını örttü. Pencereler karardı. Hermann boşalan evin çevresinde dolaşmaya başladı. Fenere yaklaşarak gözlerini saatin yelkovanına dikip geri kalan dakikaların geçmesini bekledi. Hermann saat tam on bir buçukta evin kapısındaki basamakları tırmandı ve pırıl pırıl aydınlatılmış bir antreye girdi. Kapıcı yoktu. Merdivenleri koşarak çıktı ve dış sofaya açılan kapıyı açtığında, lambanın altında, eski moda, kirlenmiş koltuklara uzanmış uyuyan bir uşakla karşılaştı. Hermann hafif, güvenli adımlarla onun yanından geçti. Salon ve konuk odası karanlıktı. Sadece, dış sofadaki lambanın ışığında hafifçe aydınlanıyorlardı. Hermann yatak odasına girdi. Eski tasvirlerle dolu ikona mahfazasının önünde, altın bir kilise kandili ölgün ölgün yanmaktaydı. Kumaşlarının rengi atmış koltuklarla, yastıkları kuş tüyünden, yaldızlan dökülmüş divanlar, Çin işi duvar kâğıtlarıyla kaplı duvarların kıyısına içler acısı bir simetri anlayışı içinde dizilmişlerdi. Paris'te m-me Lebrun tarafından yapılmış iki portre asılıydı duvarlarda. Bunların birincisi, kırk yaşlarında, al yanaklı, tombul, parlak yeşil üniformalı ve göğsü nişanlı bir adamdı; ötekisiyse, kartal burunlu, şakaklarından arkaya doğru taranmış pudralı saçlarında bir gül bulunan genç bir dilberi canlandırıyordu. Odanın köşe bucağı, porselenden çobancıklar, ünlü Leroy tarafından yapılmış masa saatleri, kutucuklar, şerit metreler ve geçen yüzyılın sonunda Montgolfier balonu ve Mesmer manyetimasıyla birlikte icat olunmuş çeşitli kadın oyuncaklarıyla doluydu. Hermann paravanın arkasına geçti. Burada küçük, demir bir karyola ve sağdaki çalışma odasına, soldaki koridora açılan iki kapı vardı. Hermann soldaki kapıyı açtı ve zavallı beslemenin odasına çıkan, dar, kıvrımlı merdiveni gördü... Fakat geri dönerek karanlık çalışma odasına girdi.Zaman yavaş yavaş ilerliyordu. Her taraf sessizlik içindeydi. Konuk odasındaki saat on ikiyi vurdu. Bütün odalardaki saatler birbiri arkasına on ikiyi vurdular. Sonra yeniden her yer sessizliğe gömüldü. Hermann soğuk sobaya yaslanmış, öylece duruyordu. Sakindi. Tehlikeli fakat gerekli bir girişimde bulunmaya karar vermiş bir adam gibiydi, kalbi düzenle atıyordu. Saatler önce sabahın birini, sonra ikisini vurdular ve Hermann yaklaşan arabanın gürültüsünü işitti. Elinde olmaksızın heyecanlandı... Araba yaklaştı ve durdu. Hermann, arabanın basamakları açıldığında çıkan sesi duydu. Evden bir gürültü yükseldi. Koşuşmalar, bağrışmalar işitildi ve ev aydınlandı. Kontesin üç eski odalığı koşarak yatak odasına girdiler. Kontes de yarı canlı bir halde odaya girerek Volter tipi koltuğa çöktü. Gözünü bir deliğe uyduran Hermann, yanından Lizaveta İvanovna'nın geçtiğini gördü. Merdiven basamaklarında onun telaşlı ayak seslerini işitti. Yüreğinde vicdan azabına benzer bir duygu uyandıysa da, hemen söndü. Delikanlı yine kaskatı kesildi.Kontes aynanın önünde soyunmaya başladı. Güllerle süslü hotozunu çıkardılar. Firketeler yağmur gibi yağdı. Sırmalı, san giysisi şişmiş ayaklannın dibine düştü.Hermann kontesin tuvaletinin tüm iğrenç sırlanna tanık oldu. Yaşlı kadın sonunda bir gecelik gömleği ve bir gece hotozuyla kaldı. Yaşına başına çok daha uygun düşen bu giyim içinde, daha az korkunç, daha az biçimsiz görünüyordu.Bütün yaşlı insanlar gibi kontesin de uykusuzlukla başı dertteydi. Soyunduktan sonra pencere kıyısındaki Volter tipi koltuğa oturdu ve hizmetçileri gönderdi. Şamdanları götürdüler, oda yeniden tek bir kandilin aydınlığında kaldı. Kontes sapsan bir hayalet gibi, sarkık dudaklannı oynatarak ve sağa sola sallanarak öylece oturuyordu. Bulanık gözlerinde en ufak bir anlam kırıntısı okunmuyordu. İnsan ona bakınca, bu korkunç kocakarının kendi istemiyle değil de, gizli bir galvanik elektrik gücünün etkisiyle sallandığını düşünebilirdi.Bu ölü yüz, ansızın, anlatılmaz bir biçimde değişti. Dudaklannın kımıldaması durdu, gözleri canlandı. Yabancı bir erkek duruyordu kontesin karşısında. Adam hafif ve anlaşılır bir sesle:- Korkmayın, Tanrı aşkına korkmayın! dedi. Hiçbir kötü niyetim yok. Bir iyilikte bulunmanız için yalvarmaya geldim sadece. Yaşlı kadın susarak ona bakıyor, hiçbir şey işitmemiş gibi görünüyordu. Hermann onun sağır olabileceğini düşünerek bu kez kulağına eğilip aynı şeyleri tekrar etti. Kocakarı susmakta devam ediyordu. Hermann. - Kendinizden hiçbir şey yitirmeden, beni yaşamım boyunca mutlu kılabilirsiniz, diye sözlerini sürdürdü. Üst üste üç kartı tahmin edebileceğinizi biliyorum... Hermann durdu. Kontes kendisinden ne istendiğini anlamıştı galiba. Bir karşılık vermek için sözcük arıyor gibiydi. Sonunda:- Bir şakaydı bu! dedi. Yemin ederim ki bir şakaydı bu! Hermann sert bir tavırla:- Şakayla filan ilgisi yok bunun! diye karşı çıktı. Zararını çıkarmasına yardım ettiğiniz Çaplitski'yi anımsayın.Kontes gözle görülürcesine bozuldu.Yüz hatları, şiddetli bir iç sıkıntısı geçiriyormuşçasına karmakarışık oldu, Fakat yaşlı kadın az sonra yine eski duygusuzluğuna gömüldü. Hermann:- Bu üç güvenilir kartı söyler misiniz bana? diye sürdürdü sözlerini.- Kimin için saklıyorsunuz sırrınızı? Torunlarınız için mi? Onlar zaten zengin. Üstelik paranın değerini de bilmiyorlar. Sizin üç kartınız tutumsuz bir kimsenin ne işine yarar? Babasından kalan mirası korumasını bilmeyen insanı hiçbir şeytani güç yoksulluk içinde ölmekten kurtaramaz. Ben tutumsuz değilim. Paranın değerini bilirim. Kartlarınızı boşu boşuna kullanmış olmayacağım. Ne olur, söyleyin hadi!... Sustu ve heyecan içinde kontesin yanıtını bekledi. Kontes susuyordu. Hermann diz çöktü. 

- Eğer yüreğiniz bir zamanlar aşk duygusunu tattıysa, yeni doğmuş bir bebeğin ağlayışı sizi bir kerecik olsun gülümsettiyse, eğer göğsünüzde bir zamanlar insansal bir şeyler çarptıysa, bütün bunların adına; zevcelik, sevgililik, analık duyguları adına, yaşamda kutsal bildiğimiz ne varsa hepsinin adına yalvarırım, reddetmeyin beni! Açın sırrınızı! Gizlemekle ne geçecek elinize?.. Belki bu sır, korkunç bir günah, sonsuz bir lanet, şeytani bir antlaşma taşıyordur yedeğinde...Düşünün ki, yaşlısınız, uzun süre yaşayacak değilsiniz; ben sizin günahınızı kendi ruhuma üstlenmeye hazırım. Yeter ki sırrınızı açın bana. Düşünün ki, bir insanın mutluluğu sizin elinizde ve düşünün ki sadece ben değil, çocuklarım, torunlarım, torunlarımın torunları da sizi saygıyla anacak, bir azize gibi kutsayacaklar... Tek bir sözcük çıkmıyordu yaşlı kadının ağzından. Hermann kalktı. Dişlerini sıkarak:- İhtiyar cadaloz! dedi. Seni nasıl konuşturacağımı bilirim ben... Bu sözle birlikte cebinden bir tabanca çıkardı. Tabancayı görünce kontes ikinci bir şiddetli iç sarsıntısı daha geçirdi, atıştan sakınmak istercesine başını eğip kolunu siper etti... Sonra sırt üstü yuvarlandı., ve hareketsiz kaldı. Hermann yaşlı kadının elini tutarak: 

- Çocukluğu bırakın şimdi, dedi. Son olarak soruyorum: Bana bu üç kartı söyleyecek misiniz, söylemeyecek misiniz?Kontes karşılık vermedi. Hermann onun ölmüş olduğunu gördü. "7 Mai 18**Homme şans moeurs et şans religion!" (*) -Bir Mektuplaşmadan.- Lizaveta İvanovna sırtında henüz balo tuvaletiyle, derin düşünceler içinde odasında oturuyordu. Eve döner dönmez, gözlerinden uyku akarak hizmetine gelen odalık kızı kendi başına soyunacağını söyleyerek savmakta acele etmiş, yürek çarpıntıları içinde odasına çıkmıştı. Hermann'ı orada bulacağını umuyor, fakat istemiyordu bunu. Daha ilk bakışta, delikanlının gelmediğini anladı ve buluşmalarına engel olduğu için kadere teşekkür etti. Tuvaletini çıkarmadan oturarak bu kadar kısa bir zaman içinde kendisini böylesine uzaklara çeken olaylar dizisini anımsamaya çalıştı. Genç adamı pencereden ilk kez görüşünden bu yana üç hafta bile geçmemişti ama, çoktan mektuplaşmaya başlamıştı onunla; ve delikanlı bir gece buluşması elde etmeye kadar vardırabilmişti işi! Genç kız, sadece birkaç mektubundaki imzasından biliyordu onun adını. Ne konuşmuşlukları, ne sesini işitmişliği vardı... Ve bu akşama varıncaya kadar onun hakkında bir şey duymuş da değildi. Tuhaf şey! Aynı akşam baloda, her zamankinin aksine, kendisiyle değil de başkalarıyla kırıştıran genç Prenses Polina'ya karşı asık bir surat takınan Tomski, kayıtsızlık göstererek prensesten intikam almak için Lizaveta İvanovna'yı dansa kaldırmış, bitmek tükenmek bilmez bir dans olan mazurkaya başlamıştı onunla. Tomski dans boyunca, mühendis subaylara olan tutkunluğundan ötürü Lizaveta İvanovna'ya takılmış, onun tahmin edebileceğinden çok daha fazla şey bildiğini söyleyip durmuştu. Şakalardan bazıları öylesine isabetliydi ki, Liza, sırrının Tomski tarafından bilinip bilinmediği konusunda birkaç kere kuşkuya düşmüş ve gülerek:- Kimden öğrendiniz bütün bunları? diye sormuştu. Tomski:- Yabancı olmadığınız o bayın ahbabından; diye karşılık vermişti. Çok ilginç bir adamdan!- Kimmiş bu ilginç adam?- Adı Hermann'dır.Lizaveta İvanovna hiçbir şey söylememiş, fakat eli ayağı buz kesmişti...Tomski:- Gerçekten de romanlara yaraşır bir adamdır bu Hermann, diye sözlerini sürdürmüştü. Bir Napoleon profili, fakat bir Mephistopheles ruhu vardır onda. Eğer vicdanında en az üç cinayet yatmıyorsa, şaşarım doğrusu. Fakat, nasıl da sarardınız!...- Başım ağrıyor da... Hermann.. şey., işte, her kimse., o adam ne söyledi size?..- Hermann size yabancı olmayan ahbabının tutumundan hiç de hoşnut değil... Onun yerinde olsaymış, çok daha başka türlü davranırmış. Hatta bana öyle geliyor ki bu Hermann'ın sizde gözü var. Ahbabının sevda ah'larını hiç de kayıtsız dinlemiyor en azından!...- Peki, beni nerede görmüş ki?- Kilisede, belki de bir gezintide görmüştür!.. Kim bilir? Belki de siz uykudayken gelip odanızda görmüştür sizi; ondan her şey umulur... Bu sırada oubli ou regret (*) sorusuyla yanlarına üç bayan gelmiş, Lizaveta İvanovna'yı ıstırap verici ölçüde meraklandırmaya başlayan konuşma yanda kalmıştı.Fakat Tomski'nin seçtiği bayan, Prenses'ten başkası olmadı. Prenses, salonda fazladan bir tur atarak, bir kere de sandalyesinin önünde fazladan dönüş yaparak Tomski'yle anlaşmanın yolunu bulmuştu. Yerine dönen Tomski'nin aklına ne Hermann, ne de Lizaveta İvanovna geldi artık. Yanda kalan konuşmalarına yeniden başlamak arzusuyla genç kızın içi içine sığmıyordu ama; mazurka sona erdi, yaşlı kontes de az sonra eve dönmek üzere kalktı. Tomski'nin sözleri mazurka gevezeliğinden başka bir şey değildi ama, hayalci genç kızı allak bullak etmişti bunlar. Tomski'nin çiziştirdiği portreyle genç kızın hayalinde canlandırdığı portre benzeşiyor ve en yeni romanların yardımıyla artık hiçbir olağanüstülüğü kalmayan bu yüz, onun hayal gücünü hem ürkütüyor, hem büyülüyordu. Genç kız, çıplak kollarını haç biçiminde kavuşturmuş, henüz çiçeklerle süslü başını açık göğsüne eğmiş, öylece oturuyordu... Ansızın kapı açıldı ve Hermann içeri girdi. Liza titredi, ürkek bir fısıltıyla:- Neredeydiniz siz? diye sordu. Hermann:- Yaşlı kontesin yatak odasındaydım, diye yanıtladı onu. Şimdi onun yanından geliyorum. Kontes öldü.- Aman Allahım!... Neler söylüyorsunuz?.. Hermann:- Hem de benim yüzümden öldü galiba, diye sözlerini sürdürdü.Lizaveta İvanovna göz ucuyla delikanlıya baktı ve kulaklarında Tomski'nin sözleri çınladı: Bu adamın ruhunda en az üç cinayet yatmıyorsa, şaşarım doğrusu! Hermann pencere kıyısına, genç kızın yanına oturarak her şeyi olduğu gibi anlattı. Lizaveta İvanovna dehşet içinde dinliyordu onu. Bütün o tutkulu mektupların, o ateşli isteklerin, o küstahça ve inatçı kollamanın, bütün bunların nedeni aşk filan değildi demek! Demek tek düşündüğü şey paraydı bu adamın! Onun arzularının ve mutluluğunun Liza'yla bir ilgisi yoktu! Zavallı besleme, bir haydutun, onun yaşlı velinimetini öldüren bir katilin gözü bağlı bir yardakçısından başka bir şey değildi demek!... Gecikmiş ve yürek paralayıcı bir pişmanlık duygusu içinde hüngür hüngür ağlamaya başladı. Hermann bir şey söylemeden Liza'ya bakıyordu. O da ıstırap içindeydi. Fakat Hermann'ın katı yüreğine dokunan şey ne zavallı genç kızın gözyaşları, ne de acı çekerkenki o şaşılacak tatlılığıydı. Ölmüş kocakarıyı düşündükçe de vicdan azabı duymuyordu. Fenasına giden tek bir şey vardı: Ona zenginlik getirecek olan sırrın bir daha ele geçmezcesine yitip gidişi. 

Lizaveta İvanovna en sonunda:- Siz bir canavarsınız! dedi. 

Hermann:- Onun ölmesini istemiyordum, diye karşılık verdi. Tabancam dolu değildi. Sustular. Sabah oluyordu. Lizaveta İvanovna eriyip tükenmekte olan mumu söndürünce, odası solgun bir ışıkla aydınlandı. Genç kız, ağlamaktan kızarmış gözlerini kuruladı ve Hermann'a baktı. Delikanlı kollarını kavuşturmuş, yüzünden düşen bin parça, pencere kıyısında oturmaktaydı. Şaşılacak kadar Napoleon'un portresini andırıyordu bu görünüşü. Bu benzerlik Lizaveta İvanovna'yı bile şaşırttı. Genç kız en sonunda:

- Evden nasıl çıkacaksınız? diye sordu. Sizi gizli bir merdivenden göndermeyi düşünüyordum. Fakat bunun için yatak odasının yanından geçmek gerekiyor, ben korkarım.- Gizli merdiveni nasıl bulacağımı anlatın, ben kendim giderim. Lizaveta İvanovna kalktı, komodinden bir anahtar çıkararak Hermann'a verdi ve merdiveni bulması için gerekli bilgileri ayrıntılı olarak anlattı. Hermann onun soğuk, uysal elini sıktı, eğik başına bir öpücük kondurdu ve çıktı. Kıvrımlı merdivenden inerek yeniden kontesin yatak odasına girdi. Ölmüş kocakarı taş kesilmişcesine oturuyor, yüzünde derin bir dinginlik okunuyordu. Hermann onun karşısında durdu, korkunç gerçeğe iyice inanmak istercesine uzun süre kontese baktı. Sonunda, çalışma odasına girdi, duvar kâğıtlarının arkasından kapıyı el yardımıyla buldu ve garip duyguların etkisi altında heyecanlanarak karanlık merdivenden inmeye başladı. Belki de -diye düşünüyordu- bundan altmış beş yıl önce, yine bu saatte, yine bu merdivenden, kaftanı nakışlı saçları â l'oiseau royal (*) taranmış, -şimdi mezarında çoktan çürümüş olan-mutlu bir delikanlı üç köşeli şapkasını yüreğine bastırarak yine bu yatak odasına süzülmüştür... Onun yaşlanmış sevgilisinin yüreği de bugün çarpmaz olmuştu işte...Hermann merdivenin dibinde bir kapı gördü. Bu kapıyı da aynı anahtarla açınca, onu sokağa çıkaran bir aralıkta buldu kendini. "Bu gece merhum Barones von W göründü bana. Beyazlar içindeydi ve 'Merhaba, bay danışman!'dedi. Swedenborg" (*) Hermann o uğursuz geceden üç gün sonra, sabah saat dokuzda, kontesin ölüsüne yasin okunacak olan Manastıra gitti. Pişmanlık duymuyordu ama, ona "Kocakarının katili sensin!" diye seslenip durmakta olan vicdanının sesini büsbütün susturmak da elinde değildi. Dindar bir adam olmamakla birlikte, bir yığın kör inanca sahipti. Ölü kontesin ona bir kötülük yapabileceğine inanıyordu. Bu bakımdan, kendisini bağışlatmak için cenaze törenine katılmaya karar verdi.Kilise doluydu. Hermann kalabalık insan yığını arasından kendisine güçlükle yol açabildi. Tabut, sırma işlemeli kadifeden bir kumaşla kaplı, gösterişli bir katafalkın üzerinde duruyordu. Merhume, kollarını göğsünde kavuşturmuş, başında dantelalı bir hotoz ve sırtında beyaz, atlas bir giysiyle yatmaktaydı. Ev halkı kuşatmıştı çevresini. Omuzları şeritli siyah kaftanları ve ellerinde mumlarla uşaklar, derin bir matem içinde akrabaları; çocukları, torunlar ve çocukların torunları. Kimse ağlamıyordu. Gözyaşı dökmek une affectation (*) olurdu çünkü. Kontes o kadar yaşlıydı ki, ölümü kimseyi üzmezdi. Zaten akrabaları çoktandır ölü sayıyorlardı onu. Genç bir papaz, cenaze töreni söylevini iradetti. Uzun yıllar boyunca sessiz ve duygulandıncı bir biçimde Hıristiyanca bir ölüme hazırlanan bu dindar kadının semaya gürültüsüz patırtısız urucunu yalın ve dokunaklı sözcüklerle belirten vaiz; "O kutsal düşüncelere dalmış olarak karanlıklar içindeki güveyiyi beklerken, ölüm meleği gelip onu aldı." dedi. (**) Sıra o hazin göreve gelmişti.Ölüyle önce akrabaları vedalaştılar. Sonra, yıllardır onların ölümlü eğlentilerine katılmış olan kişinin önünde eğilmeye gelmiş bir sürü konuk harekete geçti. Sonra da sıra hizmetkarlara geldi. Katafalka en son yaklaşan kişi, merhumenin yaşıtı, yaşlı kahya kadın oldu. Koluna giren iki odalık kızın yardımıyla yürüyordu. Toprağa kadar eğilecek gücü yoktu. Fakat hanımının soğuk elini öperek birkaç damla gözyaşı akıtan tek kişi o oldu. Onun arkasından da Hermann tabuta yaklaşmaya kararverebildi. Toprağa eğildi ve çam dallarıyla kaplı soğuk döşemede bir süre öylece kaldı. Sonra merhumeninki kadar solgun bir yüzle kalkarak katafalkın basamaklarına yaklaştı ve başını eğdi... O anda ölü tek gözünü kırparak alaylı alaylı bakıyormuş gibi geldi ona. Hermann telaşla dönmeye çabaladı, ayağı sürçtü ve sırt üstü yere yuvarlandı. Gelip kaldırdılar. Aynı anda bayılan Lizaveta İvanovna'yı da kilise sahanlığına taşıdılar. Bu olay, kederli törenin görkemliliğini birkaç dakika için bozdu. Ziyaretçiler arasında boğuk bir mırıltı yükseldi. Merhumenin yakın akrabalarından zayıf bir mabeyinci, yanında duran bir İngiliz'in kulağına eğilerek, genç subayın kontesin gayrimeşru oğlu olduğunu fısıldadı. İngiliz de soğuk bir "Ya!" ile karşılık verdi buna.Hermann bütün gün kendini toparlayamadı. Yemeğini tenha bir meyhanede yiyerek, hiç adeti olmadığı halde, içindeki çarpıntıyı bastırabilmek için epeyce içki içti. Fakat şarap büsbütün karıştırdı aklını. Eve dönerek giysilerini bile çıkarmadan kendini yatağa attı ve derin bir uykuya daldı. Uyandığında geceydi. Odası ay ışığıyla aydınlanıyordu. Saate baktı: Üçe çeyrek vardı. Uykusu kaçmıştı. Karyolanın üzerine oturarak yaşlı kontesin cenaze törenini düşünmeye başladı. O sırada birisi sokaktan pencereye, Hermann'a baktı ve hemen kayboldu. Hermann'ın dikkatini bile çekmedi bu. Bir dakika sonra ön odanın kapısının açıldığını işitti. Hermann, her zamanki gibi kafayı tütsülemiş olan emirerinin gece gezintisinden döndüğünü düşündü. Fakat, yabancı bir ayak sesiydi bu. Birisi terliklerini sürüyerek geliyordu. Kapı açıldı, beyaz giysili bir kadın girdi içeri. Hermann yaşlı sütninesinin geldiğini sanarak onun bu saatte gelmesine şaşıp kaldı. Fakat beyazlı kadın kayarak ansızın Hermann'ın karşısında belirdi ve Hermann kontesi tanıdı: Kontes sert bir sesle:- Kendi istemine aykırı olarak geldim buraya, dedi. Dileğini yerine getirmem emredildi. Arka arkaya kazanacak olan üç kart; üçlü, yedili ve bey'dir. Fakat bir günde sadece tek bir kart sürecek, ondan sonra da ömrünün sonuna kadar kumar oynamayacaksın. Beslemem Lizaveta İvanovna'yla evlenmen şartıyla da ölümümü sana bağışlıyorum... Bu sözleri söyleyip sessizce döndü, kapıya vardı, terliklerini sürüyerek gözden yitip gitti. Hermann sofa kapısını çarparak kapanmasından çıkan sesi işitti ve birinin sokaktan, yeniden kendisine, pencereye baktığını gördü. Hermann uzun süre aklını başına toplayamadı. Sonra öteki odaya geçti. Emireri yere uzanmış uyuyordu. Hermann güçlükle uyandırabildi onu. Emireri her zamanki gibi sarhoştu, doğru dürüst bir şey öğrenme olanağı yoktu ondan. Sofa kapısı sürmeliydi. Hermann odasına döndü ve gördüğü düşü bir yere yazdı.- Bekleyin!- Bana bekleyin demeye nasıl cüret edersiniz?- Efendimiz, ben lütfen bekleyin dedim! (*) Fiziksel dünyada iki eşyanın aynı anda aynı yeri kaplayamaması gibi, insan aklında iki saplantı yanyana yaşayamaz. Üçlü, yedili ve bey düşüncesi Hermann'ın muhayyilesinde ölü kocakarının hayalini az sonra bastırdı. Üçlü, yedili, bey! Bunlar delikanlının aklından çıkmıyor, dilinden düşmüyordu. Genç bir kız gördü mü: "Ne güzel endamı var!" diyordu, "Gerçek bir kupa üçlüsü." Kendisine "Saat kaç?" diye sorulduğunda, "Yediliye beş var!" diye karşılık veriyordu. Her göbekli adam ona bey'i anımsatıyordu. Üçlü ve bey, kılıktan kılığa girerek Hermann'ı uykusunda da izliyorlardı. Üçlü, karşısında görkemli bir çiçek gibi açıyor; yedili, gotik avlu kapılan; bey, muazzam bir örümcek kılığına giriyordu. Sonunda bütün düşünceleri tek bir noktada toplandı. Kendisine çok pahalıya oturan bu sırdan yararlanmak. İstifa ederek seyahate çıkmayı düşünmeye başladı. Paris'in açık kumarhanelerinde, büyülenmiş kader tanrıçasından bir hazine koparmak istiyordu. Fakat olaylar onu sıkıntıya girmekten kurtardı.Zengin kumarcılar Moskova'da ünlü Çekalinski'nin başkanlığında bir dernek kurmuşlardı. Ömrünü kumar masalarında geçirmiş olan Çekalinski, kazandığında bono kabul ederek, yitirdikleriniyse peşin parayla ödeyerek bir zamanlar milyonlarca ruble kâr etmişti. Yıllar boyunca edindiği deneyim ona arkadaşlarının güvenini sağlamış; kapısının herkese açık olup becerikli aşçısı, sevimliliği ve güler yüzlülüğü sayesinde de halkın saygısını kazanmıştı.Çekalinski, Petersburg'a geldi. Kumar uğruna baloları unutan, firavun oyununun heyecanını çapkınlığın zevkine yeğleyen gençler akın akın ona koştular. Hermann'ı Çekalinski'ye Narumov götürdü. Terbiyeli garsonlarla dolu odalardan geçtiler. Birkaç general ve gizli danışman vist oynuyorlardı. Kumaş kaplı divanlara yan gelip oturmuş olan gençler yiyip içiyor, pipolarını tüttürüyorlardı. Ev sahibi konuk salonunda, çevresine yirmi kadar oyuncunun kümelendiği uzun bir masanın arkasına oturmuş banko tutuyordu. Son derece saygı değer görünüşlü, altmış yaşlarında bir adamdı bu. Başı gümüş aklığında saçlarla kaplıydı. Dolgun ve canlı yüzünden iyi yüreklilik okunuyordu. Devamlı bir gülümsemenin canlandırdığı gözleri pırıl pırıldı. Narumov ona Hermann'ı takdim etti. Çekalinski delikanlının elini dostça sıkarak kendi evindeymişçesine davranmasını rica etti ve yine kartları dağıtmaya koyuldu.Parti uzun sürdü. Otuzdan fazla kart vardı masada. Çekalinski her oyundan sonra oynucuların ellerini düzenlemelerine zaman bırakmak için bir süre duruyor, zararları not ediyor, oyuncuların isteklerini soruyor, nazik bir tavırla da bir kartın dalgın bir el tarafından kıvrılan ucunu düzeltiyordu. Nihayet parti sona erdi. Çekalinski kartları karıştırdı ve ikinci partiye hazırlandı. Hermann tam o sırada oynamakta olan şişman bir bayın arkasından elini uzatarak:- İzninizle bir kâğıt da ben çekeyim, dedi. Çekalinski gülümsedi ve emre amade olduğunu belirten bir tavırla, sessizce başını eğdi. Narumov uzun süren orucuna son verişinden ötürü Hermann'ı gülerek kutlayıp ona iyi bir başlangıç diledi. Hermann koyduğu paranın miktarını tebeşirle kartının üzerine yazarak:

-Tamam! dedi.Kasa sahibi gözlerini kırpıştırarak:- Ne kadar efendimiz? diye sordu. Özür dilerim efendimiz, iyice seçemiyorum da. Hermann:- Kırk yedi bin ruble! diye karşılık verdi.Bu sözler üzerine bütün başlar bir anda çevrildi, bütün bakışlar Hermann'ın üzerinde toplandı. Narumov, "Çıldırdı seninki!" diye düşündü. Çekalinski yüzünden hiç eksik olmayan gülümsemesiyle:- Özür dilerim, fakat biraz hızlı gittiniz, dedi. Kimse bir keresinde iki yüz yetmiş beş rubleyi aşmadı daha.Hermann:- Ne yapalım yani? diye karşı çıktı. Kartımı görüyor musunuz, görmüyor musunuz, onu söyleyin siz!Çekalinski aynı uysal kabullenmiş tavrıyla başını eğdi:- Size yalnız şunu bildirmek isterim ki, arkadaşlarımın güvenine layık bir kimse olarak sadece peşin parayla oynayabilirim. Sözünüz benim yönümden şüphesiz ki senet değerindedir, fakat oyunun ve hesapların düzeni bakımından parayı kartınızın üzerine koymanızı rica edeceğim. Hermann cebinden bir çek çıkararak Çekalinski'ye verdi. Çekalinski kaçamak bir göz attıktan sonra çeki Hermann'ın kartının üzerine koydu. Kartları açtı. Sağa dokuzlu, sola üçlü düştü. Hermann kartını göstererek:- Benimki kazandı! dedi.Oyuncular arasında bir mırıltı yükseldi. Çekalinski somurttu, fakat az sonra yeniden gülümser tavrını takındı. Hermann'a:- Paranızı hemen emreder misiniz? diye sordu.- Lütfedersiniz.Çekalinski cebinden birkaç banknot çıkararak hemen hesabını temizledi. Hermann paralarını alıp masadan ayrıldı. Narumov aklını başına toplayamıyordu. Hermann bir bardak limonata içti ve evine gitti.Ertesi gün akşam üstü yeniden Çekalinski'nin solundaydı. Ev sahibi kart dağıtıyordu.Hermann masaya yaklaştı. Oyuncular hemen yer açtılar. Çekalinski onu sevimli bir tavırla selamladı. Hermann yeni partinin başlamasını bekledi, kartını çekti ve üzerine kendi kırk yedi bin rublesiyle birlikte dünkü kazancını da koydu. Çekalinski kartları açtı, sağa vale, sola yedili düştü. Hermann yedilisini açtı. Herkesin ağzımda bir "Ah!" sesi yükseldi.Çekalinski açıkça bozuldu. Doksan dört bin rubleyi sayıp Hermann'a uzattı. Hermann paralan soğukkanlılıkla aldı ve hemen çıkıp gitti. Ertesi akşam yine masanın başına geldi. Herkes onu bekliyordu. Generaller ve gizli danışmanlar bu olağanüstü oyunu görmek için kendi vistlerini bırakmışlardı. Genç subaylar divanlardan sıçrayıp indiler. Garsonların hepsi konuk salonuna dolmuştu. Herkes Hermann'ın çevresini kuşattı. Öteki oyuncular kendi kartlarını sürmeyip sabırsızlık içinde oyunun nasıl sonuçlanacağını merakla beklemeye koyuldular. Hermann solgun, fakat hâlâ gülümsemekte olan Çekalinski'ye karşı tek başına oynamaya hazırlanarak masanın başında duruyordu. Her biri birer deste kart açtı. Çekalinski kartları karıştırdı. Hermann kartını çekti ve üstü banknotlarla dolu olarak sürdü. Bir düelloya benziyordu bu. Her tarafı derin bir sessizlik kapladı. Çekalinski elleri titreyerek kartları açtı. Sağa kız, sola bey düştü. Hermann:- Bey kazandı! diyerek kartını açtı. Çekalinski nazik bir tavırla:- Kızınız kaybetti, dedi.Hermann titredi. Önünde bey yerine bir maça kızı duruyordu gerçekten de. Gözlerine inanamıyor, nasıl olup da yanıldığına akıl erdiremiyordu.O anda maça kızı göz kırpıp gülümsüyormuş gibi geldi ona. Korkunç bir benzerlik karşısında sarsıldı ve dehşet içinde:- Kocakarı! diye haykırdı.Çekalinski yitirilmiş banknotları önüne çekti. Hermann kıpırdamadan öylece duruyordu. Neden sonra masadan ayrıldığında, oyuncular:Yaman oynadı! diye yüksek sesle düşüncelerini belirttiler. Çekalinski yeniden kartları karıştırdı. Oyun eski düzenini aldı.

SONUÇ 

Hermann aklını oynattı. Obuhov Hastanesi'nin 17 numaralı koğuşunda yatıyor ve hiçbir soruya karşılık vermeyip olağanüstü bir çabuklukla "Üçlü, yedili, bey! Üçlü, yedili, kız!" diyerek oynayıp duruyor. Lizaveta İvanovna çok sevimli bir delikanlıyla evlendi. Bir yerde memur olan bu gencin iyi bir geliri var. Kendisi yaşlı kontesin eski kahyasının oğludur. Lizaveta İvanovna yoksul bir akraba kızını yanına almış büyütüyor.Tomski süvari yüzbaşısı oldu, Prenses Polina ile evleniyor.

Küçüklerin de hakları büyük

İnsan hakları ile çocuk hakları birbirinden farklı değil. Bugünün çocuğu, yarının yetişkini. Hak kavramı gelişen çocuk, yarının demokratik ilişkiler geliştirebilen yetişkini olacak. Dolayısıyla insan haklarından önce çocuk haklarını ele alırsak insan hakları problemini tartışmayız.Türkiye’de çocuk haklarını korumaya yönelik çalışmalar 19. yüzyılda başlar. Mithat Paşa, Tuna eyaleti valisiyken çocuk ıslahhanelerine ait bir tüzük düzenler. Bu tüzük 1868’de Dahiliye Nezareti’nce (İçişleri Bakanlığı) bütün valiliklere gönderilir. 1890 yılında Sadrazam Halil Rıfat Paşa, dilenen çocukları ve düşkünleri kurtarmak için Darülaceze (düşkünler evi) kurulmasını önerir, 2. Abdülhamit’in emriyle bu fikir hayata geçirilir, dilenen çocuklara yardım eli uzatılır. Aynı yıllarda ‘Dilenciliğin Mealine Dair Tüzük’ çıkarılır.Cumhuriyet döneminde ise Medeni Yasa ile çocuk haklarının yasal bir zemine kavuşması sağlanırken, bu durumu genişletmek amacıyla tamamlayıcı nitelikte bazı düzenlemeler yapılır. 1949’da ‘Korunmaya Muhtaç Çocuklar Hakkında Kanun’ çıkarılır. 1982’de ‘Çocuk Mahkemelerinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’, 1983’te ‘Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanunu’ yürürlüğe girer. Asıl gelişme Türkiye’nin 1990 yılında Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin imzalanmasıyla yaşanır, bu sözleşme 1995’te yürürlüğe girer. Türkiye’nin sözleşmeyi onaylamasının üzerinden tam 20 yıl geçti. Peki, bunca yılın ardından Türkiye çocuk hakları konusunda nerede? Şüphesiz çocuklarımız birtakım sorunlarla karşı karşıya: Çocuk gelinler, çocuk işçiler, istismar, şiddet… TÜİK verileri de bu konuda iç karartıyor. Verilere göre Türkiye’de bir milyon çocuk işçi var. Yüzde 45’i tarım, yüzde 24’ü sanayi, yüzde 31’i de hizmet sektöründe çalışıyor. Çalışan çocukların yüzde 49,8’i aynı zamanda okula devam ederken, yüzde 50,2’si okula gitmiyor. Çalışırken hayatını kaybeden çocuk işçiler de hadisenin bir başka boyutu. Çalıştığı otelde bacadan sızan karbonmonoksit gazıyla zehirlenip ölen 16 yaşındaki Muhammet İsa Soysal… Ekmek parası için kâğıt toplarken bir kamyonetin altında kalarak can veren 6 yaşındaki Yücel Arı… Adana’da pres makinesine sıkışıp ölen 13 yaşındaki Ahmet Yıldız… Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, 2003-2013 yılları arasında 227 çocuk işçinin hayatını kaybettiğini, aynı dönemde 149 çocuk işçisinin iş kazası sonucu sürekli iş göremez hale geldiğini bildirmiş, 2014 yılının ilk 10 ayında da 46 çocuk işçi ölmüş.Çocuk gelin sorunu da kanayan bir diğer yara. Her yıl 40 bin kız çocuğu gelin oluyor. Gerçi Aile Hukuku Derneği Başkanı Prof. Dr. Bahadır Erdem, çocuk gelin kavramını yanlış buluyor. Ona göre gelin özendirici bir kavram ve güzel çağrışımları var. Ancak bu çocuklarımız gelin edilmiyor. 14-15 yaşındaki çocuk 30 yaşındaki biriyle evlendiriliyorsa biz buna ‘cinsel istismar’ diyoruz ve yasalar bu istismarın önüne geçecek yeterlilikte değil.Çocuk ve Haklarını Koruma Platformu kurucularından Yasemin Öney Cankurtaran’ın ifadesiyle, Türkiye’de çocuk gelinler sesini çıkaramıyor. Niğde’de 13 yaşında bir kız kendini öldürdü. Norveç’te ise 13 yaşında bir kız çocuğu kendi bloguna ‘Beni evlendirmek istiyorlar. Kurtarın beni’ yazdı ve Norveç ayağa kalktı. Bizim de devlet, sivil toplum kuruluşları, toplum ve vatandaş olarak çocuk haklarına sahip çıkmamız gerekiyor.‘Bu sözleşme devletleri bağlar mı?’ diye sorarsanız cevap verelim: Evet. 54 maddeyi imzalamış bulunan devletler, çocukları ayrımcılıktan, sömürüden, istismardan ve şiddetten korumakla kendilerini yükümlü kılıyor. Çocuklara ilişkin alınacak tüm önlemlerde çocukların söz söyleme hakkı ve onlara kulak verilmesi gerektiğinin de altı çiziliyor. Çocuk Hakları Zirvesi Kalkınma Derneği Başkanı Ebrize Çeltikçi, Türkiye’nin sözleşmeyi ilk imzalayan ülkeler arasında olduğunu hatırlatıyor ve “Dikkat ederseniz Türkiye birçok sözleşmeyi kabul eder ama teoridekini pratiğe dökemez. Amerika bu sözleşmeyi hâlâ onaylamış değil. Neden? Çünkü bilinçli bir anlayışa ve kurumsallaşmaya ihtiyaç var. Şartları oluşturmadan yürürlüğe girmesini istemezler. Biz ise kabul ediyoruz ama gereklerini yerine getirmiyoruz. Çocuk hakları konusunda mehteran gibi iki adım ileri gidiyorsak bir adım geri geliyoruz.” diyor. Çeltikçi’ye göre, devletler çeşitli taahhütleri yerine getirmek için karar alıyor, meclis onaylıyor, yürürlüğe giriyor ama icracı hükümetler birdenbire ve çocuklara danışmadan karar alıyor. Halbuki artık çocuklar konuşmalı, onların da fikri alınmalı. Örneğin Ukrayna’daki öğrenciler Milli Eğitim Bakanlığı’na çok rahat ulaşıyor, müfredata konulan seçmeli dersi istemiyorsa, ‘bu ders işimize yaramıyor’ deyip başka ders koydurabiliyor ve bu değişim anında sağlanıyor. Bizde ise, ‘Çocuğun hakkı mı olur? Hak tanırsak tepemize mi çıkar?’ anlayışı hâkim. Bu konuda bütünlük yok. Fakat çocuk haklarının bilincinde olursak ve bu sözleşme uygulanabilirse Türkiye, geleceğe dönük en büyük gücünü kazanmış olur. Kaldı ki insan haklarıyla çocuk hakları birbirinden farklı değil. Bugünün çocuğu yarının yetişkini. Hak kavramı gelişen çocuk, yarının demokratik ilişkiler geliştirebilen yetişkini olacak. Dolayısıyla insan haklarından önce çocuk haklarını ele alırsak insan haklarını problemini tartışmayız. Kadınların sorunlarını çözmek istiyorsak kız çocuğunun haklarından başlamalıyız mesela.“Çocuklar kendilerine ilgilendiren her türlü politikaya katılım hakkına sahip” diyen Çeltikçi, 81 il Okul Meclisi Başkanlarından oluşan Akil Çocuk Grubu’na TBMM’de Grup Odası tahsis edilmesini öneriyor. Zira çocuklar hayatlarına ve geleceklerine ilişkin karar oluşturmada ve politika belirlemede aktif rol alabilir. Çocuk Hakları Sözleşmesi de buna izin veriyor.DEMOKRATİK ÜLKE OLMANIN YOLU ÇOCUK HAKLARINDAN GEÇİYORÇocuk ve Haklarını Koruma Platformu Başkanı avukat Figen Özbek de “Sözleşmeyi imzalarsınız ama uygulamadığınızda ne faydası var?” diye soruyor. Bir sivil toplum kuruluşu olarak sözleşmenin uygulanabilir olması için çaba sarf edeceklerini kaydeden Özbek, toplumda çocuk hakları konusunda bir bilinç olmadığını ifade ediyor. Bu durumu ülkenin ekonomi ve eğitim düzeyiyle ilişkilendiren Özbek, Türkiye’nin tam olarak demokratikleşmesi için bir sürece ihtiyacı olduğunu düşünüyor. “Çocuklarımız haklarını bilirse demokratik bir ülkede yaşama umudumuz olur.” diyor.İstanbul Barosu Çocuk Hakları Merkezi Üyesi Seda Akço da Türkiye’de 23 milyon çocuk bulunduğunu ve 6 milyon çocuğun yoksulluk tehdidi altında olduğunu vurguluyor. Akço’nun ifadesiyle yoksulluk; yetersiz beslenme, öğrenme güçlüğü, eğitim hakkını kaybetme gibi sorunları da beraberinde getiriyor. Dolayısıyla çocuk hakları alanında çalışanların birinci önceliği, yoksulluğu önlemeye dair politikalar geliştirmek. Bunun yanı sıra sözleşme hükümlerini iç hukuk haline getirmek. Akço, sadece çocuktan sorumlu bakanlık kurulmasını öneriyor.Çocuk hakları uzmanı Nigel Cantwell, Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin potansiyel etkileme gücünün çok yüksek olduğunu anlatıyor ve bir benzetmede bulunuyor: Bir çekiç tek başına çivi çakamaz. Çekici eline alacak ve çiviyi çakacaksın. Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni de böyle algılamak gerekir. Onu alıp kullanacaksın.Çocukların haklarıÇocuk haklarına dair sözleşme, on sekiz yaşın altındakileri çocuk olarak tanımlayarak başlar. Sözleşmede ele alınan başlıca konular şunlar:Ana–babanın rolü ve sorumluluğu, bunun ihmal edildiği durumlarda ise devletin rolü ve sorumluluğuBir isme ve vatandaşlığa sahip olma ve bunu koruma hakkı.Yaşama ve gelişme hakkı.Sağlık hizmetlerine erişim hakkı.Eğitime erişim hakkı.İnsana yakışır bir yaşam standardına erişim hakkı.Eğlence, dinlenme ve kültürel etkinlikler için zamana sahip olma hakkı.İstismar ve ihmalden korunma hakkı.Uyuşturucu bağımlılığından korunma hakkı.Ekonomik sömürüden korunma hakkı.İfade özgürlüğü hakkı.Düşünce özgürlüğü hakkı.Dernek kurma özgürlükleri hakkı.Çocukların kendileriyle ilgili konularda görüşlerini dile getirme hakkı.Özel gereksinimleri olan çocukların hakları.Özürlü çocukların hakları.

22 Kasım 2014 Cumartesi

20 Kasım 2014 Perşembe

Kuşun Yeri Beklemek, T.Uyar

KUŞUN YERİ BEKLEMEKBir yerden bir yere giden adamlarBölüşüp bir prensesin yaşamasını-kadınları çamaşır yıkamadılar-O sonsuz çalgılar, sonsuz duvarlarTanınmamış kimlikler, üstelik yaşanmamış, kuşunyeri gülmek. Ve damlar ve bacalar tüten damlar.Yaşanmış bir dağ yolu, mermerden, çamaşırdanAra sokaklarda bilmeden yaşamak taşıyanBir yerden bir yere giden adamlar.-her şey düzgün sanılır bir trende hızlı bir trende uykusuzluk, suçlar, kahvaltı üstüne kahveler kahveler her şeyi ölçüsüz kılan o büyük oteldi. bir sokak başıydı belki, belki bir türban sonra sular, kokular, faturalar. Hep.Bir yerden bir yere giden adamlar,bir küçük kuşun şaşkın uykusunda sıralandılar.O sonsuz duvarlar. Sen beni öv!..Bir kuşun uykusu nasıl incedir.Kıvırınca boynunu o sonsuz karanlıklarave kaçar sonsuz üzengilerden kuş.Dağdan... -yatan bir adamın sonsuzsoğukluğu-Kedilerle birlikte. Artık,Kimin anısı olur bütün gelecekler. Bir anısı.Bir kenti güldürmüyorsa, kimin?..-bir yerden bir yere giden adamlar sandviçler doyurmuyorsa kimin...Akşamüstleri, ağaçlarda, paralarda. İşteEllerininBir yere varıyordu uzaması.Karşıtlığın anlamında, yüksektenBir yerden bir yere giden adamlar.Ekleyip, durmadan ekleyip..-bırakınca parkların ışıkboyalı sularınıOnlar. Artık sonsuz avcılarıdır kelebeklerin.O. Hiçbir şeyi anlamayan. Şehri. Örneğin,kurşuna dizilmeyi. Hem itilmeyi, hem sevilmeyi. Hem-bir sıcak yaz günü denizde ölününce. Denizde bütün kötülükler ölmeyince.Sabah, sen her şeyi biliyorsun!..O uzaklaşanın yeri tutulmalıO adamların bıyıkları varsayılmalı. Kinlerive çocukları. - ölmeseler bıyık bırakırlardı -Herkes ölürken - ki herkes ölür -Bir yerden bir yere giden adamlarBölüşüp bir sıkıntı yolculuğun uzamasını...

Anime Yorumu: Tokyo Ghoul

Aslında blogda anime yorumlamak gibi bir planım yoktu. Adına uygun olarak sadece kitap üzerine olmasını istiyordum. Sonra birkaç olay üst üste gerçekleşti. İlk önce Shingeki no Kyojin'i izleyip, bir güzel hayranı oldum. Zaman geçtikçe ona dair hislerimi yazıya dökmediğim için kendime lanet okumaya başladım. Ama artık çok geçti. Yorumları taze taze yazmayı ne kadar sevdiğimi biliyorsunuzdur. Ben hayıflandım, hayıflandıkça içimdeki yazma isteği büyüdü ancak bir türlü cesaret edemedim. Bugün Tokyo Ghoul'un son bölümünü izledikten sonra da bu isteğimi artık bastırmamaya karar verdim. Anlayacağınız, olabilecek en taze yorumla karşınızdayım. Zira en fazla 10 dakika önce (tabii burada yazıyı yazmaya başlarkenki süreden bahsediyorum) bitirmiş bulunuyorum Tokyo Ghoul'u.Tokyo Ghoul aslında çok yeni bir anime. Sui Ishida'nın aynı adlı, 2011 tarihli 14 ciltlik mangasından uyarlanmış. 2014'te de animesi görücüye çıkmış. İlk sezonu 12 bölümden oluşan anime, Ken Kaneki'nin etrafında dönüyor ve ghoul (gulyabani, hortlak) adlı insan görünüşlü yaratıkları konu ediniyor.Hikâyede Tokyo'daki faili meçhul cinayetler bir hayli artmış durumda. Aslında tam olarak faili meçhul denemez, çünkü bu cinayetlerin ghoullar tarafından işlendiğini herkes biliyor. Ghoullar (ben 'ghoul' demeyi tercih edeceğim çünkü 'gulyabani' falan demek kulağıma tuhaf geliyor), ilk bakışta insana benzeseler de esasen insanlardan veya birbirlerinden başka hiçbir şeyle beslenemeyen etobur yaratıklar. Oldukça vahşi olmalarının yanı sıra, kırmızıya dönüşen gözleri ve birazdan daha detaylı bahsedeceğim "kagune"leri ile dikkat çekiyorlar. Ghoullar, genel olarak insan içine karışabiliyorlar. Çok aç olmadıkları müddetçe ya da kendileri istemedikçe ne gözleri değişiyor ne de kaguneleri ortaya çıkıyor.Ghoulların son kurbanı ise hikâyenin ana karakteri Ken Kaneki. On sekiz yaşında bir üniversite öğrencisi olan ve elinden kitabını eksik etmeyen tatlı mı tatlı Ken'imiz hoşlandığı kız, yani Rize Kamishiro, tarafından saldırıya uğruyor. Bir sokak köşesinde sıkıştırılmak suretiyle kaderini Rize'nin ellerine teslim eden Ken, her nasıl oluyorsa kurtuluyor. Ancak hayatını kurtarmak için ona Rize'nin ghoul organlarını naklediyorlar. Böylece Ken Kaneki yarı-insan yarı-ghoul olarak uyanıyor.Hâl böyle olunca tüm hayatı allak bullak oluyor. Daha önce gittiği kafede çalışan Touka Kirishima vasıtasıyla kendilerine Antieku diyen bir grup ghoulla tanışıyor. Kafenin adını taşıyan bu grup, diğer ghoullardan farklı olarak insan öldürmüyor. Ellerinden geldiğince insanlara zarar vermemeye gayret ediyorlar, ayrıca birbirlerine sıkı bir şekilde destek oluyorlar.Sadece tek gözünün kırmızı ghoullarınkine benzemesi (o kırmızı gözlere 'kagune' deniyor) sebebiyle, yeni adım attığı bu dünyada tehlike Ken'in peşini bırakmıyor. Sadece ghoullar da değil, onları avlamak için yetiştirilmiş bir sürü CCG (Commission of Counter Ghoul) ajanı da var. Ken, hem One-eyed Ghoul (tek gözlü ghoul) olduğu için hem de insanî özellikler taşıdığı için ghoullar arasında bir hayli popüler. One-eyed Ghoul, nadir bulunan insan-ghoul melezlerine verilen isim. Bunların şehir efsanesi olduğuna inanılıyor ki, Ken'e kadar varlıkları görülmemiş.Ghoulların en tehlikeli yanları kuşkusuz "kagune"leri. Kagune, onların silah veya pençe olarak kullandıkları yırtıcı organları. Benim en ilgimi çeken yanlarından biri de kaguneler oldu. Her ghoulun kendine has kagunesi var. Şekilleri ve özellikleri farklı olabiliyor. Ghoulların iyileşme özellikleri oldukça yüksek fakat bir kagune tarafından verilen zararın iyileşme süresi daha uzun oluyor. Dolayısıyla dövüşlerde sıklıkla kullanıyorlar.Tokyo Ghoul'un "gore" bir anime olduğunu söylememe gerek var mı bilemiyorum. Zaten reytingi R, +17. Bol bol kanlı, vahşi sahnesi var hikâyeden bekleneceği üzre. İzlemek isteyeceklere bir uyarı olarak söylemeden geçmek istemedim.Çok şey anlatmış gibi görünsem de aslında birinci bölümü bile anlatmadım daha. Genel olarak bahsettim sadece. Animede bundan çok daha fazlası var. Yan karakterlerden henüz bahsetmedim bile mesela. Bunun yanında çeşitli örgütler, yan hikâyeler de bekliyor sizi 12 bölüm boyunca. (12 bölüm olması da ayrı canımı sıkıyor ya, neyse!)Kurgudan, çizimlerden, karakterlerden son derece memnun olsam da sanırım Tokyo Ghoul'da beni asıl içine çeken detaylar. Anime ve mangaları bu kadar seviyor olmamın sebebi de bu sanırım. Örneğin; kaguneler. Ghoullarla ilgili diğer orijinal şeyler. Bunların hepsini derinlemesine öğrenmek istiyorum. (Hem izlerken hem de bu yazıyı yazarken wiki'sini bir hayli kurcaladım ama yetmedi.) Daha fazla tuhaf karakterle tanışmak, onların hikâyelerinde de derine inmek istiyorum. (Tuhaf karakterler için bknz: Juuzou Suzuya ve Suu Tsukiyama. Ulan Tsukiyama, denedim ama bir türlü nefret edemedim senden.) Eh, tabii zavallı, masum Ken Kaneki'nin hikâyesinin devamını da öğrenmeyi sabırsızlıkla bekliyorum. Kendisi hakikaten gördüğüm en masum karakterlerden biriyken... Her neyse! Çocukcağızın genç yaşında başına gelmeyen kalmadı. Oysa tek istediği kitaplarının içine gömülebilmekti. Dur bakalım daha neler yaşayacak!Bu sorularımın cevabı için 2015'i beklemem gerekecek, zira Tokyo Ghoul'un ikinci sezonu Japonya'da Ocak 2015'te yayınlanacak. O zamana kadar mangasını okumazsam tabii. (Ki bana o yol göründü gibi duruyor.)Kısaca beni bolca heyecanlandıran, gözlerimi pörtleteren izlettiren, diğer yandan da içimi acıtan Tokyo Ghoul'u çok sevdim ben! Farklı ve karizmatik (?) bir anime için doğru seçim olacaktır. Sadece acı, aksiyon değil elbette. Ne sandınız? Bazı bölümlerin sonlarında karakterlerin komik sahneleri var ki, az önce yaşadığın şoku anında atlatmanı sağlıyorlar.Son olarak Tokyo Ghoul'un duyduğum en harika açılış müziklerinden birine sahip olduğunu söylemek isterim. Bir kere bile geçmedim o jeneriği. Her seferinde de söylemeye çalıştım. (Bir keresinde başardım!) O şarkıyla beraber bitireyim en iyisi yazıyı. Almış başını yürümüş.İlk anime yorumumu okuduğunuz için teşekkürler. Bu, sürprizlerin sadece başlangıcı!

19 Kasım 2014 Çarşamba

Genç ülkücüler rahatsız ağabeyler temkinli

1970’lerin ülkücüsü veya 1990’lar ve milliyetçilik denildiğinde herkesin aklına bir şeyler gelir. Peki 2010’lar... Yeni nesil ülkücüler eskilerle aynı mı? Zamanın ruhu ülkücüleri nasıl etkiledi? Eskisi gibi sokaklarda, üniversite olaylarında görünmeyen ülkücüler pasifleşti mi? Yoksa demokratikleşti mi?Kobani eylemlerinin büyükşehirlerin sokaklarını ateş topuna çevirdiği günlerdi. İstanbul, Diyarbakır, Şırnak sokaklarında molotof kokteylleri gaz bombalarına karışıyordu. O günlerden birinde akşam geç saatte gazeteden çıktığımda Yenibosna’da birbirine paralel iki caddenin karıştığını fark ettim. Dereyolu Caddesi’nde Kobani için eylem yapanlar slogan atarak sokakları ateşe verirken, bir üst caddede bozkurt işareti yapan gençler İstiklal Marşı okuyordu. Günlerdir polis ve eylemcilerin sonu kanlı biten karşılaşmaları olmuştu ama aralarında birkaç bina olan bu iki grubun karşı karşıya gelme ihtimali beni ürkütmüştü. 90’lar, hatta 80 öncesi aklıma gelmişti. Bir süre sonra İstiklal Marşı okuyanların sesi kesildi. Kalabalık dağıldı. Olay yerine polis mi gelmişti? Vatandaşlar mı bir şey demişti gençlere? Anlayamamıştık. Sebebini ertesi günlerde ülkücü harekete yakınlığıyla bilinen haber sitelerinde yer alan yazılar ve haberlerden öğrenecektim. Genel merkez ve eski ülkücü ağabeyler gençleri uyarmış, yatıştırmıştı. Evlerine gitmelerini sağlamıştı. Çünkü Ülkü Ocakları ve MHP, olayların kendilerini ve ülkeyi ateşe sürüklemek için provakasyon nitelikli olduğunu düşünüyor. Ülkücülerin reaksiyonel davranmasını istemiyordur.Bir süre sonra, Kobani olaylarının yatışmaya başladığı zamanlarda, sokağa çıkma çağrısı yaparak olayların başlamasına sebep olan HDP’den ilginç bir açıklama gelecektir. Ahmet Hakan’a verdiği röportajda Altan Tan, “Keşke biz de Bahçeli gibi yapabilseydik.” diyecek ve şu cümleleri kuracaktır: “Ben Devlet Bahçeli’nin siyasi fikirlerine katılmam. Ama onun son olaylardaki tavrı önemlidir. ‘Bizim partimizin amblemlerini, sloganlarını, işaretlerini kullanarak kimse sokağa çıkmasın.’ dedi. ‘Kim bizim amblemlerimizle, sloganlarımızla sokağa çıkıyorsa provokatördür, ajandır.’ dedi. Bizim de aynı tavrı sergilememiz gerekir.” Genç ülkücüler rahatsız, ağabeyler temkinli…Ülkücü gençler arasında, özellikle bayrak yakma, dükkânların yağmalanması olaylarından sonra siyasilerin kınamaları dışında tepkisiz kalınmasından rahatsızlık duyanlar azımsanmayacak kadar çok. Sokağa çıkmak, karşılık vermek, ülkenin sahipsiz olmadığını haykırmak, Türk bayrağına sahip çıkmak istiyorlar ama genel merkezin ‘çıkarsanız bizden değilsiniz’ uyarısı dolayısıyla yapmıyorlar. Ülkücülere yakın haber sitelerinde yer alan ziyaret, konferans ve bayramlaşma videolarında geçen konuşmalar arasında bir ülkücü, genel merkezin men etmesine rağmen ilk günlerinde Gezi Parkı’na da gittiğini anlatıyor. Şimdi de durmamaları, varlıklarını göstermeleri gerektiğini söylüyor. Fakat hürmeten itaat ediyorlar. Partinin ve parti dışındaki akilllerin yani eski ülkücülerin temkinli davranmasının sebebini ise ülkücülerin 80 öncesi gibi devletin milis kuvveti olarak kullanılmak istememesi şeklinde yorumluyorlar. 90’lardaki gibi kavgacı, eli silahlı kimseler profili de çizmek istenmiyor. Ama özellikle bayrak yakma olaylarından sonra tabanla parti yönetimi arasında sıkıntı yaşandı. Sokakta ve üniversite olaylarında taraf olması yasaklanan ülkücü gençler ise bayrak dağıtmakla yetindi. Ülkücü gençler profil ve anlayış olarak da birbirinden epey farklı. O bilindik ülkücü imajında, hiyerarşik görünümlü yani takım elbiseli, yüzüklü olanlar da var, bunlardan rahatsız olanlar da. Özgürlük talep eden, zamanın problemlerine yeni yorumlar geliştirenler de var.Yeni model ülkücülük mü?Ülkücü camianın önde gelen birçok ismi yazılmaması kaydıyla konuştu. Gençler daha da temkinli. Eğer ocakta ve partide yer almak istiyorsa genel merkezin bilgisi dahilinde konuşmalılar. Bu sebeple 2010’ların akademisyen ve gazeteci ülkücüleriyle görüştük. Gazeteci İsmail Türk, habererk.com sitesinin editörü ve sahibi. Kobani olayları sırasında izlenen tavrı, yeni bir MHP ve ülkücülük anlayışı olarak okuyor. Yeni ülkücü hareketin geçmişte yaşadıklarından ders aldığını reaksiyoner değil aksiyoner, oyuna gelen değil oyunu kuran pozisyonunda hareket ettiğini söylüyor. Kendi hayat hikâyesinden örnek veriyor bunu anlatırken. İhtilal döneminde yediği kurşunların, Mamak’ta gördüğü işkencelerin (Muhsin Yazıcıoğlu ile aynı koğuşta kalıyormuş) izlerini vücudunda taşıdığını söylüyor ve, “Bizler, yeni nesil ülkücülerin böyle şeyler yaşamasına izin vermeyeceğiz.” diyor. Devlet Bahçeli’nin bu konudaki tavrını takdir ediyor.Pamukkale Üniversitesi Mülkiyet Koruma ve Özel Güvenlik Bölüm Başkanı İkbal Vurucu‘yeni nesil bir ülkücülük’ kavramını kullanıyor ve bunu şöyle açıklıyor: “Şunu özellikle belirteyim, ülkücüler son 10 yıllık dönemde rasyonel bir zemine kendilerini çektiler. Bizatihi partinin veya ülkü ocaklarının dışında hatta ocak ve partiye rağmen ülkücü olan çok güçlü bir potansiyel ülkücü gençlik söz konusudur. Benim de içinde olduğum bu ülkücülere ‘yeni nesil ülkücüler’ diyorum.” Gazeteci İsmail Türk, bu konuda MHP’yi yönetenlerin zamanın ruhunu okumakta geç kaldığını düşünüyor: “Gençler zamanın ruhunu okuyor ama mevcut erk bu manada statükonun yanında yer aldı. Bu yüzden MHP’nin oyları AKP’ye kaydı. Eminim ki AKP’nin minimum yüzde 15’i MHP’nin. Günümüzü okuyan bir parti olsa çok daha fazla oy alır.”Ben bilmem reisim bilir!Fırat Üniversitesi öğretim görevlisi Fırat Kargıoğluise ülkücü profildeki değişimi zamanın ruhuna bağlıyor: “Yeni nesil ülkücü olup, ‘Ben bilmem, reisim bilir’ diyenler, entelektüel birikim bakımından yetersiz. Asosyal olanlar da var; eski nesil ülkücü olup, gayet özgürlükçü tavırlar sergileyenler, şimdiki nesilden bilim ve teknolojideki gelişmeleri daha sıkı takip edenler, hemen her toplumsal soruna karşı söylem ya da eylem geliştirenler de... Ayrıca nesiller arasındaki farkların dönemsel nedenleri olduğunu, dolayısıyla her dönemin kendi içinde değerlendirilmesi gerektiğini de hesaba katmak gerekir. Soğuk Savaş Dönemi (20. yüzyıl) Türkiye’sinde ülkücü olmak ayrı, Postmodern Dönem (21. yüzyıl) Türkiye’sinde ülkücü olmak ayrıdır.”İngiliz İşçi Partisi gibi olmak…Trakya Üniversitesi’nden Doç. Dr. Baran Dural, MHP ve ülkücü hareketteki değişimin dönüm noktasının 12 Eylül olduğunu düşünüyor. Dural’a göre medya bu değişimi 1999 seçimleriyle fark etti. Dural, Türkeş’in ideali, Bahçeli’nin ise icraatı olan bu değişimle Milliyetçi Hareket, siyasal düzlemde salt ideoloji partisi olmaktan çıkartılıp, ideolojik omurgalı kitle partisine dönüştürüldüğünü düşünüyor ve ekliyor: “Sanırım istenen İngiliz İşçi Partisi modeli bir yapılanmayı Türkiye’ye ve Türk milliyetçiliğine özgü şartlarda harekete geçirmek olsa gerekti.”Dural, bu değişimin sac ayaklarının birinin Milliyetçi Hareket’i sadece ulusal güvenlik ve terör konularında anımsanan bir ‘emniyet supabı’ olmaktan çıkarmak. Diğeri ise klasik devlet partisi arasında gösterilen MHP’yi halkın sorunlarını devlet katına taşıyan demokratik bir parti olmaya dönüştürmek. Dural, küreselleşme dalgalarında etkilenen, ekonomik taleplerine göre siyasal yargılarını keskinleştiren seçmenin ve hoşnutsuzların ülkücülerin değil ama Milliyetçi Hareket’in yeni tabanını oluşturduğunu düşünüyor.Ülkü Ocakları bugünün ülkücüleri için nedir?70’lerin ülkücüleri ülkeyi ve milleti komünistlerden koruyordu, 90’larda ülkenin bölünmesini engelliyordu. Söylemler ve sloganlar bile bunu ifade ediyordu, ülkücü kavga, ülkücü dava. Bugünün genç ülkücüleri kendilerini anlatırken ‘ülkücü anlayış’ diyor.Peki, Ülkü Ocakları bugünün ülkücüleri için nedir? Bir STK mı, gençlik kolları mı? Ne yapar ülkü ocakları? Geçmişte dershanelerin ve Anadolu çocuklarının katılacağı kültürel aktivitelerin neredeyse olmadığı zamanlarda Ülkü Ocakları önemli bir boşluğu dolduruyordu. Konferansları, müzik kursları, eğitim faaliyetleriyle. Bir dönem Türkiye genelinde ocak sayısı bin 300’ü aşmıştı. Ama bugün daha siyasi bir profili var. Yapılan kültürel aktivitelere katılım eskiye oranla çok az. Bir ülkücü, “Cemaatler, belediyeler bize yapılacak kültürel aktivite bırakmadı.” diyor. Ocak yönetimi yardım organizasyonları, farkındalık oluşturmaya yönelik faaliyetlerle ocağa hareketlilik kazandırmaya çalışıyor. Doç. Dr. Baran Dural, ülkü ocaklarının işlevinin değiştiğini söylüyor: “İdeolojik donanımdan ziyade günlük hayat kavgaları nedeniyle milliyetçi harekete yönelen yığınlar, bu hareketle milliyetçilik paydası üzerinden iletişim kuruyor. Ancak bir de hareketin temel ideolojik omurgası, misyonu, vazgeçemeyeceği hedefleri var. İşte bunları Ülkü Ocakları temsil ediyor. Sadece hayat kavgası değil, bir siyasal hareketle ideolojik olarak da bütünleşmek isteyenler artık hem ideolojik bilgilerini, bu bilgilerin nasıl pratize edilebileceğini, ideolojik kanadın kadrolarının devşirilme işlemini Ülkü Ocakları aracılığıyla karşılayacak. Ülkü Ocakları henüz sivil toplumcu bir politika izlemeyen ama siyaseti sivil toplumun içinde yapmaya çalışan MHP’nin sokaktaki vatandaşa ulaşma gereksinimine de yardımcı olabilir.” İkbal Vurucu’ya göre Ülkü Ocakları 70’lerdeki fikirsel işlevini yerine getiremiyor: “Eğer getirseydi 2000’lerin başından beri kaliteli ve nitelikli bir gençlik yetiştirilmiş olurdu. Ocak kendini eğitimden ve fikirden soyutladı. Bugün Ocaklar bir dergi temsilciliği olarak varlığını sürdürüyor. Yani bağımsız bir dernek de değil. Bu statüde bırakılması partinin kontrolü dışına çıkmaması amaçlanmış olabilir.”

13 Kasım 2014 Perşembe

12 Kasım 2014 Çarşamba

Tragedyalar V, E.Cansever

TRAGEDYALAR V I Odalardan odalara bu kadar çok geçmelerKapıların hiç bitmeyen açılıp kapanmasıKuru kan, ölü asker, ağustosböceğiGibi bir ses, bir yankıSonra bu yankıyı birden soğutanKurutup güne koyan bir anlamAynalardan aynalara kırılan sigara ateşleriVe alkol. Yani bir alkol yörüngesi. KocamanBir gün iskeleti konsolun üstündeDoğanın ve bütün kızgın yaratıkların bağırtısındanYanmış bir günVe sınırsız doğurganlığı ağır, kadife perdelerinBir sarnıç uğultusuyla, kaybolmuş bir anahtarınKemirilmiş kalıntısıyla.. Ve onlar ceninler gibi orada. Öyle bir rahim çıplaklığınaUzatılmış bir ışıkla buruşmuşlar gibiÇok ağır bir tabutu kaldırıyorlar gibi aradaElleri üzerinde. Ve boşluk yalpalayıncaVe dünya kımıldayınca biraz. DünyaYanıtsız bir eşya gibi. Sonra? (Sonra o geçitte, aşağıdaBir krizantem soyunup yapraklarındanAğıyor sanki işitilmedik bir güçleBir gündoğrusu hafifliğiyle, sabahsı, ıslakVe tedirgin bir yolcu biçiminde. Atışı duyulmayaBaşlayan bir yürekle gün iskeletininO garip efsanesine, geceyeBitişik bir sabah gibi ağıyorVe çocuksu düşlerin hep birden büyüttükleriyleBir çiçek olmaktan sıyrılarakDoluyor odalaraStepan, Vartuhi, ArmenakDiran ve LusinYani o altın tüveycin etkisinden koparakSonu gelmez bir durumunSonu gelmez kapılarını açarakDevinen, bağıran, çok içen bir deYani korkular, iğrenmeler, anlaşmazlıklar olarakDoluyor odalaraLusin ile VartuhiDiran ile Armenak.Belki arasıra o yorgunBedeviler geçiyorsa pasajdanStepan, Stepan!Olsa olsa Stepan.)II Kuru kan, ölü asker, ağustosböceğiBaba Armenak durmadan sıkılıyorEşyalara bakarken sıkılan bir profiliOymalarda sıkarakYeniden sıkılıyor. Bir hamamböceği sırtını parlatıyor körışıktaDüşlerdeki böcekler gibi ve düşlerdekiBirtakım kıvrımlarlaBir durumun sonu gelmez parçalarına bakarakAynı zamanda saydam bir duygu lekesi deAğır ağır yayılıyor gün iskeletinin üstündeBir insan eti lezzetinde günü dolduruyorBesliyor günüGünSıcak ve kirliYani o alkol yörüngesi onu katılaştırıyorKonsolun üstünde. Sonra bu saydam leke Diran ve Lusin’inKarışık bir evlilik fotoğrafı üstündeGiderek eroinleşiyorBaba Armenak durmadan sıkılıyor Kara giysili insanların çevrelendiğiBir kilise kapısındaBir cinayet sölentisi gibi çevrelendiğiO taşkın yüzlerinVe büyük bir taşın yöresinde ufacık taşlar gibiSanki bir Kremlek anıtı gibi.. işte oradaBaba Armenak sıkılıyorSonra artık herkes içiyor. (Ve alkol tanrının dengesini yitirdiğiGibi bir gürültüyle çıtırdıyorVe tanrının uçsuz bucaksız denizlerde güneşlendiğiBir günde alkolDünya bir sıkıntının yönetiminde ve uzunHerkes biraz içiyor.) Bu nasıl bir anlamdır ki, her yerde biraz duyuluyor StepanBir ölü gömme töreninden doğmuş olan Stepan(Armenak’ın böyle bir günün gecesindeTopraksı bir titremeyle Vartuhi’ye sokulduğuÇiftleştiği ve...) Anlaşılması değil de sayılması olan StepanGözlerinin ıssız, kara bir tabancaya takıldığıAteş etmeye hazır bir tabancayaTakıldığı StepanVe elleri annesi Vartuhi’ninKahverengi sabahlığını andıranBir iki kımıldayışla geçiştiren günü.Sonra VartuhiO her yerde dürbünleri olan kadınMineden, sedeften, bağadanVe koynundan durmadanDürbünler çıkaran VartuhiBir de çok uzaklara bakmak için din kitaplarındanDürbünler yapanVe her şeyi birden yaşamakta olan yüzüyle(Çünkü belki İsa’nınAcıdan ve uzun boylu bir korkudanÇıkarılmış bir homoseksüelliği götürüpBir gökyüzü boşluğunda biçimlendirdiği zamanVe sonra yeniden doğduğu zaman. İşte VartuhiGörmek için bunları birtakım din kitaplarından..) Stepan’la kesin anlaşmaları olanÇıldırmak, vuruşmak için geceleriVe dinsel Çin müziği VartuhiYarı kalmış bir çiftleşmedekiYarı kalmış yaratıkları doğuranBir cehennem gibi dayanılmaz yapan kendiniVartuhiStepan. Ki herkes biraz alırdıKoparıp geçerdi Stepan’danÖyle bir acı çekme kıvamında soluyanGün iskeletinin ucundaStepan. Ve Diran, Armenak’ın sinirli oğluSevimsiz bir büyücünün ellerinde dolaşanÇirişli, mavi bir kurdele gibiÜtülü pantolonu, her türlü mavi gözleriyleKül sarısı sakalları olanVe görünmez yarasaların konakladığıO pirinç karyolaların altındanBir seziş gibi çıktığıVe bir maden tadındanBaşka bir şey olmayan DiranGömlekleri ayçiçeği, ıhlamur kokanLusin’in ilk kocasıVe küçük istiridyeler gibi çabuk çabuk kapananBembeyaz elleriyleAkşamları’ garsonluk yapan barlardaÇürük ilkyaz ağacı DiranVe kadınların o çürük sesleriyle çağırdıklarıKareli yeleğiyle koştukça çocuklaşanİpekli sesler çıkaran. Unutulmuş bir erkekliğinAcısından oluşan bir Anka gibiVe yakan kendini durmadanZavallı DiranDüşlerinde eriyen balmumundan bir olayınEridikçe çizdiği o yapışkan yollardanGeçince evde olanBir dua gibi okunan Lusin’in gözlerindeBir dua gibiVe ayakta StepanO sessizlik yörüngesinin ucundaVe Diran bağıran, bağıran, bağıranBir yok olma tutkusuyla bağıranKi bundan bir daha doğan isterik Diran. III Sonra herkes içerdi, devinirdi durmadanYani bir çılgınlık yörüngesi, ağrılı, tutsakGün iskeletinin yanındaVe sallantılıDururdu. Konuşmalar olurdu. Herkes biraz olsun konuşurdu. VebundanHiç kimselerin uğramadığı otellerVe bazı lokantalar gibi karanlıklıLekeler bulunurdu konuşmalarındaHerkes bir yerlere dayanmış, öyle dururduYüzyıllar kirli dururdu. Ve alkolDökülürdü binlerce kuşun çığlığı gibiSıkıntı kımıldardı: saat kaç?Yörünge bozulurduLekeler yer değiştirirdi: temmuzun ilk günleriGibi birtakım lekelerBir gider bir gelirdiYani hiç bitmezdi ki temmuzun ilk günleriKavgalar kavgaları eskitirdi. Ve bir deArmenak’ın, Diran’ın kendi oğlu olmadığı düşüncesineBir sonsuz tortu bırakanLekeler.. (Ey alkolden ölenler, büyük ölülerÖlümle yalnızlık arasıO bilinmez ülkeyi şehvetle tüketenler!) Ve Armenak’ın gene çok içtiği bir geceden sonraBir pazar sabahıGenelev yakınlarında o falcı kadına rastlayıpŞapkasını ayaklarıyla ezdiğiVe neden ezdiği pek bilinmeyenSonuna kadar sıktığı kravatınıVe neden sıktığı pek bilinmeyenBaba ArmenakSonra yanık kelebek renkli saçlarınıEtine çok yakıştıran bir orospuylaÖlümün ekşi sarı kokusuna daldığıBaba Armenak’ınVe ölüm bulununca kendine maskot yaptığıO topaz heykelciği koynundan çıkarıpYüzüne tutaraktan ağlayıp bağırmasıÖlümün kansız rengine sığan Armenak’ınGene bir insanın kansız, soğuk parlaklığındanYani bir ölüden, ölünün devinimsiz taşkınlığındanBir mağribi gibi kayıp daO topaz taşta Diran’ınSarı bir kan gibi donuşup kalınlaşması. Ölünün Armenak’laArmenak’la Diran’ınDiran’ın ölüyle sankiBir kini, bir kuşkuyu şehvetle sanrıması. (Ve neden koz gece olmalı. Ve ölüBir denizin dengesiz ağırlığıGibi sallantılı ve yoğunBir yandan vurulunca bir yandan kalınlaşmasıÖlününGök bir kilise kavramı gibi alımlı, üstteBir ışık demetiyle bir sürü yaratığıSürüp de acıların üstüneGeri çekmesi onlarıSonra bir makasın kana batmış parıltısı. Koz ölüOlmalı. Ve bütün kozlar ölü olmalı. Sonra?Kısa bir şey, bir yoklukBir sürü ak köpeğin karlarda dolaşması.) Bir yankıYani bir olayın bir başka olaydaYeniden kazanılmasıVartuhi, kısa saçlı VartuhiBir gece gözetlerken Lusin ile Diran’ıAğzını dürbünleri gibi büyütüp küçülttüğü bir geceNeden sanki Stepan’ın onun sırtını okşayıpİncilin can alıcı bir yaprağını elineKüfürden bir dua gibi bırakması. (Sanki bir kurgu mu bu, yepyeni bir olayaBir ermiş mi yani Stepan ya da bir satranç ustasıYoksa bir insan mı yalnızca, kaçınılmaz bir önseziyiYaşlı bir âşık gibi ustaca kullanması.) Ve sonra Vartuhi’nin, kısa saçlı Vartuhi’ninArmenak’ın odasındaki yaldızlı aynayı kırıp daKaçak Beyoğlu taşlarını sokağa fırlatmasıVe işte gürültüde dinlenen Baba Armenak’ınBir Budist rahibi gibi, çok dünyasız bir sesinÖnünde hızlanaraktan kendine katlanması. Ve LusinBembeyaz ağlaması Lusin’in, dokunulmamış Lusin’inDokunan parmak uçlarına hep aynıParmak uçlarıyla. Ve gözlerineHep kendi gözleriyle bakan Lusin’inSaçlarını saçlarıyla yoklayanOrgların, ilahilerinCoşkusuyla tükenen ve yangınlaşanVe durmadan kendiniBir tebeşirle çizer gibi karanlığınaStepan-Lusin-Stepan!O ceviz çekmecelerin kokuşuncaMumların ve bütün tırnak uçlarınınAçlığınca avutan kendini(Bir ermiş mi yani Stepan ya da bir satranç ustasıUstalığınca kaydıranBir dua artığı gibi kendineLusin’i..) Ve Lusin binlerce flaşla parlatılmış gibiGünlerce korunduktan sonraBir gece yarısı: LUSİNGünlerce korudum ben kendimiKonuşmak istiyorum artık StepanSeninle konuşursam her şey aydınlanacak sanki. STEPANBeni güçlendiriyorsun Lusin. Ne var kiİstemiyorum güçlenmeyi ben. Daha doğrusuBulunmuş bir eşyayım da sanki, örneğinBir para cüzdanı, bir anahtar zinciriYa da eski bir saat... her neyseKullanıyorum kendimi bulduğum gibi. LUSİNBilmiyorum Stepan. Bildiğim bir şey varsaÖyle bir satranç taşının oyuncusuylaÇok zorlu bir durumda konuşması gibiKonuşmaya geldim seninle. STEPANMutluydun. Dokunulmaz bir içgüdüyleYaşıyordun ölümsüzlüğünü. Ve tanrıYetiyordu sanırım bütün isteklerine. LUSİNYitirdim inançlarımı Stepan. Ve nasıl alabildiğineSorumsuz dolaşırsa kan vücuttaBir yandan bir parçası olarak insanınBir yandan büsbütün yabancı insanaGiderek tanrıyı buldum ben de. TanrıysaYitirdi kesinliğini bir insan kılığında. STEPANVe sonra dayanılmaz bir yalnızlığın altındaİnsanları -gördün birden ve bütün kasvetleriDiyebilirim ki, kapatılmış bir özgürlük isteği seniÇekiverdi sanki odama. LUSİNBir özgürlük de değil bu, daha çokBir özgürlük duygusu belkiBence bu duygunun bir karşılığı olmalıTanrıya inandıkça tanrının olması gibi. STEPANBilmem ki, nasıl anlaşırız bu durumdaÇünkü ben mi yöneteceğim seni, yoksaSen mi alacaksın buyruğuna beniHiç değilse dengeyi kim sağlayacakAyrıca böylesi bir denge gerekli mi, değil mi. LUSİNKopunca inancımdan, bir insan inancından kopuncaBir de yalnızsa böyle.. ve bu durumda StepanHer şey artık insandırDenemek istiyorum bunu, anlıyor musun? STEPANBenim anladığım daha fazla bunlardanBir konyak içer misin? LUSİNÖyleyse şunu söylemek istiyorum kısacaDenemek istiyorum ben kadınlığımı daKadınlığımı ve her şeyiHiçbir şey ummadan. Akşamüstü kiliselerinBoşluğunda kaybolanSinirli dualarla tanrıda olmak gibiYa da bir esrime gibi, dayanılmaz bir mutluluk gibi.. STEPANPeki, ya Diran? LUSİNDiran’la bir ilgisi var mı sana gelmemin? STEPANGerçi aldırdığım yok benim de Diran’aVe benim hiçbir şeye aldırdığım yok, kurallara daAma var ya, bir kadeh tutma biçimi gibiYa da bir telefonu açıncaNe diyorsam karşımdakine örneğinKurtarmak için bir durumuİşte ilk cümlede, her zamanBuna benzer bir şeyler söylemeliyimYa Diran? LUSİNUnutulmuş gibiyim ben. Ve insanBir bakıma unutulmuş gibidirBilmem ki, nasıl anlatmalı, yalnız bile değilim.Belki de yalnızlıktanDaha fazla bir şey buUnuttum ben kendimi de Stepan. STEPANKopunca kendimizden. Ve her şeyden biraz kopuncaBir güç olduğunu sanırız yalnızlığınHatta bir bakıma övünürüz de onunla. LUSİNGüçlüyüm belki de bunun içinUnutmak, unutulmak, kim bilirHer bakımdan daha iyidir. Ve insanBir gün yeniden tanıyabilir kendini. Bir umut!Ve umut değil mi bizi koruyan. Bu böyle olunca daYeniden bir doğuşa hazırlanıyoruz demektirİnsan neyi daha çok özleyebilir. Ve neyiDaha çok isteyebilir bundan, bilmem ki STEPANHep aynı çıkmazlara düşmek de var sonunda LUSİNAma ben yüceltmek istiyorum kendimiEtimi, her şeyimi, yenidenYüceltmek istiyorum. Şimdi sorarım sanaBir aşkınlık değilse bu, kısa bir mutluluk olsun değilseYa nedir? STEPANİstemek daha başka. Önce mutlulukBir yer arar kendine boy atmak içinSonra bir hastalık gibi yayılır ondan onaBana kalırsa Lusin, sen ki böyle tek başınaBaşarabilir misin bu işi? LUSİN………………………… STEPANElini verir misin, elini?Benim anladığımca senBir başına yüceltmek istiyorsun kendiniBu böyle olunca da, o zamanŞaşırma bir gün mutluluk yerineDaha hiç denenmemiş bir acıyla karşılaşırsan. LUSİNBir acıyla.. daha hiç denenmemiş!. STEPANBak işte, en soylu isteklerle odama geliyorsunVe düşün, insanlığının en alımlı katındaHer şey bu kadar doğal, her şey bu kadar güzelkenSorarım, neden böyle yabancı kalıyorum sana? LUSİNBilemem ki Stepan.. STEPANBak Lusin, çünkü ben sevmiyorum kadınlarıBu tuhaf alışkanlığı, bu gereksiz yakınlığıSense bencillik diyeceksin buna. Ya daBir zevk düşkünlüğü diyeceksin. Oysa hiçbiri değil.. LUSİNPeki, ya nedir? STEPANOlsa olsa bunca çıkmazıSürdürmek benimkisi bir zevk biçiminde boyunaVe yaratmak yeniden bütün iğrendiklerimi. LUSİNKaçınılmaz bir yalnızlık seninkisi. AyrıcaKatı, ilgisiz, iğreti... STEPANVe diyebilirsin ki Lusin, soyu kalmamış hayvanlar gibiÖyle bir buz çağını yaşıyorum daİçkiyle aşıyorum, içkiyle çözüyorum bu cehennemi. LUSİNHiçbir şey yapmadan, hiçbir şey istemeden gerçekte. STEPANBelki de bir bilinci yoğunlaştırıyorum böyleceDoğarak acılarıma her an yenidenVe kendini kanatan bir bıçak gibi işte. LUSİNAnlıyorum Stepan, ne var ki, ben deÇıkmalı diyorum bu boğuntudanBu yanlış orospuluktan, bilmiyorumBana yardım edebilir misin? Daha doğrusuBir yol gösteren değil, bir uğrakOlabilir misin bana? STEPANSadece bir anlaşma! Ne çıkar anlaşsak da bizVe bütün anlaşmaların dünyadaSanırım bir anlamı var: yok gibiyiz hepimiz. LUSİNÖyleyse yalnız da değilsin sen. AyrıcaTutsaksın yalnızlığına Stepan. STEPANBunu yadsımıyorum ki Lusin. Yadsımıyorum daDemek istiyorum ki, sen de yalnızsın benim gibiBiz ikimiz de yalnızsak.. ve işte bu durumdaİki kişilik bir yalnızlık olmaz mı bizimkisi?Yok sanki bir şey yapacak.. LUSİNBelki de var.. ama nasıl? STEPANZorlasak mı acaba bizim olmayanGörünmez bir mutluluğun yollarınıHer türlü acılarla yılmadanSavaşsak mı geleceği kurtarmak içinAma gelecek ne Lusin, bilmem kiBilsem bile ne çıkar, o zaman da ben neyim? LUSİNDüşündüm ben Stepan. Düşündüm daha önce deDiyorum bir geneleve gitmeliHiç değilse bir karşıkoyma biçimi. Ve belkiO yalanlardan, o yalan ilişkilerdenDaha önemli bu, kim bilir STEPANBence bu kurtuluş yolu değil. Gerçi her şeyin hakkını vermeli.Üstelik kaygılanmadanAma bir tükenme duygusu, ölümsü bir yılgınlık daOlabilir seninkisi. Öyleyse karar vermeliBir çözüm yolu mu bu, değil mi? LUSİNHep böyle baş eğmek mi? İstemiyorum bunu StepanDüşmeli bir çirkinliğin içine. Ve yavaş yavaşAşmalı çirkinliği. STEPANBak Lusin, şu da var ki, genelevse gideceğin yer seninZaten bir genelevde yaşıyor gibisinHer türlü çirkinliğin içindeHer türlü düşmanlığın, her türlü bencilliğinİçinde anlaşıyorsun vuruşaraktanVe kırılaraktan durmadanÖyleyse bir kurtuluş bu mu? Bana kalırsaÖlümünü içinde taşıyan bir isyan. LUSİNİsyandı tanrıya başkaldırmak da. ÖyleyseBen şimdi neye inanacağımYalnızsam, beni yalnız bırakanVe yalnız değilsem, kararsız bir yargıç olanBaşkalarına mı?Yoksa kendime mi Stepan, ne dersin? STEPANKorkunçtur, bana kalırsa adımızaHazırlanmış bir oyun var bizimHepimizi yalnız bıraktıkları bir oyunVe bilirler, insanlar yalnız kaldıkçaKonuştukları dil de değişirSonunda hiç anlaşamazlar. Öyle kiBir zaman parçası içinde, bir durumunDeğişmez akışında, tekdüzeKalırlar bir sıkıntı avcısı gibiVe bir gün anlarlar ki, bir güç değildir artık yalnızlıkVe bunu anlayınca, işte o zaman LusinAşıvermek isterler bu zamanla durumuKoşarlar, koşarlar, tam sınıra gelinceSanki o tel örgülere yapışmış gibiBir duman oluverirler ya da kaskatıBir kömür parçası, bir ceset..Nedir bu durumda insanın anlamı? LUSİNAşmalı bu durumu Stepan. STEPANDuymuyorum ben acılarımı. Ve yitirdim çoktanYitirdim bütün karşıtlıkları. Ne umutNe umutsuzluk, ne hiçbir şeyKurtaramaz varlığımı benim. Ve yoğun bir anlamsızlığıniçindeSanki renksiz, boyutsuzVe göksüz, zamansız bir evrendeTek çıkar yol yaşamaksa LusinYaşıyorum ben de kaygısızDeğişmez bir anlamsızlığı böylece. LUSİNYani bir çıkmazı sürdürüyorsun kısacaBu yitiriş kendini, bu çöküşSanki bir üstünlük duygusu veriyor sana STEPANBense bir yalnızlık tarihini örüyorum ustaca. Ve gelecektekiBir önseziyi kuruyorum şimdiden. LUSİNAsıl iş bir sonuca varmakta. STEPANVarabilir misin? LUSİNÖyleyse çok uzun bir yol bu doğrusu. STEPANBir konyak daha içer misin? LUSİNAyrılalım Stepan, belki biz anlaşıyoruz amaİlkemiz ayrı yaşamakVe ne varsa işte bu ayrılıkta. STEPANAdım Stepan, Lusin. Yani benBir satranç oyuncusu olamam LUSİNElini ver Stepan, ne de olsa bir anlaşmadır buBelki de bir anlaşmadır. IV (Bir insan yaşanmamışlığı buluncaOnu artık hiç kimse anlatamazKalır sonsuz gücünün buyruğundaVe bütün kesinliklerin üstünde, yalnızDolaşır bir ateşböceği gibi kendi aydınlığında). Şimdi her yerden bakıyor gözleri. Ve bütün kaygılardanSarkıyor bir yanık lekesi gibiStepanAlkolden bir İsa gibi pencereye gerilmişElleri gökyüzünün katlarındaVe alkol korumakta onu. Ve zamanÇekmekte kıvrımlarını ağdırmak içinYalnızlığına Stepan’ıBitmeyen bir insan yapmak için onu. Ve ortaklaşaBir kasvet bağıntısına sığdırmak içinZamanÖyleyken direnmek istiyor Stepan: bir ilinti!Yani insandan bir İsa gibi arıyorGittikçe daralan boşluğunda kendini. (Sarı şey! bu dünyada ağrı varAğrıdır unutulmak, korkularÇaresizlik bir ağrıVe göğün sürüleri bu ağrıdan kopmuşlarYeryüzü bundan böyle dağınıkKi ölüm bir kurtuluşsa ağrının baskısındanYalnızlıkBir kurtuluşsa.. Sarı şey!İnsan kendini korumaktan yorgunAğrının gezegen yaratığıStepan.) Stepan, bir yağmurluğun yerini bulamamış hışırtısıKullanılmış bir jilet yere düşüyor, oBir konyak içer misin? Alıyor, işte StepanDilidir Stepan’ın “bir konyak içer misin?”Yani bir ölü gömme töreninden doğmuş olan Stepan’ın. (Armenak’ın, Diran’ın babası sandığı biriniKumar oynarken vurduğu o geceninSabahında. Ve sessiz bir düşünceninKapatılmış bir acının yavaş yavaş yayıldığıVe kutlar gibi bir rahatlığı ölününToprağa saldırdığı olağan bir vazgeçişle..İşte böyle bir günün gecesinde Armenak’ınTopraksı bir titremeyle Vartuhi’ye sokulduğuÇiftleştiği ve...Sonra deliler gibi ağladığı bu gözyaşımsı döllenmeye.) ArmenakDüğmelerini parlatıyor şimdi. Ve DiranBir Armenak’a bakıyor, bir de her şeye(Her şeyse, bu tek görünüşlü dünyamızdanBir yer mi ayırmak oluyor kendimizeKim bilir..)Ve işte kapının yanında öyleBir yer arıyor kendine VartuhiAlkolden dürbünleriyleAç, susuz bir böcek gibi kabuğuna çekilipBüsbütün yitmemek için. (Ayrıca, bu durumda hepsi deÖnce bir acıyla katılaşmakSonra o acıdan çözülmek uyumunda belki de.) VARTUHİBen demiştim, bir gün canımız sıkılacakBu kadar sıkıntının içinde. ARMENAKİyisi ne, biliyor musun, bir şakayı tekrarlayalımHey, Diran! sen kuş olsana gene. VARTUHİBırak Diran’ı canımHani şu falcı kadını görünce şapkanıNasıl ezdiğini ve sonra kravatını... DİRANSahi bir şapka aldım ben tavşan tüyünden. ARMENAKHaa, bildim, geçenlerde söylüyordun geneÜç aşağı beş yukarıHep aynı biçimde söylüyorsun bir şapka aldığını. VARTUHİŞapkanı göstersene, şapkanı! ARMENAKDiran, görelim şapkanı!DİRANHey, Diran, şapkanı göstersene! ARMENAKOlmadı, eğlenemiyoruz. Stepan!Katılsana sen de oyunaYa da.. dur bakayım.. eğer istersenKısa bir şiir okudu bize Stepan VARTUHİBoşuna yoruluyorsun, dinler mi hiç Stepan biziTam on yaşındaydı, hiç unutmamBiri dövmüştü onu, dudağı yarılmıştıVe hatırlar mısın günlerceDudağında gezdirmişti o kanı. ARMENAKVardıkça üstüne kanattıydı yeniden. VARTUHİİşte yıllarca böyleKanadı durdu Stepan kendi renginde. ARMENAKÖnce bir kan biçiminde, önce bir kan biçiminde. DİRANPeki, ne zaman doğdu Stepan, kim inanır öleceğine? ARMENAKÖlür mi hiç Stepan, nasılsa doğdu bir kereBir konyak içer misin Stepan? VARTUHİSusuyor, küstürdünüz çocuğuVer Stepan, bardağını doldurayımAaa! sahi unuttum, bugün Stepan’ın doğum günü! DİRANAman ne güzel, Stepan’ın doğum günü! ARMENAKBence kaldırmalı bu doğum günleriniİnsan bir yas gibi doğuyor yeniden. DİRANÖyleyse eğlenelim, vakit de geçmiyor zatenKiliseye gidelim, kiliseye! ARMENAKYani geldiğin yere, öyle mi?Ne de olsa tanrı çocuğu, ne dersin buna Vartuhi? VARTUHİHiiç! daha iyi bilirsin sen, kaçırmazsın çünkü cenaze törenleriniYakınsındır din adamlarına bu yüzdenHele bir töreni oldukça incelikliSen düzenlemiştin de hani.. ARMENAKBen bilmem neyi daha iyi bildiğimi.. DİRANNazlanma canım, herkes bilir ne kumarbaz olduğunu senin. VARTUHİNe yapsın, yalnızdı, vakit de geçmiyordu.Ne o, sen de mi yalnızsın Stepan? DİRANDoğrusu ben anlamam amaBir türlü insan vardır, der StepanHer yerde yalnız olanBir türlü insan vardır. ARMENAKYok canım! hangimiz benziyoruz ki Stepan’a. DİRANNiye saklayayım, ben benzemek isterim bazan Stepan’a ARMENAKBence bir başka anlamı olmalı bu sözün. DİRANBir türlü insan vardır, der StepanHer zaman böyle der de.. ama siz istersenizDokunulmamış bir anlam yükleyin bu sözeDeyin ki, Stepan her türlü kesinliğin üstündeYaşarken bir yaşanmamışlığı. ARMENAKSen mi konuşuyorsun, Stepan mı? DİRANBir türlü insan vardır, der Stepan. VARTUHİNeden anlaşamıyoruz öyleyse? DİRANSahi, biz neden anlaşamıyoruz Stepan? ARMENAKBenim iskambillerim nerde, bütün gün aradım durdum? VARTUHİKiminle oynayacaksın? ARMENAKHa, sahi, unuttum, kiminle oynayacağım? DİRANKendinle oyna, kendinle! VARTUHİSıkıldım, çıkıyorum, canınız cehennemeLusin’i bulurum belki. ARMENAKÖyle ya, Lusin nerde? DİRANKendinle oyna, kendinle! ARMENAKSöyleyin, Lusin nerde? STEPANBana kalırsa önce bizYeni bir ad bulmalıyız Lusin’e. VARTUHİDoğrusu anlamadım. STEPANBir kelime ya da bir simgeBuluyormuş gibi çirkinliğimize. ARMENAKPeki, ya Lusin nerde? STEPANYok Lusin diye bir şey yeryüzündeStepan da yok, Vartuhi de. DİRANDiran’la Armenak da yok öyleyse.. ARMENAKBen varım. Ama örücü NikolaylaPiyano tamircisi İvanofYok şimdi ikisi deÖldüler.. Biri içkiden öldüBiri de.. STEPANLusin mi nerde? gitti ya Lusin. ARMENAKNereye? DİRANZaten her zaman Lusinİsterse biraz giderdiBu kez de uzatmıştır azıcıkBelki deSeyreder gibi vitriniKalakalmıştır bir yerde. VARTUHİPeki elbiseleri nerde, şapkası? ARMENAKTerlikleri nerde, terlikleri? DİRANBelki de atlayıp gitmiştir bir trene. ARMENAKTerlikleri nerde, terlikleri?Kırmızı terlikleri, rugan terlikleri? DİRANDuruyor elbiseleri. FildişiTarağı da duruyor ve siyahEl çantası ve hepsi. ARMENAKTerlikleri nerde, terlikleriUyuyan terlikleri, hiç uyumayanİç çeken, yalvaran, ağlayan geceleri? VARTUHİHepiniz aptalsınız, canınız cehennemeLusin’i bulurum belkiBulamam belki deBulurum, bulurumYok canım! bulamam ben Lusin’iBulsam ne, bulmasam ne? ARMENAKHiç, sadece alışkanlık! Hey diran, bir şeyler söylesene! DİRANUyumak istiyorum, hazırlanmalı geceye. VARTUHİCanınız cehenneme! Lusin’i bulurum belki. STEPANHep gitmek biçiminde, hep gitmek biçiminde. ARMENAKBenim iskambillerim nerde? STEPANYok senin iskambillerin, yırtmıştın hani bir geceÇekmiştin esrarı da bütün günBen kralları, din adamlarını sevmem diyeYırtınıştın sonra onları. ARMENAKHa, sahi, unuttum, yırtmıştım ben onları. VARTUHİSonra da korkmuştun, bütün gün bağırmıştınBen cinayet işledim, ben cinayet işledim, diye. STEPANUnutmak biçiminde, unutmak biçiminde. DİRANBu sabah vardı gazetelerdeBir öğrenci babasını zehirlemiş. VARTUHİBiri de intihar etmiş yepyeni bir usulle. ARMENAKSen niye ölmüyorsun? çirkinsin, üstelik de gevezeYa Diran niçin ölmüyor? DİRANBen bayılırım cenaze törenlerineÜstelik çiçek de yaptıracağım senin için VARTUHİBiz ölümsüz aile. STEPANHa şöyle! koro halinde, koro halinde! ARMENAKYok canım, üzülme sen de. Ona bir konyakDaha versenizeBari tadını çıkarsın ölümsüzlüğün. DİRANYani biz küfürle mi anlaşıyoruz ne? VARTUHİNeden olmasın, elbette... STEPANBence bir efsaneyiz biz, acılı, mutsuzVe hayal gücüyle görünürüz sadece. VARTUHİKapı mı çalınıyor ne? Aaa! bakın, Lusin geldi. DİRANLusin mi geldi? Ne zaman?Desene, çoğalıyoruz gittikçe. VARTUHİLusin, çok kaldın kilisede! ARMENAKYok canım! Lusin değil ki o, benceAdres soran biri olmalı. DeğilseBir şirketin satış memurudur. DİRANBelki de bir orospudur, birinden kaçıyordur.. VARTUHİBelki de.. hiç böyle giyinir miydi LusinHem o kadar düşündüm ki onu benKim olsa biraz benzerdi Lusin’e. STEPANVe herkes birbirine, ve herkes birbirine! ARMENAKBence bir şirketin satış memurudur. DİRANYa da bir bankanın senedat servisinde.. VARTUHİO kadar çoğaldı ki son günlerdeŞu manikürcü kızlardan biri olmalı ARMENAKKim bilir, belki de gündelikçidir bir giyimevinde. DİRANOlsa olsa lüks otellerden birindeAsansörcüdür. Bütün gün bir aşağı bir yukarıÇene çalıyordur müşterilerle. STEPANGel Lusin! ta kendisi o Lusin’in. DİRANAl bakalım, Stepan’ı içki vurdu gene. ARMENAKHey Stepan! canın mı sıkılıyor ne? DİRANStepan sevgi gösterisinde.. ARMENAKBiz sahi neden sevmiyoruz birbirimizi? VARTUHİAlıştı sevmemeye. DİRANBakın şu ellerine, hiç Lusin olabilir mi o? LUSİNAma ben Lusin’im işteŞöyle bir uğrayayım dedim geçerken. ARMENAKNe dersin Stepan, çok mu kaçırdık yine? STEPANYok canım, ne kaçırması, Lusin değil ki o! DİRANSen değil miydin, o Lusin’dir, diyen az önce? STEPANO zaman biraz Lusin’di, şimdi değil. ARMENAKBenim iskambillerim nerde? STEPANGeri dönmüş gibiydi, Lusin’di o zaman elbette. VARTUHİCanınız cehenneme! işte ben gidiyorum. DİRANEe! gideceksen git sen de.. STEPANYani bir anlamda elbette Lusin değil. DİRANKim kime benziyor, kim kimin biçiminde? ARMENAKPeki, Stepan nerde? DİRANHay allah! unuttum gene, Stepan da kim? VARTUHİAdımı söylesenize, adımı! ARMENAKAdını bilmem ama, seni benBirine benzetiyorum, birine. STEPANOlmaz ki, işi çok karıştırdık. VARTUHİYeniden tanışalım öyleyse.İşte ben Vartuhiyim! DİRANSen Vartuhi olunca.. Diranım ben de. ARMENAKDiyelim ben de ArmenakımKim kalıyor şimdi geriye? LUSİNLusin’le Stepan kalıyor. BenseLusin olduğuma göre.. STEPANTek aday kalıyor Stepan’ın kimliğine. ARMENAKBenim iskambillerim nerde? VARTUHİŞimdi de fal mı açacaksın? DİRANHadi kuş gibi öteyim. Kanarya ya da isketeGibi öteyim, eğer istersenizVe Stepan isterseLusin de isterse, madem ki Lusinim, diyor.. VARTUHİDeğişsene üstünü Lusin! DİRANBir şeyler okusana İncilden“Ey kardeşler, size muştularım, ve...” ARMENAKBana bir konyak versene Lusin! STEPANİyi geceler! LUSİNHer şey aynı her yerde. V Ufacık meyhaneler vardı daracık sokaklardaBaba Armenak içerdi. (İçmek! şimdi hep birden neyi deneyelimNeyiSen, tanrıtanımaz kalabalık, büyük ağlamakDengesiz yoklukYerini bulamamakSeni mi, neyi? Bir akşamüstü kıyılara çıkmıştık, şöyle bir durmak ne güzeldiBir pencere açıldıBir bardak ekşi erik rakısı içildiSanki bir defaya mahsus olmak üzere dünyaya bakıldıSonraBalkonlar eski rengine boyandı ve güneş gözlükleriÇıkarıldıYeryüzü anlatıldı, dinledikKarışık olduk bir süre. GözlerimiziSallantılı bir denize bırakır gibi içimize bıraktıkSandallar bir yükü boşalttılar yaniBir kenti boşalttılar, ev içlerininKarışık, durmaz halini. Sonsuzduk. Bir sonsuz adam denirse bizeVe çılgın bir gemicinin diliyle söylersekKüçücük bir seren direğinden kocamanDünyamız görünürdü. Sonra her şey birdenbire çirkin, birdenbire çirkin, birdenbireÇirkindiBozuldu bir akşamüstü kıyılara çıkmak çünküEller bir soğuk el resmine girip dondularAy çürüdüHer şey bir hizada kaldı, bütün eşyaları kaldırdılarO kaldıBir o kaldı: gelişen korku. Yani kutsal kitaplardaki değil ve çağdaş felsefedekiSeçkin bir dili abartırkenki görkemliBir korku değilDeğil de, ne Romalı bir köleninkiNe engizisyon mahkemelerindeki, ne deBarışsever bir YahudininAvlanırken duyduğuBir korku da değil buVe bütün insan avlarında duyulanKonuşmaya ya da telaşlanmayaHiç mi hiç vakit bırakmadanTüyler, anılar bir daha yaşasın, bırakmadanKocaman bir “vur!” sesiVar yaO bile değil. Gelişen bir korku bu yalnızUmudu, umutsuzluğuBir anlama getirenAnlamsız bir soy olma korkusu. İçmek! şimdi hep birden neyi deneyelimNeyiYalnız kaldık, yalnızlığımız bizim çok büyüdüDünya ayaklarımızdaydı galiba. EllerimizAcılı bir şekilde gökyüzüne takılıVe nasıl benziyordu her şey ki baktığımızBir cambazhanenin kurumuş bir çıkartma gibiSerili her şeyineİşte burda diyebiliriz ki bay yargıçİçmek bize yepyeni bir iyilikçiliktiÖyleydiSize günlerimizi gösterelim, gecelerimiziYırtıcı kuşlarımızı ve örümceklerimiziDidik didik edildiğini gövdemizin bay yargıçAh öyle değilİçmek, içmek, içmek! ne anlama gelirdiGetiren cehennemini birlikteBaş eğmez, ama yılgın bizleriCezalandıranYapayalnız kalmaktaki eylemimiziSuçlayan bir şeydi alkolÖyleydi.Ve yaşam söylemekti bay yargıçBilip de söyleyemediklerimiziEski bir umut kadar eskidik. Ve eskiYaralarımızı gösterelim size, çürüklerimizi Koparılmış tırnaklarımızı bay yargıçO soğuk karanlıklardan soğukArtakalan gözlerimiziAh öyle değilÇünkü eski bir toplumbilimdi yargılanmakVe eskiBir cehennemi uygulamaktı bizlereBaş eğmez, ama yorgun bizlere. İçmek! şimdi hep birden neyi deneyelimNeyiYangınsız, cehennemsizBir ölüm mü kalıyor sanki geriyeVe ölüm ki nedir bay yargıçÇok garip bir şekilde kirlenmeninAdıdır ölümSonra soğuk ve eskiVe sonsuz bir dilekçeninAltındaki pullar gibidirİmzası görünmezse de çürümüş iskeletlerimizin.) Herkes biraz olsun içerdi. Kapı açılınca zil sesleriGibi her türlü acıların hep birden delirdiğiOralarda içerdiStepan evde içerdi. VartuhiÇantasında taşıdığı dürbünsü bir şişedenDeğişmesi bitince hep yeniden içerdiLusin de içerdi de.. nasıl anlatmalıBulanık bir dünyanın içinde Düşe kalka içerdiVe gündüzler olurdu sonra gecelerGeceler gündüzlere girerdiÇiçekler getirirlerdi, hiçbir şeyden yapılmamış çiçeklerBırakır gibi bir mezarın üstüneBırakır giderlerdiAdı geçerdi birinin, hiç olmayan birininSonra adı olmayan bir ülkeye giderdiZamanlar birbirine girerdi. Koz gece. (Ve cinayet gecesi Baba ArmenakYağan yağmurun altında, asfalttaÖlü bir tilkiyi hatırlıyorHerkesin ölü bir şeyi vardır. Ölüler çoğaldıkçaArtık hiçbir şey ölemez.Ve bu yüzden olacak Armenak ölümü tanımıyorYollar var arasında ölümleAşamaz o yolları. Aşmak içinHiçbir şey yapamaz ArmenakStepan da öyleBunlar ne zaman ölecekler, bilinmezBak Lusin ölebilir şimdilikDiran da, Vartuhi deVe Lusin ölmeyebilir de.. Sarı şeyÖlüm.) Peki bu yuvarlak masalar da ne, karanlık örtülerUpuzun her yerleriyle hiç alışmadıklarıBir dünyaya sarkıtılmış bu insanlar da neSonra bu gürültü de ne. Bu adamNeye uzanıyor böyle, anlamıyorum.Birini mi kaldırıyor yerden. Ve niçinOnu kaldırınca kendisiDüşüyor da yere, ötekiOnu kaldırıyor sonra, anlamıyorumBir tekdüzelik, bir ilintiBir ayakta durma biçimi belkiBelki de.. Her neyse, benim ellerimse bunlar, iskambillerim nerdeO sahi Lusin’di de ben tanımadım mıStepan! korkunç yalnızlıkStepan!Oğlanlarla kapanıp bir yerlere günlerceSapsan dudakları ve yağlanmış teniyleÇıkagelmesi bir gün. Ve nasılNefretin en çağdaş biçimiyleBir şeyler çözülüyor, bir şeyler yıkılıyor, anlıyorumÖyleyseSayılar neden böyle yumuşakNeden hiç kimseler konuşmuyorBen neden yalnızım? Benim eski bir gramofonum vardı, neredePlaklarım da vardıBen sessiz filmlere giderdim, neredeBilardo oynardım, kırmızı topÇarpa çarpa büyürdü caddelerdeKadınlar bana bakardı. O zaman Beyaz Ruslar vardıVe korkunç çalgılar vardı meyhanelerde Örücü Nikolanın evi vardı, kendi yaptığı votkalarıVardı Nikolanın. PaskalyadaÇörekler alırdı bize Nikola. O zaman ne güzel yağmurlar da      yağardıSaçak altları ne güzeldi. Biri kapıyı açardıEski resimler çıkardı, resim resim kokardı onlarBir sürü terlikler çıkardı sonra, bahçe kapıları çıkardıÜst üste odalar, saatler, yüzük kutularıKolonya şişeleri, örtüler, daha bir sürü şeylerHep durmadan çıkardıİpekli kumaşlar başka türlü alınırdı. KadınlarKapıları başka türlü açarlardıNikola, bir de Nikolanın arkadaşı İvanofPiyano tamircisi İvanofla birlikteRakılar içerdik. Benim karışık işlerim olurduNikola takılırdı bana. Gerçekte fena adamlardıkKadınlar kapıları başka türlü açarlardı gene deYumuşak sesler çıkarırlardı. Yatakları tertemizdiSahi ben Hera’yı sevmiştim bir araŞu manikürcü Alman kadınıKim bilir nereye gitti. Ben Armenakİmzasını şöyle şöyle atan ArmenakVe mektup yazardım. O zaman genç kızların ipekli şemsiyeleri      vardıBen ArmenakKaç yaşında olmalıyım. İçsem mi biraz daha, içmesem miNe diyordu İvanof, sen ne kadar içsen deİçmedin bir gün bile Nerde şimdi İvanofSaklanıyordur ölümdeKim bilir, belki de bir piyano olmuştur İvanofNikola dikiş iğnesi olmuşturYani insan ister istemezBir şey oluyor ölünceBen iskambil olacağım. Koz kupa olacak genePiyano, iskambil ve iğneBen ArmenakVartuhi’nin kocasıVartuhiO da mineli yahut sedefBir dürbün olacaktır elbetteSahi ne yapıyordur şimdi VartuhiStepanYa ne yapıyordur DiranLusin ne yapıyordur. Lusin kim bilir nerdeHerkes kim bilir nerdeİçsem mi bir kadeh daha, içmesem miNe diyordu İvanofÖlümüne saklanan İvanofSen ne kadar içsen deİçmedin bir gün bile. Ben şimdi ne yapacağım. VI (Saat kim bilir kaç olmalı. BelkiHer türlü saatlerin hep birdenTanımsız bir yeri gösterdiğiBir saat olmalı ki.. Çok karanlık bir cümlede durmuş gibiyizHerkesin, ama herkesin yanılıp bir yerlere gittiğiBir cümlede durmuş gibiyizKi bütün mektupların, telgraflarınDurmadan yanlış verildiğiSapsarı bir cümlede ve geniş.) Telefonlar kesildi evrendeyizStepanAlkolün yaslı çocuğuDenizden bir İsa gibi kaybolanKendi denizlerinde. Bir konyak içer misin? Alıyor, işte StepanAdıdır Stepan’ın “Bir Konyak İçer misin”SusuyorNiye susuyor, yok mu bir alacağı dünyadan? (Sarı bir şey oluyordu bir akşamIssız gökyüzünün içindeSarı bir şey! Bu nasıl bir anlamdır ki, elindeBitmez tükenmez duvar kâğıtları taşıyanBir adamBir zaman dışı işçisi belkiYa da bir kasvet tanrısı tarafındanGönderilmiş bir haberciTelaşsız elleriyle dünyayı yorgunlaştıran. Ve duvar kâğıtları kaplanınca gökyüzüneTam o zamanSarı bir şey yapıyorduk herbirimizBir ölüm habercisi gibi kendimizeSarı bir iğrentiyle ve sarıÇılgınlığımızla buluşanBir intihar sonrası gibi ıssızSapsarı yüreklerimize.) Saklıyız. Biri mi geziniyor dünyada neYok canım, bize öyle geliyorPeki, bu ayak sesleriMerdivenleri çıkıyor DiranYani yaşıyor olmakYaşamakla bağdaşamaz bazen. (Çok telaşlı bir şeyleri durmadan yaşamaktanYılgınızVe “ne yapsak” bizim yüzümüzdürYaşlıyız kullanmaktanKadınların aramızda olmadığı saatlerGibi soğuk uçlu ve kabaVe inatçı bir keder tanrısı tarafındanÇekilmiştir sayısızArkamızda duvar kâğıtları, fotoğraflarımız. Olmayan insanlarız. Üstelik olmamayaTanığız, kararlıyız.Sanki bir hayat komasından çıktık daGörünsün istiyoruz yenidenHep aynı biçimde yenidenYeniden, yeniden, yeniden çıldırdığımız.) Hayat ölüm istiyor, bozgundayızVartuhiBir karanlıktan bir başka karanlığaBir karanlık gibi geçen VartuhiÖlüme dalmış gibi. ÖlümeSaplı bir bıçak gibi ArmenakKara bir çılgınlığın dünyaya uzarkenkiO ilkel biçiminde. (Çılgın! şimdi bir çılgınlığı anlamanınVazgeçilmez kendisi olmalıKötü bir akşamüstüne uzatılmış ayak parmaklarınınAğır ve güneşsiz sallantısındaUykulardan vurulmuş o acaip kuşlarlaKansız ve zararsız kuşlarlaHiçbir anlama gelmeyen kuşlarla. SonraÇok uzun bir bıçağın kaçınılmaz ölümsüzlüğüBir kaktüs suyunun rahimsi yoğunluğundaVe mezarların ki kustuğu, gebe kalmış toprağınKustuğu yalnızlığaBitmeyen yalnızlığa, gelişen yalnızlığaÇılgınYani bir çılgınlığı anlamanınVazgeçilmez kendisiHangi hoş kokulu zamanların, acıyla unutulmuşÇağların katı bilinciVe taşlar arasına sıkışmış parlak taşlarınBir konyak ağırlığınca neyi ateşlediğiGibiGüçlü ve yılgın. Ey boşluksu beline asılmış tabancanlaSen, bütün imgelerin yolunu değiştirdiğinSayısız değiştirdiğin yeryüzü eşyalarınıAz bulunur bir çirkinlikle ve hızlaVe günler yarattığın korkunç ve kabaVe yanmış alkollerin, sınırsız alkollerinKimseyi sokmadığın o taşkın havasındaVe ölüm sonrası bir yaratık gibi kendiniYaşamaya zorladığın kurşunlaSenÇılgınYani bir çılgınlığı anlamanınÇağdaş ve seyircisiz tanrısıGünüyüz, görkemiyiz bir seni kutlamanın.) Şiirlerin yavaş yavaş bittiği saatlerBir çocuk yüzünün, bir sokak isminin, bir kitap sayfasınınBittiği ve uzantısını geri çektiği saattler. (Bir şeyizKaçınılmaz ölü saatler içindekiKimse artık bir şey için daha fazla bir şey söyleyemezYaşadıklarımızı ancak toplarız. DünyadanHiçbir şeysiz ancak çıkarızKi biz öldük diye yapılır bütün işlemler arkamızdanSusarız, katlanırızUçsuz bucaksız rengini alırız bir daha hiç konuşmamanınSorularımız ancak kalır, sıkıntılarımız. Arkamızdan biraz olsun gülerlerGülsünler! bu bizim boş bulunup onlara yakalandığımızOnların günübirlik yaşadıklarınaYeni doğmuş gözleriyle kaygısızBiz ki işte kendimizi ancak toplarızSon kadehlerimizi ancak içeriz. Sigara paketlerimiziCeplerimize koyarızKapılardan ancak çıkarız. MasalardaSorularımız ancak kalır, sıkıntılarımız. Ve kalır kahverengi saatler, hiç bilinmeyenlerBir çağı gerdiğimiz, süresiz kanattığımızKalır elbette bunlar, daha fazla değilVe soğuk dünyamızda yanıtsız kaldığımızSonra işte acılarımızı ancak toplarızŞehirlerimizden ancak çıkarız. Boş sokaklardaEvlerde, tezgâhlarda ve bütün olağanlıklardaSorularımız ancak kalır, sıkıntılarımız.) VII Ve onlar ceninler gibi orada. Öyle bir rahim çıplaklığınaUzatılmış bir ışıkla buruşmuşlar gibiÇok ağır bir tabutu kaldırıyorlar gibi aradaElleri üzerinde. Ve boşluk yalpalayıncaVe dünya kımıldayınca biraz. DünyaYanıtsız bir eşya gibi. Sonra? (Sonra o geçite, aşağıyaBir krizantem giyinip yapraklarınıDüşüyor sanki işitilmedik bir güçleÖlümsü bir delirgenlikle, katı ve soğukVe değişmez bir yolcu biçiminde. Atışı bitirilmeyeZorlanan bir yürekle, gün iskeletindenO sonsuz efsaneye, geceyeVe bir çiçek olmada varlaşarakDüşüyor kan görmemiş taşlaraStepan, Vartuhi, ArmenakDiran ve LusinYani o altın tüveycin etkisine koşarakSonu gelmez bir durumunSonu gelmez kapılarını açarakİniyor kantanımaz taşlaraLusin ile VartuhiDiran ile Armenak. Belki arasıra o yorgunBedeviler geçiyorsa pasajdanStepan, Stepan!Olsa olsa Stepan.)