6 Ekim 2015 Salı

Pencere, Y.Ritsos

Yannis RitsosAlışkanlıklar Da DeğişirPENCERE

(Deniz kıyısında bir odanın penceresi önünde iki adam oturmaktadır. Görünüşlerinden uzun zamandır birbirlerini görmemiş iki arkadaş oldukları anlaşılır. Biri denizciye benzemektedir. Öbürü, susanı ise, denizciye benzemez. Yavaş yavaş gece inmektedir. Sessiz, menekşe ve kızıllık içinde bir bahar akşamı. Dingin denizin üzerinde gemilerin bordaları, halatları, direkleri ve evler çizgi çizgi yansımaktadır. Başlangıçta sıradan ve biraz yorgun bir ses:)

Burada pencerenin önünde oturuyorum; gelip geçenebakıyorum ve kendimi görüyorum onlarıngözlerinde. Eski çerçevesi içindesessiz bir fotoğraf olarak düşünüyorum kendimi,evin dışına, batıya bakan duvara asılı,                 kendim ve pencerem.                 Bazan kendim de bakıyorumbu sevdalı, yorgun gözlü fotoğrafa, ağzınıbir gölgenin gizlediği; bazan, batan güneşe ya da aya bakançerçevenin camındaki düzgün parıltı tümüyle örtüyor                 yüzümüve soluk, gümüş ya da pembe renkli dörtgen ışığın gerisindeiyice kayboluyorum gözden ve serbestçe bakıyorum herkese,kimse beni görmeden. Özgürlük içinde; insan ne                 söyleyebilir?Kımıldayamıyorum; arkamdanemli ya da kızgın duvar; göğsümdesoğuk pencere camı; gözlerimin incecik damarlarıdal dal oluyor camın içinde. Böylece, duvarlacamın arasında sıkışmış, elimi oynamaktan korkuyorum,avucumu kaşlarıma götüremiyorum, güneş amansız                 görkemiyle parladığı zaman; görsem de, istesem                 de,durmak zorunda kalıyorum kıpırdamadan. Bir şeyedokunmaya çalışsam, dirseğimcamı kırabilir ve bir delikaçabilir yanımda yağmur ve bakışların geçebileceği.Sonra, konuşmaya çalışsam, pencerenin camını                 buğulandırıyosesimin sıcaklığı (şimdi olduğu gibi)ve göremiyorum sözünü etmek istediğim şeyleri.Sonra sessizlik, hareketsizlik. İkiyüzlülük  bile diyebilirsin,çünkü, belki de bilirsin, kaç çarmıha gerilmiş çığlık,kaç diz çöküş gizlidiro dikey saydam görkemin gerisinde.Hele akşam olurken, şu bahar günlerinde, ve limanuzakta bir yangınken, yaldızlı ve kızıl, gemi direklerinin karanlık ormanında, balıklarıduyarsın, suların basıncında, küçük üçgen ağızlarıyladerin bir soluk almak için suyun yüzüne çıka.n Dikkat                 ettin mi?Böyle zamanlarda suyun yoğum aydınlığı kırılırküçük balıkların binlerce ağzıyla. Kimse dayanamazhiç ara vermeksizin o sınırsız tekinsiz manzaraya bakmaya                 bunca suyun ağırlığı altında,bu masalsı denizin ormanlarında, bu soluk kesici                 saydamlıkta.Bence bir bakıma fotoğraflar da dayanamaz çerçeve                 camlarının ardında nasıl poz verilmiş olursa olsun, ne kadar güzel olursa                 olsun duruşları,hayatlarının durdurulmuş bir anında, gururlu bir saflık                 içinde eşsiz güzellikte bir el fotoğrafçının stüdyosundakizarif masanın ya da dizlerinin üzerinde dururkenyakalarında (tabii) solmayan bir çiçek, ne kendini beğenmişliklerini ele verecek kadar yaygın,ne de yazgılarına boyun eğmişçesine büsbütün tutukbelli belirsiz bir zafer gülümseyişi dudaklannda.Oysa zaman tümüyle pusuya yatmıştır onlar için, onların                 bu güzel anlarının önünde ve ötesinde.Ve onlar tümüyle isterler bu zamanları, taşıllaşmışsaygınlıklarını, önceden tasarlanmış olup olmaması                 fark etmeyengörkemli duruşlarını yitirecek olsalar bile,bu canlı öyküleri mum gibi eriyecek olsa bile bakışlarının                 alevinde,ışığın saydamlığında beliren gençlikleri yalanlanacak                 olsa bile. Ne var ki, onların isteğinden daha büyük ya da eşit olarakgörünür korku; sonra gülümseyişleri dedenizin dibinde, iki kaya arasında uzanmış durangümüşten bir balık gibidir - ya da havada,kendi uçuşuna asılı, kanatları kımıltısızkül rengi bir kuş gibi. Fotoğraflar daöyle kapalı kalır, bütün pişmanlıkları, düşmanlıklarıyla,çerçevelerinin, isteklerinin ve korkularının dışına                 çıkamadan,bakarak usandırıcı göğe ve uçsuz bucaksız denize.Bu yüzden daracık bir yer seçeriz korunmak içinkendi sınırsızlığımızdan. Belki de bu yüzdenburada oturuyorum ben, bu pencere önünde, bakmak içingemicilerin rıhtımda, kaldınm taşlarında kalanayak izlerinin bir peri masalmdaki sıra sıra,dikdörtgen aylar gibi yavaş yavaş silinişine.Ne bir şey anladığım var artık, ne de anlamaya çalıştığım.Saçlarını yıkamış bir kadın bitişik balkonun korkuluğuna                 yaslanmışyavaşça mırıldandığı bir şarkıyla saçlarını kurutmak için.Bir denizci bacaklannı açmış şaşkın gözlerle bakıyorkoca ikindi gölgesinin önünde, sanki yabancı bir limanda,gemisinin pruvasında dimdik durmuş,suları tanımıyor, nereye demir atacağını bilmiyor.Daha sonra, hava yavaş yavaş kararırken ve batan güneşinsessiz, menekşeli titreşimleri solarken duvarlarda ve çitlerde,sokak lambaları bile yanmadan önce, apansız bir sıcaklıkyayılır ya - işte o anda,  kimin yüzü olduğugörülmese de kestirilebilir; gölgeninterleyen koltukaltlarına sokulduğunu görürsün;bir ağacın yapraklarını serinletir hızla geçen bir giysinin                 hışırtısı;delikanlıların beyaz gömlekleri uzak mavi bir renge                 bürünür ve bir duman tüter üzerlerinclen,her şey yalıtılmış, büyülenmiş, belirsizleşmiştir;belki de bu yüzden birden bütün ışıklar yanar,açıkça hükmettikleri ne varsa uzaklaştırmak için.Evlerin içinde, rüzgâra kapalı anlaşılmaz bir denizdekisarkık bayrakları andınr çarşaflar, hani herkesgemiyi terk etmiştir, kimseler kalmamıştır bayrakların                 selamlayacağı,bu yüzden öyle sarkık dururlar akşam saatlerinde,güneşten kızmış, unutulmuş, kayıtsız, geçit törenleri, çalgılar, danslar ve şölenlerle kutlananbir bayram gününde kesilmiş koca koca hayvanların yüzülmüş derileri gibi. Tören bitmiş, sokaklar boşalmıştır. Yaya kaldırımlarındayağlı kâğıtlar, çiğnenmiş rozetler, ekmek kabukları,                 kemikler kalmıştır - oysa daha kimse dönmemiştir evine, sanki herkes                 pişmanmı, herkes gereksiz bir izni kullanıyormuş gibidir.Odalar hâlâ karanlık ve çekicilikten uzak, sokaktakive gemilerdeki renk renk ışıklar, dağınık birkaç yıldızya da bağırıp çağıran, şarkı söyleyen sarhoş askerlerle dolubir kamyonun birden beliren farlarıyla aydınlanırlarve farların ışığı, sessizce, gizlice evin içine mıhlar                 pencerenin gölgesini,korkunç görünüşlü iki denizcininıssız bir kıyıya taşıdıkları koca bir sandık gibi. Sonra garip şeyler gelir aklınıza - size de olmaz mı bu?Sanki her birimiz, yüzleri örtülü,ikisi de kinci, birbirleriyle anlaşamayanve sandığı taşımaya, kıyının biraz ötesindetoprağı tırnaklarıyla kazıp gömmeyeancak o anda karar vermiş iki kişiyizdir.Bütün gizlemelerine karşın, onlar gibi siz de bilirsiniz ki,sandığın içinde parçalanmış bir ceset yatmaktadır,genç, sevilmiş birinin cesedi; onlardan birinindir bu ceset,kendileri öldürmüş, kendileri gömmüştürbirbirini tanımayan iki yabancı gibi.                                                          Bu güzel biçimli,bildiğimiz dört köşeli sandıkkapalı bir kapıya benziyor sözünü ettiğimiz o çerçeveli fotoğraflara,baharda dışardaki sevimli kalabalığı seyrettiğimiz                 pencereye benziyor. Ben sık sık rastlamışımdır bu cesede, bu insana,özellikle ay ışığında dolaşırken - biraz solgun, ama her zaman genç - rıhtımdaya da boyalı kadınları, aç köpekleri, paslı tenekeleri,traşı uzamış denizcileri, çürümüş meyveleri, küfürleri,sıkılmış limon kabukları, yeşil çinko leğenleri,tuvalet tasları, mumları, gaz lambalarıylao pis genelevlerin olduğu yukarı sokakta.Gerçekten, bir kere bir kadınla pazarlık ederken gördüm                 onu,ama parayı alnııyordu kadın, fazla bulduğu için. -Hayır,                 hayır,-diyordu durmadan boğuk bir sesle ve boyalı tımaklı elibiraz da titriyordu. Kendisini hırsızlıkla, saldırganlıkla,maymuncuklarla, falcıların sözünü ettikleri ve gerçek hayatta da eksik olmayan demirkapılarla ilgilibir olaya karıştıracaklarından korkuyordu.Bunların ne gereği vardı ona? Ücret belliydi, daha az alamazdı, aına fazlasını da                 istemiyordu.Anlaşılmaz bir insan, iri ve boş gözleriiki yanar kor gibiydi soluk yüzünde. Bu gözler yakabilirdi kadını.Saçlanndaki tokaları bile eritebilir,  erimiş teller saçlarının arasından gözlerine akabilirdi. Her zaman hüzünlü bir görünüşü vardı onun - belki detüketemediği gücündendi bu hüzün - baharın o genişmelankolisi gibi  bir hüzün.  Bildiğimiz kadar,hiç parçalanmamıştı daha önce. Bir kapıyı açar gibio koca sandığı usulca açıp sapsağlam çıkardı ay ışığına,ve iyice belirirdi ellerindeki damarlar,kırımzı, kıpkırmızı - garip bir görünüş ayışığında,soluk Hıristiyan derisinin altında.

Biliyor musunuz, bazan ancak parçalanmaldasapsağlam lıalabileceğimize inanıyorum - bunun                 bilincindeysek elbet.Hem nasıl bilincinde olmayız, bizi parçalayan ve yenidenyadsıdığınıız şeylerle bir araya getiren de kendi bilgimiz                 olduğuna göre.Bayağı sevimli bir yer, şu  sözünü ettiğim üst sokak -dünyanın en olmadık dükkânlanyla: eskiciler, kömürcüler,                 bakkallar,eski taşbasması resimleri, bir tuzağı andıran koca                 koltuklanyla berberler,aynalarından kesilmiş koyunlarla sığırların kanlı alayı                 yansıyan kasap dükkânları;balık kokularıyla meyve kokularının birbirine karıştığı                 manavlar ve balıkçılar -kapı önlerinde kuşkulu, suskun bir gürültü,marangoz dükkânının önüne dayalı saç levhalarınya da rendelenmiş büyük sarı tahtaların yansıttığıdonuk bir parıltı. Sokağa gelişigüzel yığdıklarıyağmurlukları, kümes hayvanlarını, mandalları, şişeleri,tarakları, boş bisküvi kutularını, kokulu sabunları,açık artırmaya getirip sonra bir kenara attıkları obatık gemilerden sökülmüş kamara parçalarını,çeşitli ülkelerden alınmış gümrüksüz allı pullu ipek                 kumaşları,Japon çay takımlarını, masa örtülerini, içlerindegörülmemiş bir gül ve geceleyin bir ölünün parmaklarından                 çalınmışsarı siyah iki kıymetli taşa benzeyen donuk gözleriylesokaktan gelip geçenlere bakan yaldızlı kuşlarıylayarım kalmış bir kiliseyi andıran garip oyuk kafesleri                 satıyorlar.

Yalnayak çocuklar sokağın ortasında zar atıyorlar,basık tavanlı, açık pencereli odalarda denizcilerle yatıyor                 kadınlar, güneşte yanmış satıcılar yan yana bir duvarın dibine                 işiyorlar; zaman zaman, kana bulanmış bıçaklar gibi parlıyor                 sepetlerde balıklar, ve bazan, yolunu şaşırmış bir an, havada vızıldayarakbir çocuğun parçalanmış oyuncağının zembereği gibisarı halkalar çiziyor hızla uçarken.Yavaşça bir toz bulutu yükseliyor alacakaranlıktayüzlerin                 arasında,kiraz renkli gizi gibi soluklarm, terin, çıkarların                 ve cinayetlerin,üstünkörü bastırılmış tükenmez bir açlığın çok derindeki                 gizisonsuz bir gidiş geliş, sonsuz bir pazarlık, sonsuz bir                 harcamaticareti, hırsları, açıkgözleri ve elbette hayatı desteklemek                 için,o kertede ki, bazan genç güzel bir kız görürsün, temiz,                 çiçekli giysisiylekurum içindeki sokakta,, fıstıkçının küçük arabasıyla                 çuvalların yanında durmuş,tepeden tırnağa denizin aydınlığındabembeyaz dişleriyle vapurun düdüğüne gülümsüyor.Çürümüş limon kabukları küçük güneşler gibi parlıyor                 çevresinde;alçak bir pencerenin hafifçe yana çekilmiş kıvrık kreton                 perdesi,çok sevdiğiniz bir kitabın bir gün yeniden okumak için                 büktüğünüz sayfası gibi.Demek ki aşağılanma yok hayatın sürüp gittiği,köpeklerin çekingen hareketlerle çöpleri kokladığıve genç kızların başlannda taşıdıkları bir testi sessiz suyudüşürmemek için gür saçlarının döküldüğü çizgisiz                 alınlarınıdimdik tutabildikleri yerde. Pek çok genç kız gördümöyle yürüyen, evet, hem de o sokaktave esmer tenli, göğüsleri kıllı, kalın dudaklı delikanlılar,(dertli insanlann olduğu gibi) her zaman kızgın,istedikleri kadar bayağılaşamadıkları içindurmadan seslerini yükselterek küfreden. Dikkat edersen,sen de görebilirsin. Sesleri, gece saatlerindedizlerinde kıvrılıp miskin miskin mırıldanangeminin kara kedisini okşayan iri avuçlar gibidir,ve ne o eller görünür, ne de kedi, görünen sadece kedinin fosforlu gözleridir, çiçekli bir adaya yanaşanbir geminin kıyıyı tarayan iki yan projektörü gibi.O sokakta biraz daha yukan, Aya Vasili tepesine doğru                 yürürsen,aşağıda tümüyle uzanan limanı görürsün,mazot ve yağ lekelerinin parladığını .uçsuz bucaksız denizin kıyısındaki karanlık sularda,ışıyan, kusursuz diyebileceğin o lekeleri,köpek leşleri,  çürümüş patatesler, saman çöpleri, çam                 kozalakları ve kayıklar arasındakayıtsız bir dinginliğin aydınlık adacıkları gibi yüzen.İşte çekinmeden bakabilirsin bu penceredenya da sokağa çıkabilirsin. Sessiz bir kutsama havası vardırinsanların davranışlarında. Menekşe renkli bir gölge kalırsevişmekten yorulmuş bir kadının sol omuzunda,öbür yanına dönüp yalnız uykusuna dalan. Bitişiktekiavluya asılmış, açık saçık düşlerin izlerini taşıyankalın donları, parktaki kanepelerin altına atılmışburuşuk kaputları ya da kadınların korselerinden kopupküçük sedefli çiçekler gibi otların üzerine düşmüşdüğmeleri görürsün; artık ne kokuları, ne tozları,                 ne tohumlarıartık.verebileceklerî hiçbir şeyleri kalmadığı için biraz üzgün duran o çiçekleri. Bir ara ben de düşündüm sokağa çıkıpbu pencereyle o koca sandığı satmayı. sırf onların bakımından kurtulmak için,şu alışveriş işine ben de karışayım,yabancı bir dilde konuşan sesimi duyabileyim diye,Ama hemen anladım satacak bir şeyim olmadığını. Başka                 bir nedeni vardı bunun:camlan olmasa bile gene de bu pencereden bakıp                 duracağımınyeni bir kanıtını arıyordum.Hiç başanlı olamamışımdır iş konusunda. Sonrane para edecek bir şeyim var, ne de para verebileceğimbir şey. Bu eski fotoğrafların bile bir değeri yokbaşkaları için, çerçeveleri som altın olsa bile.Ama. benim için gerekli şeyler onlar.Hem ölmüş de değildir bu fotoğraflar - hayır. Akşam                 indiğindeve kahvenin dışındaki sandalyeler sıcaklıklarını yitirmedenve herkes (ben bile) bir başkasına sığınmaya çalışırken,fotoğraflar da alçak, ahşap bir merdivenden iner gibi,çerçevelerinden iner, mutfağa girer, lambayı yakar,sofrayı kararlar (tabağa çarpan bir çatalıntanıdık sesini duyarsınız), üç-beş kitabımı,hatta (eski yeni) düşüncelerimi görüntülerle karşılaştırıpçekingen tartışmalar, bazan da çok eski, yaşanmış kanıtlarla düzene sokarlar.İşte bu yüzden kendimi borçlu hisseder, ayrılamam bu                 pencereden,Ne görmemi engeller bu pencere, ne de var olmamı -                 tam tersine. -Duvarla cam arasına sıkışma- konusunda söylediklerime                 gelince,bir ilkbahar abartmasıydı o, her yerden fışkırangür yeşilliklerin bir abartması. Oysa işe yarayan,dört köşe bir dinginlik, bir saydamlıktır bu pencere.

Duvarlar bulutlandığı zaman akşam saatlerinde, pencerepatlar durur, sanki kendiliğinden; korur ve yayarbatan güneşin son yansımasını,gölgelenen sokağa yansıtır bu parıltıyı,yüzlerini aydınlatır gelip geçenlerin, onlarıen içten anlarında suçüstü yakalamış gibi, bisiklet                 telcerleklerini,bir kadının gerdanında sallanan altın zinciri  ya da limanda demirli bir geminintanıdık olmayan adım aydınlatır. Kışın, dizlerini çarpar bu camlara rüzgârve öfkeyle uzaklaştığını görürüm geniş sırtını dönerek.Bazan da buradan, bu akşam olduğu gibi, bahar                 akşamlarında,bir gemiden öbürüne seslenen denizcilerin konuşmalarını                 duyarım,sanki yıldızların arasındaki ilişkileri açıklıyotlardır bana;geıııilerin yanlarındalki o anlaşılmaz sayıları açıklıyorlardır.Birden, denize fırlatılan bir demirin sesini duyarımyalnızca bana sunulan bir şeymiş gibi,bana bunu gösterme yetkisi veren bir şeymiş gibi. Öyleyse yakınacak neyim olabilir bu pencereyle ilgili?İstersen yarıya kadar açar, dışarı hiç bakımdanve görünmeden izleyebilirsin sokaktaki gerçek sahneleri,o büyük uzaklığın yumuşak aydınlığıylaboşlukta daha derin, daha sürekli;bütün bunlar  gözünün önünde, sadece birkaç adım ötede                 yaşanıyor olsa bile,Sonra da, istersen, pencereyi iyice açıp kendini                 seyredebilirsin camda,çok uzak, tılsımlı bir aynaya bakar gibi, ve tarayabilirsin                 seyrelen saçlarnı, ya da gülümseyişini düzeltebilirsin. Her şey daha açık,daha sessiz, daha durgun, bu yüzden devazgeçilmez ve zaman dışı görünür bu camlarda.                                                             Balıkçı aynasıylahiç bakmışlığın var mı denize? Üstteki çırpıntının altındaeşsiz bir görünüşü vardır derinliklerin, o kımıltısızlığı,saydam düzeni, hem dingin hem de her an kırılabilirdilsiz kutsallığı içinde - konuştuğumuz gibi. Amasoluğun kesilir nedense uzun süre böyle kalırsan;bu yüzden başını 'kaldırırsın havaya,ya da bu pencereyi açarsın (bu kez, artık bile bile), ya da                 kapıdan dışarı çıkarsın.Ve artık hayatını ve gözlerini eğecek hiçbir şey kalmamıştır,ve artık övünçle gösterip türküsünü söyleyemeyeceğin                 hiçbir şey kalmamıştır, ve artık yüzünü güneşe çeviremeyeceğin hiçbir şey                 kalmamıştır.

(Pencereyi kapayıp sokağa çıktılar. Gemilerin ışıkları yanmıştı. İki arkadaş iskelenin ucuna gittiler. Durup denize baktılar ve sığ sularda bir balığın aralıklı sıçrayışını duydular ve anlaşılmaz bir nedenle el ele tutuştular. Sonra sessizce kangal gibi kıvrılmış ıslak halatların üzerine oturdular, birer cıgara yakarak kibritin alevinde birbirlerine baktılar. Garip, nerdeyse yersiz bir mutluluk içindeydiler baharda deniz kokusuna, kızarmış balık, kıvırcık salata ve sirke kokusu karıştığı zaman hayatın o açıklanması güç mutluluğu içinde; Biraz sonra yandaki nıeyhaneye' gideceklerdi. Karınları acıkmıştı bile. Gramofondan gelen ses bu açlığı daha da artırıyordu. Liman nöbetçileri uygun adım yanlarından geçtiler, yazlık üniformaları akşam karanlığında bembeyaz görünüyordu. İki arkadaş halatların üzerinden kalktılar, gidecekleri yere doğru yürüdüler.)

Pire, Nisan 1959

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder