28 Temmuz 2015 Salı

Okmeydanı 1950

Kur'an okuyan zalim yöneticiler

Tarihin tekerrürden ibaret olduğunun bir göstergesi de dindar yöneticilerin âlimlere uyguladıkları baskılarda ortaya çıkıyor.

Yanındakilerin abid ve zahid olduğunu iddia ettikleri Müslüman yöneticiler, devrindeki âlimleri hor görmüş; hatta kendilerine muhalif oldukları için hapse dahi attırmış. Mesela İmam-ı Azam'ı kırbaçlatan Halife Mansur, çok güzel Kur'an okurdu. İmam Hanbel'e karşı çıkan Halife Memun ilme düşkündü. 200 bin Müslüman'ı katleden Haccac-ı Zalim ise namazını aksatmazdı.

İstiklâl Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy, “Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey?/ Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?/ Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar/ Hiç ibret alınsaydı tekerrür eder miydi?” der Safahat'ın yedinci kitabında. Akif'in mısralarını projektör gibi İslâm tarihinin üzerinde gezdirdiğimizde karşımıza çıkan tablolar oldukça hüzünlü ve düşündürücü oluyor. İktidarın sersemletici otoritesine karşı koyamayan birçok hükümdarın yanlışları ve günahlarıyla dolu mazi atlası. Hem de öyle ‘zalim işte' deyip geçiştirilebilecek tipler de değil sayfaların arasında kalmış bu isimler. Yanındakilerin abid ve zahid olduğunu iddia ettikleri bu Müslüman yöneticiler, devrindeki âlimleri hor görmüş; hatta kendilerine muhalif oldukları için hapse dahi attırmışlar. Geçmişin günümüze uç vermesindeki hikmeti anlayanlar için ibret vesikası olan hadiseleri yeniden okuyalım mı? Ve anlatıldığı zaman gözlerimizi kapattığımız hikâyeleri yeniden hatırlayalım mı?

200 bin Müslüman'ı katleden Haccac-ı Zalim namaz için hassastı

İslam tarihinin ‘zalim' lakaplı valisi Haccac-ı Zalim, Emevî;ler zamanında yaşamış devlet adamıdır. Ömrü hayatı boyunca Emevî; saltanatı için çalışan Haccac, devrindeki birçok Müslüman'a iradeye muhalif olduğu için zulmeder. Zor kullanarak kendisine biat ettirdiği halk, bu bağlılıktan vazgeçerse onları dinden çıkmış kabul ederdi. Yönetimi sırasında sert tedbirlere başvuran Zalim Haccac, âlimlere karşı da aynı tutumu sergilemekten geri durmaz. Kuşatma sırasında Kâbe'ye zarar veren, Abdullah bin Zübeyir, Enes bin Malik gibi sahabeleri şehid eden Haccac bin Yusuf, vefat ettiğinde geride 200 bin Müslüman'ın kanını ve 28 bin mahpus bırakır. Dinî; vecibelerinde oldukça hassas olan Haccac, hafızdı, tecvid âlimiydi, büyük bir hatipti ve namaz konusunda çok hassastı.

Kerbela'nın lanetlilerinden Yezid, ordusuyla İstanbul'u fethe gelmişti

Emevî;lerin ikinci halifesi Yezid zamanında halifelik saltanata dönüşür. Hazreti Hüseyin'in şehit edildiği Kerbela hadisesinin baş sorumlusudur. Bu yüzden bütün İslam âlemi kendisine lanet eder. Bediüzzaman'a göre de Yezid'e lanet vacip değildir; ama caizdir. İslam ordusu, 668 senesinde Bizans'a doğru harekete geçer ve Kadıköy önlerine gelir. Yezid komutasında hazırlanan yardımcı kuvvetlerle birlikte Boğaz geçilir ve İstanbul kuşatılır. Bu fetih harekâtında aralarında Eba Eyyub el-Ensarî; gibi birçok sahabe şehit düşer. Kuşatma, Bizans'ın vergi vermeyi kabul etmesi üzerine kaldırılır.

Niyazî;-i Mısrî;'ye zulmeden Vanî; Mehmet Efendi ‘hünkâr şeyhi'ydi

17. yüzyıl Osmanlı'sının âteşî;n çehrelerinden Niyazî;-i Mısrî;, IV. Mehmed döneminde yobazlara karşı ehl-i tasavvufu savunur. Hünkâr şeyhi olan Vanî; Mehmed Efendi ile hararetli tartışmaları devrin şuuru adına önemli bilgiler verir. Vanlı Mehmed, Mısrî;'nin müritlerinin devleti ele geçirdiği yalanını yaymaya başlar, Hazret-i Pir'in de bu oluşumu desteklediğini jurnaller saraya. Hazret ise iftiralara, tezvirata karşı hakkını sonuna kadar savunur; ancak Mısrî;'yi ‘hain'likle suçlayan iktidar, fitne sonucu onu Limni'ye sürer. Ayağına bukağılar takılan Hazret'in şu bedduası meşhurdur: “Devletin inkırazı için dördüncü kat semaya kazık çaktım, onu benden başkası çıkaramaz!”

İmam-ı Azam'ı kırbaçlatan Halife Mansur, çok güzel Kur'an okurdu

Numan bin Sabit, nam-ı diğer Ebu Hanife, birçok insanın mezhep imamı. Hem Emevî; hem de Abbasî; dönemlerinde yaşamış olan bu büyük âlim, her iki devlet zamanında da kıymet görmez. Devlet tarafından her daim baskı altında yaşar. Arap bağnazlığı yüzünden Emevî;lere, aynı yolu izledikleri için de Abbasî;lere karşı tutum sergiler. İkinci Abbasî; halifesi Mansur'la çağdaş olan İmam-ı Azam, devleti yönetenleri yaptıklarından ötürü tenkit eder. Mansur, huzurunda zehirli süt ikram ederek onu öldürmeye teşebbüs bile eder. İmam-ı Azam'ı hapse atıp vücudunu kırbaçlatan Mansur'un devrinde ‘Medinetü's-Selam' adında büyük bir saray inşa ettirdiğini söylüyor kaynaklar, bir de çok güzel Kur'an-ı Kerim okuduğunu…

İmam Hanbel'e karşı çıkan Halife Memun ilme düşkündü

Abbasî; hanedanının bir diğer halifesi Memun da devrindeki mezhep çatışmalarını sonlandırmak adına birtakım faaliyetlerde bulunur. Yanındaki din adamlarının da telkiniyle İslam üzerinde tehlikeli tartışmalar yaşanmaya başlar. Mezhep kurucularından İmam Hanbel büyük baskı görmeye başlar. İlme ve sanata düşkünlüğüyle bilinen Memun, âlim bir zata zulmetmekten geri durmaz. Kendisinden sonra tahta çıkan Halife Mutasım da aynı yolu takip eder. Ve büyük imamı hapse arttırır. Kırbaçlatır, bayılıncaya kadar da işkence ettirir. Sonra aynı sahneler tekrar be tekrar yaşanır.

Anadolu'yu işgalden koruyan Mevlânâ'ya ‘Moğol ajanı' denmişti

Mevlânâ Hazretleri, hoşgörülü bir mutasavvıftı. 1243 Kösedağ Savaşı sırasında Moğollara yüksek perdeden ses çıkarmadığı için, gerek devrinde gerek sonrasında Moğol casusu olarak itham edilir. Ahmet Yaşar Ocak'a göre Moğollar, Anadolu'ya geldiği zaman, Mevlânâ, onlara yaklaşmıştır. Çünkü Moğolların yollarının üstündeki yerlerde halka ve şehirlere verdikleri zararları tarih kaydediyordur. “Mevlânâ bunu bilen biri.” diyen Ocak, “Ailesi de Belh'ten istila yüzünden göçtüğü için olabilecek felaketleri çok iyi biliyor. Bu yüzden hem etrafındakileri korumak, hem de kentlere ve halka fazla zarar vermelerini önlemek için, Moğollara yaklaşmış ve onların Anadolu'ya olabildiğince az zarar vermelerini sağlamak istemiştir.” ifadelerini kullanıyor.

21 Temmuz 2015 Salı

SAHURDAN ZİNDANA ZULMÜN 1 YILI

Sahur operasyonuyla evlerinden alınan polisler tam bir yıldır cezaevinde. Aradan geçen süreye rağmen iddianame bir türlü yazılmadı. 25 Nisan gecesi haklarında verilen tahliye kararı dahi işleme konulmadı. Bir yıllık süre içinde tutuklu polislerden 11'i cezaevinde baba oldu. Evin yükünü tek başına omuzlamak zorunda kalan polis eşleri ise kendilerini hayal edemeyecekleri zorlukların yaşandığı bir dünyanın içinde buldu. Asıl zor olansa bu durumu çocuklara anlatmaktı. Anlatamadılar, çocuklar gördüklerini tecrübe etti... Peki bu bir yılda neler yaşandı?

Bir sahur vakti düzenlenen operasyonla cezaevine gönderilen polislerin evlerinden, ailelerinden ayrılalı tam bir yıl oldu. Polis aileleri, kar kış demeden her hafta eşlerini, oğullarını, babalarını görebilmek için yollara düştü. İstanbul dışında olan aileler ise ancak ayda bir gerçekleştirilen açık görüşlerle teselli oldu. Sağlık nedenleri ya da maddi yetersizlikler bazı ailelerin aylık görüş günlerine bile engel oldu. Aradan geçen bir yıllık süreye rağmen polisler hakkındaki iddianame bir türlü yazılamadı. 25 Nisan gecesi haklarında verilen tahliye kararı dahi işleme konulmadı. O güne dek Silivri'de tutuklu bulunan polislerin durumu artık esir statüsü kazandı. Bu bir yıllık süre içinde tutuklu polislerden 11'i cezaevinde baba oldu. Doğumuna şahit olamadıkları bebeklerine haftalar sonraki açık görüşte yalnızca bir saatliğine dokunabildiler. Evin yükünü tek başına omuzlamak zorunda kalan polis eşleri ise kendilerini hiç hayal edemeyecekleri bir dünyanın içinde buldu. Asıl zor olansa bu durumu çocuklara anlatmaktı. Bir kısmı babalarını özel görevde zannederken, bir kısmının ise neler yaşandığı, babasını niçin soğuk bir camın ardından gördüğüne dair hiçbir fikri yok. Önceleri görüş bitimlerinde babasından ayrılmak zorunda kalan çocukların çığlıklarıyla inleyen cezaevi, şimdilerde gardiyanın gelişinden babasına veda zamanının geldiğini öğretti küçük çocuklara. Peki bu bir yılda neler yaşandı? Polislerin eşleri ve çocuklarıyla görüştük...

22 TEMMUZ SAHUR VAKTİ

SEMRA IŞIK: EŞİMİN SAHUR YAPAMADIĞINI ÖĞRENİNCE ÇOK ÜZÜLDÜM

22 Temmuz gecesi mutfakta sahur hazırlığında olan Semra Işık, kapıya vurulan şiddetli yumruklarla irkildi. Ortalıkta oynayan küçük kızı o an için aklına bile gelmedi. Eşi kapıya yönelip gelenlerin kim olduğunu sordu, polis cevabını aldığında davul zurnayla çalarak gelen operasyonun başladığını anladı. Kapıyı açtıklarında karşılarında yaklaşık sekiz polis onlara gözaltı kararı olduğunu söyledi. Evlilikleri boyunca işi nedeniyle çoğu kez eve geç gelen, tatillerini iptal eden Mehmet Işık, meslektaşları tarafından gözaltına alındı. Sahur yapmasına bile izin verilmeden emniyete götürüldü. Semra Işık ise kendi deyimiyle eşinin ardından öylece bakakaldı. Üç buçuk yaşındaki kızı Zehra'yı uyutmaya çalıştı. Sabah olduğunda ise eşine destek için Vatan Caddesi'ndeki İstanbul Emniyet'e gitti. Sekiz gün süren emniyet ve adliye sürecinden sonra eşi serbest bırakıldı ancak yaklaşık bir hafta sonunda yeniden yakalama kararı çıktı. Yine serbest kalan Mehmet Işık, şubat ayında yapılan başka bir operasyon kapsamında tutuklandı. “Bir Ramazan günü Müslüman bir ülkede, Müslüman olduğunu savunan bir iktidar tarafından, siyasi bir operasyonla gözaltına alındık.” diyen Semra Işık, eşinin sahur yapamadığını öğrendiğinde çok üzüldüğünü söylüyor. Işık, son bir yılını şöyle anlatıyor: “Eşim ilk gözaltına alındığında bir aylık hamileydim. Üçüncü kere gözaltına alınıp tutuklandığında sekiz aylık hamileydim. Bebeğimiz üç aylık oldu ancak ortada ne iddianame var ne başka bir şey. Vatan evlatları içeride ama teröristler, hırsızlar dışarıda.”

ELİF ATAYÜN: ABLA BAK, BABAMA NE YAPMIŞLAR!

Eski İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürü Yurt Atayün, 22 Temmuz gecesi Vatan Emniyet'e ifade vermek için gitti. Olağanüstü bir dönemden geçtiklerinin farkında olarak vedalaştı ailesiyle ancak evdekiler bir haftaya babalarının döneceğini düşünüyordu. Öyle ki Elif Atayün, son kez balkondan el salladıkları babaları için, ‘bir yıl eve dönmeyeceğini bilseydik tekrar tekrar sarılırdık' diyor. Lojmandan çıkartıldıkları için evlerine taşınalı üç gün olmuştu, henüz yerleşememişlerdi ve haberleri takip edemiyorlardı. Telefonun başında babalarından gelecek iyi bir haberi beklerken sosyal medyada Yurt Atayün'e ters kelepçe takılmış resmi gördüler. Evin küçük oğlu Mustafa ‘Abla bak babama ne yapmışlar!' diye ağlayarak ablasının yanına gitti. Hepsinin boğazı düğümlendi, ‘Olsun kardeşim bunlar şeref madalyaları.' diyebildiler.

CEZAEVİNDE GEÇEN GÜnler

Aradan geçen bir yılda ilk günkü gibi babalarının arkasında dimdik durduklarını söyleyen Elif Atayün, “Birçok günümüzü camın arkasına sığdırdık. Kardeşim, karnesini camın ardından gösterdi, çok ağladı, bu bayram da babamsız olmak istemiyorum, diye. Allah bu gözyaşlarının hesabını sorar, kimsenin yanına kalmaz. Allah'a çok şükür biz mazlum taraftayız, zalim olmadık, zulmeden olmadık.” diyor. Babasının içerdeki bir yılının dolu dolu geçtiğini anlatıyor: “Açık öğretimi çok yüksek ortalamayla bitirdi. Çok fazla kitap okuyor. Tarihe not düşmek için mektuplar yazıyor. Günlerini o kadar dolu geçiriyor ki, ‘Bazen 24 saat bile yetmiyor. Ülkemiz için, sizler için ve bugün yanımızda olan insanlar için dua ediyorum. Elimden geldiğince hiçbir günümü boş geçirmiyorum.' diyor.”

EMNİYET VE ADLİYE SÜRECİ

ŞULE ÇETİNER: Bu Günler ASLA UNUTULMAYACAK

22 Temmuz gecesini, hayatının en zor gecelerinden biri olarak yaşayanlardan Şule Çetiner. Eski Emniyet Müdürü Murat Çetiner, operasyon sırasında çocukların yaşananları görmesini istemediği için o gece annesinin evinde kalmış. Operasyonu kendisine gelen telefonla öğrenen Şule Çetiner'in ertesi gün istediği tek şey, eşine olabildiğince yakın olmaktı. Kızıyla birlikte eşinin yıllarca görev yaptığı Vatan Emniyet'in önüne geldi. Diğer aileler basına açıklamalarda bulunuyor, bazıları Kuran okuyordu. Nezarethanedeki eşine bin bir engelle kıyafet ulaştırmayı başardı. Emniyet binasının önünden ayrılmak istemeyen Şule Hanım, sıcak hava ve oruçlu olmalarına rağmen diğer ailelerle birlikte beklemeye devam etti. İftar vaktinde ise yanlarında kendilerine desteğe gelen vatandaşları buldular. Upuzun iftar sofrası kuruldu, herkesin tek dileği adaletin tecellisiydi. Murat Çetiner, adliyedeki sorgusunun ardından serbest bırakıldı ancak kararın açıklanacağı son güne kadar diğer aileleri yalnız bırakmadılar. “İçeridekiler eşimin arkadaşıysa da dışarıdaki eşleri de benim kardeşlerim.” diyen Şule Hanım o günleri şöyle anlatıyor: “Ramazan ayının maneviyatında açlık susuzluk olsa da Allah dayanma gücü veriyor. Bu operasyonun adı sahur operasyonu olarak kaldı, asla unutulmayacak. Allah bir daha böyle acılar göstermesin.”

TUTUKLu adalet!

EMEL YUYUCU: DOĞUMDA EŞİMİN YANIMDA OLMAMASI ÇOK ÜZDÜ

Emel Yuyucu, komiser olan eşinin ihraç edildiği günlerde hamile olduğunu öğrendi. Ailesi için hem en zor hem de en güzel günlerin sinyalleri birlikte gelmişti. Eşinin ihracı nedeniyle oturdukları lojmandan çıkmaları gerekince yeni bir ev bulup taşındılar. Daha önceki hamileliğinde düşük yapan Yuyucu, aynı durumu yeniden yaşamaktan çok korkuyor, fizikî; yorgunluğun yanında stres ve üzüntü de zor bir hamilelik geçirmesine neden oluyordu. Sahur operasyonunda gözaltına alınıp bırakılan eşi, 2015 şubat ayında üçüncü kez gözaltına alındıktan sonra tutuklandı. Doğumuna iki ay kala eşini zindana gönderen Yuyucu, onu ağlayarak uğurladı. Hamileliğin verdiği duygusallıkla eşiyle olan görüşmelerinde gözyaşlarına hâkim olamadı. Eşini görebilmek için her ay Niğde'den uçakla gelip gitti, yanında her ihtimale karşı bebek çantasını taşıdı. Korktukları gibi erken doğum oldu, bebeğin ciğerlerinde oluşan rahatsızlıktan dolayı bir hafta yoğun bakımda kalması gerekti. Durumunu üzülmesin diye eşinden gizlemeye çalıştı. Yoğun bakım önünde her bebeği anne ve babası birlikte beklerken o yalnız kaldı. Şimdi üç aylık olan bebeğinin durumu gayet iyi. Silivri'deki Selman Yuyucu ise bebeğinin durumunu eşinin ona yazdığı mektuplardan ve gönderdikleri fotoğraflardan takip ediyor. Son bir yılda en derin sevinç ve hüzünlerini bir arada yaşayan Yuyucu, “Bu süreçte en üzüldüğüm şey tek başıma doğum yapmam ve bebeğimizin bir hafta boyunca yoğun bakımda kaldığı dönemde yalnız başıma olmamdı.” diyor.

İLK AÇIK GÖRÜŞ

SEMRA KÖSE: BİTTİ Mİ BABA? BİTTİ KIZIM…

TEM eski Şube Müdürü Ömer Köse'nin eşi Semra Köse, sahur operasyonunda gözaltına alınıp bırakıldıktan sonra tekrar tutuklanan eşini bir hafta sonra açık görüşte görebildi. Daha önce önünden dahi geçmediği cezaevine şimdi eşini görmek için gidiyordu. Hem sevinçli hem de şaşkın olan Köse; göz taraması, turnikeler ve didik didik aramaların sonunda görüşmenin yapılacağı salona geçti. Eşini göreceği için bunlar kendisine ağır gelmemişti. Koğuş arkadaşlarının aileleriyle birlikte salona gelmelerini bekliyorlardı. Köse ve arkadaşları gardiyanlar eşliğinde ve parmaklılar arkasında görünmeye başladı. Salonda bir alkış tufanı koptu: “Siz bizim kahramanımızsınız.” Semra Köse'nin tabiriyle eşi, o kocaman gülüşüyle, sanki hiçbir şey olmamış gibi çıkıp gelmişti. Yan yana oturmalarına izin verilmediği için karşılıklı oturdular. Ne yaşadıklarını anlayamayan çocuklar babalarını öptü, sarıldı. O bir saate hasretlerini sığdırmaya çalıştılar. Süre bitip de veda zamanı geldiğinde durumu en çok 3 buçuk yaşındaki kızı Leyla'ya anlatmakta zorlandılar. ‘Baba ne olur gitme, ben babama gideceğim! Baba gitme!' çığlıklarıyla Metris'i inletmişti. Salondaki herkes çok kötü olmuştu. Ömer Köse de gözyaşlarını tutmaya çalışmıştı ancak yapacak bir şey yoktu. İlk açık görüşten sonra Semra Hanım, küçük kızını üç ay babasını görmeye götüremedi. Aynı şeyleri yaşamaya kimsenin gücü yoktu. Üç ay sonra görüşe gittiğinde ise karşıdan gardiyanın geldiğini gören Leyla, “Bitti mi baba?” diye sordu. Babası da “Bitti kızım” diye cevap verdi. Babasını öptü, ağlamadan vedalaştılar. Yaşanan süreç küçük Leyla'yı bile olgunlaştırmıştı. Yaklaşık bir yıldır her ay bir saatliğine babasını iş yerinde ziyaret ettiğini zannediyor. Aradaki camı açıklayamayacakları için kızını haftalık kapalı görüşlere götüremiyor. Köse, yaşadıklarından dolayı şikâyetçi olmadığını ve şükrettiğini söylüyor.

SİLİVRİ YOLLARI

SÜMEYYE AKSOY: EŞİNİ GÖREBİLMEK İÇİN HER HAFTA 90 KM YOL GİDİYOR

Silivri Cezaevi'ndeki Mali Şube Müdür Yardımcısı Kazım Aksoy'un eşi Sümeyye Aksoy, her hafta eşini görebilmek için 90 kilometre yol gitmek zorunda. 45 dakikalık görüşme için yaşadığı yorgunluğun bir yıllık yaşadığı üzüntünün yanında önemli olmadığını söyleyen Aksoy, eşini görmenin mutluluğu ve yaşadıklarının acısını aynı anda hissettiğini dile getiriyor. Aylardır zulüm yaşadığını anlatan Aksoy, “Bizim artık gerçekten sabredecek gücümüz kalmadı. Çocuklar da biz de çok özledik. Bir an önce her şey bitsin ve çıkıp gelsinler, özgürlüklerine kavuşsunlar.” diyerek sürecin derhal bitmesini istiyor.

HACER BAŞDAĞ: CEZAEVİNDEN ÇIKARKEN CANIMI İÇERİDE BIRAKIYORUM

Eski Emniyet Müdürü Hayati Başdağ, gözaltına alındığı sırada yaptığı ‘Haram lokma yemedim' çıkışıyla operasyonun sembol isimlerinden biri olmuştu. Halen Silivri Cezaevi'nde tutuklu bulunan Başdağ'ın eşi ve üç çocuğu, Ankara'daki evlerini ona daha yakın olabilmek için İstanbul'a taşıdı. Hacer Başdağ, eşini her hafta 45 dakika camın ardından da olsa görebildiği için kendini şanslı hissediyor. Silivri'ye her zaman heyecanla gittiğini ancak kapısına gelince kasvet bastığını söyleyen Başdağ, “Çıkarken de canımı içeride bırakıyorum. İçimi çok acıtıyor, içim kıyılıyor.” diyor. Camın ardında geçen kapalı görüşlerin çok daha acı olduğunu ifade eden Başdağ, yedi yaşındaki oğlu Muhsin Mert'in, “Anne, yine kapalı mı görüş!” diye sorduğunu anlatıyor.

YARIM KALAN TAHLİYE

ÖZLEM AÇIKGÖZ: 5 NİSAN GÜNÜ HAYATIMIZLA OYNANDI

Tutuklanan eski İstanbul Terör Şube Müdür Yardımcısı Osman Özgür Açıkgöz'ün eşi Zeliha Açıkgöz, 25 Nisan'da aldığı telefonda eşiyle ilgili tahliye kararı olduğunu öğrendi. Aylardır beklediği iyi haberi almış, evin içinde ‘tahliye tahliye' diye bağırarak dolanmaya başladı. Neden sonra kızının, “Anne, tahliye ne demek?” sözüyle kendine geldi. Her şey bitmişti, kızına babasının artık eve geleceğini söyledi ve cezaevine onu almaya gittiler. Fakat sabaha kadar süren bekleyişin ardından bir yıldır yaşanan hukuksuzluğun bu kadar kolay bitmeyeceğini anladılar. Kızının sıkıntıdan dolayı kaşları ve kirpikleri döküldü. 25 Nisan'ın hayatlarıyla oynandığı bir gün olduğunu söyleyen Açıkgöz, tahliye kararının uygulanmamasını yeni bir hukuksuz süreci olarak tanımlıyor ve “Hayatımızı çaldılar.” diyor.

BİR YIL SONRA...

MUALLA YILMAZER: SES ÇIKARMIYORUZ ‘ALLAH VAR' DİYORUZ

Emekli İstanbul İstihbarat Şube Müdürü Ali Fuat Yılmazer'in eşi Mualla Yılmazer bir yılı şöyle değerlendiriyor: “Allah'a olan inancımız bizi ayakta tutuyor. Dua etmeyi bilmiyormuşuz, onu öğrendik. Bu bir yılda bayramlar, kızımın mezuniyeti, çocukların doğum günleri onsuz geçti. Tabii ki zor geliyor. Cezaevine gidiyoruz her hafta. Orada gardiyanların çıkardığı zorluklar oluyor. Ses çıkarmıyoruz. ‘Allah var!' diyoruz. Diğer tarafta olan birinin eşi olsaydım ne yapardım? Bu sürecin hayırlısıyla bitmesi için dua ediyorum. Eşim içeride nasıl yaşıyorsa ben dışarıda öyle yaşıyorum. O ne yapıyorsa ben de onu yapıyorum. İyi bir son için mücadele ettik, eşim de iyi bir son için mücadele etti. Yaşamak için çalışmadı gerçekten. Onun ideali hep yaşatmaktı. Çok güzel işlere imza attılar, biz gurur duymayalım da kim duysun!”

14 Temmuz 2015 Salı

Çocuk, işlenecek bir cevherdir

Bir Hint atasözü, “Çocuklarınızı 6 yaşına kadar bana verin, 60 yaşına kadar sizin olsun.” der. Çocukların 0-6 yaş arası, eğitimleri için çok önemli. Pedagog Adem Güneş, ‘Çocuk Eğitiminde 100 Temel Kural' kitabıyla çalışan ve zamansızlıktan şikâyet eden ebevylere sesleniyor.

Pedagog Adem Güneş, kitap okumayan bir toplum olduğumuzu düşündüğü için, ebeveynlere yönelik pratik bir kitap hazırladı:'“Çocuk Eğitiminde 100 Temel Kural.' Özellikle çalışan anne-baba ve vakit sıkıntısı yaşayanlar için kitabın hap bilgiler içerdiğini söylemek mümkün. Güneş'e göre, ebeveynlerin çocuk eğitiminde en fazla tereddüt yaşadıkları dönem 0-6 yaş arası. Bu dönemde çocukların en önemli ihtiyacı bağlanma ve bunu illaki anneyle giderecek diye bir kural yok. Bu sebeple Güneş, “Çocuk yetiştirmek anne ve babanın görevi.” diyor.

Son dönemde çocuk eğitiminin doğal mecrasından çıktığını düşünen Güneş, şunları anlatıyor: “Bazı ebeveynler çocuğunun her şeyi başarmasını istiyor. Bulundukları yerlerde ikinci olsalar ‘neden birinci olamadın?' diye çocuklarını incitiyorlar. Bazıları da ‘dünyaya gelen büyüyor' diye düşünerek ilgisiz bırakıyor. Maalesef günümüz çocuklarının doğal ebeveynlere muhtaç olduklarını gözlemliyoruz.”

Çocuklarını birbiriyle yarıştıran, onun üzerinden kendini öven, davranışlarından utanıp şiddet uygulayan ebeveynlerin sayısının fazla olduğuna dikkat çeken Güneş, “Son dönemde kökeni bize ait olmayan, farklı kültürlerin pedagojik usullerini uygulayarak çocuk yetiştirmeye çalışan ebeveynlerle karşılaşıyoruz. Toplumsal dokudan kopup bireyselleşmiş çocuk yetiştirmenin zararlarını zaman içinde görüyorlar ne yazık ki.” diyor.

Kardeşler arası ideal yaş farkı dört

* Bebeğin odaya ihtiyacı yoktur. En güzel oda dahi anne yatağından güven verici değildir.

* Çocuk anne sütü değil, güven emer.

* Ebeveynlerin en büyük yanılgısı ‘küçükken söz geçiremezsem, büyüdüğünde beni hiç dinlemez' düşüncesidir.

* Çocukluk dönemi his edinim dönemidir.

* Kaygılı annelerin kendine bağımlı çocukları olur.

* Bağlanmanın üç temas noktası; göz, ten ve sestir.

* Çalışan anne çouğunu dört yaş öncesi kreşe vermek yerine bakıcı tercih etmelidir.

* Anne, çocuğundan vedalaşarak ayrılmalıdır, habersizce gitmek kaygı uyandırır.

* Tuvalet alışkanlığı, çocuk zihinsel ve fiziksel açıdan hazır olduğu zaman başlamalıdır.

* Okulöncesi dönemde çocuklarla iletişimde eylem dili kullanılmalıdır.

* Kardeşler arası ideal yaş farkı dörttür.

* Anne-babadan keyif alamayan çocuklar kendilerini TV, telefon, bilgisayar gibi araçlarla meşgul eder.

* Uykuya direnç yaşama sevinci olan çocukların davranışıdır.

* Yetişkinler yoruldukça yavaşlar, çocuklar yoruldukça hızlanır.

* Çocuk aşağılandıkça iki insanî; hissini yitirir; mahcubiyet ve utanma.

* Üzerinde baskı olan çocuk sonradan hiperaktif davranışlar sergiler.

* Ne talihsizdir o anne-babalar ki dünyada çocuklarını değil, kendilerini gezdirirler.

* Çocuklar, 3-4 yaşlarında bellek yitimine uğrar.

* Pedagojide çocuğun üç dünyası vardır; gerçek, hayal ve rüya. Okul öncesinde bunları ayırt etmek zordur.

* Konuşurken dinlenen çocuk, kendini değerli hisseder.

* Hatırlanmayan geçmiş, yaşanan değersizlik hissindendir.

* Çocuk, hatası yüzüne vuruldukça duyarsızlaşır.

* Bir ebeveynin ‘artık annen/baban olmayacağım' demesi duygusal şiddettir.

7 Temmuz 2015 Salı

Beş Kardeş'ten ince göndermeler

Yaz döneminde yeniden ekranlara dönen ‘Beş Kardeş' dizisinde gündeme ve siyasî; olaylara yapılan göndermeler her hafta sosyal medyanın gündeminde. İşte onlardan bazıları…

‘Beş Kardeş', adından da anlaşılacağı üzere beş kardeşin hayatını anlatan bir dizi. 16 Şubat'ta yayınlanmaya başlayan dizi; birbirinden çok farklı karakterlere sahip, dededen kalma ahşap bir konakta yaşayan kardeşlerin hikâyesini konu alıyor. Başrollerinde Serkan Keskin (Said), Nadir Sarıbacak (Nazım), Tansu Biçer (Turgut), Osman Sonant (Orhan) ve Fatih Artman'ın (Aziz) yer aldığı yapımın senaristliği ve yönetmenliğini Onur Ünlü üstleniyor. Dizinin özellikle sosyal medyada çokça konuşulmasında gündeme dair yapılan göndermelerin payı büyük. Kâh evdekiler zor tutuluyor kâh halkın vicdanının önüne geçilemiyor kâh hırsızların orucunun kabul olup olmayacağı sorgulanıyor. Beş Kardeş'te dikkat çeken bu ayrıntılara Onur Ünlü takipçileri yabancı değil. Bu noktada televizyon eleştirmeni Tayfun Atay'a kulak verelim: “Onur Ünlü, içerisine siyasi iktidar marifetiyle saplandığımız kültürel/kimliksel kutuplaşma batağından çıkmaya dönük bir iradeyi her zamanki gibi (ama bu defa daha düşük dozda) absürt komediden beslenerek bu dizide ortaya koymakta.”

İlk beş bölümden sonra ara verilen (bazılarına göre reyting düşüktü, bazılarına göreyse göndermeler sebebiyle) ve tekrar yayınlanmaya başlayan Beş Kardeş'ten birkaç ince göndermeyi derledik…

Hırsızların orucu kabul olur mu?

Dizinin en çok konuşulan sahnelerinden biri de şöyleydi: Haksız yere hapse düşen Aziz'i ziyaret eden kardeşlerden Turgut, Aziz'e, "Oruç musun oğlum?” diye sorar. Aziz bu soruya, "Orucum abi, Allah kabul ederse, orucum." diye cevap verir. Bunun üzerine Nazım, kendinden geçercesine şu cümleleri söyler: "Eder kardeşim, Allah kabul eder, eder kardeşim, eder. Benim biricik kardeşim suçsuz yere hapishanelere girecek, orada yatacak ve oruç tutmaya çalışacak, Allah onun orucunu kabul etmeyecek de bu hırsızların orucunu mu kabul edecek?"

Sizden öğrenecek değiliz!

Dizinin çocuk karakteri Melike ile Orhan arasında şöyle bir diyalog geçer. Orhan, Melike'ye, “Bak küçük hanım, bana öyle kabalaşma mabalaşma diyemezsin. Biz, kime, nasıl davranacağımızı sizden öğrenecek değiliz.” Sonra da, “Ne dedim ben ya!” der.

Kitapta ‘biriktirme' yazmıyor muydu?

Said'e para lazımdır. Kardeşi Turgut ile konuşur. Said: “Bende 400 lira var.” Turgut ise, “Bende de 2 bin lira var kenarda.” der. Turgut'un 2 bin lira biriktirmesine şaşıran Said, “Vayy, para mı biriktirdin lan ee oğlum hani kitapta biriktirme yazmıyor muydu?” diye sorar. Turgut'un cevabı taşı gediğine koyar: “Yok abi yani biriktirme derken, yığma diyor kitapta. İhtiyacından fazlasını biriktirme diyor.”

Kara para mı, ak para mı?

Sacit karakteri ile Aziz arasında geçen diyalog, dizideki ince göndermeler arasında dikkati çekenlerdendi. Aziz, patronu Sacit Bey'e: “Bana taşıttığınız o sandığın içindeki paraları gördüm. Allah bilir kimin parası, neyin parası o. Kara para mı, daha iğrenci ak para mı hepsini gördüm ben.”

2023…

İmam karakterini canlandıran Turgut'un paraya ihtiyacı vardır. Osman amca, Turgut'a para verebileceğini söyler ve onu mezarlığa götürür. Kendi gömüleceği yeri göstererek, “Burası benim mezarım.” der. Mezar taşındaki doğum tarihi dikkatlerden kaçmaz: 1954. Ölüm yılı ise 2023'tür. Turgut, Osman amcanın isteği üzerine mezarı kazar ve içinden bir kutu çıkar, kutunun içinden de tomar tomar para...

Evdekileri zor tutuyorum

Mahallenin akli dengesi yerinde olmayan teyzesi Mukadder Hanım, kızını görmeye gelen kardeşlere çıkışır: “Benim sinirimi oynatmayın tamam mı, beni delirtmeyin, çıkın gidin bahçemden.” Sonra da imalı bir şekilde şu cümleyi söyler: “Zaten evdekileri zor tutuyorum.” Tam o sırada Nazım, kendisinden beklenen şu cevabı verir: “Evdekileri zor tutuyorum derken, tamamını mı bir kısmını mı? Bir yüzde verir misiniz?” Sonra abilerine şöyle bir açıklama yapıyor: “Belki evdekilerin bir kısmı bizimle aynı görüştedir ve baskıdan dolayı seslerini çıkaramıyorlardır.”

Ayakkabı kutuları

Beş kardeşin en küçüğü Aziz'i işinde önemli bir konuma getiren patronu, “Senin için bazı kıyafetler hazırlattım.” diyerek ona takım elbiseler ve ayakkabı kutuları gönderir. Aziz ise takım elbiseleri göstererek, “Hadi bunları anladım da (ayakkabı kutularını işaret ederek) bu kadar parayı ne yapacağım.” der.

Gazetene ne davalar açarlar, şaşırırsın!

Muhabir karakterini canlandıran Nazım, gazete çıkarmaya karar verir. Evinin bahçesine bina yaparken Said gelir ve Nazım'a sorar: “Napıyosun buraya?” Nazım'ın cevabı düşündürücüdür: “Burası ‘Halkın Öfkesi' gazetesinin merkez binası olacak.” Turgut, “Abi sert bir isim değil mi, insanlar korkmasın bunu almaya.” der. Araya giren Orhan, “Bence korkmaz, halkın öfkesi artık burnuna kadar geldi.” diye cevap verir. Aziz ise konuşulanlara gülmeye başlar. Nazım, sinirli bir şekilde, “Gülme lan, gülme diyorum oğlum, bir davadan bahsediyoruz, gülme.” der. Aziz'in cevabı günümüzde medyaya yapılan baskıyı özetler nitelikte olur: “Ben de aynı şeyden bahsediyorum abi. Eğer sen bunu yaparsan, sana ne davalar açarlar valla şaşırırsın ha.” Araya giren Turgut, “Aziz haklı, yani bu kadar kolay olamaz.” der. Bunun üzerine Nazım, “Doğru, kolay olamaz. Sizin gibi işbirlikçiler meydanlarda cirit atarken kolay olamaz. Ama bakın, bundan önce halkın vicdanının önüne kimse geçemedi bundan sonra da geçemeyecek.” diyerek seçimlere şık bir gönderme yapar.

2 Temmuz 2015 Perşembe

Stratis Talasinos Bir Adamı Tanımlıyor, Y.Seferis

STRATIS TALASINOS BİR ADAMI TANIMLIYOR I.Nesi var bu adamın?Bütün bir öğle sonu (dün, önceki gün, bugün)öyle kaldı gözlerini bir aleve dikerek.Akşam üzeri bana çarptı merdivenden inerken.Şöyle dedi bana:"Beden ölür, su bulanır, ruhkararsız kalırve unutur yel, hep unuturama değişmez alev."Sonra ekledi:"Biliyor musunuz, belki de öteki dünyaya göçmüş olan bir kadınseviyorum ben; ama bundan değil böylesine terkedilmiş halim,bir aleve tutunmaya çalışıyorumçünkü değişmiyor alev."Sonra yaşam öyküsünü anlattı bana.II. ÇocukBüyümeye başladığım sırada, aklımdan çıkmazdı ağaçlar,neden gülüyorsunuz? Yoksa küçük çocuklaraacımasız davranan ilkbahar mı geldi aklınıza?Çok sevdim yeşil yaprakları;Biraz okuma öğrendiğim sıranın üzerindeki kurutma kağıdı da yeşilolduğu için öğrendim Çıkmazdı aklımdan ağaç kökleri, gelip bedenime sarılırlardı kışın sıcağında,başka düş görmezdim ben çocukken;işte böyle tanıdım ben kendi gövdemi.III. YeniyetmeYazın, yabancı bir ses şarkı söyledi kulaklarımda, on altı yaşımda,deniz kıyısındaydım, anımsarım, kırmızı ağlar ve kumsalda sanki biriskelet gibi unutulmuş bir sandal arasında,o sese yaklaşmak istedim kulağımı kuma dayayıpyitti sesama bir akanyıldızsanki ilk kez bir akanyıldız görüyordumve denizin tuzu dudaklarımda,ağaçların kökleri gelmedi artık, o akşam.Bir yolculuk açıp kapattı sayfalarını içimde ertesi günbir resimli kitap gibi;deniz kıyısına gitmeyi düşündüm her akşamönce deniz kıyısını öğrenmeyi ve sonra açılmayı denize;üçüncü gün bir kıza aşık oldum bir tepedebir beyaz evi vardı küçücük bir kilise gibi ıssızdapencerede yaşlı bir ana, gözünde örgüsüne eğilmiş gözlükler, hep sessiz,bir saksıda fesleğen, bir saksıda karanfiladı; Vasso, Froso ya da Bilo'ydu galibaböylece unuttum denizi.Bir Pazartesi günü Ekim ayındakırık bir testi buldum beyaz evin önündeVasso -böyle diyelim kısaca- göründü, üzerinde siyah bir entari,nedenini sorunca:"Öldü, dedi, kara horoz kesmediğimiz için ölmüş temel atılırken,böyle diyor doktor... Nerede bulacağız kara horozu buralarda...yalnızca beyaz ve piliçler bile yolunmuş satılır pazarda..."Acının ve ölümün düşünmemiştim böyle olacağınıuzaklaştım oradan ve denize döndüm.Gece, "Aya Nikola"nın güvertesindeağlayan çok yaşlı bir zeytin ağacı gördüm düşümde.IV. DelikanlıBir yıl dolaştım Odiseas kaptanlamutluydumgüzel havalarda deniz kızının yanına kurulurdum geminin puruvasındakırlangıç balıklarına bakarak şarkı söylerdim al dudaklarınabir köşeye sinerdim ambarda beni ısıtan geminin köpeğiyle birliktefırtınalı havalarda.Bir yıl geçince minareleri gördüm bir sabah."Bu Ayasofya'dır, dedi lostromo,seni kadınara götüreceğim bu akşam."İşte böyle tanıdım çoraptan başka bir şey giymeyen kadınları,hani şu seçmelik kadınları, evet, onları.Tuhaf bir yerdibir bahçe, içinde iki ceviz ağacı, bir sarmaşık, bir kuyu,ve çepeçevre üzeri kırık cam döşenmiş duvarve "Hayatımın akışında" diye şarkı söyleyen su harkı.O zaman gördüm işte ilk kez o ünlü okladelinmiş yüreği kömürle duvara çizili.Asmanın sararmış yapraklarını gördümyerlerdepis çamurda taşlara yapışmış.Gemiye dönmek için davrandım.Ama yakamdan tutup lostromo kuyuya attı beni;ılık su ve teni saran bunca yaşam...Sonra, dalgın dalgın sağ memesiyle oynayan kız:"Rodosluyum, dedi, nişanladılar beni yüz para için on üçümde"ve "Hayatımın aşkına" diye şarkı söyleyen bir su harkı.O serin öğle sonu gördüğüm kırık testi geldi aklıma"Bu da ölecek bir gün, diye düşündüm,nasıl ölecek acaba?"Bir tek şunu söyledim kıza:"Dikkat et, hırpalama onu, yaşamın ona bağlı..."Akşam yanaşamadım deniz kızının yanına. Utandım.V. Adam

Birçok yeni yer gördüm o zamandan bu yana; yeri göğe kavuşturan yeşil ovaları, karşı konulmaz nem içinde toprağı karıştıran insanı; çınarları, çamları; pörsümüş görünümlü gölleri ve seslerini yitirdikleri için ölümsüzleşen kuğuları -çözüp açar bu sahne dekorlarını gönüllü yoldaşım; bu gezgin tiyatrocu, dudaklarını parçalayan uzun deniz kabuğu borusunu öttürerek ve kurabildiğim her şeyi Eriha'nın borusundakine benzer bir tiz çığlıkla yıkarak. Birçok insanın hayranlıkla seyrettiği bir eski resim gördüm, basık tavanlı bir salonda. Lazarus'un dirilişini betimleyen bir resim. Ne İsa'yı, ne de Lazarus'u anımsıyorum. Anımsadığım bir köşede, sanki kokusunu alırmışcasına mucizeye bakan bir yüzde betimlenen tiksinti yalnızca. Başından sarkan kocaman bir bezin ucuyla korumaya çalışıyordu solunum yollarını. Fazla bir şey beklememek gerektiğini öğretti bana bu "Rönesans" efendisi kıyametin Yargı Günü'nden...

     Bize değerli, yeneceksiniz boyun eğdiğiniz zaman

     Boyun eğdik ve külü bulduk

     Bize derlerdi, yeneceksiniz sevdiğiniz zaman

     Sevdik ve külü bulduk

     Bize derlerdi, yeneceksiniz yaşamınızı bırakınca

     Bıraktık yaşamımızı ve külü bulduk.

Külü bulduk. Artık elimizde hiçbir şeyin kalmadığı şu anda, çıkar yol yok bize yaşamı yeniden bulmaktan başka. Sanırım, bunca kağıda, bunca duyguya, bunca tartışmaya ve bunca öğrenime karşın yaşamı yeniden bulacak insan, sizin, benim gibi biri olacak, belleği biraz daha güçlü yalnızca. Bizim için güç, verdiklerimizi anımsıyoruz hâlâ. O, her verişinde kazandıklarını anımsayacak yalnızca. Ne anımsayabilir bir yalım? Söner, eğer anımsarsa gerektiğinden biraz azını. Söner, eğer anımsarsa gerektiğinden biraz fazlasını. Ah bir öğretebilse bize, yanarken, doğru anımsamayı! Ben bittim; hiç olmazsa bir başkası başlasa benim bittiğim yerden! Gün olur, amacıma ermişim, her şey yerindeymiş, topluca şarkı söylemeye hazırmış gibi bir duyguya kapılırım. Makine çalışmaya hazır. Onu devinim durumunda bile düşünebilirim hatta, canlı, inanılmaz bir yenilikte. Bir şey dah var! Küçük bir engel, bir kum tanesi, gittikçe küçülen ama hiç yok olmayan. Ne demeli, ne yapmalı, bilmiyorum. Orkestranın çarkları arasında sıkışmış ve kendisi yok oluncaya kadar onun sesine engel olan bir gözyaşı damlası gibi gelir bana bu engel. Ve geriye kalan bütün yaşamın ruhumdaki bu damlayı yok etmeye yetmeyeceği gibi dayanılmaz bir duygu var içimde. Ve beni diri diri yakacak olsalar, enson teslim olanın bu inatçı an olacağı hiç çıkmaz aklımdan.

Kim yardım edebilir? Birinde, daha gemideyken, bir temmuz öğlesinde tek başıma buldum kendimi bir adada, bitkin güneşin altında. Güzel bir meltem tatlı düşünceler getiriyordu aklıma; derken, ince ve diri ceylan vücudunun çizgilerini belli eden saydam bir entari giymiş bir genç kadınla onun gözlerinin içine bakan sessiz bir adam gelip oturdular biraz ötemde. Anlamıyordum konuştukları dili. Kadın, Jim diyordu adama. Hiçbir ağırlık yoktu ama sözlerinde ve gözlerini körleştirmişti kımıltısız ve birbirine karışmış bakışları. Hep onları düşünürüm: Çünkü bir tek onlarda rastlamadım ömrüm boyunca herkeste gördüğüm o yırtıcı, o ürkek bakışa. Bu, onları kurt sürüsüne ya da kuzu sürüsüne sokan bakışı. Adanın, o dışına çıkar çıkmaz unutulan, o hep rastlantıyla keşfedilen küçük kiliselerden birinde tekrar gördüm onları aynı gün. Hep aynı mesafeyi korudular yürürken, birbirlerine yaklaşıp öpüştüler sonra. Buğulu bir görüntü oldu kadın, kayboldu, zaten ufacıktı. Biliyorlar mıydı acaba dünyanın ağırlığından kurtulmuş olduklarını?

Gitmeyelim artık. Denize eğilmiş bir çam biliyorum. Öğleyin, yaşamımız gibi ölçülü bir gölge sunar yorgun gövdeye ve akşamleyin, tuhaf bir şarkı tutturur rüzgâr pürenlerin arasından geçerken, yeniden deri ve dudak olmaya başlar başlamaz ölümü yürürlükten kaldıran ruhlar gibi. Bu ağacın altında sabahlamıştım bir zamanlar. taşocağından yeni yonyulmuşcasına yepyeniydim şafakta.

Ah, bari böyle yaşayabilmeli insan! Önemli değil.

Londra, 5 Haziran 1932