27 Mayıs 2015 Çarşamba

Eşleri için meydanlara indiler

Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunan eski emniyet müdürleri Yakub Saygılı ve Nazmi Ardıç, bağımsız milletvekili adayı. Onların seçim çalışmalarını yürütmek ise eşlerine düştü. Saygılı ve Ardıç’ın eşleriyle adaylık sürecini ve bu süreçte yaşadıklarını konuştuk.

17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonunu yürüten iki isim Yakub Saygılı ve Nazmi Ardıç, bağımsız milletvekili adayı oldu. Saygılı, İstanbul 2. Bölge’den, Ardıç da Ankara 1. Bölge’den milletvekili adayı. Operasyondan sonra görevden alınan Saygılı ve Ardıç, Silivri Cezaevi’nde kalıyor. Onların seçim çalışmalarını yürütmek ise eşlerine düştü. Adlarını şimdiye kadar operasyon haberleriyle duyduğumuz Saygılı ve Ardıç’ın adaylık sürecini ve bu süreçte yaşadıklarını eşleriyle konuştuk.

İstanbul Mali Şube eski Müdürü Yakub Saygılı, eylül ayında yapılan operasyondan itibaren tutuklu. Eski Organize Şube Müdürü Nazmi Ardıç ise milletvekilliği adaylığını açıkladıktan kısa bir süre sonra tutuklandı. Siyasete atılan eski müdürlerin seçim çalışmalarını şimdi hayat arkadaşları büyük bir gayretle yürütüyor. Eşini anlatma görevi kendisine düşen üç çocuk annesi Esra Saygılı, 11 yıllık hayat arkadaşının her zaman olduğu gibi arkasında. Seçim çalışmalarını avukatı, arkadaşları ve altı aylık bebeği Kenan ile yürütüyor. “Eşim doğru bildiğini yapmaktan hiç vazgeçmedi, 17 Aralık da bunun en bariz örneği.” diyen Saygılı, yaşadığı onca şeyden sonra hissettikleri için ise, “Yaşananlar için üzgünüm, kızgınım fakat Yakub Bey ile iftihar ediyorum. Eşim cezaevindeyken bile ‘çocuklarımız daha iyi bir Türkiye’de büyüyecek’ diyordu. Bu sebeple umutluyum.” ifadelerini kullanıyor.

17 Aralık operasyonunun diğer ayağını yürüten eski Organize Şube Müdürü Nazmi Ardıç’ın eşi Nuray Ardıç da Ankara’da aday olan eşi için gece gündüz seçim çalışmalarını yürütüyor. İstanbul’da yaşayan Ardıç, son bir aydır İstanbul-Ankara arası mekik dokuyor. Eşi için kapı kapı gezen Ardıç’ın tek amacı, eşinin milleti için hizmetine bundan sonra Meclis’te devam etmesi.

Nuray Ardıç: 20 yıl boyunca haftada bir kez birlikte yemek yedik

“Nazmi Bey vazife yaptığı dönemlerde son derece yoğun bir çalışma temposundaydı. İşi; aşından, eşinden ve çocuklarından önce gelirdi. Çoğu zaman yemek yemeyi unuturdu. Önemli günleri geçtim, 20 yıllık evlilik hayatımızda akşam yemeklerimizi belki haftada bir gün birlikte yiyorduk. Onun hassasiyeti tamamen işe odaklıydı. Milletin hakkına girmekten, vazifesinin hakkını verememekten korkardı.

Şartlar milletvekilliğine mecbur bıraktı

Milletvekili olmak gibi bir düşüncesi hiçbir zaman olmadı. Şartlar bizi buna mecbur bıraktı. Eşimin hakkı-hakikati duyurmak adına Meclis’e girip vatanına hizmet etme isteğini destekliyorum. Nazmi Bey, cezaevinde olduğu için çalışmalarını ben yürütüyorum. Seçim bölgesindeki vatandaşlarımızla bire bir görüşüp eşim hakkında bilgi veriyorum. Çalışmalarımıza eşimin arkadaşları da destek veriyor. İstanbul’da yaşamama rağmen, eşim Ankara’dan aday olduğu için bu dönemde hep Ankara’da kalıyorum.

Özel işlerinde devletin kalemini bile kullanmazdı

Nazmi Bey, her zaman inandığı şeyleri savundu. Bu anlamda ne hedefe konulmaktan, işinden olmaktan ne de hapse konulmaktan çekinmedi. Aynı anlayışa tüm aile olarak sahibiz. Biz dünyevi meselelere kalben bağlanmamaya çalıştık ve Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmadık. Aslına bakarsanız korkacak bir şey de görmedik zira eşim yasalarla çerçevelenmiş işinden başka bir şey yapmadı. Eşimin 22 yıllık çalışma hayatı boyunca 300’den fazla operasyon yaparak en fazla operasyon yapan emniyet müdürlerinden birisi olduğunu eşim tutuklandıktan sonra öğrendim. Eşim devlet malına karşı da çok hassastı, cebinde iki kalem taşırdı. Devlet işi için devletin kalemini, özel işleri için kendi kalemini kullanırdı. Makam aracını bana ve çocuklara hiç kullandırtmazdı.”

Esra Saygılı: Üç çocuğumu da yalnız dünyaya getirdim

“Eşimin ne kadar stresli bir işinin olduğunu 17 Aralık’tan sonra daha iyi anladım. Bunu bize hiç hissettirmedi. Haberdar olmadığımız için ‘keşke bana ve çocuklara daha fazla vakit ayırsa’ diye sitem ettiğim oluyordu. Şimdi ‘İyi ki çalışmış’ diyorum. Eşimin yoğunluğu nedeniyle iki çocuğumu da yalnız dünyaya getirdim. Eşim vakit ayıramadığı için doğum öncesinde annemin yanına gittim. Kendisi yanımıza sonradan gelebildi. Ne yazık ki üçüncüsünde o da olmadı, hiç gelemedi.

Yetim hakkı yedirmemek için uğraştı

Son bir buçuk yıldır çok fazla şey yaşadım. Hem iki kızıma yaşananları açıklamak hem de Kenan’ın yalnız büyümesi çok zordu. 16 Aralık’a geri dönsem, yalnız doğum yapacağımı, son altı ay yaşayacaklarımı bilsem yine onu desteklerdim. Eşim 17 Aralık operasyonunu yetim hakkı yedirmemek için yaptı. İyi ki geri adım atmamış. Biz bedelini ayrılıkla ödüyoruz ama vatan sağ olsun. Şimdi vekil adayı oldu, onun amacı yine vatanına hizmet, kendi cebini doldurmak değil.

Vatanı için ailesinden ayrıldı

Eşim büyüklerine saygıda kusur etmez ama ihmal olduğu zaman üstlerini bile uyarmaktan çekinmezdi. Doğru bildiğini yapmaktan hiçbir zaman korkmadı, 17 Aralık bunun en bariz örneği. Başına gelecekleri tahmin edip görmezden gelebilirdi ama o ailesi için değil, vatanı için gerekli olanı yaptı. Aksi takdirde kimler tarafından yönetildiğimiz ortaya çıkmayacaktı.

Makam aracını ailesi için kullanmadı

Yakub Bey, devlet malı kullanımında aşırı derecede hassastır. Şehir dışından anne-babası geldiğinde bile makam aracıyla aldırtmazdı, ben gider alırdım. Resmi evrak yazışmalarında da çok hassas olduğu için bazen bir harf yüzünden yazıya başka bir kâğıtla yeniden başlardı. Devlet malını israf ederim endişesiyle de ayda 2-3 top kâğıt alıp işyerine götürürdü. Oturduğumuz ev kira, eşim hiçbir zaman mala mülke tenezzül etmedi.

Çocuklara her gece kitap okurdu

Vaktini hiçbir zaman boşa harcamak istemezdi. Arabadayken bile muhakkak kitap okur, çok az uyku uyuyarak çalışmalarını yapardı. İngilizcesini geliştirmek için boş vakitlerini yabancı film ve haber izleyerek geçirirdi. Şu anda da kitap yetiştiremiyoruz, hem İngilizce hem Türkçe kitap götürüyoruz. Günde beş gazete, haftada iki kitap okuyor. Operasyonda olmadığı günler eve geldiğinde çocukları eşim yatırırdı, mutlaka onlara kitap okurdu.”

22 Mayıs 2015 Cuma

Öndeyiş (Küçük Tragedyalar), M.Altıok

Öndeyiş (Küçük Tragedyalar)Bedenim üşür, yüreğim sızlar.Ah kavaklar, kavaklar!Beni hoyrat bir makaslaEski bir fotoğraftan oydular.Orda kaldı yanağımın yarısı,Kendini boşlukla tamamlar.Omuzumda bir kesik el,Ki hala durmadan kanar.Ah kavaklar, kavaklar!Acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar.

18 Mayıs 2015 Pazartesi

Her mevsime, psikolojiye göre çay [DÜNYALIK TATLAR]

Arnavutköy’de şirin mi şirin bir çay mağazası. İçinde dünyanın farklı coğrafyalarından getirtilmiş onlarca çay...

Siyah çaya müptelayız tamam ancak farklı tatları denemenin ziyanı yok. 2007 yılında kurulmuş Chado. Japonca kelime ‘The way of tea’ anlamına geliyor ve çayın hazırlanışından sunuş ve içilmesini içeren tüm seremoniye verilen isim. Bu seremonide öne çıkan dört öğe var; saygı, sükunet, saflık ve uyum. Aslında bunlar çayın anavatanı olan Uzakdoğu felsefesinin de özeti. Neyse konumaza döneyim. O tarihten bu yana Chado; birçok kafe, restoran, market, gurme ve organik ürün satan mağazalarla çalışıyor. İnternet üzerinden de çay satışı yapıyor. Ancak bu sene müşterilerine farklı çayları gösterip deneyebilecekleri, koklatıp tattırabilecekleri butik bir mağaza açmak istemişler. Çok da iyi etmişler. Düşünsenize Hindistan, Çin, Japonya, Brezilya, Güney Afrika, Tayvan ve Vietnam gibi ha deyince gidemeyeceğiniz, gitseniz de çok özel bir ilginiz yoksa tüm çeşitlerini deneme fırsatını bulamayacağınız onca çay mevcut mağazada. Çıkış noktaları şu olmuş: “Siz bir ülkede çay içip beğendiyseniz bizde vardır.” Hakikaten de öyle, mağazada yok yok! Beyaz, yeşil, oolong, siyah, pu-erh çayı gibi çok sayıda çay çeşidinin yanı sıra rooibos gibi farklı bitkisel çayları da var. Mağazada genellikle son hasat çayları satılıyor ancak yıllandırılmış pu-reng gibi çok özel çaylar da bulunuyor. Hindistan’dan Mystic India, Sumatra Adası’ndan Sumatra, Çin’den Jasmine Pearls, Güney Afrika’dan Rooibos Vanilla, Almanya’dan Monday Thearapy gibi gurme çaylar arasında yer alıyor. Bu arada söylemeden geçemeyeceğim, ‘Rooibos’a bayıldım. Aromatik, kafeinsiz nefis bir çay, içinde bir sürü baharat var. C vitamini çok yüksek. Kadınların emzirme döneminde kullanması tavsiye ediliyor, süt artırıyormuş.

Çay danışmanları sayesinde hangi çayı ne zaman ve nasıl içmeliyim, damak tadıma hangisi uygun, hangi çay neye iyi gelir sorularının cevaplarını da buluyorsunuz. Çayları denemekle kalmıyor, güleryüzlü danışmanları Merve Sezen sayesinde detaylı malumata da sahip oluyorsunuz. Tüm çayları bir günde tatmanız ya da sevmeniz elbette mümkün değil. Hafta içi öğle vakti ziyaret ettim Chado Tea Shop’ı. Kurucu ortaklarından Barış Çekin karşıladı beni. Önce mağazadaki tüm çaylar ve kültürleri hakkında bilgi verdi. Daha sonra Merve Hanım tarafından hazırlanan birkaç çayı denedik. Bana en ilginci Türkiye’ye ilk kez Chado’nun getirdiği matcha çayı oldu. Japon çay seremonilerinin olmazsa olmazıymış. Toz halinde ve yeşil bir çay. Görüntüsüyle kınaya benziyor diyebilirim. Çay yaprağı toplandıktan sonra özel bir değirmende toz haline getiriliyormuş. Antioksidanı yüksek, bu sebeple çok faydalı. Zira çay yaprağı toplanmadan, üzeri bambuyla kapatılıyor. Çay daha çok güneş alabilmek için içindeki klorofil miktarını artırıyor. Çaya fayda katan da klorofil. Bir diğer faydası da şu. Biz çay içerken yapraklarını atıyoruz ancak çayın yüzde yetmiş oranda faydası yapraklarındaymış. Bu çayda ise yapraklar toz halinde olduğundan tüm faydası vücuda alınmış oluyor. Sütle içiliyor. Bu yüzden ‘matcha latte’ deniliyor. Matcha çayı aynı zamanda sütlü tatlı yapımında da kullanılıyor. Ne yalan söyleyeyim, matcha damak tadımıza pek uygun değil. Hele hele çay yerine koyup içmek isteyeceğiniz bir lezzet hiç değil. Ama başta da belirttiğim gibi, damak tadı geliştikçe ve zamanla değişiyor.

Bu arada mağazada sadece çay satışı yapılmıyor, aynı zamanda; tasarım demlikler, fincanlar, özel kokulu mumlar da var. Bu aksesuarlarla farklı ülkelere ait çay kültürlerine dair bilgi ediniyorsunuz. Söylenecek çok şey var, ama sığdırabileceklerim bu kadar. Benim gibi çaya ve farklı tatlara meraklıysanız en kısa zamanda Chado’yu ziyaret edin derim. Değişik çaylı bir pazar dileğiyle...

Kaliteli çay 4 dakikada demlenir

En az işlemden geçen çay beyaz, sonra yeşil, ardından oloong ve en son siyah çay geliyor.

Siyah çay 100 derecede, yeşil çay 90, beyaz çay ise 75 derecede demlenir. Çayın rengi açıldıkça sıcaklığı düşürmek lazım.

Kaliteli çayı uzun demlemek iyi değil. Dünyanın hiçbir yerinde çay saatlerce demlenmiyor. Bu sadece bize özgü bir alışkanlık. Kaliteli çay aslında 3-4 dakikada demlenen ve tadını verendir. Demleme süresi arttıkça tat acılaşır, kalite düşer.

İlk defa deneyecekler...

Saf mı aromalı mı, sert mi yumuşak çay mı seviyorsunuz sorusuna cevap vererek damak tadına uygun olanı bulabilirsiniz.

Sert sevenlere yerli siyah çay, aromalı sevenlere blue flowers, aromasızdan hoşlananlara golden yunnan, yumuşak çay severlere ise yeşil ya da beyaz çay öneriliyor.

Siyah çay sevenler geç saatte içecekse kafeinsiz olanını tercih etmeli.

Sabahları uykunuzu açmak istiyorsanız yüksek kafeinli çayları deneyin. Ancak bu çayı akşam içmeyin, zira uykunuz kaçmasa bile uyku kaliteniz düşecektir. Bu yüzden yeşil ve beyaz çayı akşamları için. İkisi sabah da içilir ancak kafeini düşük olduğundan uyanmak istiyorsanız etkisi az olacaktır.

Özellikle pazartesi sabahları siyah ve matchayı için, uyarıcı etkisi yüksek.

Çok çay içenler siyah çaydan uzak durun, zira kafein oranı yüksek. Yok vazgeçemem diyorsanız, içine bir miktar bitkisel çay katmayı deneyin. Bu kişiler english breakfast tea’yi içebilir.

Bir Dostu Ölü Götürmek, E.Günçe

BİR DOSTU ÖLÜ GÖTÜRMEKBoş bulunup gülersen Bir Ölünü görünce Ocağa Tütsü atarsın Pencerene sürme çekÖlünün Babasıyla Uzunca bir Rakı iç Anmadan eski günleri Bırak biraz Ay doğsunDört arkadaş bir olup Tahta kutu içinde Ölünüzü götürün İncirlerin altınaDönersen ıslık çalarsın Yol uzun, Su karanlık Otur bir çardak altına Bırak biraz Yağmur yağsın

14 Mayıs 2015 Perşembe

Kış ve Taşra İçin Önsöz, A.Oktay

KIŞ VE TAŞRA İÇİN ÖNSÖZToprak soğudu ve eskil güneşgüzülsü, yiğit bir alın yontanyansıyan Sürgün'ün kristalindeve gök: Kuşların ölü kütüğü,biri düşmüştür asfalta göğsündekocaman bir Haziran çürüğüve tohum soğudu. Dağlardaeşkıya sakallarına çarpılan su.Duyuyor ihtiyarlar en önceimge tüketimcileri, simyacılaratasözleri bulan ve tekrarlayanbirbirlerinin adını. Parklar çünküsoğudu. Bitince gökbilimsel sayılaryeşilsi mağma, hışırtılı gün sonuyalnızlık ve kış başlayacakKış. Çocuklara ve geceyeses veren denizcil diapazon,melankolinin solgun anlamdaşıkış. Ve ey taşra: Büyük buzul,orda işsiz elmas kesicileranısı en eski loncaların;çeşmesi donmuş istasyonda askerlerve kendi kendiyle bırakılan hüzün.Bitlis'te de rastladım ben onabir çay bardağını tutarken,yaslıydı kerpiçlere saralı bir ikindive savruluyordu kar.Acı her zaman yürürlükte. Ve hanlarhancılar oluyor sıkıntıyla.Kullanmıyorum umut sözcüğünü: Kış,bir göçebeye rastlarsınız akşamdaağu sunuculardan, uğursuz gömülerdenve ölülerden söz eder: Kış,bel vermiş tahta köprülerdeköreltiyor gözleri sonsuzlukve tınlamalar: Kuvars ve şist.Bakıyor gurbetçi arkasınakuyular karla örtülüyor ovada.Kullanmıyorum sürgün sözcüğünüyenik düşüren korkunç çözülmeyi,terkedilen anıları, silahları anmıyorum,bedeni anmıyorum, o susuz bedeviyi dahave sormuyorum çocuğunu boğan kimhaklı bir cinnettir taşra.Tek adres bile yok defterimdeYağmur başlıyor ve petrolsübir akşam fışkırıyor gözlerime.Her yerde bir meyhane bulurum benve içlerindeki sessiz yanardağlaneredeyse ağız ağıza adamlar,ki hünerli gözleri ve elleriyleacıları damıtırlar.En ilkel acıdır kışkocaman park ölülerindenkaçan dalgın bakışlarlaYazıyorum resmi bir belgenin arkasına:Yüz'ün yerbilimidir şiirve sonsuz yalnızlığında taşranınalınlara çarpan sonda.

11 Mayıs 2015 Pazartesi

Zeki adamın vedası...

Komediydi Zeki Alasya’nın işi. Yarım asrını tiyatro ve sinemada güldürmek için harcadı. Kendi ne kadar güldü, emin değiliz. Tatlı bir tebessümle analım.

Zeki Alasya öldü, arkasında gülümseyerek izleyeceğimiz onlarca film, oyun bıraktı. Nasıl geldi bugünlere, neler bıraktı? Bakalım.

Zeki Alasya’nın hayatı iki çizgide değerlendirilebilir. Yan yana akan iki nehir gibi; yer yer birleşen, köpürüp yuvasından taşan iki çizgi… Alasya’yı yarınlara taşıyan elbette filmleri olacak ama onu unutulmaz kılan tiyatrodaki arayışları, öncü kimliği. Bunun için film ve tiyatroya ayrı bir parantez açmak gerek.

Zeki Alasya, yakın dönem tiyatromuzun tarihi yazıldığında kabare türünün Türkiye’deki öncülerinden biri olarak anılacak. Enteresandır yaklaşık 20 yıldan fazla süredir ekibi perde açmamasına rağmen rol aldığı oyunlar geniş kitleler (90 kuşağı dâhil) tarafından iyi kötü biliniyor. Deve Kuşu Kabare’nin hikâyesi usta oyuncunun bugünlere gelişini özetliyor.

Deve Kuşu, Haldun Taner’in 70’li yıllarda Milliyet gazetesindeki köşesinin adı. Tiyatro üzerine eğitim almak için Viyana’ya giden Taner, orada 18. yy’dan bu yana yaygın olarak sahnelenen kabareyi izledi ve bu türün Anadolu’nun seyir alışkanlıklarına çok uygun olduğunu düşünerek Türkiye’de uygulamaya karar verdi. Bunun için köylerde, kasabalarda oyun oynayan Ahmet Gülhan, Zeki Alasya ve Metin Akpınar ile bir tiyatro kurdu. İsim olarak da gazetedeki köşesinin adını seçti. Yıl: 1967. Ekip mekân olarak kendine Taksim’de bir gece kulübünü seçti, uzun süre sahne aldı burada. Toplumsal ve politik taşlamalarla dolu oyunlar büyük ilgi görünce zamanla büyük sahnelere, yazlık sinemalara taşındı. Türün farkı şuydu: Bütün oyunlar mizah üzerine kurulu, parodilerden oluşuyor, güncel konulara değiniyor, hazır metin olsa da doğaçlamaya açık, karakterlerin yerine tipler var, interaktif, seyirciye açık. Geleneksel oyun mantığına yakın bu tür kabul görünce Zeki-Metin ikilisi de geniş kitleler tarafından tanınır oldu. 1978’de ekibin fikir babası Haldun Taner, Ahmet Gülhan’la beraber oyunların amacından saptığı gerekçesiyle tiyatrodan ayrıldı. Taner’in kendi deyimiyle “Seyircinin maç kalabalığına dönüşmesi, sorgulamanın kapı dışarı edilip her şeyin komedinin üzerine kurulması doğru değil.” Zeki-Metin ikilisi, sonrasında yollarına beraber devam ettiler. Bir süre Taner’in oyunlarını oynadılar, sonra kendileri yazıp yönettiler. Kadroya Kemal Sunal, Ayşen Gruda, Halit Akçatepe gibi popüler isimler eklenince komedi rotasında, arkasına kuvvetli rüzgârlar alarak yoluna devam etti. Deliler, Aşk Olsun, Beyoğlu Beyoğlu, Reklamlar ve Yasaklar Dün Bugün gibi birçok oyun sahneye taşındı. Ta ki özel televizyonların hayatımıza girip tiyatronun üvey evlat muamelesi görmeye başladığı güne kadar. Tiyatronun kapanış yılı: 1992.

ESKİ FİLMLER DAHA SAMİMİ

Tek kanalın olduğu dönemde sahnede hatırı sayılır bir şöhret yakalayan ikili, yapımcılar tarafından göz ardı edilmedi haliyle. Zeki-Metin ikilisi, onlarca filmde rol aldı. Liste uzun: Köyden İndim Şehire (1974), Mavi Boncuk (1974), Petrol Kralları (1978), Vay Başımıza Gelenler (1979), Namus Düşmanı (1986)… Çoğu Arzu Film’in. Kiminde Anadolu’dan kalkıp miras peşinde ‘goca şehir İstanbul’a gelen Kayserili oldu, kiminde yıldız bir oyuncu kaçırıp evlerinin çatı katında saklayan saf, temiz kalpli kardeşlerden biri, evinin altından petrol çıkan ‘fakir kral’… Hepsinde Anadolu’daki hikâyelerin bir parçasıydı, karakterlerin yansıması. Son dönemde Ömerçip (2003), Hababam Sınıfı Merhaba (2004), Cumhurbaşkanı Öteki Türkiye’de (2007) gibi tamamen gişe kaygısıyla çekilen, sinema açısından pek değer taşımayan filmlerde rol aldı ama eski filmlerin sıcaklığını bir türlü yakalayamadı. Kendisi de eski filmlerini kayıp bir dostu anar gibi anlatırdı: “Bizim filmler daha samimiydi, ukalalık azdı. Hikâyenin geneline bakıldığında daha çok pastel renkleri görürdünüz, yumuşacık filmlerdi. İtalya ve Fransa hâlâ bu şekilde filmler yapıyor. Oysa biz nedense başka arayışlar peşindeyiz.”

Cennet Mahallesi, Akasya Durağı, Küçük Ağa... Alasya’yı tiyatro ve sinemadan takip etmeyenlerin yakından tanıdıkları diziler. Son yıllarda bir balık restoranı açıp iflas eden (1,2 milyon dolar) oyuncu, salt para kazanmak için dizilerde rol aldığını söylerdi: “Param olsa hiçbir güç beni bu piyasada tutamaz.”

Zeki Alasya göz önünde bir hayat sürmese de siyasi duruşu, ideolojik çıkışlarıyla her daim gündemde olan bir sanatçıydı. Emek Sineması yıkılmadan önce film festivali açılışında “Sahnesinde namaz kılınacaksa hiç açılmasın daha iyi” sözleri tepki topladı. Sonrasında kendisinin de ibadet ettiğini, yanlış anlaşıldığını söyledi. En çok dikkat çeken çıkışı ise masonlukla ilgiliydi. Murat Menteş’e verdiği röportajda 15 yıldır mason olduğunu açıkladı. En büyük şikâyeti partneri Metin Akpınar’ı mason olması için ikna edememesiydi.

Alasya’yı en son Bazıları Sıcak Sever filminin uyarlaması Balım müzikalinde (Yön: Yücel Erten) izledim; İlker Aksum, Özge Borak, Şebnem Sönmez’li kadroyla. Dinç görünüyordu, enerjisi yüksek, mutlu… Seyirci sahnede alkışla karşılıyor, kahkahayla uğurluyordu onu. Ama. Aması var işte. Ne denir ki? Yunus’un deyimiyle ‘Bu dünyadan gider olduk. Kalanlara selam olsun.’

6 Mayıs 2015 Çarşamba

Metin Altıok (Röportaj)

Metin Altıok, yeniden Ankaralı. Bingöl ve Karaman'da geçen 12 yılın ardından, eşi Nebahat Hanım'la Ankara'ya dönüp yerleşmişler.. Şu anda felsefe öğretmenliğinden emekli ve zamanının çoğunu şiire ayırıyor. Evlerine konuk oldığımda ona sormayı düşündüğüm soruları not etmiştim ama, içeriye adımımı atar atmaz ve Metin Altıok'u tanır tanımaz öylesi bir söyleşinin fazla kuralcı olacağını düşündüm. Sohbetimiz bizi nereye çekerse oralardan sorular sormak daha açımlayıcı olacaktı çünkü. Eşi Nebahat Hanım da benim gibi bir çay tiryakisi.. Çaylarımızı yudumlarken çoktan konuşmaya başlamıştık bile..

--- Hep sorarlar ya, sizi şiire yönlendiren kimler oldu, çıkış noktanız neydi diye.. Aile içinde sizi de yönlendirenler var mıydı?Hayır olmadı.. Beni yönlendiren "acı" oldu. Benim hayatımda hep bir acı vardı; hep acıdan yola çıktım. Çok fukara bir çocukluğum oldu benim.. Sevgisiz üstelik.. Bu yüzden kendimi hep garip bir leke gibi gördüm bu dünyada; ama tertemiz zamanlardan kalma bir leke..--- Peki öğrencilik yıllarınızda öğretmenlerinizin katkısı oldu mu? Aklıma Nusret Hızır'ın öğrencisi olduğunuz geliyor..Oldu diyemem. Nusret Hoca ile çok güzel sarhoşluk serüvenlerimiz oldu ama. Mesela Nusret Hoca'yla Sirkeci Garı'na gider içerdik. Hoca bana, "herkes gelip gidiyor görüyorsun. Bizse oturup onları seyrediyoruz" derdi. Çok hoşumuza giden bir duyguydu bu..--- Nusret Hoca'nın şiirinize hayli katkısı olmuş o zaman.. Siz şiirlerinizde sık sık garlara düşen bir şairsiniz. Ve "o günden beri bakışlarınızda bir otobüs penceresinin hızla geçişi" var..Haklısın.. O günlerden kalma, Nusret Hoca'yla birlikte geçirdiğimiz günlerin izi onlar.. Doğru.--- Bir de tabii "gezginliğiniz"..İlk kitabınızın adı da zaten "Gezgin". Ve siz hepbir yerlere ait olmayan, hep yolculuğa hazır bir şair kimliği çiziyorsunuz bende.Olamadım.. Olamıyorum işte.. Hiçbir yere ait olamıyorum..--- Son günlerde iki kitabınız birden yayınlandı. Dergilerde şiirleriniz yayınlanıyor.. Üretken bir döneminizdesiniz.. Son iki kitabınız "Gerçeğin Öteyakası" ve "Dörtlükler ve Desenler"de belirgin bir politiklik var. Hatta "İpek ve Kılabtan"da başlamıştı. Yani "Küçük Tragedyalar"dan sonra değişti şiiriniz.. Politik tavır anlamında söylüyorum tabii.Doğru söylüyorsun. O kadar ilginç o kadar önemli şeyler yaşadım ki Bingöl'de.. Benim için ikinci üniversite oldu. Hayatı gördüm. Mesela bir şey anlatayım size.. Bir gün Bingöl'e iki ceset getirdiler. Bingöl bu ölülerle çalkalandı. Kahveler boşaldı. Herkes görmeye gidiyor. Ben de gittim. Morga götürüyorlardı cesetleri. Biri erkek, daha bıyıkları terlememiş, öbürü bir kız.. Erkeğin elbiseleri üstünde, kız çırılçıplak.Ama erkeğin yüzü dümdüz, burnu yok, baldırından da lop et koparılmış, parmakları mürekkepli. Parmak izi almışlar. Çok etkilendim bu olaydanve tabii rakıya vurdum. Sonra bir de şiir yazdım. Bak şöyle: "Öyle ak öyle ak ki teni / ipekten biçilmiş sanki / duyulmamış bu yüzden üstünü örtmek gereği / Çırılçıplak incecik, sedyede bir kız cesedi / Onparmağı boyalı / Bulaşmış ıstampa mürekkebi / Bir kızım sağsa eğer, bir kızım morgta şimdi." --- İçkiyi çok mu seviyorsunuz?Evet.. İçmeden yapamıyorum. Bu bir sığınma ya da kaçı değil ama.. Şimdi ne yapacağım biliyor musun, kardeşime bir kaktüs deseni çizeceğim. --- Sizin resimle de ilgilendiğinizi biliyorum. Son kitabınızı da desenlerinizle birlikte yayınladınız. Bu ilgi nereden kaynaklanıyor? Resim yapmayı, desen çizmeyi seviyorum. Bak sana ne göstereceğim. (Metin Altıok, sekiz on tane ana tanrıça heykelciği geitiriyor içerden.. Kendi yontmuş.. Taşlar oldukça sert.. Tırnak törpüsü ve çakı kullanıyormuş bu heykelcikleri ortaya çıkarmak için.)--- Siz divan şiirinden biçim olarak yararlanıyorsunuz. Ama halk şiiriyle de ilişkiye giren bir şiiriniz var. Halk şiiri hangi bakımdan ilgi alanınıza giriyor?Şimdi bakın halk şiiri kullanılması gereken büyük bir kaynaktır. Halk şiirindeki kimi şeyleri bugün değme şair yazamamıştır. Mesela diyor ki; "Ben de bu dünyaya geldim geleli / Emaneten bir don giymişe döndüm." Büyük bir laf. Neden yararlanmayayım bu kaynaktan. Ayrıca, diyor ki; "Kırmızı gül sende kaldı tamahım." Bu benim şiir serüvenime uygun düşüyorsa, hatta tırnak içinde alır kullanırım bunu. Niye kullanmayayım.--- Ama Divan şiirinden yalnızca biçim olarak yararlanıyorsunuz.Özleri beni ilgilendirmiyor. Biçim olarak yararlandığım doğru; biliyorsun gazeller yazdım. Gazellerde bir ustalık meselesi vardır, o açıdan ilgilendiriyor beni.--- Siz eskilerin deyimiyle mısra-ı berceste'teye meraklısınız. Söz düşürmeyi sevdiğinizden belki de gazel yazmaya yöneldiniz.Kolaydan kaçma meselesidir, belki.. İnsan kendini bazen zora koşar.. Şiirde zora koşar; belki de odur. Ahmet Oktay benim için bir yazı yazmıştı. "Duygu için formlarla şiir yazıyor Metin Altıok" diyor. Bu lafı çok tuttum. Form boyunduruk gibi bir şey. Korkunç bir coşku seli şair için, şiir için tehlikeli olabilir..--- Bundan sonra da böyle yazmayı mı düşünüyorsunuz?Bilemiyorum.. Bingöl'deki 10 yıllık yaşantıdan sonra kendimi frenlemem gerekiyordu.--- O zaman Metin Altıok şiirini "Bingöl'den önce - Bingöl'den sonrası" diye iki döneme mi ayırmalıyız?Bingöl bir dönemeçti. Büyük bir duygu seli yaşadım orda. Tabii insanın hayatında duygu seli her zaman vardır. Şimdi bir başka ruh halindeyim. Şunları yazıyorum mesela: "Bir anahtar verdindi bana, / Kabaran yüreğimi bilerek. / Kullanıp durdum onu gönlümce, / Aşkıma kenar süsü diyerek; / Aşındırdımdişlerini zamanla. / Geriye ben kaldım işte / Yalan olur sevmedim dersem; / Ama yolcu yolunda gerek. / Ey ömrümün uğuldayan durağı; / Yanlış bir hesaptan dönerek, / Benli günlerini sil istersen / Geriye sen kaldın işte."--- Bir de son dönem şiirlerinizde "entel" tutumlara karşı öfkeli olduğunuz seziliyor.Züppeliğe çok kızıyorum. O tavra karşıyım. Kimi dergiler şiir istedikleri halde göndermedim bu yüzden. Niye göndereyim. Bir yerde yaşantım var benim; yaşadığım şeyler var. Niye ihanet edeyim.--- Az önce şöyle birdeğindik ama, şu içki konusuna dönmek istiyorum. Örneğin alkol-şiir ilişkisi nedir, nasıl bir ilişkidir sizce?Bir şiirin yaratımında mantık ve düşünce çizgisi önemli bir yer tutmaz. En önemli olan şairin yaratıcı imgelemidir. Sözü biraz daha açarsak, alkol, insanı olaylar ve eşyalar arasında, mantık ve düşünce sınırlarını aşan ilişkiler kurmaya yöneltir. Denilebilir ki alkol şair beynini bir imge kaleydoskopu durumuna getirir. Eğer şair seçiciliğini yitirmezse bu sasalama eylemiyl bu olaydan seçkin sonuçlar çıkarabilir. Bu kolay iş değildir elbette. İmgeyle saçma arasında seçicilğini iyi kullanması gerekir şairin. Bir olay anlatmak istiyorum burda; alkollü bir dost meclisinde gözüm birden kapı arkasındaki askılıkta duran bastona ilişti. İşte o baston bir araç olmanın dışında, birdenbire aksayan yaşamımın bir imgesi oldu. Şöyle bir üçlük doğdu kafamda: "Kapı arkalarında, askılıklarda durdum / Ben, yıllarca aksak bir aşka/ Boynu bükük baston oldum." İnanın alkollü olmasam o bastonun bendeki karşılığını bu kadar net görüp yazamazdım.--- Zaten şiiri hayata karışmış, hayata bulaşmış imgelerle yazıyorsunuz. Masabaşında bulunmuş, kitap karıştırırken yakalnmış imgeler değil hiçbiri. Hep hayatla yüz yüze.Şiirim yaşantımdan kaynaklandı hep. Bundan da çok memnunum. Şiirin hayata yapışık olmasını istiyorum. Başka türlüsü yapay geliyor bana. Cambazlık geliyor. (Yine yerinden kalkıyor Metin Altıok. Odasından bir dosya getiriyor. İlk kez ben görüyormuşum. Bir dosya dolusu şiir. Hepsinde de biçim denemeleri var. O kadar değişik şeyler denemiş ki, şaşırıyor insan. Bir tanesi şöyle -tabii aynı biçimiyle alamıyorum buraya- :"Bir pazarlamacı kılığında / Uçurum kırpışıp bulanık gözleri / Yalnızlık akşam vakitleri."  --- Şiirinizin yaşantınızdan kaynaklandığını söylüyorsunuz. Nesnel gerçekle şiirin gerçeği diye de bir şey var. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz.Şiir nesnel gerçekliği bozar, değiştirir.Hatta ona ters düşer. Bu doğal bir şeydir. Çünkü şiir bir anlamda nesnel gerçeklikle boy ölçüşen bir sanat dalıdır. Bu, şairin bir başka gerçekliğin eşiğinde olduğunu gösterir. Şairin evreni dildir. Şair dünyaya sözcüklerle bakar ve yeni bir dünya oluşturur. İşte bu yeni dünyadaki gerçeklik, nesnel gerçekliğin dışında, onunla gerçek olmak bakımından yarışan bir dil olmak gerçekliğidir. Bu bakımdan, şairin nesnel gerçekliği bozması, şiirin doğası gereğidir. Ne var ki şair bu bozuşun hesabını okura vermek zorundadır. Bu hesap ise bozulanın yerine konanşeyle verilir. Eğer şair bu hesabı veremezse ortaya şiir yerine saçmalık çıkar. Okur bir şiirde nesnel gerçekliğin dışında bir olguyla karşılaştığı zaman 'olmaz böyle şey' diyememelidir.--- İnandırmak zorundadır okuru, öyle değil mi?Eğer şiir, okuru bir mantık çatışmasına düşürüyorsa suç şiirin ve şairindir. Çünkü bu durumda şair, sadece nesnel gerçekliği bozmakla kalmamış, onun yerine şiirsel bir gerçeklik getirmemiştir.--- O zaman şairin nesnel gerçekliği bozduğu da kuşkulu değil midir? Evet. Aslında bu şairin nesnel gerçekliği de bozmadığını gösterir. Çünkü amaç, nesnel gerçekliği kağıt üzerinde değil; okurun kafasında, düşüncesinde bozmaktır. Okurun 'olmaz öyle şey' demesi, nesnel gerçekliğin onun kafasında bozulmadığını gösterir. İstersen şiir üzerinde somut olarak bakalım olaya.. Refik Durbaş'ın "Buse" adlı şiiri şöyle: "Kaç / yıldır / saklıyorum / Puslu / bir / ilkyaz / gecesi / üçüncü / sınıf / bir / sokak / aralığında / Avcumun / içinde / söndürdüğün / sigara / yanığının / izinde / ilk / öpüştüğümüz / anın / heyecanını". Şair tek cümleyi her sözcüğünü alt alta yazarak, şiir şekline sokmuş. Bu şiirde bir ilk öpüşle, avuçta söndürülen sigaranın bıraktığı yanık izi arasında bağ kurmakta, ilk öpüşün heyecanını somut bir yanık izinde saklamakta. Bir genç kız sevgilisinin avcunda sigarasını neden söndürsün. Bu ancak patolojikbir duyguyla açıklanabilir ki, böyle duygular sanatın dışındadır. Görüldüğü gibi, şiir ister istemez insanın aklına sorular getiriyor; inandırıcılığını, sahiciliğini yitiriyor. Kaldı ki şiirde bir de Türkçe yanlışı var; avuçta söndürülenin sigara yanığı olduğu anlamı çıkıyor. Bir de Cemal Süreya'nın dizesine bakalım: "Babası ip yerine yılana çekilmiş / bir çocuğun çifte korkusu böyledir." Süreya, asılma olayının dehşetini ipin yerine yılanı geçirerek şiddetlendirmiştir. Biz bu iki mısra karşısında bir insanın yılanla asılamayacağını hiç mi hiç düşünmeyiz. Sadece nesnel gerçekliğin yerine getirilen şiirsel gerçeklik karşısında müthiş bir duyguya kapılırız. Buradaki şiirsel gerçek, artık bize nesnel gerçekliği aratmaz. Bu durum bize şiirsel gerçekliğin kendine has bir sahiciliğe sahip olduğunu göstermektedir.--- Şiirimizde çokça tartışılan bir konu da biçim-içerik konusu.Pavase "Yaşama Uğraşı" adlı kitabında 6 Ekim 1935 tarihli güncesine şunları yazmış: "Özünü yenilemek için biçim değiştirme düşüncesi, acınası bir özenti gibi geliyor bana." Bunca yıllık şiir uğraşımda böyle bir özentiye kapılmamış bir şair olarak, bu sözün doğruluğu vehaklılığı benim için gerçektir. Değişik biçimlerdeki kapları suyla doldurursanız, su o kapların biçimini alır. Ne var ki değişik biçimlerdeki kapların içindeki aynı şeydir. Kuşkusuz bu basit benzetme, şiirde öz-biçim ilişkisini açıklamaktan uzaktır. Ama söz konusu biçimcilikse bu basit benzetmenin bile bir gerçekliği vurguladığını belirtmeden geçemeyeceğim: Şiire biçimsel olarak yaklaşmak ve oyalanmak boş bir çabadan başka bir şey değildir. Şiir, şairin usuna bir dize ya da imgeyle gelir. İşte şairin işi, o dize ya da imgedeki özü geliştirmek, açımlamak ve o özün olanaklarını bütünüyle ortaya koyup tüketmektir. Mesela benim öznel duygularım önemli değildir. Şiirsel duygu dışa vurulmuş duygudur. Yani seninle paylaşır hale gelmiş duygudur. Söyleyeceğim bu.--- Paylaşılmayan bir duygunun sizce anlamı yok o zaman..Anlamı yok tabii. Şimdi mesela şu; birey olmak hiçbir zaman insan yetmemiştir. Bu çok önemli bir şey. İnsan daima diğer duyan ve düşünenlerle bütünleşmek istemiştir. Sanat, insanı insanla bağlayıcı, bütünleştiricidir. Cervantes, Shakespeare.. ne getiriyor bunlar bize. Yüzbinlerce yıllık geçmişten insanı. Türkiye'de normal insan hayatı 59 yıl. 59 yıl içinde insanhiç aşık daolmayabilir, kin de duymayabilir, hiç kimseyi sevmeye de bilir.Nerden öğreniyoruz bu duyguları: Edebiyattan.. Kardeşim bilim havadır bana sorarsanız. Yeryüzünde edebiyattan daha önemli şey yoktur..--- Öyleyse bu konuyu biraz daha açalım: Peki şiir neye yarar?İnsanların duygu dünyaları arasında bağ kurarak, bu öznel dünyaların ortak bir duygu acununda birleşmesine yarar. İnsanın hayatta olan tarihsel savaşımının ürünü olan duygu birikmine sahip çıkmasına yarar. İnsan soyunun evrensel tınısı olarak, kişinin her türlü yabancılaşmalardan kurtulmasına yarar. Kötülüklerden arınmaya yarar. Son olarak da şunu söyleyeyim: Şiir insanları sevmeye yarar...Röportajı yapan: Enver Ercan

4 Mayıs 2015 Pazartesi

İşte 10 büyük yalan

Gün geçmiyor ki, iktidar sahiplerinin yalanlarından birine daha maruz kalmayalım. Bu sebeple son dönemde söylenilen yalanlar içinde ilk 10’u belirlerken oldukça zorlandık. Çünkü o kadar çok yalan vardı ki... Bir kısmını da bonus olarak kutu yaptık. İşte AKP’nin çürütülen ya da ortaya belge koyamadıkları 10 büyük yalanı…

Belgesiz gazetecilik ve belgesiz siyaset yeni Türkiye’nin en popüler kavramları haline geldi. Gerek ülkeyi yönetenler, gerekse varlık sebepleri iktidarı kayıtsız şartsız desteklemek olan gazete ve televizyonlar yalan söylemekten, yalan yazmaktan çekinmiyor. Kaynağı olmayan, somut bir kanıt, gerekçe, belge, bilgi göstermeden iktidar medyasının açıktan söylediği yalanlarla kamuoyu yönlendirilmeye çalışılıyor. İddialar ise ya muhatapları tarafından çürütülüyor ya da kendileri bir belge ortaya koyamıyor. Ama buna rağmen yalanda ısrar etmekten vazgeçmiyorlar. Bunun son örneği geçtiğimiz hafta yaşandı. Başbakan Ahmet Davutoğlu, Gümüşhane’de düzenlenen AKP mitinginde Hidayet Karaca ve polislerle ilgili tahliye kararının Fethullah Gülen Hocaefendi’nin talimatıyla yapıldığını iddia ederek, “Bir hafta önce Pensilvanya’dan bir talimat aldılar, kayıtları var bizde.” diye konuştu. Yandaş medyaya göre Hocaefendi’nin Herkül.org’da yayınlanan haftalık sohbetindeki dua talimattı. Hocaefendi’nin avukatları da iddiaları yargıya taşıyarak Davutoğlu’na “Elindeki kayıtları mahkemeye sun ve iddianı ispat et.” çağrısı yaptı. Aradan bir hafta geçti ama Davutoğlu hâlâ belgenin ne olduğunu açıklayamadı. Aynı şekilde Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın HDP’li belediye başkanıyla yaptığı ve gazetede yayınlanan görüşmesi için de gizli toplantı iddiasında bulundu. Bunun da yalan olduğu görüntülerle belgelendi.

Kabataş yalanı kabına sığmadı…

Gezi protestolarının devam ettiği 1 Haziran’da türbanlı bir kadının 90-100 kişilik üstleri çıplak, ellerinde deri eldivenler bulunan, başları sargılı kişilerce taciz edildiği ve bebeğiyle birlikte şiddete maruz kaldığı iddia edilmiş, dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan da bu iddiayı dile getirmişti. Bunun üzerine iktidar yanlısı birçok gazete, olayı Gezi eylemcilerine mal ederek yazmıştı. Sözde mağdurla yapılan ve manşetlerden servis edilen haberler, toplumun kutuplaşmasını zirveye çıkarmıştı. Daha sonra Bahçelievler Belediye Başkanı Osman Develioğlu’nun gelini olduğu öğrenilen Zehra Develioğlu’nun yaşadıklarını gösteren Mobese görüntüleri olduğu söylenmişti. Hatta Erdoğan, 2013 Haziran ayında ‘Cuma günü görüntülerini açıklayacağız’ demişti. Aradan yıllar geçti ancak olayı kanıtlayan bir görüntü yayınlanmadı. Şubat 2014’te çok konuşulan ve nefreti tetikleyen bu iddianın kamera görüntülerini yayınladı Kanal D. Görüntülerde, iddia edildiği gibi yarı çıplak 90-100 kişilik grup şiddeti yoktu. Tüm ülke neredeyse her cuma Erdoğan’ın görüntüleri açıklamasını beklerken, bir kesim, kadının tacize uğradığı konusunda ısrarlıydı. Ta ki, Z.D. ile görüşen gazeteci Balçiçek İlter özür dileyene kadar. “Ben kendi adıma bir genç kadının hezeyanlarını sizlerle paylaştığım için özür dilerim. Yanıltıldım.” sözlerini diğer bir gazeteci Elif Çakır’ın avukatı Fidel Okan’ın olayın abartıldığını söylemesi ve Çakır’ı yalanlaması izledi. Derken olayın ateşli savunucularından İsmet Berkan da özür diledi.

Camide içki…

Gezi Parkı olaylarının tazeliğini koruduğu günler… Yer Kabataş Bezm-i Alem Valide Sultan Camii. Toplumu ikiye bölecek bir iddia daha: Camide içki içildi. Dönemin başbakanı Erdoğan, 11 Haziran 2013’teki AK Parti Grup Toplantısı’nda yaptığı konuşmasında, “Dolmabahçe Bezm-i Alem Valide Sultan Camii… Ayakkabılarla içine gireceksiniz. Orada içeceksiniz. Ve bu ülkenin dini mabetlerine karşı bu saygısızlığı yapacaksınız. Ne adına? Çevre adına. Caminin müezzinini tehdit edeceksiniz. Bütün görüntüler elimizde. Cuma günü arkadaşlarımıza bunları görüntüyle vereceğiz.” ifadelerini kullanmıştı. Eylemcilerin sığındığı caminin müezzini Fuat Yıldırım, Emniyet’te altı saat süreyle tanık olarak ifadenin ardından, “Ben camide içki içen görmedim, olsa muhakkak görürdüm.” demesinin ardından çok zaman geçmeden Başakşehir’e bağlı Kayabaşı köyüne sürülmüştü. Caminin imamı Halil Necipoğlu Zeytinburnu’na, Beyoğlu Müftüsü Recai Albayrak ise Karadeniz Ereğli’ye tayin altında sürülmüştü. Yayınlanan görüntülerde de içki içildiğine dair somut bir kanıt yoktu.

Sümeyye’ye suikast iddiasını TwItter yalanladı

Bu kez yalana konu olan isimler hayli şaşırtıcı. Biri Twitter fenomeni sanal bir kullanıcı olan Fuat Avni, diğeri CHP İstanbul Milletvekili Umut Oran. Yalan ise ‘Umut Oran ile @fuatavni_f arasında Twitter’da Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan’a yönelik suikast hazırlığı da dâhil bir dizi plan yapıldığı iddiası. Bu yalanı iktidara yakın Star, Akşam ve Güneş gazeteleri gündeme getirmişti. CHP’li Umut Oran, konuyla ilgili TBMM’de yaptığı basın toplantısında kendisine ve partisine yönelik saldırıda bulunan yandaş medyayı sert ifadelerle eleştirmiş ve yalanlamıştı. Umut Oran, iktidara yakın medyanın kendisiyle ilgili iddialarını Twitter’ın ABD’deki merkezinden gelen yazıyla bir kez daha çürüttü. Twitter’dan gelen cevapta, Umut Oran ve @fuatavni_f adlı kullanıcıların birbirini takip etmediği ve ‘DM’ yoluyla mesajlaşmalarının mümkün olmadığı, Oran’ın 73 sayfalık görüşme dökümünde böyle bir kayda rastlanmadığı belirtilmişti. Umut Oran suikast yalanını Twitter’dan gelen belgeler ve “Siz bir terör örgütüsünüz, kumpasçısınız, tetikçisiniz ve müfterisiniz. Yaptığınız anayasal düzene, hukuk devletine darbedir.” sözleriyle çürütmüş oldu.

Böceği koyan buldu

2011'in Aralık ayında dönemin başbakanı Erdoğan'ın Ankara Subayevleri Mahallesi'nde evinin bulunduğu binadaki ofisinde bir dinleme cihazı görüldüğü iddia edilmişti. O tarihten bu yana Ankara'yı meşgul eden böcek soruşturması 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasından sonra bir anda yeniden gündeme getirilmişti. Erdoğan, Şubat 2014'te yaptığı açıklamada, böcekleri yerleştiren kişilerin belirlendiğini ve bu kişilerin yurtdışına kaçtığını iddia etmişti. Ancak aradan çok geçmeden böcekleri yerleştiren kişi olduğu öne sürülen S.D.'nin yurtdışına kaçmadığı ve resmi görevle yurtdışında bulunduğu ortaya çıkmıştı. Daha sonra aynı müdüre inceleme yaptırmadıkları, hazırladığı raporu değiştirmeyince de yurtdışı görevine sürüldüğü ortaya çıkmıştı. Daha sonra böcek olarak adlandırılan dinleme cihazı konulmasıyla ilgili 13 kişi hakkında dava açıldı. Böceklerin bulunduğu sırada olay yerinde olan dönemin Başbakanlık Müşaviri, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mustafa Varank tanık olarak dinlendi. MİT ekibiyle birlikte böceği bulduklarını belirten Varank, gerekmesine rağmen bir tutanak tutmadıklarını itiraf etti. Efkan Ala'nın talimatıyla aramada bütün polislerin dışarı çıkarıldığını, MİT mensuplarının içeride kaldığını söyledi. Bunun yanı sıra böcek olayıyla ilgili TÜBİTAK'tan geçmiş tarihli bir rapor istendiği ortaya çıktı. İstedikleri şekilde rapor yazmadığı için TÜBİTAK eski başkan yardımcısı Hasan Palaz, daha önce gözaltına alınıp bırakılmasına rağmen, ikinci kez gözaltına alınıp tutuklandı. Varank, ifadesinde MİT ve Efkan Ala'yı işaret ederek, Hasan Palaz ise raporda tahrifat yapmadığı için görevden alındığını söyleyerek böcek yalanını çürütüyor.

Faiz lobisi dedi, açılışına katıldı

31 Mayıs 2013’te başlayan Gezi Parkı olayları akabinde dönemin başbakanının dile getirmesiyle bir kavram girdi hayatımıza: Faiz lobisi. Neydi bu faiz lobisi? Dönemin başbakanı Erdoğan'a göre, protestoculara destek veren Koç, Boyner gibi dış bağlantıları olan, ekonominin nabzını tutan, iş dünyasının önde gelen isimleri... Uzun süre komplo teorilerinin, kara propaganda listelerinin başında yer aldı faiz lobisi. Ancak aradan geçen zamanda Koç grubunun iddia edildiği gibi bir faiz lobisi olduğu yalanını Erdoğan bizzat kendisi çürüttü. Gezi Parkı sonrası Kasım 2013'te düzenlenen ‘Türkiye İnovasyon Haftası’nda, Ali Koç'a İnovasyon Liderliği ödülünü Erdoğan vermişti. Faiz lobisinin bırakın kim olduğunu, nasıl yönetildiğini, dış bağlantılarını ortaya çıkarmayı; Erdoğan, daha sonra faiz lobisi olmakla suçladığı Koç'un bir fabrikasının açılışına da katılmıştı.

7 bin kişi dinlendi efsanesi

23 Şubat 2014'te Star ve Yeni Şafak, aynı manşetle çıktı. ‘7 bin kişiyi dinlemişler' ve ‘Derin Kulak Pensilvanya' başlıklı haberlerde iki TMK savcısının 'Selam Terör Örgütü' soruşturması altında mahkemelerden aldığı izinlerle üç yıl boyunca dinleme yaptığı iddia edilmişti. Havuz medyasına ilk yalanlama İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Hadi Salihoğlu'ndan gelmişti. Salihoğlu'na göre dolaylı dinlemelerle birlikte bu rakam 2 bin 280 idi. Dinlemeyi yapanlar ise 7 Şubat 2012'de yaşanan MİT soruşturması krizi sonrasında özel yetkileri alınan Adnan Çimen ve sonrasında soruşturmayı devam ettiren Adem Özcan'dı. Savcı Adem Özcan, haberdeki bilgilerin doğru olmadığını açıklarken, Savcı Adnan Çimen de HSYK'dan dosyanın incelenmesi için müfettiş talep etmişti. İktidarın getirdiği savcılardan İrfan Fidan ise takipsizlik kararı verdiği dosyada dinlenen kişi sayısını 238 olarak açıklayarak yalanı belgelemiş oldu.

Dolarların belgesini hâlâ gösteremedi

17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonundan hemen sonra, soruşturmanın seyrini değiştirmek adına atılan iftiralardan Bank Asya da nasibini almıştı. Önce havuz medyasında yalan haberler yayılmıştı. Güya, Bank Asya, 17 Aralık 2013 tarihli rüşvet ve yolsuzluk operasyonundan haberdar imiş ve bunu fırsata çevirmek için yüklü miktarda döviz toplamış. Vurgun 2 milyar dolarmış. Ekonomistler, dövizden bu büyüklükte kâr etmek için 30 milyar dolar almanın yetmeyeceğini söylediği halde bu kez bir devlet yetkilisi konuyu gündeme getirmişti. İçişleri Bakanı Efkan Ala çıktığı bir televizyon programında, “Operasyon öncesi dolarları kim aldı diye soruyorsam şüpheden değil, elimde belgeler olduğundan soruyorum.” demişti. Bank Asya’nın, uzmanların açıklamalarına rağmen bu yalan sürdürülmüştü. Olayın üzerinden bir yıldan fazla süre geçti. Efkan Ala hâlâ elindeki belgeleri gösteremedi.

Bir yıl geçti, ‘Kim tehdit etti?' açıklayamadı

Başbakan Yardımcısı ve hükümet sözcüsü Bülent Arınç'ın, 2 Mart 2014 tarihinde CNN Türk'teki konuşmasında, "Dershaneler konusunda Cemaat, Başbakan'ı (Tayyip Erdoğan) tehdit etti". sözlerinin üzerinden bir yıldan fazla zaman geçti. Arınç bu sözleri bizatihi Erdoğan'dan duyduğunu anlatmıştı. "Bana geldiler, 'Elimizde kasetler var piyasaya süreriz, hükümetini yıkarız' diye konuştular. Ben de restini gördüm. ‘Sonunda bu alçaklığı da yapacak mıydınız?' diye onlara söyledim." dediğini aktarmıştı. Birkaç gün sonra tehdit konusu Bülent Arınç'a tekrar sorulduğunda cevap, “Bugün isim vermemi mi istiyorsunuz? O akşamki konuşmalarıma ilave edecek herhangi bir husus yok.” şeklinde olmuştu. Aradan geçen sürede ne Arınç ne Erdoğan bu isimleri açıklamadı.

Baykal kasedi iddiasını bizzat muhatabı çürüttü

Dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan, yolsuzluk dosyalarındaki ses kayıtlarını kamufle etmek için, 17 Aralık sonrası ısrarla 2011 seçimleri öncesinde internete sızdırılan Baykal ve MHP kasetlerini gündeme getirmişti. Şubat 2014'te partisinin grup toplantısında da hiçbir somut delil göstermeden bu kasetlerin arkasında ‘paralel yapı'nın olduğunu öne sürmüştü. Hâlbuki Baykal, defalarca aksi yönde açıklama yapmış, kumpasın arkasında hükümetin olduğunu söylemişti. Daha sonra Baykal'ın ‘hükümet yaptı' iddiasını doğrulayan, Erdoğan'a ait olduğu iddia edilen bir ses kaydı yayınlanmıştı. Kayıtta Erdoğan'ın Baykal'a ait olduğu öne sürülen görüntüleri izlediği ve kurmaylarına internete sızdırılması talimatı verdiği ortaya çıkmıştı.

Nerede yazıyor dönemin başbakanı?

Yalova mitinginde yaptığı konuşmada, yolsuzluk ve rüşvet soruşturması kapsamında hazırlanan fezlekelerde kendisi hakkında ‘dönemin başbakanı’ ifadesinin kullanıldığını iddia etmişti, dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan. Oysa savcılığa giden fezlekede 10 kez ‘Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’, 43 kez de ‘R. Tayyip Erdoğan’ kullanıldığı ortaya çıkmıştı. Yani Başbakan’ın iddia ettiği gibi, fezlekenin hiçbir yerinde ‘dönemin başbakanı’ ya da havuz medyasının dillendirdiği gibi ‘devrik başbakan’ ifadesi yer almıyordu. Aradan çok geçmeden eski Mali Şube Müdürü Yakub Saygılı ‘dönemin başbakanı’ şeklinde bir ifadenin hiçbir çalışmada yer almadığını söylemişti. Operasyonların ardından dosyadan el çektirilen Savcı Celal Kara da, “Dönemin başbakanı ifadesi hiçbir fezlekede veya evrakımızda yer almamaktadır.” diyerek yalanı çürütmüştü.

Bunlar da Bonus yalanlar

Erdoğan: 80 öncesi kızım bana not yazdı! (Esra Hanım 1983 doğumlu)

Cemaatin Yargıtay imamı var. (Söyleyen kişi iddiasından vaz geçti)

Dışişlerini ‘paralel yapı’ dinledi. (Delil yok, kanaat var)

PKK ve Cemaat ortak çalışıyor, belge var. (O belge hâlâ sunulamadı)

Ayakkabı kutusundaki paraları polis koydu. (O paraları sahipleri faiziyle geri aldı)

PKK ile görüşmüyoruz, görüşen şerefsizdir. (Erdoğan görüştüklerini açıkladı)

Urla’daki villalar 30 yıl önce yapıldı. (4 yıl öncesine kadar olmadıkları ispatlandı)

Cemaat mensuplarını fişlemedik. (2004’ten beri fişledikleri belgelendi)

Z. Çağlayan: 700 bin TL’lik saati ben aldım. (Kendisi Zarrab’ın aldığını itiraf etti)

HDP’li Diyarbakır Belediye Başkanıyla arka kapıdan girip gizlice görüştüler.

(Görüşme gazetede haber olarak yer aldı. Ortaya çıkan görüntüler de iddiaları yalanlıyordu.)