31 Aralık 2014 Çarşamba

Modern Hayatın Ressamı, C. Baudelaire

Burjuvalara

Çoğunluktasınız - sayıca ve zekâca. Demek ki siz güçsünüz, güç de adalettir.

Bazılarınız âlim, bazılarınız mülk sahibi. Âlimlerin mülk sahibi, mülk sahiplerinin de âlim olacağı pırıl pırıl bir gün gelecek. O zaman gücünüz tamamlanacak ve kimse ona meydan okuyamayacak.

Bu üstün ahenk gününü beklerken, mülk sahibi olanların2 âlim olma özlemi duymaya hakları vardır; çünkü bilgi, en az mülk sahipliği kadar büyük bir tatmin kaynağıdır.

Devletin yönetimi sizlerin elinde, olması gereken de budur zaten, çünkü güç sizde. Ama güzelliği hissetme yetisine de sahip olmalısınız; çünkü bugün hiçbirinizin nasıl güçten vazgeçmeye hakkı yoksa, şiirden de vazgeçmeye hakkı yoktur. Üç gün ekmeksiz yaşayabilirsiniz, ama şiirsiz asla; içinizden bunun aksini söyleyenler, yanılıyor: Kendilerini tanımıyorlar.

Düşünce aristokratları, övgüyü ve tenkidi dağıtanlar, manevî hayatı tekelinde tutanlar, hissetme ve zevk alma hakkınız olmadığını söylediler: Onlar Ferisîlerdir.3

Çünkü siz, bütün evrenin kamuoyunun bulunduğu bir kentin yönetimini elinizde bulunduruyorsunuz, bu göreve layık olmanız gerek.

Zevk almak bir bilimdir ve beş duyunun kullanılması, ancak öğrenme arzusuyla ve ihtiyaçla gerçekleştirilebilen özel bir sırra erme süreci ister.Sizin sanata ihtiyacınız var, bundan kuşkunuz olmasın.Sanat paha biçilemez değerde bir mülk, insanın içini hem ferahlatan hem ısıtan, hem mideyi hem ruhu ideal olanın doğal dengesine kavuşturan bir içkidir.Ey burjuvalar - yasa koyucular veya tüccarlar... yediyi ya da sekizi vuran saat, yorgun başınızı şöminedeki korların ışıltısına ve koltuğunuzun yumuşak yastıklarına doğru eğdiğinde, anlarsınız onun faydasını. 4O zaman daha yakıcı bir istek, daha canlı bir hayal, günlük didinmelerinizin yorgunluğunu alabilir. Ama tekelciler sizi bilginin meyvelerinden uzak tutmak istedi, çünkü bilgi onların kıskançlıkla koruduğu tezgâhı ve dükkânıdır. Sizin sanat eserleri üretme veya onların hangi yöntemlerle üretildiğini anlama gücüne sahip olabileceğinizi inkâr etseydiler, hakaret diye algılamayacağınız bir hakikati dile getirmiş olurlardı, çünkü kamu işleri ve ticaret sizin gününüzün dörtte üçünü yutuyor. Serbest zamana gelince, onu da doyum ve haz için kullanmanız gerekiyor.Ama tekelciler, kanunlar ve iş hayatı hakkında teknik bilginiz olmasına rağmen, sanatların tekniğini anlamadığınız gerekçesiyle zevk alma hakkınız olmayacağını buyurdu.Bununla birlikte, eğer zamanınızın üçte ikisini bu teknikler dolduruyorsa, geri kalan üçte birinde hisler tarafından işgal edilmesi doğru olur - ancak hisler aracılığıyla anlayabilirsiniz sanatı ve ruhunuzdaki güçler dengesi ancak böyle oluşabilir.Hakikat çok yönlü olabilir, ama ikili değildir; ve siz, nasıl siyaset hayatında insanın sahip olduğu hakları ve nimetleri çoğalttıysanız, sanatlarda da daha büyük ve daha zengin bir ruh ortaklığı yerleştirdiniz.Ey burjuvalar, sizler -ister kral olun, ister yasa koyucu ya da tüccar- koleksiyonlar, müzeler, galeriler kurdunuz. On altı yıl önce, bazıları sadece tekelcilere açık olan yerler, kapılarını herkese açtı.Ortaklıklar oluşturdunuz, şirketler kurdunuz, krediler aldınız - siyasal, endüstriyel, sanatsal, bütün biçimleriyle gelecek fikrini hayata geçirmek için. Hiçbir soylu girişimde öncülüğü, karşı çıkan ve acı çeken azınlığa bırakmadınız - ki onlar, sanatın da doğal düşmanıdır.Çünkü gerek sanatta, gerekse siyasette öncülüğü kaptırmak intihar anlamına gelir ve bir çoğunluk, intihar edemez.Fransa için yaptıklarınızı başka ülkeler için de yaptınız. İspanyol müzesi, son zamanlarda, sanat hakkında sahip olduğunuz genel düşüncelerin hacminin büyümesine katkıda bulundu; çünkü siz de gayet iyi bilmektesiniz ki, ulusal bir müze tatlı etkisiyle yürekleri yumuşatıp iradeleri esneten bir ruh ortaklığı, yabancı bir müze de iki halkın birbirini daha kolay gözlemleyip incelemesini, birbirlerini anlayıp hiç tartışmadan dayanışmaya varmasını sağlayan uluslararası bir ruh ortaklığıdır.Siz sanatıın doğal dostlarısınız, çünkü kiminiz zengin, kiminiz ise âlim.Topluma ilminizi, sanayinizi, emeğinizi, paranızı verdiniz ve verdiklerinizin bedensel, zihinsel ve imgelemsel zevk şeklinde ödenmesini istiyorsunuz. Eğer varlığınızın tüm bölümlerinin dengesini yeniden kurmak için gereken zevk ve neşe miktarına kavuşmayı başarırsanız, mutlu, tok ve müşfik olursunuz - nasıl ki toplum da genel ve mutlak dengesine kavuşunca, tok, mutlu ve müşfik olacaksa...O halde, burjuvalar, bu kitap haliyle size ithaf edilmiştir çünkü -sayıca ve akılca- çoğunluğa seslenmeyen her kitap, aptalca bir kitaptır.

                                                                                                                                                 1 Mayıs 1846

2 O dönemde Baudelaire, şu ilkeyi öne süren Saint-Simon'cu düşüncelere ilgi duyuyordu: "Herkese yeteneğine göre, her yeteneğe eserlerine göre." Böylece toplum ahenkli bir hiyerarşi içine sokulmuş ve evrensel ortaklık toplumun uzlaşmaz çelişkisini yıkmış oluyordu!3 Baudelaire ince bir oyunla FİLİSTEN'in (= burjuva ) karşısına, onun sözde zıttı, ritüellerin ve ortodoksluğun bekçisi Ferisîleri koyup, bir taşla iki kuş vurarak, birinci kavramı da (burjuvalık) batırıyor.4 Baudelaire okurlarını ikna etmek için gündelik, hatta sıradan imgeleri ve sözcükleri kullanıyor. Bu yöntem, henüz hayatın yıpratmadığı ve 1848 devriminin Şubat ve Haziran aylarını yaşamamış genç şairin idealizminin ifadesi olarak görülebilir.

29 Aralık 2014 Pazartesi

Bir istihbarat faciası: Uludere katliamı

Uludere’de 34 kişinin savaş uçaklarıyla bombalanmasının üzerinden 3 yıl geçti.Diyarbakir Cumhuriyet Başsavcılığı’nca açılan soruşturma 11 Haziran 2013’te ‘görevsizlik’ kararı verilerek Askeri Savcılığa gönderildi. Askeri Savcılık ise 7 Ocak 2014’te ‘takipsizlik’ kararıyla dosyayı kapattı. 34 sivilin ölümünden hiç kimse ‘sorumlu’ değildi! Ölen öldüğüyle kaldı… Köylülerin ‘terörist’ olduğu yönünde ‘istihbarat’ veren milli kaynaklar hiçbir zaman deşifre edil(e)medi. Bugün hâlâ ‘milli’ istihbaratın kaynağı, ‘vur’ emrini kimin verdiği bilinmiyor… Bilinen tek şey 34 kişinin bombalanarak öldürüldüğü ve bu olayın ardından terör örgütüne yönelik operasyonların bıçak gibi kesildiği…İNTERAKTİF İÇİN TIKLAYINIZ>>

20,000 Days on Earth

Bu adamı gerçekten seviyor muyum bilmiyorum. Kendini isteyerek orada tutuyor gibi. Bu belgeseli bekliyordum fakat beklediğim gibi mi olmuş anlayamadım.

23 Aralık 2014 Salı

Belemedik, kıymetini bilemedik

Adana'nın Pozantı ilçesine bağlı Belemedik köyü, muhteşem coğrafyası ile ziyaretçilerine her mevsim farklı güzellikler sunuyor.Kışın kar yağışı ile bembeyaz doyumsuz bir görüntüye bürünen Belemedik, bahar mevsimi ile birlikte yeşilin bütün tonlarını bağrında besliyor. Renk renk, desen desen açan eşsiz çeşitteki çiçekleri ile zengin bir floraya sahip. Yaz boyunca yeşilliğini muhafaza eden Belemedik, bugünlerde hazan mevsiminin son demlerini yaşıyor. Köy sınırlarına girişte başlayan renk cümbüşü, konuklarına sonbaharın en güzel tonlarını sunuyor. Yol boyunca sıralanmış çınar ağaçları ziyaretçilere eşlik ediyor. Yer yer arada kalmış yeşil çamlar yazdan izler taşısa da son bahar ağırlığını her tarafta hissettiriyor. Çınar ağaçları kurumaktan sapsarı kesilmiş yapraklarını her daim tatlı gelen tatlı esintiler eşliğinde yere dökerken, arada kalmış tek tük çam ağacı ise yeşilin en canlı tonları ile sanki hazana karşı bir başkaldırının sembolü gibi. Kimi yerde de bir bedende iki mevsimin izlerine rastlayanlar şaşkınlıklarını gizleyemiyor. Zira yılların çınarı tepeden tırnağa sapsarıya kesilmişken, kökünden başlayarak zirvesine kadar çınarı sarmalayan sarmaşıklar ise yeşilin en canlı tonları ile yürekleri hoplatıyor. Mevsimler adeta ağaçlar üzerinden sarmaş dolaş olmuş, bir birlerini kovalıyor. Mevsimin bütün desenlerini yansıtan Belemedik, çınar ağaçlarının sararmış yaprakları ile adeta örtülmüş gibi duruyor. Tabiatta sonbahar mevsimini anlatan sarının her tonuna rastlamak mümkün. Ağaç dipleri, ana yollar, patikalar, çınar yaprakları ile adeta kaplanmış gibi duruyor. Kışın uzaktan esintilerinin hissedilmeye başlandığı bugünlerde, mevsimin son demleri yaşanıyor beldede. Çınar ağaçları, yapraklarının kalanlarını dökmek için adeta son ziyaretçilerini bekliyor. Köy ortasındaki demiryolundan günde birkaç kez geçen trenin siren sesi, çevreyi inletiyor. Issız ve yolcuya hasret Belemedik İstasyonu, her tren duruşunda ümitle inecek yolcunun yolunu gözlüyor sanki. Köyde 1900'lü yılların başında demir yolu ulaşımında kullanılacak tünelleri açmak için gelen Almanların o dönemde kullandığı barınakların kalıntıları hâlâ duruyor. Hatta tünel yapımı sırasında hayatını kaybetmiş üç Alman'ın defnedildiği bir de mezarlık var. Köydeki ev sayısı bir hayli sınırlı. Daha çok yazın yayla tatili yapanların uğrak yeri. Bu mevsimde köydeki insan sayısı iki elin parmaklarını geçmiyor. Belemedik, her mevsim doğa hasreti çekenlere doyurucu güzellikler sunsa da yeterince bilinmediği için çok fazla ziyaretçisi yok. Bir parça doğa kokusu almak isteyenlerin her mevsim gidebilecekleri Belemedik, gelenlerin beklentilerini karşılayacak bir şeyler mutlaka sunuyor. Sararmış çınar ağaçları, kurumuş son yapraklarını üzerine bırakacağı misafirlerini bekliyor.

22 Aralık 2014 Pazartesi

14 Aralık'ın unutturamadıkları

Tam bir yıldır yolsuzluk ithamlarına cevap veremeyen iktidar partisi, ‘paralel devlet’ söylemini bir perde olarak kullanıyor. 14 Aralık’ta medyaya yapılan operasyon ile bu perde kalınlaştırılmak istendi. Ama esen demokrasi rüzgârı perdeyi araladı. İşte altından gözükenler...Daha 17 Aralık 2014 gelmeden insanlar, 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarının iktidar marifetiyle örtbas edilmesine izin vermeyeceklerini söylemeye başladı. Muhalefet, sivil toplum kuruluşları ve aydınlar bu konuda açıklamalarda bulundu. Hazırlıklar yapıldı. Fakat 14 Aralık’taki medya operasyonu yolsuzlukların, ülkenin gerçek sorunlarının ve uluslararası gündemin önüne geçti. Bu algı operasyonu ile yolsuzluklar örtbas edilip gündemi Cemaat-AKP tartışmasına kilitlemeye çalışıldı.Hukuksuzlukları ve demokrasi ihlallerini eleştirenler bile bu tuzağa düştü. “Ama Cemaat de…” diye cümleler kurmaya, analizler yapmaya başladı. Öne sürdükleri savlar büyük yolsuzlukları, çözüm sürecini, IŞİD terörünü, taşeron sisteminin azaplarını ötelemeyi gerektirecek şeyler değil. Çok uzağa bakmaya gerek yok, son bir yılın gündemine bakarsak 14 Aralık Medya Operasyonu’nun neleri örtmek için perde olarak kullanıldığını anlayabiliriz.17 ve 25 Aralık gözümüzün önünde cereyan eden bir yolsuzluk operasyonuyduBugün, hükümete muhalif kesimler bile 17-25 Aralık operasyonlarının Cumhuriyet tarihinin en büyük yolsuzluk operasyonu olduğunu değil paralel yapı iddialarını, Cemaat’i konuşuyor. Ülkede büyük bir muhaberat dönemi yaşanmaya başladı, herkes herkesi fişliyor. Öyle ki aynı ofiste çalışanlar, yöneticisinden rahatsız olanlar birbirlerini ispiyonlamaya, iftira atmaya başladı. Hükümetin bazı bakanlarının ve oğullarının işin içinde olduğu adlî bir vaka rejim meselesi haline getirildi. Sonra da bir grup hakkında kin kusulmaya başlandı. ‘Velev ki’ sözünü edilen gruba dair böyle ithamlar var. Polisin yaptığı yolsuzluk soruşturmasıyla ne alâkası olabilir? Tüm bunlar konuşulmuyor. Hâlbuki MİT’in operasyondan aylar önce, o zamanlar başbakan olan Tayyip Erdoğan’a sunduğu raporda bakanların Zarrab’la ilişkisine dikkat çekiliyor, kara para trafiği deşifre ediliyordu.Bugün 17-25 Aralık’ı darbe olarak lanse eden Yeni Şafak da bu konuda haberler yapmış, İran’ın kara parasının nasıl aklandığını anlatmıştı. 17 Aralık, bunların delillendirilmesi üzerine yapılan operasyondu. Reza Zarrab’ın Egemen Bağış, Muammer Güler ve Zafer Çağlayan’a ve oğullarına verdiği rüşvet paralarını, müteahhitlere rüşvet karşılığı tanınan imtiyazları bu operasyonla öğrendi kamuoyu. Operasyonda ortaya çıkan ilginç deliller ise Muammer Güler’in oğlu Barış Güler’in yatak odasında çıkan paralar, kasalar ve para sayma makinesi oldu. Rüşvet, görevi kötüye kullanma, ihaleye fesat karıştırma ve kaçakçılık suçları işledikleri iddiasıyla evinde, ofisinde arama yapılan ve gözaltına alınanlar arasında işadamları (Ali Ağaoğlu, Reza Zarrab, Emrullah Turanlı), bakan çocukları (Barış Güler, Salih Kaan Çağlayan, Abdullah Oğuz Bayraktar), devlet görevlileri (Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir, Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan, Ekonomi Bakanı’nın özel kalem müdürleri Mustafa Behçet Kaynar, Onur Kaya, Çevre Şehircilik Genel Müdürü Mehmet Ali Kahraman, Şehircilik Bakanı’nın danışmanı Sadık Soylu, İmar Planlama ve Kentsel Tasarım Daire Başkanı Turgay Albayrak, Emlak Konut GYO Genel Müdürü Murat Kurum, TOKİ’den birçok isim, Fatih Belediyesi’nden birçok bürokrat, Tabiat Varlıkları Koruma biriminden memurlar…) var.HANİ O PARALARI POLİS KOYMUŞTU?17 Aralık 2013 günü toplam 80 kişi gözaltına alındı. Operasyonun simgesi haline gelen ayakkabı kutusundaki paralar, Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan’ın evinde yapılan aramada ortaya çıktı. Aslan, bu paraların Makedonya’da Balkan Üniversitesi ve Osmancık’ta imam hatip lisesi yapımında kullanılması için toplanmış hayır paraları olduğunu söyledi. Havuz medyası ve iktidar çevreleri bu söylemin arkasında durdu. Havuz medyası ve iktidar, oğul Güler’in yatak odasındaki 7 adet kasayı, paraları ve para sayma makinesini polis koydu dedi. Fakat enteresandır yaklaşık bir yıl sonra, geçen hafta paraların faiziyle iade edilmesine karar verildi. Aslan’ın avukatı da müvekkilinin paralarını istedi: “El konulan paranın içerisinde, bağış paralarının yanı sıra Süleyman Aslan’ın kendi kişisel parası da var.” Bu karar tabii ki paralel paranoya konuşulduğu için pek gündeme gelmedi.25 ARALIK’TA NE OLDU?17 Aralık 2013’te operasyon olurken ilginç gelişmeler de yaşanmıştı. Dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan, oğlunu arayıp evdeki paraları sıfırlamasını söyledi. Geçtiğimiz hafta BBC’nin İngilizceye çevirip yayınladığı bu konuşmanın sebebini kamuoyu 25 Aralık’ta öğrenecekti. Çünkü savcı ikinci dalga operasyonu yapmaya hazırlanmıştı. Gözaltına alınacak listede 41 isim vardı. Fakat operasyona Başsavcılık el koydu. Yapılamadı. Hürriyet’in haberine göre Muammer Akkaş’ın bu 41 kişiye yönelttiği başlıca suçlama; çıkar amaçlı suç örgütü kurmak, yönetmek, tehdit, rüşvet ve nüfuz ticareti, ihaleye fesat karıştırmak, resmî belgede sahtecilik. Savcı, Bilal Erdoğan için de şüpheli sıfatıyla ifadeye çağrı evrakı hazırladı. Ancak emniyet, savcının bu talimatını yerine getirmedi. Bilal Erdoğan, ifadesini 5 Şubat’ta verdi. Sonrasında Emniyet’te büyük görevden almalar yaşandı. Nihayetinde 17 Aralık yolsuzluk soruşturması, 11 ay süren incelemeden sonra 17 Ekim 2014’te takipsizlik kararıyla sonlandırıldı. Gerekçe, usule uygun delil toplanmaması, suçun unsurlarının oluşmaması. 25 Aralık yolsuzluk soruşturması içinse 2 Eylül 2014’te takipsizlik kararı verildi. Bilal Erdoğan da dahil 96 şüpheli hakkında kovuşturmaya yer olmadığı belirtildi.EMNİYET VE YARGI SİNDİRİLDİ, PEKİ MECLİS KOMİSYONU?İşte 14 Aralık’ta medyaya yapılan operasyonun kodları burada saklı. Çünkü yargı ve emniyet ayağı böyle sindirildi fakat 17-25 Aralık’a dair TBMM’de kurulan komisyon ilgilileri dinliyor. Gerçi TBMM tarihinde bir ilk yaşandı ve Cemil Çiçek’in başvurusuyla yayın yasağı getirildi ama anlatılanlar medyaya sızıyor. Tekrar kamuoyunda gündem oluyordu. 14 Aralık’ta yapılan operasyonla gündem, yolsuzluklardan çekilip paralel paranoyaya getirildi.Ak Saray için harcanan paralar ve imar tartışmalarıAk Saray, aslında Başbakanlık Konutu olarak yapıldı. Çünkü Kızılay’daki hizmet binası yetersiz kalıyordu. Birçok Başbakanlık birimi için Ankara’nın değişik yerlerinde ek hizmet binaları tutulmuştu. Bu sebeple 2006’da yeni bina için çalışmalar başlanmıştı. AOÇ’nin Beştepe mevkiinde başlanan inşaat, epey tartışmaya sebep oldu. İmarının hukuka aykırı olduğu, AOÇ’ye zarar verildiği gerekçesiyle açılan ve kesinleşen davalara rağmen yapıldı. Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı adaylığının kesinleşmesiyle konutun Cumhurbaşkanlığı’na ait olmasına karar verildi. Çankaya Köşkü içinse Ankara kulislerinde önce Başbakanlık’ın olacak diye konuşuldu sonra Cumhurbaşkanlığı’nda kalmasına karar verildi. Tartışma bunlarla da kalmadı: Sarayın kaçak olduğu iddiası, maliyeti ve tarafsız olması gereken Cumhurbaşkanı’nın konutunun adının Ak Saray olması....Soma’ya dair ne yapılıyor?13 Mayıs 2014’te, Soma’da, 301 madenci iş ve işçi güvenliğinin sağlanmadığı madende yaşanan kaza sonucu yaşamını yitirdi. Kaza, Türkiye’deki birçok yanlışı ortaya çıkardı. İşçilerin çalışma şartları, taşeron işçilik sisteminin garabetliği, maden işletmecilerine dair şaibeli durumlar, insan hayatının değersizliği... Türkiye ilk bir-iki ay bunları çok tartıştı. Peki, biliyor musunuz sonrasında ne oldu? İşçilerin özlük haklarında iyileştirilme yapıldı mı? Aileleri?.. Soma maden faciasına dair hazırlanan iddianamenin neden reddedildi? Bakanlıkların ilgili kamu görevlilerinin yargılanmasına izin vermediğini biliyorsunuzdur herhalde. Bir de Erdoğan’ı protesto eden işçiyi tekmeleyen müşaviri Yusuf Yerkel’e bu konuya dair bir yaptırım uygulandı mı? Soma’da yaşananlardan ders çıkartılmadığı, İstanbul’da bir inaşaatın 32. katından yere çakılan asansörle ortaya çıktı. Sorumlular hakkında ne yapılıyor, düzenlemeler oldu mu? Hükümetin o kadar verdiği sözün üzerinden çok geçmeden Ermenek’te olanlara ne demeli? Hesabını kim soracak?IŞİD isyanlarda: Bizi unuttunuz!Absürt haberler yapan internet sitesi Zaytung, iki gün önce bir haber geçti. “Eskisi kadar gündeme gelmeyi başaramayan IŞİD’de moraller bozuk: Sizin için bir hevesmişiz meğer, her şey gibi bizi de tükettiniz.” Bu absürt haber gerçeğe dair çarpıcı bir eleştiri aslında. Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgede önemli gelişmeler oluyor. Irak, Suriye, ABD, Rusya, İran ve bölge ülkelerinin yöneticileri sık sık Ankara’ya geliyor ama Türkiye’nin gündemi paralel paranoyaya kilitli kalmış. Aydın ve entelektüeller, iddiada bulunan iktidarın tüm devlet imkânlarını ortaya koymasına rağmen kanıtlayamadığı iddiaları konuşuyor.İç güvenlikSon 3 ayda Türkiye’de faili meçhul 63 cinayet oldu. Kurban Bayramı’nda yardım dağıtanlar linç edildi. Devlet halen bu vakaları çözemedi. Doğu ve Güneydoğu’da PKK yol kesiyor, kimlik soruyor. Polisin sokaklara girmemesi için şehir merkezlerine hendek kazıyor. Devlet memurları Doğu’da can güvenliklerinden endişe ettikği için dışarı çıkamıyor. Bölgede terör örgütünün kendi valisini atadığına dair cılız da olsa basına yansıyan haberler ve görüntüler var. ‘Çözüm süreci’ her kesimin desteklediği bir politika. Fakat içeriği, neyin ne olduğuna dair sürecin paydaşlarının bile tam olarak bilgisi yok. Kandil’den tehditler yapılıyor. Neyi ima ettiklerine dair medyada doyurucu nitelikte bir analiz veya haber yok. Kobani olayları neydi peki? Kobani’de IŞİD zulmündeki halk için yardım çağrısı yapmak maksadıyla ve peşmergelerin Türkiye’den geçmesi için koridor açılsın diye sokaklara çıktığını söyleyenler şehirleri yaktı yıktı. Bir anda başlayan olaylar bir anda sonlandı. Neydi arka planı? Neden bir anda sonlandı? Koridora hayır diyen devlet yöneticileri sonra neden izin verdi? Hâlâ Kobani’de mazlumlar zor durumda. Bunlar konuşulmuyor.VIP torpil, milyonluk Mercedes14 Aralık operasyonu olmazdan önce Türkiye iki konuyu konuşuyordu: Biri muhalefetin dile getirdiği VIP torpil iddiaları diğeri Diyanet İşleri Başkanı’nın yeni arabası. Diyanet Vakfı’nın mı yoksa devletin mi aldığı, fiyatını, din adamının pahalı bir makam aracını kullanmasının uygun olup olmadığı... Aslında bu tartışma buz dağının su yüzeyindeki kısmı. Çünkü her yılın bir süre Sayıştay’ın birçok kamu kuruluşunu ve yatırımlarını denetleyemediği tartışılıyor. Kim nereye ne kadar harcıyor bilinmiyor? Bilinenlerin de hesabı sorulamıyor. Torpil iddiaları havada kalıyor.

18 Aralık 2014 Perşembe

Binlerce, T.Uyar

BİNLERCE Binlerce pazartesi geçti ömrümde Hangisiydi o çıkaramıyorum Bir kiraz yediğimi hatırlıyorum kurtluydu Demek oldukça eski Bir de saçmasapan şeyler Bir kızın dizaltını örneğin Bir adamın çirkin sigara içişini Nasıl yaşanıyor bu vesayetli dünyada Hangi çılgınlar nasıl dayanıyor buna Kimsenin soyunu sopunu bulmak görevim değil Kendi öykümü düzenlemek yetiyor bana Güzel bir öğle vakti Eski güzel bir akşamı hatırlayarak Sonra dopdolu şeyler Damacanalar gibi İçim kabarıyor Sonu olsun diyorum Neyin sonu ama Hiç değilse bu taş basamakların

15 Aralık 2014 Pazartesi

Unutulan 12 milyon Euroluk garaj

Fransız girişimci Roger Baillon'un torunu, değeri 12 milyon euronun üzerindeki 1930-1950’li yıllarından kalma 60 eski otomobili ailesinin çiftliğinde buldu.

11 Aralık 2014 Perşembe

Kitap Yorumu: Zehir Ustası - Maria V. Snyder

İlk defa bir yoruma "Allahallahallah!" nidalarıyla girmek istiyorum. Feci heyecanlanıyorum; ne yazacağımı kestiremiyorum, parmaklarımın yapacağı şeylerden korkuyorum. Evet, Zehir Ustası'nı -sonunda- okudum. Mübalağayla birlikte yıllardır kitaplığımda bekliyordu serinin diğer kitaplarıyla beraber. Ne olmuş bitmiş bilmiyorum: Bir zamanların en çok okumak istediğim kitaplarındandı. Seriyi yayınevine bizzat ben önermiştim. (Hani alkış?) Sonra arada kaynamış kalmış öyle. Aslında iyi de olmuş. İlaç gibi geldi bana! Art arda ortalama ve altı kitaplar okuyunca Zehir Ustası adeta imdadıma yetişti, sardı sarmaladı beni.Önce şöyle kısaca bir konuyu anlatayım, sonra fangirl duygularımın dizginini bırakırım. Kitabın anlatıcısı Yelena, idamını bir yıla yakındır bekleyen bir mahkûm. Cinayetten hüküm giymiş olan Yelena'ya çeşnicilik teklif ediliyor. Yani, ya idamı seçecek ya da Ixia'nın komutanının yemeklerinde zehir var mı yok mu diye kontrol etmek. Hayatta kalma içgüdüsü galip gelen Yelena teklifi kabul ediyor. Böylece komutanın başmuhafızı Valek'in ona vereceği zorlu eğitime başlamış oluyor.Ixia ile ilgili biraz konuşmak istiyorum; çünkü Maria V. Snyder'ın kurguladığı bu ülke bir hayli dikkatimi cezbetti. Önceden krallıkla yönetilen ülke, Komutan Ambrose'un yönetime el koyup kralı ve tüm ailesini ortadan kaldırmasıyla askeri yönetime geçmiş. Ülke bölgelere ayrılmış ve her bölgeye bir komutan atanmış. Davranış Yönetmeliği adlı bir yasalar topluluğu oluşturulmuş ve bu yasaların dışına çıkılması katî suretle yasaklanmış. Yeni askeri düzenin hem iyi hem de kötü yanları olduğunu gördüm ben. Monarşiye göre daha insancıl mesela. Hizmetlilere köle muamelesi yapılmaması dikkatimi çekti. İşlerini bitirdikleri sürece kendilerine zaman ayırabiliyorlar. Ancak yasaların yaptırımı çok fazla. En ufak bir merhamet göstergesi bile kabul edilmiyor. Bunun yanında Komutan'ın tavırları beni okurken oldukça şaşırtmıştı. Oldukça duyarlı bir yönetici. Belli başlı kuralları ve korkuları var. Örneğin, büyüye tahammül edemiyor; onun dışında beklenmedik kadar iyi bir karakter olarak lanse edilmiş. Sonradan ortaya çıkan sırrı ise beni hem şok etti, hem de çok sevindirdi. Yazarın bu ters köşesi koltuklarımı kabarttı açıkçası.Ixia'nın güneyinde ise Sitia var. Eskiden fazlaca alışveriş içinde olan iki bölge, şimdi tamamen ayrı düşmüş durumda. Sitia, büyücülerin doğup büyüdüğü yer olarak biliyor. Bu nedenle onlarla hem ticarî hem de siyasî ilişkiler durdurulmuş durumda. Ixia'ya büyü girmesi yasak. Ama yasaklar delinmek için vardır, değil mi? Ortada görünmemeleri kaçınılmaz. Hem de Yelena'nın yanı başında.Kitabın kurgusunu çok çok beğendim. Baştan sona mantık çerçevesinden çıkmadı. Gereksiz diyaloglar olmamasına da ayrıca sevindim. Son zamanlarda öyle boş diyaloglar içeren kitaplara rast gelir olmuştum çünkü. Yelena karakteri, aradığım kadın karakterlerden biri olabilir. Hattâ evet, onlardan işte! Kitabın başındaki bitmiş hâlinde bile bir güç, farkındalık seziyor insan. Karakter gelişimi beni aşırı mutlu etti. İşte böyle bir kadın karaktere ihtiyacımız var, dedim. Lütfen çok sevgili  yazarlar, güçlü kadın karakterlerden mahrum bırakmayın bizi.Valek desen... Suikastçileri ne kadar sevdiğimi söylemiş miydim? Valek de bir suikastçi. Hem de komutanın sağ kolu sayılır. Yeteneği konusunda eline su dökülmez. Kamufle, dövüş ve hattâ siyaset. Adam hepsine hâkim! Üstelik deli gibi karizmatik! Üstelik über gizemli! Her sahnesini dört gözle bekledim. Hem bu kadar olgun hem de etkileyici karakter bulmak zor oldu günümüz kitaplarında. İstisnalar arasına girdiniz, Valek Bey. Selam verin lütfen!Yan karakterlerini ayrı ayrı sevdim. Ari ile Janco tam yemelik! Oğlum, siz asker adamlarsınız. Neden bu kadar sempatiksiniz? Nedir yani? Ne amaçla kendinizi bu kadar sevdiriyorsunuz? Ölüp mölmeyin de sonra...Yazarın büyüyü ve büyücülüğü ele alış biçimini son derece mantıklı buldum. Yetenekler öyle aşırıya kaçmamıştı. Her şeyin bir sınırı olması inandırıcılığını daha da artırmıştı.Yalnız kitabın genç yetişkin kategorisinde gözükmesi biraz kafamı karıştırdı. Bence bir hayli "sert" unsur vardı Zehir Ustası'nda. Bu da bu tür, hedef aldığı kitleye göre düzenlenmiş, kategorileri yeniden bir düşünmemi sağladı. Bazı kitaplar o kategorilere cidden sığmıyorlar zira. Bir yazar, neden sadece tek bir kitleye hitap etmek istesin ki? Yazarlık zaten bencil bir meslektir; fakat eğer illa bir gruba hitap etmesi gerekiyorsa, bu tüm insanlık olmalı diye düşünüyorum. Okumak isteyen herkes alıp okuyabilmeli kitabı. Tabii burada çocuk kitaplarını ve fazlasıyla yetişkin kitapları ayrı yere koyuyorum. Üzerinde durmak istediğim daha çok genç yetişkin edebiyatı. Bu konuda benimle görüşlerinizi paylaşırsanız sevinirim.Uzun lafın kısası; Zehir Ustası aradığım türde kitaplardan biri. Aksiyonu ayarında, kurgusu harika, romantizm kısmı illa arayanlara az kaçabilir ama bana yetti. Lâkin nedense yine cimriliğim tuttu o yüzden bir unicorn kırıyorum. Sorma nedenini, canım okuyucu. Arada oluyor böyle.Puan: 4

8 Aralık 2014 Pazartesi

Ojeli militarizm

Askerî üniformalı, çekici ve güzel kadınlardan oluşan mutlu mesut bir imaj sunuluyor fotoğraflarda. Kadının orduda, savaş meydanlarında oluşu kadın-erkek eşitliğine bağlanıyor. Fakat eline silah alınca kadınlar erkeklerle eşitleniyor mu yoksa savaş için reklam malzemesi olarak mı kullanılıyor? Her geçen gün medyaya servis edilen fotoğraflar tartışmayı derinleştiriyor.Birçok Kürt haber sitesinde, “Şimdi moda Kürt Kadını” başlığıyla yer veriliyor haberlere. Bazılarında Batı’nın meşhur moda dergilerinde çıkan makaleler gururla haberleştiriliyor: “Elle, peşmerge kadınları anlattı.” Maria Claire muhabiri ise Suriye’ye gidip bu kadınlarla bir hafta geçirdi. Her anlarını fotoğrafladı, hikâyelerini dinledi. IŞİD’e karşı savaşan kadınlar hakkında magazinel ve sansasyonel haberler de çıktı. Sansasyon, dünyaca ünlü İsveç markasının yeni koleksiyonunda yer verdiği peşmerge kıyafetine dair oldu. Daha doğrusu bu kıyafete Kürt entelektüeller, özellikle kadınlar ve feministler büyük tepki gösterdi. IŞİD’e karşı canını ortaya koymuş kadınların modaya malzeme olmasını hoş karşılamadılar. O kadınların özverilerine karşı yapılmış bir ayıp olarak gördüler. Marka özür dilemek zorunda kaldı. Fakat kafa kesen, kadın kaçıran, barbarca tecavüz eden karanlık bir terör örgütüne karşı savaşan kadınların varlığı Batı için egzotik ve masalsıydı. Binbir gece masallarının geçtiği diyarlarda, 21. yüzyıl amazonları yaşıyordu. Niye savaştıkları, ellerindeki ağır silahların ne anlama geldiğine çok da merakları yoktu. Zaten Batı medyasına yansıyan fotoğraflar son derece ‘keyifli’ydi. Ellerinde ağır silah bulunan bu savaşçı kadınlar tatlı tatlı gülüyordu da. Hatta peşmerge kadınların yanında bir hafta geçiren muhabir, onları savaş arasında kaşlarını alırken bile fotoğraflamıştı. Üniformalı, savaşın ortasında mutlu kadınlar... Hep gülüyorlar, üstelik bakımlılar…Amerika’da bu fotoğraf için yapılan yorum: ‘Dişli mutlu kadın askerler!’ Ordunun reklamını yapmak için kadın ve erkek askerlerin özel hayatı kullanılıyor. Haber sitelerindeki üniformasız hallerini gösteren foto galerileri gibi.Kadın askerler feministleri antimilitarist yaptı‘Kadın savaşçılar’ fenomeni Amerika’da, İsrail’de ve başka Batı ülkelerinde de kullanılan bir unsur. İsrail’de mesela, antimilitarist feminist hareketin doğuş sebebi kadınların da askere alınması oldu. Tabii militarizmin topluma yayılmasının insanların hayatını nasıl olumsuz etkilediğini bire bir tecrübe etmeleri de İsrailli antimilitaristleri harekete geçiren durumlardan biri oldu. Türkiye’ye de gelip antimilitarist hareketi anlatan edebiyatçı feminist Rela Mazali, sivil eylemlerle ülkesinde gündelik hayatın askerileşmesini yani militarizmi engellemeye çalışıyor. Mazali, ordunun iki şeye ihtiyacı olduğunu düşünüyor: Düşman ve kadın. Düşmanın varlığı ordunun varlığını meşrulaştırır; bir düşman yoksa da bu yaratılacaktır. Ordu koruması için bir kadının varlığına ihtiyaç duyar. Anavatan sözcüğü de vatanın feminen algılandığını gösterir. Mazali, hem düşmanın varlığını hem de kadının korunması gereken varlık olduğu anlayışını kabul etmediklerini söylüyor. Asıl olan insan hayatıdır. Korunması gereken de. Feminist düşünür Cynthia Enloe, kadınların milliyetçi hareketlere katılma yoluyla ev içine tıkılmaktan kendini kurtarıp kamusal yaşamda yer edindiklerini söylüyor: “Bu beni, sürecin ataerkini zayıflatan sonuçlarını daha dikkatli bir şekilde ele almaya zorluyor, gerçi tam bir özgürleşme gerçekleşmemiş ve kadınlar, kazanılan hakları ataerkil milliyetçi erkeklerle birlikte değil, onlara rağmen elde etmişlerdir.” Nitekim Rela Mazali, İsrail ordusunda yer alan kadın askerlerin yüzde 80’inin tacize uğradığını fakat şikayet etmekten, yüksek sesle dile getirmekten kaçındıklarını söylüyor. Bugün modern Amazonlar olarak lanse edilen Kürt savaşçı kadınların dağda yaşadıkları tecavüz vakaları, ailelerinden kaçırılmaları ya da ailelerindeki baskıdan kaçmak için dağa sığınmaları da zaman zaman basında yer almıştı. Tabii tüm bunlar ‘barbar ve katil bir terör örgütü karşısında savaşan kadınlar’ın etkileyiciliğini görmezden gelmeye sebep olamaz.Lemlem, Afrika’da Eritre direnişinin simgesi oldu. Bu fotoğrafı 1988 yılında çekildi. Bir gazeteci Lemlem için, “Güzellik ve şiddet... Kadınlık ve maçoluk... Hâlâ dünyanın birçok yerinde büyüleyecek çelişkiler…” diye yazdı.Savaşarak kamusal alana çıkma hakkını elde ediyorlarBu da gelecek eleştirileri engelleyemiyor. Nitekim Maria Claire’in sadece kadınlardan oluşan Kürt yapılanması YPJ’ye dair övgü dolu çalışmasında yer alan 12 ve 14 yaşındaki çocuklara dair sosyal medyada epey eleştiri geldi, hem dergiye hem de Kürt entelektüellere, feministlere, çocuk hakları savunucularına. Dergi editörleri haberin başına ‘Çocuk askerlerin kullanılmasına göz yummayız’ şeklinde bir açıklama eklemek zorunda kaldı.Kürt feminist kadınlar için, aslında Ortadoğu’daki kadınlar için, kadın savaşçı/asker figürü bir anlamda özgürleşme, savaşarak kamusal alana çıkmayı elde etme demek. Feminist düşünür Cynthia Enloe’in yukarıda işaret ettiği gibi. 1950’de de BM’nin, halkına sormadan aldığı bir kararla Afrika’daki Eritre bölgesinin Etiyopya’ya bağlanması üzerine halk ayaklanmıştı. Ayaklanma 1960’larda silahlı mücadeleye dönüşmüştü. 1993 yılına kadar devam eden bölgeyi kaosa ve sefalete sürükleyen 30 yılı aşkın süreli bu iç savaşta kadınlar da yer aldı. Bugün etkileyici pozlarıyla hatırlarda kalan kadın savaşçıların mücadelesi aslında sadece toprakları ve ülkelerinin yönetim hakları için değil, cinsiyet eşitliğiydi de. Ellerine silah alarak erkeklerle eşitlendiler. Bu ayaklanma kadınların içinde bulundukları toplumda kamusal alana çıkmaları ve haklarını elde etmeleri anlamına da geldi. Kürt kadınlar da PKK, PYD ve YPG’ye bu açıdan bakıyor. Ataerkil toplum yapısının bu mücadele döneminde dağıldığını, kadınların eş başkanlık, savaşçı kimlikleriyle birlikte ataerkil baskıdan kurtulduklarını düşünüyorlar. Bu yüzden Batılı gazetecilerin egzotik ve oryantalist yaklaşımını çok eleştir(e)miyorlar.Maria Claire’in YPJ’li kadın savaşçıları çektiği fotoğraflarda 12 yaşında olan bu eli silahlı çocuk epey tartışmaya sebep oldu. Eleştirilerden nasibini alanlar arasında feministler ve insan hakları savunucuları da var. Biz burada çok mutluyuz dostum!Afganistan’daki Amerikan kadın askerlerinin, Hollywood filmlerinden aşina olduğumuz üslupla, “Hey, biz burada çok mutluyuz dostum!” pozları ülkede tartışmaya sebep oldu. Dünyaya ‘barış’ götüren Amerikan ordusunun kadın askerlerini PR malzemesi olarak kullandığı söylendi. Yukarıda bahsi geçen tüm bu fotoğraflar ve haberler dünyada yeni bir tartışmayı başlattı: ‘Kadın ve militarizm’. Daha doğrusu kadın, savaşın, militarizmin PR nesnesi olarak mı kullanılıyor? ‘Üniformalı mutlu, güzel, çekici kadınlar’ savaşa özendirici hatta savaşı meşrulaştıran birer unsur halini mi aldı? Otomobil reklamlarında ve fuarlarında kullanılan kadınlar gibi ellerinde silahlarla, cephede veya gülerken fotoğraflanan kadınlar da mı reklam malzemesi olarak kullanılıyor? sorularını akla getirdi. Bu konuda en çarpıcı eleştiriyi bir Kürt feminist yapıyor: Dilar Dirik. Birçok haber sitesinde ve uluslararası medya kuruluşunda yer alan makalesinde medyanın IŞİD karşısında mücadele veren kadınlara yaklaşımını çılgınlık olarak görüyor. Oryantalist, tuhaf ve miyop bir bakışları olduğunu vurguluyor. Cambridge Üniversitesi’nde sosyoloji doktorası yapan Dirik’in, Kürt kadın hareketi üzerine araştırmaları var. Dirik, moda dergilerinde yer alan haberlerden dolayı ezilen ve mağduriyetlerinden dolayı silah altına giren bu kadınların yeni bir fenomen olarak sansasyonelleştirildiğini düşünüyor. Tuhaf oryantalist fantezilerin meşru mücadelelerini ucuzlattığını söylüyor. Bunların Kürt kadınlarının savaşmasına sebep olan motivasyonlarını aşırı derecede basitleştirdiği fikrinde. Dirik, makalesinde ana akım medyada yer alan haberlerden dolayı Kürt liderliğinin de çokça eleştirildiğine değiniyor. Kürt liderler, kadınları Batılı kamuoyunun sempatisini kazanma çabası içinde, halkla ilişkilerini kuvvetlendirme amacıyla kullandıkları yönünde suçlanıyor. Dirik, bu eleştirileri sıraladıktan sonra “Bazı durumlarda bu suçlamalarda bir doğruluk payı olabilir.” diyor. Ana akım medyada kadın savaşçıların yer alış şekillerinin onları metalaştırdığı ortak eleştiri. Fakat böyle düşünmeyenler de var. Kürt entelektüel Mina Khanlarzadeh gibi. Kürt liderlere yöneltilen eleştirileri haklı bulmuyor. Bu iddianın Kürt kadın savaşçıların siyasi isteklerinden mahrum, zapt edilmiş, Kürt erkeklerin siyasi hedeflerinin esiri olarak gösterilmesi anlamına geldiğini düşünüyor. Kadınların görünüşleri yüzünden medyanın ilgi odağı haline gelmediklerini söylüyor: “Direnişleri söz konusu olmasaydı, hiçbir güzellik yarışması onlarla ilgilenmezdi.” Medyanın ilgisini düşmanlarının çarpıcılığı, Batı’nın IŞİD’den korkmasına bağlıyor. Buna da delil olarak kadınların Kobani’de IŞİD’den önce başka gruplarla yaşadığı çatışmalardan hiç bahsedilmemesini gösteriyor.Ölen genç ve güzelse yas tutulurİlginçtir Batı medyasının Kürt kadın savaşçılara yoğun ilgi göstermesi üzerine Avrupa’da şöyle sesler çıkmaya başladı: Neden Kürt kadınlar moda dergilerini süslerken, Filistinli kadın savaşçılar hor görülüyor? Bu soru Türkiye’de sol medyada da yer aldı. Filistinli yazar Linah Alsaafin, esir alınmamak için kendini vuran 19 yaşındaki Kürt kızın, ‘cesur savaşçı’ ve ‘gözü pek’ olarak nitelenerek övülmesini “Heteroseksüel fantezinin zirve noktasını temsil ediyor.” diye yorumluyor. Güzel, elinde silah olan genç bir kadın… Malum kapitalist toplumlarda güzel olanın yası tutulur. Alsaafin, kadın savaşçıların nesneleştirildiğini anlattığı makalesinde Batı medyasında yer alış biçimlerine dair şunları söylüyor: “Bazıları saçını kısa kesmiş, bazıları ise uzun saçlarını çiçeklerle süsleyerek örmüş, asker giysili, eli silahlı kadınların dış görünüşünü kenara koyacak olursak, onları silaha sarılmaya iten nedenler ve tutumların ne olduğunun tasavvuru eksik kalacaktır.” İşte tam da bu konuda makaleler yayımlanır, tartışmalar yapılırken Amerikan ordusuna dair çok tıklanan bir foto galeri medyaya servis edilir: Askerlerin üniformalarını çıkardıklarındaki halleri. Bu sebeple ‘kadın ve militarizm’ tartışmaları Amerika’da daha yüksek sesle yapılıyor.Kadın, militarizmde de arzu nesnesi olarak kullanılıyorNecla Zarakol (Zarakol Halkla İlişkiler Sahibi): Herhangi bir ürün reklamında, tanıtımında olduğu gibi kadınlar militarizmde de bir ‘arzu nesnesi’ olarak kullanılıyor. Amerikan dizilerinde de kadın askerler ve kadın polisler adeta gerçek dışı güzellikte. Kadın derneklerinin reklamlarda kadını mutfağa hapseden anlayışa karşı çıkarken, bunun tam zıddı olan savaş çığırtkanlığı ya da asker olmanın çekiciliği konusunda kullanılmalarına neden karşı çıkmadığını anlamak mümkün değil. Galiba bu yaklaşımlar biz kadınları yumuşak karnımızdan -yani eksik etek olmamak, erkeklerin yapabildiği her şeyi yapabilmek- yakaladığı ve bu noktada ‘eşitmişiz gibi gösterdiği’ için bilinçaltımızda bu biçimlerdeki ‘kullanılma’ duygusunu atlıyoruz. Kadınlar dünyanın dikkatini çekmek için bu savaşa PR malzemesi olarak kullanılıyor. Hâlbuki Ortadoğu’da son 30 yılda bugünkü IŞİD terörü kadar dehşet verici olmasa da kanlı savaşlar oldu, o dönemlerde ne Kürt kadınlarının kendilerini ortaya atmak gibi bir derdi oldu, ne de Batılı ülkeler olup bitenlerle ilgilendi.Cici militarizm!Emine Uçak Erdoğan (Yazar): Gerilla, militarizm karşıtları için bile her zaman romantik ve kabul edilebilir görülür genellikle. Che fotoğraflarına bayılmayan bir militarist var mı mesela? Militarizmi sadece düzenli orduyla ilişkilendirmek ve sadece ona karşı çıkmak doğru bulmadığım bir durum. Cici militarizm olurmuş gibi davranılıyor, oysa nihayetinde bütün bunlar militarizmin içselleştirilmesinden, topluma sinmesinden başka bir şeye hizmet etmiyor. Bu konuda kafalar o kadar karışık ki, Boko Haram’ın kaçırdığı kızlara desteği sosyal medyada Rojava’dan 12-14 yaşlarındaki silahlı kız çocukları üzerinden gösteren bile vardı. Köleliğe karşı ‘özgür’ kızlar üzerinden.Kadın savaşçılarla savaş karşıtları ikna mı ediliyor?Turgay Oğur (İletişimci):IŞİD maalesef dünyanın en iyi algı yöneticileriyle çalışıyormuşçasına profesyonel bir iletişim stratejisi izliyor. Siyah savaş kostümleri kesinlikle gelişigüzel seçilmiş değil. Kafa kesme sahneleri Hollywood filmlerinden kesit gibi. Ganimet olarak elde ettiklerini söyledikleri son model arabalarla verdikleri pozlar sosyal medyada paylaşılıyor. Diğer taraftan en çok dünya gündemine geldikleri konu, ele geçirdikleri bölgelerdeki kadınları satmaları ya da cariye yapmaları. Kadın konusu IŞİD’in yaptıkları arasında dünyanın en nefret ettiği iş olduğu gibi, çeşitli ülkelerden genç savaşçıları cezbetmek için de en çok işe yarayan şey. İngiltere’den Ortadoğu’ya bakan öfkeli Müslüman genç için kadın, statü, zenginlik, sevap ve eğlence demek haline geliyor IŞİD. IŞİD’e karşı bu savaşı kadınların vermesi de iletişim stratejisi açısından çok akıllıca. Çünkü dünya kamuoyu bu topraklarda uzun yıllardır süren savaşlardan ürkmüş durumda. Irak işgali sonrası yükselen savaş karşıtı koalisyon en haklı savaşa bile tahammülü olmayan bir bilincin yükselmesini sağladı. Bu yüzden satılan kadınları kurtarmak için bile olsa Amerikan ya da herhangi bir yabancı ülkenin askerini kimse görmek istemiyor. Yerel erkek savaşçıların mağdur tarafı bile düşman kalbi yeme görüntüleriyle akıllara kazındı. O kadar kirli bir savaş ki bu kiri sadece kadın savaşçılar temizleyebilir diye düşünen bir iletişim aklı var ortada.

1 Aralık 2014 Pazartesi

Bir Ahmet Uluçay geçti bu diyardan

5 yıl önce tarihler bugünü gösterdiğinde bir yetenek yitip gitti aramızdan; Ahmet Uluçay. “Film çekmeseydim delirirdim.” diyecek kadar sinemaya âşık olan bir yönetmen. Kendisini anlamayanların deyimiyle bir hayalperest ya da adı her neyse işte.Olmayacak işler için boşuna uğraşmak için kullanılıyordu ‘Karpuz kabuğundan gemiler yapmak' tabiri. Ahmet Uluçay, çektiği ilk uzun metraj filmine bu ismi özellikle vermişti. Hayallerimizin sınırları var mıdır, yahut insan bir şeyin gerçekleşmesini ne kadar isteyebilir? O, bu soruları sorgulattı seyircilere. Bir gönül hikâyesine dokunuyordu Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filmi.Hüzün ve sinemayı sevmek de vardı. Uluçay, kendi çocukluğundan ve sinema sevdasından yola çıkarak yönettiği filmiyle hafızalarda silinmez bir yer edindi. Bugün hâlâ adı anıldığında usta kelimesi de geçiyorsa ve “Ah bir yaşasaydı var ya..” diye uzun olasılık cümleleri kuruluyorsa başardı demektir. Neyi başardığı ise 55 yıllık yaşam öyküsünde gizli.Köylü yönetmen, Anadolu köylüsü, hayalperest ya da deli… Uluçay'a onu bir türlü anlamayanların yakıştırdıkları sıfatlar. O, hayatı boyunca bu sözleri hep işitti. Çünkü altı yaşından beri bir sevdanın peşinden koşuyordu. Sinemaydı bu sevdanın adı. Ahmet Uluçay, 1954 yılında Kütahya'nın Tavşanlı ilçesine bağlı Tepecik beldesinde doğar. Vefat edene kadar tüm hayatını orada geçirir. Çocukluğundan kopamadığını sık sık itiraf eden Uluçay, filmlerinin hepsini doğduğu topraklarda çeker. Hayatı, 60'lı yıllarda seyyar bir sinemacının köylerine gelmesiyle değişir. Çöplerden topladığı makaralardan çıkardığı filmlerle vakit geçirmek en büyük mutluluğu olur. İlk film hayalini, 12 yaşında kurar. Artık o vakitten sonra sinemayı okur, yazar ve düşler. İki arkadaşını da ikna edip filmleri birleştirip ahırlarda köylülere göstermeye başlar. Küçük bir Anadolu köyünde, Tepecik Köyü Arkadaş Sinema Grubu'nu kurar. Köylüler şaşkındır. Uluçay'ın yaptıklarına birçoğu anlam veremez. Ancak Ahmet Uluçay, gözü kara bir sinema sevdalısıdır ve asla vazgeçmez. Kendi imkânlarıyla kısa filmler yapar ve festivallerden ödüller almaya başlar. Bazen şartlar onu o kadar zorlar ki kamerasının aküsü olmadığı için sadece elektrik olan yerlerde çekim yapabilir.Ona köy kahvesinin içine mezarlık seti kurduran da bu imkânsızlıklarıydı. Ama bir gün geldiğinde hem yurtiçinde hem de yurtdışında Uluçay'ı tanımayan yoktu. Robert De Niro'nun dahi 'Senin filminde oynamak isterim.' dediği adam olur çıkar. Küçük bir çocuğun hayali neleri başarır, işte bu yüzden Uluçay, çektiği ilk uzun metraj filmine ‘Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak' adını verdi. Kendi yaşamından esinlendiği film ona birçok ödül kazandırdı.Uluçay için şartlar dört dörtlük olmadığı gibi bu durum bazen sinemadan da onu ayırıyordu. Muavinlik, kamyon şoförlüğü ve tarım işçiliği yapıp bir yandan da geçimini sağlıyordu. Aynı zamanda edebiyata meraklıydı. Her usta yönetmenin içinde bir edebiyatçı yattığını bildiğimizden şaşırmıyoruz. Dağlar ardında, uzak bir köyde/ Küçük bir çocuktum, kışlar uzundu/ Ambarlarımız dolu, ocak başlarımız sıcak büyülü /Gece yarıları başlardı hayatı/ Masalların,efsanelerin..dizeleriyle anlatıyordu çocukluğunu.Şiirler ve yazılar yazıyor, bazılarını dergilere gönderiyordu. Uluçay, kendisi de bir dergi çıkarır. Hayatı boyunca yakasını bırakmayan maddî sıkıntılar buna da engel olur. ‘Türkümüz’ adıyla çıkan dergi, şartlar el vermeyince ikinci basımını yapamadan yayından kalkar.Uluçay, çocukken bağlandığı sinemaya hep sadık kaldı. Ölürken de o yolda hâlâ film çekmenin peşindeydi. Genç bir çoban olan Yakup'un öyküsünü anlatacağı filmini tamamlayamadan aramızdan ayrıldı. Beynindeki tümör ve zatürre nedeniyle uzun yıllar tedavi gören Uluçay, 30 Kasım 2009 tarihinde hastalığına yenildi. Akıllarda ise ‘Acaba filmi tamamlayabilseydi nasıl olurdu?' soruları kaldı. Değişmez bir kural; galiba sahip olduklarımızın değerlerini onları kaybedince anlıyoruz. Tepecik Hayal Okulu Güliz Sağlam’ın, yaşadığı yıllarda tanışma fırsatı bulduğu Ahmet Uluçay’ın hayatından ve eserlerinden yola çıkarak hazırladığı bir belgesel. ‘Tepecik Hayal Okulu’ geçtiğimiz günlerde 5. Malatya Uluslararası Film Festivali’nde En İyi Belgesel Ödülü’nü kazandı.