31 Mart 2014 Pazartesi

iPad ile karaciğer ameliyatı

Teknolojiye doyduğumuz bu çağda küçük pratik cihazlar artık tıpta da yer almaya başladı. Geliştirilen bir uygulamayla iPad ile karaciğer ameliyatları bile yapılıyor.Karaciğer, dakikada yaklaşık 1,5 litre kan alan vücudun en çok damara sahip organlarından biridir.Bu nedenle, karaciğer ameliyatları çok zor, uzun ve planlama aşaması oldukça özen isteyen bir operasyondur.Artık cerrahlar iPad uygulaması sayesinde ameliyatın komplikasyonlarını azaltacak ve ameliyat süresini kısaltacaklar.Fraunhofer Mevis tarafından geliştirilen ve artırılmış gerçeklik kullanan bu uygulama cerrahlara hastanın verilerine gerçek zamanlı, interaktif erişim sağlayıp onlara yardımcı oluyor.iPad’i ameliyat sırasında damarları 3 boyutlu olarak görüntülemek ve kan akışını takip etmek için kullanan cerrahlar, ameliyat sırasında hasta hakkında daha fazla bilgi sahibi oluyorlar.Ameliyatta kanama riskini azaltmak için hastanın karaciğerinin tüm anatomisini dikkate alarak operasyonu önceden planlayan doktorlar bu uygulamayla planlarını kolayca ameliyathaneye taşıyor, aynı zamanda bu planlarını hızlı ve esnek bir şekilde ihtiyaç duyduklarında ameliyathanede uygulamaya koyuyorlar.

25 Mart 2014 Salı

Dünyanın ortasındaki dev lav kazanı

Kongo Cumhuriyeti'ndeki Virunga Milli Parkı içerisinde yer alan Nyiragongo Yanardağı, diğerlerinden farklı özellikleriyle dünyanın en tehlikeli yanardağlarından biri.Bölgede yaklaşık 1 milyon kişi bu hemen yanıbaşlarında duman tüten yanardağın eteklerinde tehlikeye aldırış etmeden hayatlarını sürdürüyor.Deniz seviyesinden 3 bin 470 metre yükseklikteki dağdaki kraterin çapı yaklaşık 2 kilometre.Kraterin zirvesinden yaklaşık 400 aşağısında 200 metrelik lav gölü dev bir kazan gibi sürekli kaynamaya devam ediyor.Bu gölün uydudan da net bir şekilde görüldüğünü belirten araştırmacılar, yaklaşık 8 milyon metreküplük lav hacmine sahip olduğunu ifade ediyorlar.1882 yılından bu yana, en az 34 kez lav püskürten Nyiragongo’nun lavları alkali açısından zengin olan melilit nefelinit isimli volkanik kayalardan oluşmuştur.Bu lavların sıradışı bir akışkanlığa sahip olmasında kimyasal yapısı rol oynuyor.Normalde birçok volkanın sahip olduğu lavlar daha yavaş akıp insan yaşamı için nadiren tehlike oluştururken, Nyiragongo’nun lav akışı aşırı derecede düşük silis içeriği nedeniyle saatte 100 kilometreye ulaşabiliyor.Bilim adamları diğer yanardağlardan farklı olarak Nyiragongo'daki lavların doğrudan magma tabakasıyla irtibatlı olduğunu düşünüyorlar.En son 17 Ocak 2002 tarihindeki patlayan ve Nyiragongo Yanardağı, yaklaşık 3 kilometre yüksekliğe ulaşan lavlar ile 147 kişinin ölümüne ve binlerce insanın evsiz kalmasına yol açtı.

24 Mart 2014 Pazartesi

Dünyanın ortasındaki dev lav kazanı

Kongo Cumhuriyeti'ndeki Virunga Milli Parkı içerisinde yer alan Nyiragongo Yanardağı, diğerlerinden farklı özellikleriyle dünyanın en tehlikeli yanardağlarından biri.Bölgede yaklaşık 1 milyon kişi bu hemen yanıbaşlarında duman tüten yanardağın eteklerinde tehlikeye aldırış etmeden hayatlarını sürdürüyor.Deniz seviyesinden 3 bin 470 metre yükseklikteki dağdaki kraterin çapı yaklaşık 2 kilometre.Kraterin zirvesinden yaklaşık 400 aşağısında 200 metrelik lav gölü dev bir kazan gibi sürekli kaynamaya devam ediyor.Bu gölün uydudan da net bir şekilde görüldüğünü belirten araştırmacılar, yaklaşık 8 milyon metreküplük lav hacmine sahip olduğunu ifade ediyorlar.1882 yılından bu yana, en az 34 kez lav püskürten Nyiragongo’nun lavları alkali açısından zengin olan melilit nefelinit isimli volkanik kayalardan oluşmuştur.Bu lavların sıradışı bir akışkanlığa sahip olmasında kimyasal yapısı rol oynuyor.Normalde birçok volkanın sahip olduğu lavlar daha yavaş akıp insan yaşamı için nadiren tehlike oluştururken, Nyiragongo’nun lav akışı aşırı derecede düşük silis içeriği nedeniyle saatte 100 kilometreye ulaşabiliyor.Bilim adamları diğer yanardağlardan farklı olarak Nyiragongo'daki lavların doğrudan magma tabakasıyla irtibatlı olduğunu düşünüyorlar.En son 17 Ocak 2002 tarihindeki patlayan ve Nyiragongo Yanardağı, yaklaşık 3 kilometre yüksekliğe ulaşan lavlar ile 147 kişinin ölümüne ve binlerce insanın evsiz kalmasına yol açtı.

23. ÜKG Blog Turu: Kocan Kadar Konuş - Şebnem Burcuoğlu

“Türkiye’de kadınların DNA’larına kodlanmış olan evlenmesaplantısı, ne yazık ki bizim ailede daha yoğun. Millete ailesinden genetik miras olarak mavi göz kalır, bize bu evlenme saplantısı kalmış. ‘Sinek kadar eri olanın dağ kadar feri olurmuş’ atasözü, anneannem Peyker’in lafıdır. Yani o sözü söyleyen ata, bizzat benim anneannem.Sözün özü, kocan varsa varsın, yoksa da geçmiş olsun. Hele ki bir de 30’una gelip de bekâr kaldıysan bu dünyada yatacak yerin yok!”Evli misin?Ya nişanlı?Sevgilin var mı?O da mı yok!Yaş kaç?Hmm. Anlaşıldı.Sen en iyisi bu kitabı bir oku. Yalnız değilsin Türk kızı! Sendençok var –ay bunu da yanlış anlayıp trip atarsın sen şimdi.Yok, öyle demek istemedik. Ailen, çevren, eşin-dostun-arkadaşınkankan, hepsi evlilik lafı ediyor değil mi? Ama zor iş.Koca bulmak ÇOK zor iş arkadaş…Oldukça talihsiz bir dönemde olan ben çok merak ettiğim bu kitabı, çok sevgili kargo sağ olsun elime ulaşamadığından, okuyamadım. Bu yüzden kendime acıma kısmını bırakıp sizi kitabın ön okumasına davet ediyorum.

19 Mart 2014 Çarşamba

Şükrü Tunar (1907-1962)

Şükrü Tunar, daha üç dört yaşındayken, ırkına has bir musikiye yatkınlıkla, tenekeden yapılmış bir kavalla, basit havaları çıkarmaya çalışarak çevresindekileri hayretler içinde bıraır... Fakat babası Hasan'la birlikte üç amcası da askere alınınca evin geçimi küçük Şükrü’nün omuzlarına yüklendiğinden bir süre musikiden uzak kalır...Daha 7 yaşındayken klarnete başlayan ve hiç ders almadan bu sazı çalmayı öğrenen Şükrü Tunar, 14 yaşındayken, tiyatrocuların peşine takılıp 1921’de İzmir’e gelince, İzmir Musiki Cemiyeti'nde iki yıl çalıştıktan sonra, 1923’te İstanbul’a yerleşir... İki yıl Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde kendini iyice yetiştirdikten sonra İstanbul Radyosu’nda çalmaya başlar... Daha sonra da gazinoların en beğenilen klârnet sanatçısı olur.

1928 yılında askere alınan sanatçı, bestekâr Hoca Kâzım Bey'le tanışınca; onun aracılığı ile Mehter Takımına ayrılır, aynı zamanda kendisinden usul ve nazariyat dersleri alarak da musiki bilgisini arttırır.21 yaşındayken, "Geçti muhabbet demi, ağla gönül, yan gönül” diye başlayan uşşak makamındaki ilk bestesini yapan Şükrü Tunar, nota bilmediği için arkadaşları tarafından alaya varan şakalarla karşılaşması üzerine, azmedip kısa zamanda nota da öğrenmiş ve halk tarafından çok sevilen, çok tutulan şarkılarını birbiri ardınca sıralamıştır... Bir yandan da gazinoların en beğenilen klarnetçisi olan Şükrü Tunar, döneminin bütün ünlü ses sanatçılarına refakat etmiştir. Nitekim ölümü de Beyoğlu’ndaki Cumhuriyet Gazinosu’nda Zeki Müren'e refakat için sahneye çıktığı 15 Ağustos 1962 Çarşamba akşamı kalp sektesinden olur. (Bir söylentiye göre de, biraz geciktiği için, kuliste Zeki Müren tarafından sertçe azarlanmış; bu üzüntüyle sahneye çıktığında kalp krizi geçirerek vefat etmiştir... Ve ne gariptir ki Zeki Müren'in diye bilinen ve zevkle dinlenen o çok güzel bestelerden çoğunun, aslında Şükrü Tunar tarafından bestelendiği bütün ses ve saz alemince bilinmektedir!...)EserleriŞükrü Tunar'ın klarneti için: "Klarnette üstün virtüözlük göstermiştir. Bilinen en iyi klarnetçidir. Çıkardığı ses sert olmakla beraber, tekniği erişilmez derecedeydi.” diyen ve “yıllarca gazinolarda en çok para alan sazende olarak çalıştı’gını söyleyen Öztuna; Tunar'ın besteciliğini pek tutmamakta ve: "Şarkıları piyasa üslûbunda ve daha sonrakilere nazaran belirli bir seviyede ise de gerçek bir bestekârlık kabiliyetinin mahsulleri değildir. Hüzzâm ‘Ay öperken’, kürdili ‘Gözü ceylan gözüdür’ gibi bir iki şarkısı bir ölçüde dikkat çekici bir seviyededir.”24 kanaatinde ise de Şükrü Tunar şarkılarından pek çoğu bugün bile geniş halk kesimlerince büyük bir beğeniyle dinlenmektedir. Bunlar arasında: 

24 Büyiik Türk Musikisi Ansiklopedisi, ss. 406-7.

Hüseyin Siret’in dizelerinden Hüseynî makamında bestelediği:"Geçti sevdalarla ömrüm, ihtiyar oldum bugün,Ak ırak olmuş saçlarımla bîkarar oldum bugün.Bir muhabbet neş’esiyle ilkbahar oldum bugün,Ben huzurunda yer öptüm tâcîdâr oldum bugiin",Selim Aru’nun sözlerinden, hüzzam makamında:“Gönül durup dururken bir güle uçtu, kuş gibi;Çırpındı dalında, dikeni tanıyormuş gibi.Yoruldu boş yere derdini atıyormuş gibi;Döndü geldi bana, yarası kanıyormuş gibi";Mustafa Nâfiz Irmak!m dizelerinden, hüzzam makamında:"Ay öperken suların göğsünü sahilde yıkan 

İnleyen dalgaların hâline bak da beni an.Ne kadar sevmese gönlün, bana şendin acıyan,Hıçkıran dalgaların hâline bak da beni an.";N. Atılgan'ın sözlerinden, kürdilîhicazkâr makamında:"Gözü ceylan gözüdür, bakışı mestânedir,Yârimin güzelliği dillerde efsânedir.Gönlüm onun aşkıyla, delidir, divânedir;Yârimin güzelliği dillerde efsânedir." 

ve ayrıca da: Ahmet Kaçar'ın sözlerinden, uşşak makamında: "Anar ömrünce gönül giden sevgilileri”: Osman Nihat Akın'ın dizelerinden, hüzzâm makamında: “Bir zamanlar mâziye bak, ne kadar şendik.’’; yine Osman Nihat Akın’ın dizelerinden, hüzzam makamında: “Gurbet elde her akşam, battı bağrımda güneş.” ile Zeki Müren'i üne kavuşturan, plâğa okuduğu “Muhabbet Kuşu” adıyla tanınan, sözlerini de Şükrü Tunar'ın yazmış olduğu, uşşak makamındaki: “Kalbimi bezi ederim minnet ü zevk ile dilesen”i dahil yetmiş dolayındaki şarkıları hâlâ dillerde dolaşmaktadır.Şükrü Tunar’ın EvindeLiitfi Güneri'yle birlikte, İstiklâl Caddesi’nden aşağı doğru iniyorduk... Ar Sineması’nın bulunduğu sokağa sapıp köşeyi dönünce, Güneri; ilerimizde duran beyaz arabayı göstererek:- Şansın varmış, işte Şükrü Tunar dedi.Dikkatle bakmama rağmen arabanın içinde kimin bulunduğu belli olmuyordu... Lütfi, beni merakta bırakmamak için:- Ben de otomobilin içindekini göremiyorum ama Şükrü Tunar’ın olduğuna eminim; zira bu ufak arabayı yeni aldı. Belki sen, koca İstanbul’da aynı cins birçok araba vardır diye düşünürsün.- Elbette...-Ama ben, onunkinin numarasını biliyorum!...Arabaya yaklaşmıştık ki içinden Şükrü Tunar indi... Lütfi Güneri hemen tanıştırdı. Yıllardır sahnelerden tanıdığım Şükrü Tunar'ı ilk kez yakından görüyordum... Son derece alçak gönüllü, sakin, sessiz bir kimse... Kendisiyle röportaj yapmak istediğimi öğrenince çok memnun oldu ve hemen ertesi günü, saat 13.30'da evinde randevu verdi... Daha sonra biz Lütfi’yle, gideceğimiz film stüdyosunun yolunu tuttuk!...İkimiz de heyecanlıydık... Çünkü görüşme olumlu sonuçlanırsa Lütfi Güneri benim bir senaryomda başrolü oynayacaktı. (Oynadı da; ama Senaryoyu ben de Lütfi de tanıyamadık!...)Ertesi gün, tam saat 13.30’da, Pangaltı’daki Bay Sungur Sokağının 75 numaralı apartmanının üçüncü katının zilini çaldım...Pencereden bir baş uzandı: Şükrü Tunar... Sırtında pijama, ağzında lokma vardı!... Kapı otomatiği açıldı ve içeri girdim...Merdiven başında, sanatkârla birlikte afacan köpeği karşıladı... Uzun bir koridordan hole, holden de oturma odasına geçtik. Sanatkâr gülerek:Dün gece pek geç yattığımdan daha yeni kalktım... Artık kusura bakmazsınız, buyurun, dedikten sonra, sabahlıkla sofra başında oturan genç bir hanımın karşısına geçerek yemeğe koyuldu!...Ben de koltuklardan birine oturarak, etrafa şöyle bir göz gezdirdim. Geniş ve aydınlık bir oda. Bana göre, odadaki koltuklar, büfe ve masa daha da zevkli yerleştirilebilirdi.... Radyonun yeri bile iyi değildi...Yemek faslı sona erince, sanatkâr tekrar özür diledikten sonra yanımdaki koltuğa oturdu... Ve kahvelerimizi yudumlarken anlatmaya başladı:1907’de Edremit’te doğdum... O zaman mahalle mektepleri vardı... Oraya devam ettim... Mektebe devam ederken Harb-i Umumi başladı. Mektepten eve dönerken askerlere rastladım. En öndeki asker klârnet çalarak gidiyordu... Ben de o zaman klarnete karşı bir merak doğdu... Babam ve amcam çanakkale Harbi’ne gittiler... Babaannem, ısrarım üzerine bir klârnet aldı... O zamanın şarkılarını kendi kendime çalmaya başladım... 12 yaşında mektebi terkedip tiyatrocuların peşine takıldım İzmir’e kadar gittim... İzmir’de onlardan ayrılıp İzmir Musiki cemiyeti'ne girdim... Gündüz cemiyete devam edip geceleri de Kordon boyundaki "Yıldız” gazinosunda çalışıyorum... Bir yıl kadar sonra vapurla İstanbul’a geldim. Üsküdar Musiki Ceıııiyeti’ne girdim. O zamanlar Necati Tokyay ve Selâhattin Pınar da yeni yeni keman ve ud öğrenmeye çalışıyorlardı... Bu cemiyetin hususi konserlerinde de yer alıyordum...

1926-27’de İstanbul Radyosu’nda çalışmaya başladım... Askerlikten sonra tekrar İstanbul Radyosu’na girdim...Daha sonra Sirkeci’de, Balkan Birahanesi’nde, Sarayburnu Gazinosu'nda; Belvü, Şişhane Bahçesi, Mulen Ruj, Londra Birahanesi ve nihayet Kristal’de çalıştım... Bu yaz da Küçükçiftlik Parkı’ndayım...- Bestekârlığa ne zaman başladınız?_ - 1927’de... ilk bestem: "Geçti muhabbet demi; ağla gönül, yan gönül”dür... Daha sonra, Samsun'dayken bestelediğim,:“Ay öperken suların göğsünü sahilde yıkan,Hıçkıran dalgaların haline bak da beni an.Ne kadar sevmese gönlün bana sendin acıyan,İnleyen dalgaların haline bak da beni an." şarkısıdır.Daha sonra, “Geçti sevdalarla ömrüm”, “Gönül durup dururken", "Gözü ceylan gözüdür” ve daha altmış-yetmiş kadar beste yaptım. (Bu arada Zeki Müren'in yaptığı söylenen en ünlü bestelerin de Şükrü Tunar'ın olduğu; hatta bunları para karşılığı Zeki Müren’e sattığı hep söylenegelmiştir!... Fakat bu konuda her ikisi de “ketum” davranmışlardır!... Ayrıca, Şükrü Tunar’ın “roman"lığı konusu da hep konuşulmuştur!...)- Size üst üste ilham veren güzel hanımlar oldu mu?Bir an karşımızda oturan genç hanımla bakıştıklarını görünce; ben, gülerek:-Yoksa eşinizden mi çekiniyorsunuz? diye takıldım.Tunar:- Henüz evli değiliz, dedi, askıdayız... Bakışmamızın sebebine gelince; kendisi için bir sene zarfında yirmi kadar eser besteledim.İlk izdivacınız mı olacak?Hayır üçüncüsü!...Beste yapmak için belli zamanlarınız var mıdır?Hayır, zamanı hiç belli olmaz. Bazen durup dururken içimde bir şarkı yapmak arzusu uyanır ve hemen yaparım.

 Beğendiğiniz ses sanatkârlarını söylemeye cesaret edebilir misiniz?Bu sorunun cevabım müstakbel eşi verdi:- Vallahi Şükrü gazino ve bahçelerde çalıştığından bu suale cevap vermesi hayli güç. Zira birini söyleyip ötekini söylemezse, hatırı kalan olur.Bu arada nasıl oldu bilmiyorum, ses ve saz sanatkârlarının yaş bahsi ve hususi hayatlarıyla ilgili birbirinden ilgi çekici konular açıldı... Artık sohbet büsbütün tatlılaşmıştı... O kadar ki iki saatten fazla  bu konuda konuştuğumuz halde -tabii maalesef yazılmamak şartıyla- zamanın nasıl geçtiğinin farkına varamadım... Eğer gözüm, tesadüfen saatime ilişmeseydi, Nevzat Akay'la olan randevuma az kalsın yetişemeyecektim...Bir yabancı olarak girdiğim Tunar’ların yuvasından, çok eski ki bir dost sıcaklığı ile uğurlandım!...25 

Son Zamanları ve ÖlümüŞükrü Tunar'ın son zamanlarını ve ayrıca da artık daha o zamanlar bozulmaya başlayan saz bahçelerini, Selim Aru’nun 29 Eylül 1979’da Erenköy’den Avni Anıt a gönderdiği mektuptan öğreniyoruz: “Kumkapı’da Kör Agop nâmıyle mâruf meyhanede Nubar'a rastladım. Selâmlaştık. Biraz sonra da masasından kalkıp masama geldi. “Selim Bey, unutmadan söyleyeyim Şükrü sizi arıyor." dedi.

25 Bu yazı, 27 Mayıs 1950 tarihli PERDE dergisindeki röportajımdan yararlanılarak hazırlanmıştır.

O akşam Tepebaşı’na gittim, daha doğrusu uğradım. Çünkü burasını hiç sevmemiştim. Hele Küçük Çiftlik’ten sonra! Sirk gibi bir yer. Ön sıralar güyâ koltuk; arka sıralar mahalle kahvesinin kırık sandalyeleri, fasıl arasında canbazlar; şarkı arasında komikler. Bir palyaço eksik. Müşteri içinde o da var!... Alaturka o günlerde bahçede hastalanmaya başladı.Neyse Şerifle Şükrü çekerdi bazen beni oraya. Saz başlamış, Şükrü yok! Garson Hacı’ya sordum. ‘Çoktan uğramıyor efendim’ dedi. Çıktım; o akşam bulabileceğim yerlerin hepsine baktım, yok! Zaman geçti. Bir sabah Beyoğlu’nda Zahariadis mağazasından mendil alıp çıktım. Biri korna çalıyor. Şükrü'. Taksisinin içinden fırladı. (O zaman taksi işletiyordu.) Boynuma sarıldı, neredesin, dedi. Sen neredesin, dedim? Beni arabaya aldı, doğru Boğaz. Yolda tedirgin, sinirli. Şu binalara bak, diyor: Mavi cephe üzerine eflâtun balkon! Gecekondu renkleri daha Bebek sırtlarından başlıyordu... Şükrü birden taksisini durdurdu, bana katırtırnağını sordu. Kim buna bu adı takmış, dedi? Eşeğin biri, dedim! Yürüdük, ileride lâcivert renkli körfezin üstünde duran Tarabya Oteli’ni gösteriyor: Gölde kuğu! diyor.Uzaktan duymuştum, birine tutulmuştu. Tutulmadan oturamazdı. Zaten o zaman çalamazdı. Odeon plağının üstündeki hüzzam taksimi ben yapsaydım da, dünyaya tutulsaydım keşke...Büyükdere’ye geldik. ‘Gündüz sen içmezsin, ama!’ diye beni Mardiros'a soktu. Ne zamandır gelmediğim meyhane. (...) Hep sazdan sözden bahsettik. Döndük. Ben arabadan inerken. ‘Sizden bir ricam var’ dedi. Sevdiğini duyduğum hanımı ben de tanıyordum. Fakat ihtimal vermiyordum. Acep benden bir tavassut mu isteyecek diye düşündüm. ‘Hayrola’ dedim. ‘Bana bir güfte yazın’ dedi. Arkamdan soğuk ter boşandı. Güç halle ‘hay hay’ dedim.Aylar geçti bir şey yazmadım, yazamadım. Çok utanıyordum. Bakımı başka çare yok, Ankara’dan getirdiğim bir güftemi Doğancılar’daki evine postaladım.Barut hazırdı. Ateşi görür görmez alev aldı ve kıvılcımlar İçinde yine bir Hüzzam. Benim kaderim Hüzzam zâhir!Gönül durup dururken bir güle uçtu, kuş gibi;Çırpındı dalında, dikeni tanıyormuş gibi;Yoruldu boş yere, derdini atıyormuş gibi;Döndü geldi bana, yarası kanıyormuş gibi!'Sonra bir gün Çamlıca’ya evime geldi. Bu güfte için teşekkür etti. (...) Giderken bir bestemi aldı.(...)İstanbul'da çalıştığı gazino sahnesinde klarnetini takarken düştü ve sazıyla beraber kırıldı!"Şükrü Tunar'ı Zincirlikuyu'da toprağa verip dönerlerken, çok ilgi çekici ve etkileyici bir olayla karşılaşırlar: “Zincirlikuyu dönüşü Baki Süha’nın arabasına bir çocuk atladı. Yağlı kara, yalın ayak, telinin biri gevşemiş kemanlı bir çocuk! Baki Süha sordu:-Sen kime geldin?-Baba'ya!-Hangi Baba’ya?-Şükrü Baba’ya! Başka baba var mı?-Afedersin câmide altı baba vardı da.-Onlar öldüler, babam vefat etti.-Anlayamadım?-Babam yaşayacak!...Baki Süha’nın yüzüne bakakaldım. Altımdan otomobil kaydı sanki... Çocuk Mecidiyeköyü’nde indi.-Nereye, dedim.-Koca kızı oynatmaya, dedi, gülerek koştu. Karşıda kocaman bir ayı bekliyordu.”26 

26 Avni Anıl. Anılar ve Belgelerle Musikimiz SözlüğiL 1981 ,ss. 254-5.

Ve "Roman”larm "Baron”u!...Avni Anıl, bu anısını naklederken, kıyısından köşesinden Şükrü Tunar'ın “ırk”ına da imâda bulunuyor. Oysa Sadun Aksüt, Alkışlarla Geçen Yılları’nda: “Türk, Rum, Ermeni, Yahudi gibi Çingene de bir ırktır. Onu küçük görenlerin kendileri küçüktür.” Dedikten sonra, aralarında Şükrü Tunar'ın da bulunduğu, Türk musikisine emeği geçmiş olan ünlü “roman”ları şöyle sıralamaktadır:“Hasan Ağa (veya Efendi) (1850 ?), klarnet İbrahim Efendi, Kemani Naci Tektel, Denizoğlu Ali Bey, Kemani Bülbül Salih, Hanende İbrahim Efendi (Uygun), Nasibin Mehmet Bey (Yürü), Hânende Nasibe Hanım, Kemani Memduh, Kemençeci Vasilâki (Rum Çingenesi), Klarnet Şükrü Tunar (Çingene Baron, diye anılırdı,), Kanunî Ahmet Yatman, Hanende Ali İçinger (Bülbül Ali) Kemani Haydar Tatlıyay, Udi İzzet Altınbaş, Udi Kavalalı Mehmet (Bükey; Metin Bükeyim babası;, klarnet Mustafa Kandıralı, Erköse Kardeşler, Udi Baki Duyarlar ve daha nice değerli müzisyenler. Bu saydığım kişilerin hepsinin de hem sanatkâr olarak, hem de mükemmel bir insan olarak üstün kişilikleri vardır.”27Başta Şükrü Tunar olmak üzere, toplumumuzun her kesimince böylesine sevilen/sayılan sanatçılar arasında olmak elbette her biri için bir övünç kaynağıdır. 

27 Sadün Aksüt, Alkışlarla Geçen Yıllar, s. 52.

17 Mart 2014 Pazartesi

Yav he he! - [Bizim Köy]

İzafiyet teorisinin babası Albert Einstein’ı tanımayan yoktur. İranlılar hariç. Zira İran’da din adamlarından oluşan Uzmanlar Konseyi’nin başkanı Ayetullah Mehdevi Kani’nin (83) acayip bir iddiası var.Kani, “Albert Einstein’ın Müslüman olduğunu, Şiiliği seçtiğini ve İmam Cafer Sadık’ın yolundan gittiğini” söylüyor. Einstein’a mezhep bile biçen Kani hariç, dünyaca ünlü fizikçinin Yahudi asıllı bir Alman olduğunu ise sağır sultan bile biliyor.Yörüngede bahar temizliğiNasıl bulmak istiyorsan öyle bırak, prensibi artık tüm dünyada hatta yörüngede bile geçerli. ABD’nin Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’nin (NASA) anlaşma yaptığı bir grup Avustralyalı bilim insanı, dünyanın yörüngesindeki 300 bin kadar çöpü yeryüzünden gönderecekleri lazer atışlarıyla temizleyecek. 10 yıl sürecek projeye, doğuştan temizlik neferi olan anneler de dahil olacak mı göreceğiz.Soğanı oyup içine…Eroin tacirlerinin denemedikleri yol kalmadı, zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Pakistan’da bir çete, narkotik köpeklerine yakalanmamak için eroinleri oydukları soğanların içinde kaçırmaya çalıştı. Karaçi’deki güvenlik güçleri, baskın yaptıkları bir evde, 61 buçuk kilogram ‘yüksek kalite’ uyuşturucu ele geçirdi. Çete, soğanları oyup içlerine eroin kapsülleri yerleştirip, üzerlerini de tutkalla kapatıyordu.

Kitap Yorumu: Eleanor & Park - Rainbow Rowell

Eleanor & Park, "Sevsem mi, yoksa nefret mi etsem?" diye sizi ikilemde bırakacak kitaplardan. Seviyorsunuz çünkü; eh, kitap harika canım! Ama nefret de etmek istiyorsunuz çünkü sizi enkaz hâline getirerek bırakıyor. 

Rainbow Rowell'in kitaplarını daha önce okumamıştım. (Söylemeden geçemeyeceğim; Rainbow ne güzel bir isimdir!) Aklımın bir köşesinde duruyorlardı ama elime geçmedikçe aklıma bile gelmezdi galiba. Geçtiğimiz yılbaşında çok sevdiğim bir dostum bana hardcover baskısını hediye edince sevinçten havalara uçtum. 

Hafta başından beri kitabı okuyorum ve elime her aldığımda zamanın nasıl geçtiğini unutuyor ve bırakmak istemiyordum. Bir yandan da ertelemek istiyordum çünkü bitsin istemiyordum. Otobüste, dersin başlamasını beklerken, evde, anlayacağınız pek çok yerde okudum kitabı. Bir yandan da sürekli beğendiğim alıntıların resmini çekiyordum. Telefonla kitap ayrılmaz bir bütün hâline gelmişti. Ne kadar çok yeri not aldığımı aşağıda da göreceksiniz. Kitabın bitmemesi için çok çabaladım. Ancak son kırk sayfaya geldiğimde artık geri dönülmez bir yolun içine girmiştim. Bir "insan" olduğumu unutarak okudum ve kapağı kapattığımda içimde koca bir boşluk vardı.

Eleanor biraz "farklı" bir genç kız. Tupturuncu, kıvırcık saçları, biraz maskülen tuhaf giyimi ile dikkatleri üzerine çekmek için yaratılmış gibi adeta. Ama kimse onu "iyi tuhaf" olarak görmüyor. O "tuhaf tuhaf", şişman, ucube kız. Park ise çizgi romanları ve walkman'ini yanından ayırmayan Asyalı çocuk. Birbirinden zıt bu iki kutup okul servisinde yan yana geliyor.80'leri hep çok sevmişimdir. O aykırılığında bile bir çekicilik var. Walkmanler, permalar, rengarenk kıyafetler, müzikler. Her şeyiyle güzel hisler uyandırıyor bende. Eleanor & Park da 80'lerde geçiyor. Park'ın kulağından kulaklıkları eksik olmuyor. The Smiths'den, U2'dan, Joy Division'dan, The Cure'den, The Beatles'dan bahsediyorlar. Beraber Alan Moore'u, X-Men'i okuyorlar. Bu yetmezmiş gibi gelmiş geçmiş en sevdiğim film serilerinin başını çeken Star Wars'a göndermeler yapıyorlar. Uzun lafın kısası benim kitaba âşık olmam için adeta birebir uğraşıyorlar.

Siminiblocker'ın harika Eleanor & Park çizimleri için tık.

Sadece referans verilen müzikler ya da filmler de değil. Karakterleri o kadar benimsedim, o kadar sevdim ki... Eleanor'dan başlayacak olursak; henüz kitabın başında "normal" bir hayatı olmadığını biliyordum. Fakat son derece güçlü bir kız. Her şeye rağmen ayakta durmayı başardı. Dış görünüşü ve yaşamak zorunda olduğu hayat yüzünden dışlanan Eleanor'a, ilk karşılaştırında Park bile tuhaf gözle bakıyor. Park ise anne tarafından Koreli olmasına rağmen kimsenin o kadar ilgisini çekmeyen bir çocuk. Ve göğsünde kocaman bir kalp taşıyor.Park'ın Eleanor'a olan sevgisi ilk andan beri yapmacık değildi. Aslında ilişkilerinin gelişimlerini çok sevdim. Her şey yavaş yavaş, sindire sindire oldu. Hele bir ilk el ele tutuşmaları var ki... İnanın bana, aşka inanmayan bir insana bile bir şeyler hissettirecek şekilde yazmış Rainbow Rowell. Evet, Eleanor & Park'ı deli gibi sevdim. Bunun bir "ama"sı olacak elbette. Ama sonundan bir türlü emin olamadım. Sevdim sevemedim mi karar veremedim... Son cümleyi okuduğumda suratımda Park'ınkine benzer ufak bir gülümseme vardı; kabul edeceğim. Ama yine de...Galiba her şeye rağmen baş ucu kitabı yapacağım.Unutmadan; Eleanor & Park'ın muhteşem playlistini dinlemek isteyenler buraya tıklayabilirler.Aşağıda kitaptan bir sürü alıntı göreceksiniz. Eleanor & Park'ın henüz Türkçesi yok. Bildiğim kadarıyla bir yayınevi haklarını aldı ama ne zaman çıkacağı hakkında en ufak bilgim dahi yok. Alıntıların büyüsü kaçmasın diye (azıcık da üşendiğimden) Türkçeye çevirmedim. Son olarak kullandığım iki gif de Glee'den. Gifleri alıntıların altlarına koydum çünkü diziye hâlâ devam ediyor olmamı sağlayan Kurt/Blaine çiftinin bu replikleri o cümleleri okuduğum anda kafamın içinde canlandı."What kind of power would you want?" he asked , changing the subject. He turned his face toward her, laying her cheek against the top of the seat. Still smiling."I'd want to fly," Eleanor said, looking away from him. "I know it's not very useful, but... it's flying.""Yes," he said.Holding Eleanor's hand was like holding a butterfly. Or a heartbeat. Like holding something complete, and completely alive.Or maybe, he thought now, he just didn't recognize all those other girls. The way computer drive will spit out a disk if it doesn't recognize the formatting.When he touched Eleanor's hand, he recognized her. He knew.It was nicest thing she could imagine. It made her want to have his babies and give him both of her kidneys."Where are you now?""Like, in the house?""Yeah, where.""Why?" she asked, with something just gentler than disdain."Because I'm thinking about you," he said, exasperated."So?""Because I want to feel like I'm with you," he said. "I miss you," she said."I'm right here.""I wish you were here. Or that I was there. I wish that there was some chance of talking like this after tonight, or seeing each other. Like, really seeing each other. Of being alone, together.""Why can't there be?" he asked.She laughed. That's when she realized she was crying."Eleanor...""Stop. Don't say my name like that. It only makes it worse.""Makes what worse?""Everything," she said.“I don't like you, Park," she said, sounding for a second like she actually meant it. "I..." - her voice nearly disappeared - "think I live for you."He closed his eyes and pressed his head back into his pillow."I don't think I even breathe when we're not together," she whispered. "Which means, when I see you on Monday morning, it's been like sixty hours since I've taken a breath. That's probably why I'm so crabby, and why I snap at you. All I do when we're apart is think about you, and all I do when we're together is panic. Because every second feels so important. And because I'm so out of control, I can't help myself. I'm not even mine anymore, I'm yours, and what if you decide that you don't want me? How could you want me like I want you?"He was quiet. He wanted everything she'd just said to be the last thing he heard. He wanted to fall asleep with 'I want you' in his ears.Eleanor was right. She never looked nice. She looked like art, and art wasn't supposed to look nice; it was supposed to make you feel something.“I love you," he said.She looked up at him, her eyes shiny and black, then looked away. "I know," she said.He pulled one of his arms out from under her and traced her outline against the couch. He could spend all day like this, running his hand down her ribs, into her waist, out to her hips and back again.... If he had all day, he would. If she weren't made of so many other miracles."You know?" he repeated. She smiled, so he kissed her. "You're not the Han Solo in this relationship, you know.""I'm totally the Han Solo," she whispered. It was good to hear her. It was good to remember it was Eleanor under all this new flesh."Well, I'm not the Princess Leia," he said."Don't get so hung up on gender roles," Eleanor said.“You can be Han Solo," he said, kissing her throat. "And I'll be Boba Fett. I'll cross the sky for you.” Nothing was dirty. With Park.Nothing could be shameful.Because Park was the sun, and that was the only way Eleanor could think to explain it.He closed his eyes and shook his head, like he was embarrassed. "I... just really don't want to say good-bye to you, Eleanor. Ever."You saved me life, she tried to tell him. Not forever, not for good. Probably just temporarily. But you saved my life, and now I'm yours. The me that's me right now is yours. Always.Puan: 5

15 Mart 2014 Cumartesi

Tel cambazının telden düşerken söylediği şiirdir, T.Uyar

TEL CAMBAZININ TELDEN DÜŞERKEN SÖYLEDİĞİ ŞİİRDİR Eğreti zamanlar kayıp geçti Bir deli yıldızları sayıp geçti Bir adam köprülerde ağlıyordu O adam deliydi ben akıllıydım Hu dedi ninnilerimde güzel kızlar Güzel kızlar var olsun Dünyada bir ben varım Bir de bu olmayası sahipsizliğim Benim anlamadığım başka şey Biri gözlerimi kapamış bilemiyorum Dağlarda iki kekik koksa Biri benim içindir İki kaya yarılsa Siz beni bu şehirden alın götürün Tükenmez yağmurlarda ıslatın Elime iki kulaç ip verin Düğümleyip düğümleyip çözeyim Şehrin bütün ışıklarını söndürün Kapatın bütün kapılarını Beni bu şehirden alın götürün Bir elim sağ cebimde Bir elim sol cebimde Bu hüznü sizde bilirsiniz Anlat deseniz anlatamam Enine boyuna yaşarım ancak Bu koku bilmediğim bir koku Bu gece kayık gecelerden birine benzer Dört yanım karanlıkta Büyük rüzgarlarda savrulacağız Öylece dur kollarımda öylece Karanlıkta telâşla seni hatırlıyorum

14 Mart 2014 Cuma

Taht-ı Ebû Nasr, S.Hidâyet

Chicago Metropolitan Museum iki yıldır Şiraz yakınlarında Taht-ı Ebû Nasr tepesinde bilimsel kazılar yapıyordu. Fakat içinde birkaç insana ait kemiklerin bulunduğu daracık mezarlardan, kırmızı testilerden, tahta kılıçlardan, bronz serpuşlardan, üç kenarlı temrenlerden, küpe, yüzük ve boncuklu gerdanlıklardan, bilezik, hançer, İskender ve Herakleios sikkelerinden, üç ayaklı büyükçe bir şamdandan başka ilginç bir şey bulamamıştı.

Arkeoloji ve ölü diller uzmanı Doktor Warner, çivi yazısıyla yazılmış, üstünde insan veya hayvan şekilleri olan silindirik boncuklar veya seramik kaplar üstündeki şekiller üstünde tarihi araştırmalar yapmak için boşuna uğraşıyordu. Meslektaşları Gorest ve Freeman kırış kırış sarı elbiseler giymiş, güneşin sıcağında çıplak kolları ve bacakları yanmıştı. Başlarında keten şapka, koltuklarında bir dosya sabahtan akşama kadar işçilere direktif veriyor, not alıyor, resim çekiyor, kazı yapıyorlardı. Ancak kırık cam koleksiyonu kabarıyordu sadee. Sonunda üçü de bu işten soğumaya başlamış, yıl sonuna kadar işleri toparlayıp gelecek yıl kazılara son vermeyi kararlaştırmışlardı.

Görünüşe bakılırsa, misyon başlangıçta Taht-ı Cemşid'deki* bu yeremal edilen büyük kapı ve taşlara aldanmıştı. Sadece siyah taştan büyük kapının baş kısmı ayakta kalmıştı. Halbuki duvar ve temele ait, aynı cinsten birkaç iri taş düzensiz bir şekilde oraya buraya yayılmıştı. Hatta bu taşlardan kırılmış bir parça, binada malzeme olarak kullanılmıştı. Tepeden aşağıya kadar inen bir merdivenin kalıntıları da çıkmıştı toprak altından.

Doktor Warner karşı tepedeki odalarda tüm gününü okumakla ve bulunan eşyaları düzenlemekle geçiriyordu. Bu odalar bir depo, bir mutfak ve lavabo, önünde sayvan bulunan, okuma, öğle yemeği ve oturmaya tahsis edilmiş büyük bir salondan ibaretti. Salonun solundaki oda yatakhane olarak kullanılıyor, yiyecek ve kar getirmek için sık sık Şiraz'a gidiyordu. Çükü İmamzade Dest-i Hızr ve Berm Dilek gibi yakın köylerle yol üstündeki bir çiftlik kalesinde ihtiyaç maddeleri azdı ve yeterince üretilmiyordu.

Berm Dilek diğerlerine göre hoş bir yerdi ve havası da ılımandı. Bu nedenle yazın Şirazlıların eğlence yeriydi. İnsanlar gereken eşyaları alıp gidiyor ve orada bir iki gece geçiriyordu. Doktor Warner ve arkadaşları da paydos ettiklerinde gezip dolaşmak için Berm Dilek'e gidiyor ya da salonda satranç oynayarak veya kitap okuyarak vakit geçiriyorlardı.

Fakat Sîmûye'nin lahdinin bulunmasıyla işler değişti. Hele hele Doktor Warner'in hayatında büyük bir değişim meydana geldi. Çünkü bu lahit arkeoloji açısından çok değerli buluntulardan biri sayılıyordu. Bunun yanı sıra Warner'in tüm vaktini alan önemli bir belgeyi de içeriyordu.

Bir gün Freeman işçilerden bir grupla karşıdaki dağın eteğinde kazı yaparken bazı izlere rastladı ve kireç harcıyla birbirine bağlanmış birkaç taşın kaldırılması sonucunda dağda açılmış bir tünel çıktı ortaya. Doktor Warner ve Gorest'in de katıldığı çalışmada yeraltı mezar odasında büyük bir taş lahit keşfettiler. Yekpare taştan dikdörtgen prizma şeklinde kesilmişti bu lahit. Bin bir zahmetle lahdi taşıdılar ve büyük salonun bitişiğindeki yatak odasına bıraktılar.

Olanca dikkat ve özeni göstererek lahdin üstündeki taşı kaldırdılar Lahdin bir ucunda uzun boylu bir adamın mumyalanmış cesedi duruyordu. Bağdaş kurup dizlerini kucaklamıştı. Öne düşmüş başında iki sıra inci dizilmiş çelikten bir miğfer vardı. Üstünde sırma işlemeli, değerli bir elbise, göğsünde mücevher kakmalı bir gerdanlık ve belinde bir yatağan görülüyordu. Elbisenin tümü özel bir yağla kaplanmış, üstüne çok ince ve şeffaf bir kumaş örtülmüştü.

Warner özenle mumyanın üzerindeki ince kumaşı çekti. Mumyanın ağzında duran ipek bez parçası çiğnenmişti. Üstünde kurumuş kan lekesi cardı sanki. Yüz etleri kemiğe yapışmıştı ve gözleri korkunç bir şekilde parlıyordu. Warner, tel halkaya bağlanmış ve mumyanın göğsü üzerinde eğreti duran muskaya benzer metal bir boru gördü. Boruyu telden ayırdı. Açınca içinden deriden yapılmış iki varak çıktı. Varaklardan birinde Pehlevî yazısıyla bir şeyler yazılmıştı; daha küçük olanın üstünde birtakım geometrik desenler ve işaretler vardı. Warner lahitteki eşyalar hakkında daha çok araştırma yapmadan önce varağı okumayı görev bildi kendine.

Doktor Warner'in araştırma ve incelemeleri birkaç hafta sürdü. Bu süre içinde kendisini işine o kadar kaptırmıştı ki ne uyumuş ne bir şeyler yemişti. Çoğu zaman odada kendi kendine konuşuyor ve arkadaşlarının paydos etmesinden sonra deri varakta yazılı metin hakkında onlarla tartışıyordu. Bunun dışındaki zamanlarda büyü ile ilgili ilginç kitaplar okuyor, bunları anlayamayan arkadaşları onun çalışma yöntemine bakarak cinnet geçirdiğini sanıyorlardı.

Bir gün ikindi vakti Freeman paydos ettikten sonra, üstünde kargacık burgacık koyu kahverengi yazıların bulunduğu bir avuç bilye ile salona girdi. Bilyeleri salondaki üstü gazete, dergi ve fotoğraf albümleriyle dolu büyük masaya bıraktı. Doktor Warner ağzının bir kenarında piposuyla düşünceli düşünceli yürüyordu. Freeman'e yaklaşıp sordu:

   - Gorest nerede?

   - Dolaşmaya çıktı. Bir haftadır çok değişti. Hakkı da var hani; bizden genç çünkü. Güneşin altında tekdüze bir hayat; eğlence yok. Bayağı sıkıntı çekiyor!

   - Şiraz'a mı gitti?

   - Evet. Pazar günü onunla Berm Dilek'teydik. Sanırım bir kadın meselesi var işin içinde.

   - Hareketlerini kontrol etmesi gerektiğini hatırlatmalıyız ona. Kanı kaynıyor tabii! Ama ona söylemeyi unuttum; bu gece bir arada olmak istiyordum. Biliyor musunuz? Bu akşam saat sekizi çeyrek geçe vasiyetnamede yazılı direktif doğrultusunda tören yapmak niyetindeyim.

   Freeman hayretle:

   - Ne direktifi? Hani özel koşullar altında okunması gerektiğini söylediğiniz ve ölüyü dirilten dualar mı?

   - Biliyorum, içinizden gülüyorsunuz bana. Yanılmayın, ben sizden daha da itikatsızım. Fakat hep düşündüm kendi kendime. Bu bir kadının vasiyetnamesi. Belki yüzlerce yılönce mezara girmiş ve mektubunun okunmasını ümit ederek mumyalanmaya razı olmuş. Demek istediğim, kendisine ve kıskançlığına medyun olduğumuz bu kadının arzuları yerine getirilsin. Bize pahalıya mal olmaz. Sadece iki buhur lazım. Ben önceden temin ettim. Birkaç köz ateş ve yarım saatlik enerji tüketimi. Başka masrafımız yok. Henüz eskilerin sırlarını çözemedik. Kim biliyor ki?

   - Komik değil mi? Direktifleri uygulamakta sorumlu olduğumuzu hissetmiyorum. Bu lahit başka birinin eline geçseydi, kendisini bu kadının dileklerini yerine getirmek zorunda hissedecek miydi bakalım?

   - Mademki bizim elimize geçti, görevimizi yapmamız gerektiğine inanıyorum. (Tarih öncesi dönemlere ait bilyeleri göstererek) Siz sanıyorsunuz ki şu tarih öncesi bilyelere bakıp, ahmak bir insanın dört beş bin yıl önce bu dağ başında yaşadığının, bu çanakla yemek yediğinin tahmin edilebilmesi bir bilimdir. Oysa bizim yaşantımızla uzaktan yakından ilgisi yok. Ama bir insanlık trajedisini, duygusal bir trajediyi ihtiva eden şu ilginç vasiyetnameyi hurafe mi sanıyorsunuz? Herkesin bildiği şeyler bir yerde yenilgiye uğruyorsa, bunların şüphe ve tebessümle karşılanması doğaldır. Maksadımız para kazanılan resmi bilimler ise, burada bilim söz konusu değil, sadece eğlenmektir amacım. Bu denemeyi yapmayı vazifemiz olarak görüyorum, sonuç versin veya vermesin.

   - Vasiyetnamedeki her şeyi çözemediğinizi ve henüz birtakım problemlerinizin olduğunu söylüyordunuz dün.

   - Sadece bir kelimesini ya da bir cümlesini tam anlayamadım; gerisi tercüme edildi. Ama bu gece dolunay var ve vasiyetnamede belirtilen astrolojik şartlar mevcutken bu teşebbüsü erteleyemem. Yanılmak o kadar önemli değil. Vasiyetnamenin sonunda şunlar yazıyor: Büyü merasiminden sonra, yani sihirli duaların okunmasundan sınra tılsımı "ater"e yani ateşe atar. Hayır, cümle böyle değil. "Çigun denmen teltem ra bin ater ogendet simuye or ahizet." Yani "Bu tılsımı ateşe atar, Sîmûye kalkar." Acaba maksadı duanın okunmasından sonra ateş "atar" yani "söner" demek mi? Ateş sönerse, o zaman mumyanın kalkıp kalkmayacağını beklemek lazım. Belki de maksadı, ayrı bir varağa yazılan ve üstünde geometrik çizgiler olan tılsımdır. Incantation'dan sonra onu ateşe atmak gerek ki Sîmûye kalksın. Vasiyetnamenin tercümesi cebimde; bir dakika, okuyayım size.

Doktor Warner gidip koltuğa oturdu ve cebinden bir kâğıt çıkarıp okumaya başladı: "Tanrı'nın adıyla! Ben Vendespmuğ'un kızı, padişahın kız kardeşi ve Sîmûye'nin karısı, Berm Dilek, Şahpesend ve Kah-i Sepîd'in valisi Gûrendeht'im. Sîmûye'den bir çocuğum olmadan evliliğim on yıl sürdü. Kocam geleneklere ve Destûr-i Câvidan'a göre bir oğlan sahibi olmak için başka bir eş seçti. Fakat çabası boşunaydı. Çünkü doktorların dediğine göre o kısırdı. Ama Sîmûye dini emellerine kavuşmak için değil, sırf heves düşkünlüğünden büyücü bir kadınla meşveret etti ve bazı ilaçlar kullandıktan sonra adi bir orospuya gönlünü kaptırdı. Aramızdaki bir başka evlilik yapmama ahdine rağmen kararında diretti. Bütün gününü Kah-i Sepîd'de Horşid denilen orospuyla zevk u safa âleminde geçiriyordu. Hükümdarlığını, işini gücünü boşladı ve Horşid'in önünde bana hakarette bulunur oldu. Nihayet düğün hazırlıklarına başladı ve ben Sîmûye'ye koştuğum şartlar uyarınca diri diri mezara gömülmeyi, rezilliğe katlanmaya tercih ettim ve intikam almak için büyücü kadına başvurdum. Sîmûye ile Horşid'in düğün gecesi büyücünün iksirini şarap kadehine koyup ona içirdim. Sîmûye yuşasp (yalancı ölüm) haline düştü"

"Büyücü kadın tılsımı ortadan kaldırıp Sîmûye'yi diriltecek karşı tılsımı da ayrıca verdi bana. Ama ben kocamla diri diri mezara girmeyi, kanımın mezarda ona yiyecek olmasını, yeraltındaki uzun ikamet süresince üçümüzün kanını emmesini Horşid'le evlenme alçaklığını kendine layık görmesine tercih ettim. Erkek kardeşimin benim ahdimde durduğumu bilmesi için yaz1yorum; onu tekrar diriltecek tılsım vasiyetnamenin ilişigindedir."

" 'Ey bu vasiyetnameyi okuyan kişi; şunu bil ki Sîmûye öl- memiştir ve yuşasp (yalancı ölüm) halindedir. Büyücü kadının direktiflerine göre mumyalanmıştır ve bu tılsımla dirilecektir. Bu işlem için dolunaylı bir gecede seninle lahit arasında bir per­delik uzaklık olmalıdır. Buhurdanı yakıp mendele (yuneye) koy­sunlar. İçine güzel kokular atsınlar ve şu kelimeleri yüksek ses­le tekrarlasınlar. (Burada Pâzend'de yazılı kelimelerin metni var; sanırım Süryanice. Manası anlaşılmıyor; sadece okunma­sı gerekiyor. Her halükârda büyü merasiminde okunan duala­rın manasını bilmek zorunlu değildir.) Sonra tılsımı ateşe atsın­lar; Sîmûye kalkacaktır/ İşte bu son bölümü tam anlamış deği­lim. Ama dinlediğiniz gibi gerekli direktiflerin hepsini vermiş."

Freeman başını salladı: "Kadının ebedi kıskançlık öyküsü!"

Warner gözlüğünü çıkardı, temizledikten sonra tekrar taktı.

— Kıskançlık dramının yanı sıra bazı önemli hususları da anladım. Birincisi, Sâsânîler döneminde ayyaş bir hükümdarın ev halini aydınlatıyor. İkincisi, Taht-ı Ebû Nasr bölgesine Berm Dilek, Şahpesend ve Kâh-i Sepîd diyorlarmış. Dest-i Hızr, "Bâğ-i zindan" imiş. (Bunu başka belgelerde bulmuştum.) Üstelik şunu da anlıyoruz ki Sâsânîler zamanında "hitodes" yani kan bağı olan yakın akrabalar arasında evlilik yaygınmış ya da en azın­dan üst düzey yöneticiler ve nüfuzlu kişiler arasında âdetmiş. Fakat önemli olan mesele, şimdiye kadar kabirde bu kadar çok ölü kemiği bulunmasının sebebini bilmiyorduk. Buranın ahali­sinin dediklerine bakılırsa, eskiden biri çok yaşlanır ve iş yapa­mayacak duruma gelirse, gençler onu törenle şehir dışına çıkarır ve yeryüzünde insanlara zahmet vermemesi için diri diri meza­ra gömerlermiş. Bu inanış bazı değişikliklerle kimi Afrika kabi­lelerinde de vardır. Ben de şimdiye kadar bu görüşteydim. Fakat buradaki belgeden anlaşıldığına göre bir adam öldüğünde karı­larını da onunla birlikte diri diri gömüyorlarmış, öbür dünya­da arkadaş olsunlar diye. Eski kavimlerde bu inanış varmış. Öte yandan, bildiğimiz gibi, mumyanın ağzı kuru kan gibi bir şeye bulaşmış. Halk inancına göre bir ölü, kefenini ısırırsa, ölüler arasında yaşayanlara karışır. Bu belayı defetmek için kabristanlarda araştırma yapıp hunhar ölüyü bulduktan sonra başını bir vuruşta bedeninden ayırmak gerekir. Deri varaktaki metinde "Kanımız ölünün yiyeceği olsun" yazılmış. Şimdi halk inançlarının ayrıntısına girmek istemiyorum ama, önemli olan bizim burada gerçek ve tarihi bir belgeyle karşı karşıya oluşumuz. Acaba Sîmûye yalancı ölüm halindeyken karılarının kanıyla mı beslendi? Acaba bu yiyecek bir kişiye birkaç yüzyıl yetecek kadar mıydı? Ya da bu durumdayken bir süre sonra yiyecek gereksinimi duymuyorlar mı? Ben hurafelere inanmam fakat itikatsızlığımda da mutaassıp değilim. Sadece o zamanki inançları merak ettim. Hurafeler, kuruntular bir yana, bugün bilim her duygusal olayı, her fenomeni kendisine bağlı ayrıntılardan temizleyerek titizlikle araştırmaya tabi tutmak zorundadır. Fakat...Bu sırada Gorest ıslıkla bir vals çalarak şaşkın şaşkın içeri girdi. Yanında iri, kahverengi bir köpek vardı. Şapkasını masaya fırlatıp Kasım'a şerbet getirmesini söyledi.Doktor Warner sözünü yarıda kesti ve Freeman'e baktı.Warner Gorest'e: "Şimdi Freeman'le sizin hakkınızda konuşuyorduk.""Eminim beni övüyordunuz."Warner: "Kulağınızı çekmeye karar verdik.""Freeman'in dediklerine inanmayın. Othello gibi kıskançtır o. Size müjde vermeye geldim. Çok güzel bir şey oldu. Bu akşam ikiniz de konuğumsunuz."İnga adlı kahverengi köpeğin başını okşadı. Warner tekrar piposuna tütün koyup yaktı ve ustalıkla piposunu içmeye başladı. Kasım üç bardak şerbet getirip önlerine bıraktı.Gorest şerbetten bir yudum aldıktan sonra: "Bu gece ikiniz de Berm Dilek'te konuğumsunuz. Orada üç bayan var. 'Arap geceleri'* gibi bir gece geçirelim. Doğu'da değil miyiz yani? Şimdiye kadar başımızı kavuran yakıcı güneş ile gözümüze tutya ettiğimiz toz topraktan başka bir şey geçmedi elimize. Ölü kemikleri ve eski dünyaya ait çürümüş eşyalar arasında yaşamaktan içimizdeki yaşama duygusu öldü. Doktor, siz kendinize garip bir yaşam tarzı seçmişsiniz. Bütün gününüzü güneşin alnında kavrulmuş bir odada araştırma yaparak geçiriyorsunuz. Geceleri uykunuz tutmuyor, çoğu kez kalkıp kendi kendinize konuşuyorsunuz; eğlenceyi, gezmeyi tozmayı kendinize haram etmiş, kitaplarınıza dalmışsınız. İnanın, bu işler insanı erkenden ihtiyarlatır!"Warner: "Öğütlerinize çok teşekkür ederim. Ama ne yazık ki bu akşamki davetinizi kabul edemeyeceğim. Şimdi kulak verin sözüme. Size öneride bulunuyorum. Bu gece birlikte olalım. Bana biraz yardım edin. Çünkü Gûrendeht'in vasiyetnamesinde yazılı olanları uygulamak düşüncesindeyim. Bu gece dolunay var ve bir aya kadar işimiz bitecek. Raporumuzu hazırlamalıyız. Eğlenecek daha çok zamanımız var."Gorest gülmeye başladı: "Hepimizle dalga geçen şu rind kadının vasiyetini ha? Şaka ediyorsunuz. İşin buraya varacağını sanmıyordum hiç. Şimdi şu ihtiyar maymunu diriltmeye ciddi ciddi karar verdiniz öyle mi? Yeryüzüne insan kıtlığı düştü de birini daha ekleyeceksiniz öyle mi!? Bu durumda New York Ruh Çağırma Derneği günümüzü gösterir bize!"Üçü birden gülüştü. Gorest: "Beş aydır şu çölde köpek gibi çalışıyoruz. Lahdin keşfinden sonra herhalde biraz eğlenmek hakkımızdır. Sizi düşünmekle hata etmişim! Otomobille Şiraz'a gittim. Üç hanım ve onların ısrarıyla iki çalgıcı getirdim yanımda. Garip olan bir şey var; lahdin keşfi dillerde dolaşıyor ve bu kadınlar da bizim büyük bir define bulduğumuzu sanıyorlar. Her neyse, şimdi Berm Dilek'teler. Çadır kurdular; bu gece orada kalacaklar. Hiç kimse yok; tenha mı tenha. Acaba şu viski şişelerinden kaldı mı? Yiyecekten yana her şey hazır. Kasım'ı gönderdim; her şeyi hazırladı."Doktor Warner ciddi bir tavırla: "Misyonun otomobiliyle böyle eğlencelerin yapılmasına karşıyım. Omuzlarımızda ağır bir sorumluluk taşıdığımızı unutmamalıyız. Ahlak ve davranışlarımıza dikkat ediyorlar. Bu küçük yerde insanın içtiği su bile bilinir. İki gün sonra Kasım veya işçiler hakkımızda bin türlü dedikodu çıkarabilirler. Skandal istemiyorum. Sizi uyarıyorum; bu son olsun!"Gorest: "Emin olun; bizi gören olmadı. Çünkü onlar şehir dışına gelmişti. Fakat ilginç olan şu ki, bu gece Doğu sazımız var. Çalgıcılar Yahudi ve sadece yerli sazları çalıyorlar. Belki de buraların bayındır olduğu zamanlarda çalınan, Sîmûye kendi topraklarında yaşarken çalınan sazlardır bunlar. Diyelim ki sizin yaşlı maymunun tek başına üç kadını vardı. Oysa bize ancak birer kadın düşüyor. İnanın, biraz da diriler arasında yaşamak gerek. Ama önceden söyleyeyim; en küçüğü Horşid Hanım benimdir; bilesiniz."Warner birden düşünceli düşünceli: "Horşid Hanım mı?"Gorest: "Evet, Horşid Hanım. Uzun boylu bir kız. Işıl ışıl gözlü, yuvarlak yüzlü ve siyah saçlı biri. Doğu fıstıklarından. Biliyor musunuz, önce o beni beğenip mektup göndermiş. (Fre-eman'e dönerek) Hatırlıyor musun, hani pazar günü Berm Dilek'te bana işaret eden kızı?"Warner: "Ne garip bir rastlantı! Sîmûye'nin son karısının adı da Horşid'di!"Gorest: "Şaka yaptığınızı sanıyordum. Ama görüyorum ki bu masala adamakıllı kaptırmışsınız kendinizi. Yani iskeletin canlanıp o dünyadaki macerasını bize anlatacağını mı sanıyorsunuz? Gülünç bir roman olur bu. Allah'tan kıyamet gününe daha çok var. Mücevherlerini alırsak, ihtiyatlı davranmış oluruz. O zaman ölünün dirilip dirilmeyeceğini denersiniz!"Warner ciddi bir tavırla: "Mumyanın terkibine dokunmamak."Gorest: "En azından silahsızlandıralım ve yatağanını alalım bari. Dirilecek olursa toplu kıyıma kalkışıp da mücevherlerini yanında götürmesin."Warner gözlüğünü düzeltti: "Bana takılmakta haklısınız. Gerçekten de acayip ve inanılmaz bir konu. Ben de emin değilim asla. Fakat yalancı ölüm hali sır dolu. Eski dünyadaki büyücülerin yaptıkları şeyler hakkında bilgi sahibi değiliz. Hiç şu mumyanın gözlerine dikkatlice baktınız mı acaba? Gözleri parlıyor, canlı ve bakıyor. Şehvet ve kin dolu bir bakış. Belki biraz da utangaçlık var. Sanki hayata doymamış gibi. Şimdiye kadar itiraf etmemiştim, ama yaşam kıvılcımı gözlerinin derinliklerinde kalmış. Diyelim ki dirilmedi; Freeman'e söylediğim gibi bir şey kaybetmiş olmayacağız. Ama ya dirilir veya sadece kımıldarsa! Düşünün bir kere; dünyada benzeri görülmemiş bir olay olacak!" Gorest: "Düşünmek bile mümkün değil. Bilmek istiyorum; bunca yüzyıl sonra, farz edelim ki ölü mumyalandı ve organları özel ilaçlarla taze tutuldu, bütün bunlar faraziye. Bu durumda Sibirya karları altında hiç bozulmadan kalan mamutun da tekrar dirilmesi mümkün olur. Dediklerinize göre bunca yüzyıl sonra mumyanın tekrar canlanması mümkün mü sizce?"Doktor Warner: "Ben sizden daha güç inanırım. Ama yalancı ölüm denilen şey bugün de az çok müşahede edilen bir fenomen. Örneğin Hindistan yogileri bir haftadan birkaç aya kadar yeraltında kalıp tekrar canlıların dünyasına dönebilirler. Bu olay defalarca gözlenmiştir. Öte yandan bunun doğal bir şey olduğunu sanıyorum. Kış mevsimi boyunca uyuyan hayvanlar yalancı ölüm halinde değil midir? Sîmûye ilaç, tılsım ve meçhul kuvvetler aracılığıyla yalancı ölüm haline girmiş ve bilmediğimiz yöntemlerle mumyalanmış. Bu durumda organları hastalık veya yaşlılık nedeniyle eskiyip bozulmamış, canlılığını korumuş. Okullarda öğretilen bilimleri, dinsel inanç ve hurafeleri göz önünde bulundurup daha dikkatli bakacak olursak, yaşamda her şeyin mucize olduğunu görürüz. Burada oturup konuşan ikimizin varlığı da bir mucize. Saçlarım birdenbire dökülmüyorsa, bir mucize. Şerbet bardağı camıyla birlikte elimde buhara dönüşmüyorsa, bu da bir mucize. Alıştığımız ve bize doğal gelen kesin mucizeler ve bunlara aykırı olup da bizim alışkın olmadığımız başka doğal bir şey bizim için mucize sayılır. Bugün bir bilim adamı kendi laboratuvarmda canlı bir varlığı bir süre için yalancı ölüm halinde tutmayı başarır, istediği zaman bu ortamı yaratır ve iddiasını ispat etmek için matematik formüllerine, fizik ve kimya kurallarına göre bir kitap yazarsa, herkes inanır buna. Çünkü bugün insanoğlu kendini beğenmişliğiyle doğaya inanmaz olmuştur. Yaptığı keşif ve buluşlarla kendisini akl-ı küll sanıyor ve doğanın tüm sırlarını çözdüğünü iddia ediyor. Ama aslında en küçük şeyin mahiyetini bile anlamakta âciz kalıyor. Mağrur insan kendi bilgilerini belge sayıyor ve doğa olaylarının kendi formüllerine göre gerçekleşmesini istiyor. Eskiden insanoğlu daha sade ve âcizdi ve mucizeye daha çok inanırdı; bu yüzden de sık sık mucize olurdu. Demek istediğim, doğa ve kanunlarına daha yakındı ve onun meçhul güçlerinden daha iyi yararlanabilirdi. Günümüzdeki dakik bilimlere karşı olduğumu sanmayın sakın. Aksine insanın keşfetmediği olaydan daha garip bir şey olmadığına inanıyorum. Bunun dışında kalanlar gülünç ve inanılmaz olacaktır."Meraklanmış gibi görünen Gorest: "Sizin varsayımlarınızla işim yok benim. Belki de benzerine rastlanmayan bu mucize mümkündür. Ama denememizde başarılı olamazsak, bu çok kuvvetli bir ihtimaldir, yarın şoförün, işçilerin gözünde itibarımız kalmayacak ve dillere düşeceğiz.""Ben gereken önlemi aldım. Özellikle şoföre izin verdim. Yarın da pazar. Bir işimiz yok nasıl olsa. Gitmenize karşı olmamın sebebi, birbirimize yardımcı olmaktı. Çünkü direktife göre lahit bitişik odada olmalı. Yani şimdi durduğu yerde ve salondan bir perde ile ayrılmalı. Biraz yardım ettikten sonra isterseniz sevişeceğiniz yere gidebilirsiniz. Ya da orada, odanın üstünde sessizce durup işlemi kontrol edersiniz."Gorest: "Ama bir şey daha var. O zamanlar bu merasimi yapmak için bugün unutulan özel koşulları yerine getiriyorlardı.""Ben elimdeki imkânlarla gereken araştırmayı yaptım. Bu işlemi biliyorum. Büyücünün koruyucu güçlerinin karşısında bir hisar görevi üstlenen dairenin içinde efsunlar okunmalı. Dairenin kömürle, ayrıca irade ve iman ile çizilmesi gerekiyor. Efsunlar yüksek sesle okunmalı. Çünkü büyüde sözün etkili oluşu ve özgüven çok önemli. Aynı şekilde kokulu buhur taneleri fizik ötesi güçlerin etkisini artırıyor, uygun bir atmosfer yaratıyor. Bu konuda emin olabilirsiniz."Gorest: "Gerçekten bu kadar ciddi olduğunu sanmıyordum. Kalıyorum öyleyse."Akşam yemeğinden sonra Doktor Warner ve arkadaşları lahdi güçlükle yatak odasının kapısına kadar çektiler. Warner mumyanın önündeki, dibinde siyah bir maddenin yapıştığı kandili yaktı ve bronz buhurdanı lahitten çıkarıp salona geçti, kapının önündeki perdeyi çekti. Freeman halıyı yarısına kadar katladıktan sonra buhurdanı yaktı. Warner önceden hazırladığı bir avuç günlük, üzerlik ve sandalı közlerin üzerine serpince havaya yoğun bir duman ve koku yayıldı. Sonra kömürle kendi çevresine bir daire çizdi. Cebinden deri varağı çıkardı, buhurdanın önünde durdu ve varağa bakarak yüksek sesle efsunu okumaya başladı. Freeman ile Gorest salonun bir ucunda ses çıkarmadan sandalyede oturmuş VVarner'i seyrediyorlardı. İnga da ayaklarının önünde yatıyordu.Warner anlamını bilmediği tuhaf sözcükleri tane tane okuyordu. Fakat efsunu okurken üstünde geometrik çizgilerin yazılı olduğu öteki tılsım elinden kayıp önündeki buhurdana düştü ve yandı. Duman ve koku içinde ne olduğunu anlayamadan VVarner'e bir haller oldu, başı dönmeye başladı. Korku ve sinirle karışık bir titremedir aldı. Arada bir sesi çatallaşıyor ve gözleri kararıyordu.İtaatkâr bir köpek olan ve oracıkta yatan İnga birden kalkıp kapıya doğru fırladı ve ulumaya başladı. Fakat efsun merasiminin bozulmasını istemeyen Gorest, İnga'yı tasmasından tutup zorla getirdi ve masanın altına yatırdı. Oysa köpek telaş içinde yerinde duramıyor ve odadan çıkmak istiyordu. Bu sırada War-ner titrek sesiyle anlaşılmaz birkaç sözcük daha söyledi. Derken bacakları çözülmüş ya da dumandan etkilenmiş ve aşırı çaba göstermekten bitkin düşmüş gibi sinirli bir şekilde yere yığıldı. Gorest ile Freeman onu alıp kanepeye yatırdılar.Tılsım ateşe düşer düşmez hoş kokular yayan kandilin aydınlığında mumya titredi, hapşırdı, başını kaldırıp donuk bir hareketle yerinden kalktı. Lahitten çıkarak pencereye doğru yürüdü. VVarner'in sıkı kapamayı unuttuğu pencereyi açarak dışarı çıktı. Siyah ve kuru uzun cüssesiyle ağır adımlar atarak Dest-i Hızr tarafına doğru gitti.Flafif bir esinti vardı. Gökyüzü kurşundan bir kapak gibi ağır ve şeffaftı. Aşağı inmiş gibi görünen ayın göz alıcı aydınlığı tepeyi aydınlatıyor ve doğaya cansız ve uçuk renkli bir hava veriyordu. Bu manzara bu dünyaya ait değildi sanki. Sağ taraftaki Taht-ı Cemşid kapısı, kara taşıyla geçmişten kalan tek yapıydı. Gerisi kenarında toprak birikmiş çukurlardan ve mezarlardan ibaretti. Boyundan uzun gölgesi Sîmûye'yi takip ediyordu.Bu sırada salondan İnga'nm uluması duyuldu. Fakat Sîmûye aldırış etmeden düzenli ve geniş adımlar atmaya devam ediyordu. Kurulmuş gibiydi ya da meçhul bir kuvvetle hareket ediyordu. Ay ışığı gözünü almış gibi ışıl ışıl parlayan gözlerini yere çevirmişti. Kendi zamanı ile şimdiki zaman arasındaki değişikliği fark etmemişti besbelli. Düşünceleri şarabın latif buharında dalgalanıyordu; Horşid'in elinden alıp içtiği ve kendinden geçtiği, yakıcı, erguvan rengi şarabın.Dest-i Hızr ve Berm Dilek'te uzaktan bir iki ışık geliyordu. Ama Sîmûye içtiği şarabın verdiği son neşeyi kaybetmemiş gibi eski hayatının son dakikalarına dalmıştı. Efsanemsi, silik ve karmakarışık bir hayat, şiddetli ve hararetli bir hayat sürüyordu önceki hayatından geriye kalanlar arasında. Eski mülkünde yürüdüğünü sanıyordu ve aklı fikri Horşid'deydi. Horşid'le ilk karşılaşmasından itibaren bütün karışık ve silik anılar beyninde şekillenmiş, canlanmıştı. Sanki hayatı sadece bu anılara bağlıydı ve onun aşkıyla dirilmişti!Sîmûye Horşid'le ilk karşılaştığı meclisi hatırladı. O gün adamlarıyla birlikte ava çıkmıştı. Çölde aç susuz giderken bir çadıra sığınmıştı. Derken çekici yüzlü, iri parlak gözlü bir çöl kızı çadırın önüne geldi. Buruşuk kırmızı mintanının altından limon büyüklüğündeki memelerinin uçları görünüyordu. Şalvarı ayak bileklerine kadar inmişti. İçi buz gibi soğuk ayran dolu deri bakracı kuyudan çekip gönül çalan bir gülümsemeyle ona verdi. Sîmûye ayran bakracını kıza uzatırken kızın elini eline alıp sıktı. Horşid zarif bir hareketle ve kıvrakça elini çekti ondan. Yine gülümsedi. Sağlam ve bembeyaz dişleri göründü. "Susuzluğun geçti mi?" Horşid konuğunun hükümdar Sîmûye olduğunu bilmiyordu. Bu cümle yüreğinden etkiledi Sîmûye'yi. Büyücü kadın güçlenmek ve genç kalmak için bakire kızlarla haşır neşir olmasını söylememiş miydi ona? Üstelik tanıştığı eşraf kızlarının hiçbirini beğenmemişti.Bu olay Sîmûye'nin ona gönlünü kaptırmasına yetti. İlk karısı Gûrendeht'e söz vermesine rağmen o günden sonra aklı fikri çöl kızındaydı. Birkaç defa hediyeler gönderdi ona. Ve nihayet ilk karısının sırf kıskançlık yüzünden Horşid'e iftira etmesine, onu ölümle tehdit etmesine rağmen Horşid'e görücü göndererek resmen istedi ve görkemli bir düğün gecesi tertipledi.O gece Sîmûye Berm Dilek'e giderken çok fazla ateş yakmışlardı. Konuklar halay çekiyor, alkış tutuyor, şarap içip ateş başında dans ediyorlardı. Sarhoştular ve yüzleri alev karşısında kızarmış, pırıl pırıl parlıyordu. Sîmûye geleneğe göre kalabalık arasında dolaşarak Horşid'i arıyordu. Derken şarkıcıların çalıp söylediği bir eğlence meclisine yaklaştı. Mücevher işlemeli giysiler içindeki Horşid kenarda bir ağaç kütüğüne oturmuştu. Sîmûye üç kez ağaçların arasından Horşid'e seslendi. Horşid zarif bir hareketle tepsiden erguvan rengi şarap konulmuş bir kadeh aldı, gidip Sîmûye'ye verdi kadehi. Sîmûye elini Horşid'in beline doladı ve usul usul kasrın bahçesindeki ağaçların arasında gözden kayboldu. Sonra bir ağaca yaslanıp Horşid'in ince ve ateşli vücudunu kucakladı, geniş göğsüne bastırdı. Horşid gözlerini kapamışken Sîmûye kızdan aldığı erguvan rengi şarabı sonuna kadar içti. Kadehi bir yana attıktan sonra dudaklarını Horşid'in yarı açık ağzına yaklaştırdı. Fakat Horşid başını çevirince dudakları boynuna yapıştı. Bu sırada güçlü ve yakıcı şarap Sîmûye'nin tüm damarlarına kadar yayıldı. Sîmûye kendinden geçti, bacakları titredi, ellerinden, ayaklarından kalbine doğru bir soğuk dalgası yayılmaya başladı. Daha sonra ne olduğunu anlayamadı.Sîmûye şimdi sarhoşluk uykusundan uyandığını düşünüyordu. Şarap belleğine karanlık bir perde çekmişti. Düşünceleri şarabın latif buharında dalgalanıyor, kaynıyor, tüm varlığıyla Horşid'e karşı yakıcı, delicesine bir aşk besliyordu. Susamıştı Horşid'e. Horşid'in sıcak vücuduna, alıcı gözlerine, ince endamına muhtaçtı. Aydınlığa, açık havaya ve saza gereksinim duyuyordu. Sarhoşluğu geçmemiş gibiydi. Düğün gecesi çalman sazların boğuk ve uzak sesi hâlâ kulaklarındaydı. O hengâmede yüzler, halayık ve uşakların ateş önündeki dansları silik bir halde, bir duman gibi beyninde canlanıyor, sonra silinip bir başka manzara canlanıyor, aralarında Horşid'i arıyordu. Yüzü gözünün önündeydi.Sîmûye'nin şehvet duygularıyla kaynayan gövdesi ağır adımlarla, mağrur bir halde Dest-i Hızr'dan geçip Berm Dilek'e devam etti ve uzun gölgesi de onun peşinden gitti.Gorest ve arkadaşları için Berm Dilek'e gelen üç hanım su kenarında ağaç altına yaygı sermiş, Kasım'm getirdiği meze ve içkilerle sofrayı kurmuşlardı. Biraz da çakırkeyif olmuşlardı. Horşid bir ağaç kütüğüne oturmuş, bir başkası da yere uzanmış kendi kendine şiir mırıldanıyordu. Çalgıcılarla sohbeti koyulaştıran üçüncüsü merakla sürekli kol saatine bakıyordu. Sonunda dayanamadı, Horşid'e dönüp "Bunlar gelmeyecek galiba. Oturup yemeğimizi yiyelim!" dedi.Horşid: "Daha geç değil.""Bu da bizim Frenkler işte! Sözünde durmayı Frenklerden öğren derler!""Gorest mutlaka gelir. Sözüne sadıktır.""Mezar kazan şu aç Frenkler adam değil ha!"Florşid: "Bak şimdi, bilmiyorsun demek geçen hafta Muhterem'in ısrarıyla yolda indiğimizi. Mezarcıları izlemeye gittik, emirlerinde otuz kırk işçi çalışıyordu. Frenk bebeğine benzeyen Gorest sırma gibi saçlarıyla güneşin alnında duruyordu. Bayıldım ona. Şimdi gelir nasıl olsa, yalan söylemediğimi anlarsın. Bizi görünce, dönüp yüzüme baktı. Biliyor musun, hizmetkârları Kasım aracılığıyla haber gönderdim ona. Dört defa buluştuk; bir kere bile randevusuna gelmezlik etmedi.""Peki peki, onun güzelliğini dinlemeye gelmedik buraya. Bilmek istiyorum, ellerinde para var mı, yok mu?""Demedim mi sana? O kadar çok altın ve mücevher buldular ki anlatamam. Bir mezar açtılar; içi elmas ve mücevher doluydu. Yedi Hosrovî küpü* çıktı. Üstünde ejderha uyumuş. Yalan söylüyorum sanıyorsun değil mi? Kasım'a sor öyleyse.""Gelmeyeceklerini bilsem de, birine söz vermiştim bir kere.""Eee! Kimi getirmek istiyordun? Senin Cevad Aga, Gorest'in tırnağı bile olamaz.""Sen de öldürdün bizi şu Gorest'le hani! Öbür ikisi nasıl peki?""Öbürleri de iyi; ben sadece birini gördüm."Seccadeye uzanmış kendi kendine mırıldanan öbürü: "Maşallah, ne de meraklıymışsınız! İster gelsinler, ister gelmesinler! (Çalgıcılara dönerek) Rahim Han, bir güzel döktürmeye bak."Kırmızı suratlı ve uysal biri olan kanuni Rahim Han sazın üstüne eğildi ve bir makam tutturup çalmaya başladı. Yanında oturan çiçek bozuğu, kısa boylu adam da darbukayı aldı ve aynı makamda bir Cehrem* teranesi söylemeye başladı:Yukarılardan âlemi seyrederim, sevgilim.İki yandan düşmana bakarım, sevgilim.Bir gece daha tut bizi yanında sevgilim.Yarın seni rahatsız etmeyiz sevgilim, mihribanım.Kurbanım sana, sen bilmezsin ama.Koşa koşa giderim filanın evine sevgilim,Ney sesi gelir, bir genç nalesi gelir, sevgilim, azizim, dilberim.Dudaklarının köşesini evim yap benim!..Kadınlar gülüşüp kadehleri birbirinin sağlığına kaldırıyorlardı. Ama Horşid kadehi kaldırıp Gorest'in sağlığına içti.Ansızın ağaçların arasından üstünde sırma işlemeli giysi bulunan birinin uzun karaltısı belirdi. Gözünü ışık almış gibi ağacın gölgesinde durdu ve yüzünü aşağı eğdi. Sonra boğuk bir ses geldi ondan: "Horşid, Horşid?"Sesi Gorest'inkine benziyordu. Horşid kadehi alıp şarap koydu ve sese doğru koştu. Gorest'in şaka yapmak için ağaçların arkasına gizlendiğini sanıyordu. Ama karaltının yanma varınca, kemikli kuru bir elin kadehi ondan aldığını, öbür elin sımsıkı beline sarıldığını gördü. Horşid elini onun kolyesine uzattı. Korkunç heykel kadehi donuk bir hareketle içerken ölünün yüzünü gördü ve gözlerini kapayıp bastı çığlığı. Dudağını öyle bir ısırmıştı ki kanamaya başladı.Sîmûye'nin ağzı seri ve beklenmedik bir hareketle Horşid'in boynuna yapıştı. Kanını içecekti sanki. Şarabın etkisi ve Horşid'in çığlığıyla, Sîmûye'ye şimdiye kadar hükmeden ağır sarhoşluk bir anda uçtu gitti. Gözünün önündeki perde kaldırılmış gibi gerçek halini fark etti. Aslında bu kadının yüzündeki hal onu ayılttı. Çünkü eski hayatındaki Horşid'in yüzüyle bu yüz tıpatıp birbirine benziyordu. Bu kadının korkudan kendisini teslim ettiğini görmüştü. Oysa eli onun kolyesine kelep-çelenmişti. Eski hayatındaki Horşid'in ona karşı duyduğu ilgi de kolye içindi. Şimdiye kadar mevhum bir umutla yaşamıştı! Mevhum bir aşk umuduyla yıllarca mezarda Horşid'i beklemişti!..Birden Horşid'i bıraktı ve meçhul gücü ondan alınmış gibi olanca ağırlığıyla yere yığıldı.Horşid ise korkunç bir kâbusun pençesinden kurtulmuş gibi tekrar çığlık attıktan sonra bayıldı.Bu sırada Doktor Warner, Freeman ve Gorest, Inga'yla birlikte geldiler. Sîmûye'yi yerden kaldıracakları sırada bütün vücudunun tuzla buz olup bir avuç küle dönüştüğünü gördüler. Giysisinde büyükçe bir şarap lekesi vardı. Mücevherlerini, giysisini ve yatağanını alıp geri döndüler. Doktor Warner geceleyin dikkatle bunların üstüne numara koyarak kayda geçirdi.

10 Mart 2014 Pazartesi

Kitap Yorumu: Bir Sır Saklı İçimde - Julie Berry

Bir Sır Saklı İçimde'yi bir süredir merakla bekliyordum. Ne kadar fantastik ya da çağdaş kitaplara merakım olsa da bu türde kitapları da sevdiğimi arada bir kendime hatırlatmam gerek. İnsanı derinden etkileyecek, asla unutulmayacak türde kitapları yani.Kapağına falan aldanmamak gerek. Ben de elimde gezdirirken tipik genç yetişkin paranormal romanı sanılmasına ve burun kıvrılmasına tanık oldum. Ama bu kitap kapağından çok daha fazlası. Tabii yorum yapmam gerekirse ben kapaktaki ağız detayını çok sevdim.Judith, yıllarca bir adam tarafından esir olarak tutulmuş bir kız. Orada pek çok şeye tanık olduktan sonra birgün evine, kasabasına geri dönüyor. Ama orada olanları anlatamayacak biçimde. Hayatının iki senesinin çalınmış olması yetmezmiş gibi konuşma gücü de elinden alınmış olarak.Zaten çok konuşkan bir kız değildi Judith. Ancak artık bildiği bir şeyler var. İnsanların ona takındığı tavır, öz annesinin bile onu kafasında koyduğu yer korkunç. Judith varlığı ve yokluğu hiçbir şey ifade etmeyen bir insana dönüşüyor. O kadar yaşanmışlığın arasında da aklını en çok meşgul eden şey çocukluk aşkı Lucas.Sesi ve varlığı elinden alınmış bir kızın hayata ve kendine yeniden tutunuşunun kitabı Bir Sır Saklı İçimde. Ve bunları aşk ve kendine güvenin yardımıyla yapıyor. Judith'in dilinin kesilmesini imgesel olarak düşündüm hep. Burada bir "kadın" hikâyesi de gizli çünkü. Judith sadece dilsiz olduğu için aşağılanmıyor. Onu kaçıran adamın ona yaptığı muhtemel şeyler için, dilsiz bir kızın yapması gerektiği gibi (!) sadece evinde oturmadığı için ve birini sevdiği için de aşağılanıyor. Kasabanın gazabına uğruyor. Yavaş yavaş kimliğini yeniden kazanma mücadelesi ise neredeyse epik.Judith'in sırrı tahmin ettiğimden çok daha farklı çıkınca bir hayli afalladım doğrusu. Ancak kitabın gidişatını o kadar sevdim ki... Bir kere oldukça sade fakat şiirsel bir dili var. Judith'in kafasının ve kalbinin içini çok rahat bir biçimde görebiliyorsunuz. Küçük kasabadaki konuşamayan kız olabiliyorsunuz siz de. Lucas'ı anlamaya çalışıp, onu görünce heyecanlanabiliyorsunuz. Bu yüzden okunmalı derim ben. Son derece farklı ve sarsıcı bir kitap. Emeği geçen herkese teşekkürler!Birkaç alıntı ekliyor ve yazımı çok uzun tutmamaya gayret ediyorum.Bu akşam ay çıktı, onu görünce ben de dışarıya çıktım, ağaçların tepelerine yükselişini seyredeceğim.Hatırlıyorum. Gecelerce onun sessizliğinde huzur bulacaktım. Gittiğinde geceler nasıl kararırdı. Ama geri gelirdi mutlaka.O adamla birlikte geçen yıllarda tek dostumdu ay.Hâlâ tek tesellim ay benim. Darrel bir zamanlar Fransa'dan bir kızın masalını okumuştu anneme, kendilerini İngilizlerden korumalarını söyleyen meleklerin seslerini duyarmış bu kız. Erkek gibi giyinir, ateşli ve etkileyici konuşurmuş. Anayurt sevgisi uğruna bir ordu kurup istilacıların hakkından gelmiş. Cesareti ve ihtirası sonradan yakılarak öldürülmesine sebep olmuş, çünkü cadı ve kafir diye görülmüş.O kızın ülkesini sevdiğinden daha az mı seviyorum seni?Seni kurtarmak için söyleyecek sözüm yok.Asla umut yok. Ben hiçbir şeye layık değilim. Anlatacak kimsem yok, zaten ne halde olduğumu anlatmanın yolu da yok. Mümkün olsa bile uygun sözcükleri bulamazdım. Bu taşınmaz yükü hafifletmeye sözcükler yetmez.Söğüt ağacıma döküyorum içimi: Yılları elinden alınmış, itibarı, dili, huzuru çalınmış biriyim.En kötüsü, en acımasız yanı da senin tarafından çalınmış olması.Puan: 5

Hayatsız kadınların yeni hayatları

Kendilerine ‘hayat kadını’ dense de kadınlıkları hatta isimleri bile çalınmış kadınlar onlar… Kandırılıp fuhuş tuzağına düştükten sonra kurtulmayı başaran kadınlardan her şeye sıfırdan başlama öykülerini dinledik.Fuhuş, çıkmaya çalıştıkça içindekileri daha da derine çekmeye çalışan bir bataklık. En büyük kurbanıysa kadınlar. Onlara ‘hayat kadınları’ dense de aslında yaşamları, kadınlıkları hatta isimleri bile çalınmış, hayatsız kadın onlar… Yaşadıkları onca tehdit, taciz ve işkenceye rağmen bu hayattan kurtulmayı başaranlar da yok değil. Hepsinin hikâyesinde ortak nokta; çocuklukta yaşanan taciz, tecavüz, birbirinden kopuk aileler ve ‘kurtulurum’ ümidiyle yapılan evlilikler. Fuhşa direndiği için işkenceye uğrayıp aylarca komada kalan da var, çocuklarını öldürmekle tehdit edilen de… Uzun uğraşlar sonucu bu bataktan kurtulabilenler, şimdilerde ev işi garsonluk gibi işlerde çalışıp iki lokma bir hırka yaşayıp gitse de “O işten para kazanılmaz, kazanılsa da hayrı olmaz.” diyor. Hepsinin ortak derdi geçmişini anlatıp yardım istedikleri kimsenin güvenip kendilerine sürekli bir iş vermemesi, bir de yeni hayat kurmaya çalışırken uğradıkları tacizler. Hayatsız kadınların bir de çağrısı var; devletin duruma el koyarak genelev ve her türlü fuhuş yuvalarını kapatması.‘Keşke oğlum yanımda ölseydi’Canan H.’nin hikâyesi annesinin hastalığı dolayısıyla büyük şehre gelmesiyle başlıyor. Anne, uzun bir süre hastanede yatıyor, evde alkolik ve dayakçı bir baba ve hiç anlaşamadığı ağabeyiyle baş başa kalıyor. Tüm bunların üzerine henüz 14 yaşındayken komşusunun tacizine uğruyor. Kimselere anlatamayınca evden kaçıp akrabalarına sığınıyor. Derken tekrar dönüyor, sonra yine kaçıyor. Nihayetinde bir arkadaşının vasıtasıyla ilk eşiyle tanışıyor. Ancak evlilikte de yüzü gülmüyor, dayak bir yana, zira esrar ve türlü kötü alışkanlıkları olan biri çıkıyor kocası. Yetmiyor, Canan’ın tüm itirazlarına rağmen bir de fuhşa zorlanıyor. Kâbus dolu bir yılın sonunda ayrılıyor kocasından. Tek bir oda tutarak yaşayıp gidiyor, ta ki çocuğunun babası Hasan ile tanışana kadar. Ancak adam çocuğu istemeyince, mecburen ayrılıyor ondan. Karnında çocuğuyla ailesi de istemeyince son durağı sokaklar oluyor… Oğlu engelli doğuyor, okul çağı gelince hiçbir okul kabul etmiyor. Canan çaresiz kimsesizler yurduna veriyor oğlunu ama her gün görmeye gidiyor. Ve bir gün aniden ölüm haberi geliyor 10 yaşındaki oğlunun. Bu şüpheli ölüm milat oluyor Canan için. “Keşke oğlum yanımda ölseydi, diye içim içimi yiyor. Belki de kurtuldu benden. Geceleri uyuyamıyorum onu düşünmekten.” diyor. Şimdilerde tek göz odada yaşıyor, ufak tefek temizlik işlerine giderek hayatını kazanmaya çalışıyor. Ailesiyle arada sırada da olsa görüşmeye başlamış.Fuhşa direnince komalık ettilerKübra K.’nın hayatı çocuk yaşta uzak bir akrabası tarafından kaçırılmasıyla değişmiş. Tecavüze uğrayıp, fuhşa zorlanmış. Karşı çıktığında öyle şiddetli işkenceler görmüş ki aylarca komada kalmış, hafıza kaybına uğramış. Kaçmasın diye peşine koruma bile takmışlar. Kâbus dolu günler devam ederken üç de çocuk doğurmuş, biri ölmüş. Kendisine fuhuş yapan çete, çocuklarına da ‘mal’ muamelesi yapıp el koyarak evlatlık adı altında satmış. Nihayet akrabası olan adam ailesine geri yollamış Kübra’yı. Ancak bu kez de ailesi istememiş. Sonra yatılı bir Kur’an kursuna başlayıp evlenmiş. Ancak yaşadığı onca sıkıntıdan sonra üzerine bir de maddi sıkıntılar ve eşinin vurdumduymazlığı eklenince ayrılmaya karar vermiş. Yine çetenin eline düşmekten korkup tek başına başka bir şehre taşınıp küçük bir pansiyona yerleşmiş. Babasının emekli aylığıyla geçinip giderken bir hata yapıp güvendiği arkadaşı kendisini yine bir kadın satıcısının ağına düşürmüş. Şu anda babasının dahi bilmediği bir kızı var. O ortamda büyümesin diye bir şekilde kaçmayı kafasına koyup başarmış. Ufak tefek el işi örgüler satıp, kalan vakitlerinde apartman temizliği yaparak hayatını kazanmaya çalışıyor.‘Kuran okumaya utanıyordum, Allah affetsin’Zeliha C. ilk eşinden boşandıktan sonra ailesinin geri dönmesini kabul etmemiş. Mecburen kendisini evlilik vaadiyle kandıran bir adamın yanına sığınmış. Ancak adam kendisini geneleve satınca kâbus dolu yıllar başlamış. Defalarca kaçmaya çalışıp savcılığa dilekçeler vermiş, gittiği her ilde başka bir çetenin eline düşmüş. Bu yüzden hâlâ tehdit edildiğinden bahsediyor. Nihayetinde başarmış kaçmayı. Bir arkadaşının yanında tek göz odada yaşıyor. Zeliha’ya göre bu hayatı kimse isteyerek seçmiyor. Zira ‘patron’lar kadınlara tehdit yoluyla senet imzalatıp yüzlerce milyar lira borçlandırıyor yanında tutmak için. Her genelevin yanında bir de market oluyor ve 1 liralık ürün neredeyse 10 liraya satılıyor. Kadınlar buradan alışveriş etmeye mecbur tutuluyor, başka bir yerden ekmek almaları bile yasak. “Bir arkadaşım kanser olmuş, yataktan kalkamaz hale gelmişti. Gitmek istedi hatta şikayetçi oldu, ‘Ya anneni ya kız kardeşini alırız.’ diye tehdit ettiler, mecbur geri döndü. Yine başka bir arkadaşım kaçtı, erkek çocuğuna tecavüz edip kaçırılınca gerisin geri dönmek zorunda kaldı. 60-70 yaşındaki kadınların ‘Bu iyi çalışmıyor’ diye dövmekten kafasını kırdılar. Yine bir tanesini zorla gönüllü gösterip böbreğini patronun sevgilisine verdiler.” diye anlatıyor yaşadıkları zulmü. Şimdilerde 53 yaşında olan Zeliha, kirasını emekli maaşıyla ödediği arkadaşının yanındaki bir odada kalırken, genelevdeyken kendi tabiriyle ‘Allah’tan utanıp’ okuyamadığı Kur’an-ı Kerim’i hatmedip tövbe ederek geçiriyor kalan ömrünü.Hayata karşı erkekleşiyorlar(Psikolog Mehtap Kayaoğlu): Müthiş bir güvensizlik hakim bu kadınlarda. Zira çocukluklarına baktığımızda çoğu taciz mağduru ya da kopuk ve sorunlu aile ilişkileri olan insanlar. Bir şekilde yanlış insanlara güvenip böyle bir durumun içine düşüyorlar. Kaygı bozukluğu, depresyon ve kişilik bozuklukları çok yaygın. Özellikle erkeklere karşı çok güvensizler. Çocukları da aynı şekilde. O hayattan kurtulsalar dahi sürekli bir panik ve endişe söz konusu. Bir de yaşadıkları mağduriyetler sebebiyle kadınlıklarını unutacak hale gelebiliyorlar. Sürekli bir mücadele ve ortam sebebiyle gerek ses tonu gerek hareketleriyle erkekleşiyorlar adeta.

3 Mart 2014 Pazartesi

Yoksul Somali’nin ışığı oldular

Kara Kıta’nın yoksul ülkelerinden Somali’de bugünlerde terör ve fakirliğin ortasında taze ümitler yeşeriyor. Türk girişimcilerin açtığı okullar ve Kimse Yok Mu Derneği’nin yardımlarıyla ülke halkının yaraları sarılmaya çalışılıyor.Somali’de ilk durağımız başkent Mogadişu. Harabeyi andıran Aden Abdulle Uluslararası Havalimanı’ndan şehir merkezine doğru ilerlerken, halkın yaşadığı yoksulluğa şahit oluyoruz. Bakımsız caddeler ve enkaz haline dönmüş evler sıralanıyor. Şehir merkezine ulaştığımızda ‘Türk Nil Akademisi’ yazısı görülüyor. Somali’de 2011 yılında Anadolu insanının destekleriyle açılmış dört Türk okulu bulunuyor. Bu okullarda 20’nin üzerinde Türk öğretmen görev yapıyor. Okulların etrafında bekleyen eli silahlı askerler dikkat çekiyor. Bu askerlerin güvenlik gerekçesiyle Türk okulları tarafından tutulan Somalili askerler olduğunu öğreniyoruz. Okulları yaklaşık 35 paralı asker koruyor. Öğretmenler okul dışına çıkarken, bir araç dolusu asker onlara eşlik ediyor. Ülkede hemen her gün patlayan bombalar Somali insanı üzerinden büyük bir güvenlik riski oluşturmuş. Ülkede yabancı olarak yaşayan hemen herkes askerlerin koruması altında dolaşıyor.Anadolu insanının Afrika’ya yaptığı gönül yatırımlarını yerinde görmek için gittiğimiz başkent Mogadişu, 20 yıllık iç savaştan yorgun düşmüş bir şehir görünümünde. 9 milyon nüfusa sahip Somali’de kıtlık ve yoksulluk had safhada. İç savaşın 1988’den beri yer yer devam ettiği ülkede hemen her gün bir bomba patlıyor. İstikrarsızlığın en büyük nedeni El-Kaide bağlantılı El-Şabab terör örgütü. El-Şabab en son Türkiye’nin Somali Büyükelçiliği’ne saldırarak bir Türk özel harekât polisini şehit etmişti. Bizler de Somali’deyken iki bombalı saldırıya tanıklık ediyoruz. Örgüt, kandırdıkları insanları belirli bir süre eğitimden geçirdikten sonra canlı bomba olarak kullanıyor. Özellikle cuma günleri bu insanlar camilerde kendilerini patlatarak, orada ölen insanlarla birlikte cennete gideceklerine inanıyor. Güvenlik riskinin had safhada olduğu ülkede yaşanan bu gelişmeler yapılan dış yardımların önündeki en büyük engel olarak görülüyor. Hatta bu gelişmelerden dolayı Somalili bazı siyasilerin komşu ülkelerde yaşadığını öğreniyoruz.Somali’de bulunan Türk okulları iki yıl gibi kısa bir süre önce kurulmasına rağmen aldığı madalyalarla adından söz ettiriyor. Somali Nil Eğitim Kurumları, son iki yılda uluslararası olimpiyatlarda 22 madalya kazanmış. Terör ve kıtlık pençesinden kurtulamayan ülkede eğitim sistemi büyük bir çöküntü yaşamış. Devlet okullarında okuyan öğrencilerin çoğu derslik ve sınıf eksikliği dolayısıyla eğitimlerini harabeye dönmüş binalarda ve çadırlarda yapıyor.Somalili çocuklar, Mogadişu Bedir Türk Lisesi, Kıblenuma İlköğretim Okulu, Kıblenuma Kız ve Somaliland Vifak Türk okullarında modern teknik eğitim imkânlarıyla üç farklı dilde eğitim görüyor. Normal derslerin İngilizce anlatıldığı okullarda öğrenciler Somalice ve Türkçe dersler alıyor. Terör olaylarının eksik olmadığı ülkede kazanılan başarılar Somali halkına moral olurken, bu Kara Kıta ülkesi geleceğe daha umutla bakıyor. Bedir Türk Okulu Genel Müdürü Bilal Köse, Somali’de 2011 yılında 40 öğrenci ve iki tane kiralık binada eğitim öğretim faaliyetlerine başladıklarını söylüyor: “Mogadişu Be­dir Türk Li­se­si geçen sene Tan­za­nya­‘da 17 ül­ke­nin ka­tıl­dı­ğı In­format­rix Af­ri­ca 2013 Bil­gi­sa­yar Olim­pi­ya­tları’nda, Kı­sa Film da­lın­da ‘Her Gün Bir Gü­neş Do­ğar’ pro­je­siy­le al­tın ma­dal­ya ka­zan­dı. Elde edilen bu madalya, So­ma­li­‘nin ulus­la­ra­ra­sı alan­da ka­zan­dı­ğı ilk ba­şa­rıy­dı.”‘Kimse Yok Mu, Somali’yi inşa ediyor’2011 yılından itibaren toplam 495 öğrencinin Türkiye’de eğitim, ulaşım, barınma ve sağlık giderleri karşılayan Kimse Yok Mu, Başkent Mogadişu’da maliyeti yaklaşık 15 milyon TL’yi bulan bir kompleks içinde tam teşekküllü bir hastaneyi okul, yurt, aşevi, 12 daire ve 3 konut ile birlikte Somalili yardıma muhtaç insanların hizmetine sunmuş. Yaklaşık 2 ay önce hizmete açılan Deva Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde günde yüzlerce hasta muayene ediliyor. Kimse Yok Mu kompleksi içindeki aşevinde ise yıllık 60 bin kişiye sıcak yemek dağıtılması hedefleniyor. Somalili siyasi ve bürokratlar, derneğin faaliyetlerini yakından takip ediyor. Türkiye Somali Büyükelçiliği Eğitim ve Kültür Ataşesi Abdulaziz Abdirahman Hasan, Türkiye’ye gönderilen Somalili çocukların Türkiye-Somali ilişkilerine çok büyük katkı sağlayacağını düşündüğünü belirterek, “Somali’nin geleceğini bu çocuklarda görüyoruz.” diyor. Somali Milletvekili ve eski Denizcilik Bakanı Mualim Ali Adem Adow, Türk insanının ve Kimse Yok Mu’nun Somali’de yaptıkları yardımlarla ülkenin gelişmesine büyük katkı sağladığını anlatıyor: “Kimse Yok Mu Somali’yi tekrar inşa ediyor. Türk yardım kuruluşları ülkemize büyük yardımda bulundu. Somali halkı yardımlarınızı hiçbir zaman unutmayacak.”Mogadişu İl Sağlık Müdürü Osman Omar Abdi ise derneğin Somali’de kıtlık döneminden beri var olduğunu belirterek, “Ülkemizde çok güzel işler yapıyorlar. Bunun en güzel örneği derneğin inşa ettiği Deva Hastanesi. Bu hastane tedavi için yurtdışına çıkmamızı önemli ölçüde azaltacak.” diyor. Kimse Yok Mu ve Türk okulları Somali’nin kalkınmasına yardımcı olmaya aralıksız devam ediyor. Yerli ve yabancı herkesin takdirini kazanan gönül insanları, Somali’nin geleceğine katkı sağlıyor. Somali adına son yıllarda kararan umutlar, Kimse Yok Mu ve Türk okulları sayesinden tekrar yeşeriyor.