31 Aralık 2014 Çarşamba

Modern Hayatın Ressamı, C. Baudelaire

Burjuvalara

Çoğunluktasınız - sayıca ve zekâca. Demek ki siz güçsünüz, güç de adalettir.

Bazılarınız âlim, bazılarınız mülk sahibi. Âlimlerin mülk sahibi, mülk sahiplerinin de âlim olacağı pırıl pırıl bir gün gelecek. O zaman gücünüz tamamlanacak ve kimse ona meydan okuyamayacak.

Bu üstün ahenk gününü beklerken, mülk sahibi olanların2 âlim olma özlemi duymaya hakları vardır; çünkü bilgi, en az mülk sahipliği kadar büyük bir tatmin kaynağıdır.

Devletin yönetimi sizlerin elinde, olması gereken de budur zaten, çünkü güç sizde. Ama güzelliği hissetme yetisine de sahip olmalısınız; çünkü bugün hiçbirinizin nasıl güçten vazgeçmeye hakkı yoksa, şiirden de vazgeçmeye hakkı yoktur. Üç gün ekmeksiz yaşayabilirsiniz, ama şiirsiz asla; içinizden bunun aksini söyleyenler, yanılıyor: Kendilerini tanımıyorlar.

Düşünce aristokratları, övgüyü ve tenkidi dağıtanlar, manevî hayatı tekelinde tutanlar, hissetme ve zevk alma hakkınız olmadığını söylediler: Onlar Ferisîlerdir.3

Çünkü siz, bütün evrenin kamuoyunun bulunduğu bir kentin yönetimini elinizde bulunduruyorsunuz, bu göreve layık olmanız gerek.

Zevk almak bir bilimdir ve beş duyunun kullanılması, ancak öğrenme arzusuyla ve ihtiyaçla gerçekleştirilebilen özel bir sırra erme süreci ister.Sizin sanata ihtiyacınız var, bundan kuşkunuz olmasın.Sanat paha biçilemez değerde bir mülk, insanın içini hem ferahlatan hem ısıtan, hem mideyi hem ruhu ideal olanın doğal dengesine kavuşturan bir içkidir.Ey burjuvalar - yasa koyucular veya tüccarlar... yediyi ya da sekizi vuran saat, yorgun başınızı şöminedeki korların ışıltısına ve koltuğunuzun yumuşak yastıklarına doğru eğdiğinde, anlarsınız onun faydasını. 4O zaman daha yakıcı bir istek, daha canlı bir hayal, günlük didinmelerinizin yorgunluğunu alabilir. Ama tekelciler sizi bilginin meyvelerinden uzak tutmak istedi, çünkü bilgi onların kıskançlıkla koruduğu tezgâhı ve dükkânıdır. Sizin sanat eserleri üretme veya onların hangi yöntemlerle üretildiğini anlama gücüne sahip olabileceğinizi inkâr etseydiler, hakaret diye algılamayacağınız bir hakikati dile getirmiş olurlardı, çünkü kamu işleri ve ticaret sizin gününüzün dörtte üçünü yutuyor. Serbest zamana gelince, onu da doyum ve haz için kullanmanız gerekiyor.Ama tekelciler, kanunlar ve iş hayatı hakkında teknik bilginiz olmasına rağmen, sanatların tekniğini anlamadığınız gerekçesiyle zevk alma hakkınız olmayacağını buyurdu.Bununla birlikte, eğer zamanınızın üçte ikisini bu teknikler dolduruyorsa, geri kalan üçte birinde hisler tarafından işgal edilmesi doğru olur - ancak hisler aracılığıyla anlayabilirsiniz sanatı ve ruhunuzdaki güçler dengesi ancak böyle oluşabilir.Hakikat çok yönlü olabilir, ama ikili değildir; ve siz, nasıl siyaset hayatında insanın sahip olduğu hakları ve nimetleri çoğalttıysanız, sanatlarda da daha büyük ve daha zengin bir ruh ortaklığı yerleştirdiniz.Ey burjuvalar, sizler -ister kral olun, ister yasa koyucu ya da tüccar- koleksiyonlar, müzeler, galeriler kurdunuz. On altı yıl önce, bazıları sadece tekelcilere açık olan yerler, kapılarını herkese açtı.Ortaklıklar oluşturdunuz, şirketler kurdunuz, krediler aldınız - siyasal, endüstriyel, sanatsal, bütün biçimleriyle gelecek fikrini hayata geçirmek için. Hiçbir soylu girişimde öncülüğü, karşı çıkan ve acı çeken azınlığa bırakmadınız - ki onlar, sanatın da doğal düşmanıdır.Çünkü gerek sanatta, gerekse siyasette öncülüğü kaptırmak intihar anlamına gelir ve bir çoğunluk, intihar edemez.Fransa için yaptıklarınızı başka ülkeler için de yaptınız. İspanyol müzesi, son zamanlarda, sanat hakkında sahip olduğunuz genel düşüncelerin hacminin büyümesine katkıda bulundu; çünkü siz de gayet iyi bilmektesiniz ki, ulusal bir müze tatlı etkisiyle yürekleri yumuşatıp iradeleri esneten bir ruh ortaklığı, yabancı bir müze de iki halkın birbirini daha kolay gözlemleyip incelemesini, birbirlerini anlayıp hiç tartışmadan dayanışmaya varmasını sağlayan uluslararası bir ruh ortaklığıdır.Siz sanatıın doğal dostlarısınız, çünkü kiminiz zengin, kiminiz ise âlim.Topluma ilminizi, sanayinizi, emeğinizi, paranızı verdiniz ve verdiklerinizin bedensel, zihinsel ve imgelemsel zevk şeklinde ödenmesini istiyorsunuz. Eğer varlığınızın tüm bölümlerinin dengesini yeniden kurmak için gereken zevk ve neşe miktarına kavuşmayı başarırsanız, mutlu, tok ve müşfik olursunuz - nasıl ki toplum da genel ve mutlak dengesine kavuşunca, tok, mutlu ve müşfik olacaksa...O halde, burjuvalar, bu kitap haliyle size ithaf edilmiştir çünkü -sayıca ve akılca- çoğunluğa seslenmeyen her kitap, aptalca bir kitaptır.

                                                                                                                                                 1 Mayıs 1846

2 O dönemde Baudelaire, şu ilkeyi öne süren Saint-Simon'cu düşüncelere ilgi duyuyordu: "Herkese yeteneğine göre, her yeteneğe eserlerine göre." Böylece toplum ahenkli bir hiyerarşi içine sokulmuş ve evrensel ortaklık toplumun uzlaşmaz çelişkisini yıkmış oluyordu!3 Baudelaire ince bir oyunla FİLİSTEN'in (= burjuva ) karşısına, onun sözde zıttı, ritüellerin ve ortodoksluğun bekçisi Ferisîleri koyup, bir taşla iki kuş vurarak, birinci kavramı da (burjuvalık) batırıyor.4 Baudelaire okurlarını ikna etmek için gündelik, hatta sıradan imgeleri ve sözcükleri kullanıyor. Bu yöntem, henüz hayatın yıpratmadığı ve 1848 devriminin Şubat ve Haziran aylarını yaşamamış genç şairin idealizminin ifadesi olarak görülebilir.

29 Aralık 2014 Pazartesi

Bir istihbarat faciası: Uludere katliamı

Uludere’de 34 kişinin savaş uçaklarıyla bombalanmasının üzerinden 3 yıl geçti.Diyarbakir Cumhuriyet Başsavcılığı’nca açılan soruşturma 11 Haziran 2013’te ‘görevsizlik’ kararı verilerek Askeri Savcılığa gönderildi. Askeri Savcılık ise 7 Ocak 2014’te ‘takipsizlik’ kararıyla dosyayı kapattı. 34 sivilin ölümünden hiç kimse ‘sorumlu’ değildi! Ölen öldüğüyle kaldı… Köylülerin ‘terörist’ olduğu yönünde ‘istihbarat’ veren milli kaynaklar hiçbir zaman deşifre edil(e)medi. Bugün hâlâ ‘milli’ istihbaratın kaynağı, ‘vur’ emrini kimin verdiği bilinmiyor… Bilinen tek şey 34 kişinin bombalanarak öldürüldüğü ve bu olayın ardından terör örgütüne yönelik operasyonların bıçak gibi kesildiği…İNTERAKTİF İÇİN TIKLAYINIZ>>

20,000 Days on Earth

Bu adamı gerçekten seviyor muyum bilmiyorum. Kendini isteyerek orada tutuyor gibi. Bu belgeseli bekliyordum fakat beklediğim gibi mi olmuş anlayamadım.

23 Aralık 2014 Salı

Belemedik, kıymetini bilemedik

Adana'nın Pozantı ilçesine bağlı Belemedik köyü, muhteşem coğrafyası ile ziyaretçilerine her mevsim farklı güzellikler sunuyor.Kışın kar yağışı ile bembeyaz doyumsuz bir görüntüye bürünen Belemedik, bahar mevsimi ile birlikte yeşilin bütün tonlarını bağrında besliyor. Renk renk, desen desen açan eşsiz çeşitteki çiçekleri ile zengin bir floraya sahip. Yaz boyunca yeşilliğini muhafaza eden Belemedik, bugünlerde hazan mevsiminin son demlerini yaşıyor. Köy sınırlarına girişte başlayan renk cümbüşü, konuklarına sonbaharın en güzel tonlarını sunuyor. Yol boyunca sıralanmış çınar ağaçları ziyaretçilere eşlik ediyor. Yer yer arada kalmış yeşil çamlar yazdan izler taşısa da son bahar ağırlığını her tarafta hissettiriyor. Çınar ağaçları kurumaktan sapsarı kesilmiş yapraklarını her daim tatlı gelen tatlı esintiler eşliğinde yere dökerken, arada kalmış tek tük çam ağacı ise yeşilin en canlı tonları ile sanki hazana karşı bir başkaldırının sembolü gibi. Kimi yerde de bir bedende iki mevsimin izlerine rastlayanlar şaşkınlıklarını gizleyemiyor. Zira yılların çınarı tepeden tırnağa sapsarıya kesilmişken, kökünden başlayarak zirvesine kadar çınarı sarmalayan sarmaşıklar ise yeşilin en canlı tonları ile yürekleri hoplatıyor. Mevsimler adeta ağaçlar üzerinden sarmaş dolaş olmuş, bir birlerini kovalıyor. Mevsimin bütün desenlerini yansıtan Belemedik, çınar ağaçlarının sararmış yaprakları ile adeta örtülmüş gibi duruyor. Tabiatta sonbahar mevsimini anlatan sarının her tonuna rastlamak mümkün. Ağaç dipleri, ana yollar, patikalar, çınar yaprakları ile adeta kaplanmış gibi duruyor. Kışın uzaktan esintilerinin hissedilmeye başlandığı bugünlerde, mevsimin son demleri yaşanıyor beldede. Çınar ağaçları, yapraklarının kalanlarını dökmek için adeta son ziyaretçilerini bekliyor. Köy ortasındaki demiryolundan günde birkaç kez geçen trenin siren sesi, çevreyi inletiyor. Issız ve yolcuya hasret Belemedik İstasyonu, her tren duruşunda ümitle inecek yolcunun yolunu gözlüyor sanki. Köyde 1900'lü yılların başında demir yolu ulaşımında kullanılacak tünelleri açmak için gelen Almanların o dönemde kullandığı barınakların kalıntıları hâlâ duruyor. Hatta tünel yapımı sırasında hayatını kaybetmiş üç Alman'ın defnedildiği bir de mezarlık var. Köydeki ev sayısı bir hayli sınırlı. Daha çok yazın yayla tatili yapanların uğrak yeri. Bu mevsimde köydeki insan sayısı iki elin parmaklarını geçmiyor. Belemedik, her mevsim doğa hasreti çekenlere doyurucu güzellikler sunsa da yeterince bilinmediği için çok fazla ziyaretçisi yok. Bir parça doğa kokusu almak isteyenlerin her mevsim gidebilecekleri Belemedik, gelenlerin beklentilerini karşılayacak bir şeyler mutlaka sunuyor. Sararmış çınar ağaçları, kurumuş son yapraklarını üzerine bırakacağı misafirlerini bekliyor.

22 Aralık 2014 Pazartesi

14 Aralık'ın unutturamadıkları

Tam bir yıldır yolsuzluk ithamlarına cevap veremeyen iktidar partisi, ‘paralel devlet’ söylemini bir perde olarak kullanıyor. 14 Aralık’ta medyaya yapılan operasyon ile bu perde kalınlaştırılmak istendi. Ama esen demokrasi rüzgârı perdeyi araladı. İşte altından gözükenler...Daha 17 Aralık 2014 gelmeden insanlar, 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarının iktidar marifetiyle örtbas edilmesine izin vermeyeceklerini söylemeye başladı. Muhalefet, sivil toplum kuruluşları ve aydınlar bu konuda açıklamalarda bulundu. Hazırlıklar yapıldı. Fakat 14 Aralık’taki medya operasyonu yolsuzlukların, ülkenin gerçek sorunlarının ve uluslararası gündemin önüne geçti. Bu algı operasyonu ile yolsuzluklar örtbas edilip gündemi Cemaat-AKP tartışmasına kilitlemeye çalışıldı.Hukuksuzlukları ve demokrasi ihlallerini eleştirenler bile bu tuzağa düştü. “Ama Cemaat de…” diye cümleler kurmaya, analizler yapmaya başladı. Öne sürdükleri savlar büyük yolsuzlukları, çözüm sürecini, IŞİD terörünü, taşeron sisteminin azaplarını ötelemeyi gerektirecek şeyler değil. Çok uzağa bakmaya gerek yok, son bir yılın gündemine bakarsak 14 Aralık Medya Operasyonu’nun neleri örtmek için perde olarak kullanıldığını anlayabiliriz.17 ve 25 Aralık gözümüzün önünde cereyan eden bir yolsuzluk operasyonuyduBugün, hükümete muhalif kesimler bile 17-25 Aralık operasyonlarının Cumhuriyet tarihinin en büyük yolsuzluk operasyonu olduğunu değil paralel yapı iddialarını, Cemaat’i konuşuyor. Ülkede büyük bir muhaberat dönemi yaşanmaya başladı, herkes herkesi fişliyor. Öyle ki aynı ofiste çalışanlar, yöneticisinden rahatsız olanlar birbirlerini ispiyonlamaya, iftira atmaya başladı. Hükümetin bazı bakanlarının ve oğullarının işin içinde olduğu adlî bir vaka rejim meselesi haline getirildi. Sonra da bir grup hakkında kin kusulmaya başlandı. ‘Velev ki’ sözünü edilen gruba dair böyle ithamlar var. Polisin yaptığı yolsuzluk soruşturmasıyla ne alâkası olabilir? Tüm bunlar konuşulmuyor. Hâlbuki MİT’in operasyondan aylar önce, o zamanlar başbakan olan Tayyip Erdoğan’a sunduğu raporda bakanların Zarrab’la ilişkisine dikkat çekiliyor, kara para trafiği deşifre ediliyordu.Bugün 17-25 Aralık’ı darbe olarak lanse eden Yeni Şafak da bu konuda haberler yapmış, İran’ın kara parasının nasıl aklandığını anlatmıştı. 17 Aralık, bunların delillendirilmesi üzerine yapılan operasyondu. Reza Zarrab’ın Egemen Bağış, Muammer Güler ve Zafer Çağlayan’a ve oğullarına verdiği rüşvet paralarını, müteahhitlere rüşvet karşılığı tanınan imtiyazları bu operasyonla öğrendi kamuoyu. Operasyonda ortaya çıkan ilginç deliller ise Muammer Güler’in oğlu Barış Güler’in yatak odasında çıkan paralar, kasalar ve para sayma makinesi oldu. Rüşvet, görevi kötüye kullanma, ihaleye fesat karıştırma ve kaçakçılık suçları işledikleri iddiasıyla evinde, ofisinde arama yapılan ve gözaltına alınanlar arasında işadamları (Ali Ağaoğlu, Reza Zarrab, Emrullah Turanlı), bakan çocukları (Barış Güler, Salih Kaan Çağlayan, Abdullah Oğuz Bayraktar), devlet görevlileri (Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir, Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan, Ekonomi Bakanı’nın özel kalem müdürleri Mustafa Behçet Kaynar, Onur Kaya, Çevre Şehircilik Genel Müdürü Mehmet Ali Kahraman, Şehircilik Bakanı’nın danışmanı Sadık Soylu, İmar Planlama ve Kentsel Tasarım Daire Başkanı Turgay Albayrak, Emlak Konut GYO Genel Müdürü Murat Kurum, TOKİ’den birçok isim, Fatih Belediyesi’nden birçok bürokrat, Tabiat Varlıkları Koruma biriminden memurlar…) var.HANİ O PARALARI POLİS KOYMUŞTU?17 Aralık 2013 günü toplam 80 kişi gözaltına alındı. Operasyonun simgesi haline gelen ayakkabı kutusundaki paralar, Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan’ın evinde yapılan aramada ortaya çıktı. Aslan, bu paraların Makedonya’da Balkan Üniversitesi ve Osmancık’ta imam hatip lisesi yapımında kullanılması için toplanmış hayır paraları olduğunu söyledi. Havuz medyası ve iktidar çevreleri bu söylemin arkasında durdu. Havuz medyası ve iktidar, oğul Güler’in yatak odasındaki 7 adet kasayı, paraları ve para sayma makinesini polis koydu dedi. Fakat enteresandır yaklaşık bir yıl sonra, geçen hafta paraların faiziyle iade edilmesine karar verildi. Aslan’ın avukatı da müvekkilinin paralarını istedi: “El konulan paranın içerisinde, bağış paralarının yanı sıra Süleyman Aslan’ın kendi kişisel parası da var.” Bu karar tabii ki paralel paranoya konuşulduğu için pek gündeme gelmedi.25 ARALIK’TA NE OLDU?17 Aralık 2013’te operasyon olurken ilginç gelişmeler de yaşanmıştı. Dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan, oğlunu arayıp evdeki paraları sıfırlamasını söyledi. Geçtiğimiz hafta BBC’nin İngilizceye çevirip yayınladığı bu konuşmanın sebebini kamuoyu 25 Aralık’ta öğrenecekti. Çünkü savcı ikinci dalga operasyonu yapmaya hazırlanmıştı. Gözaltına alınacak listede 41 isim vardı. Fakat operasyona Başsavcılık el koydu. Yapılamadı. Hürriyet’in haberine göre Muammer Akkaş’ın bu 41 kişiye yönelttiği başlıca suçlama; çıkar amaçlı suç örgütü kurmak, yönetmek, tehdit, rüşvet ve nüfuz ticareti, ihaleye fesat karıştırmak, resmî belgede sahtecilik. Savcı, Bilal Erdoğan için de şüpheli sıfatıyla ifadeye çağrı evrakı hazırladı. Ancak emniyet, savcının bu talimatını yerine getirmedi. Bilal Erdoğan, ifadesini 5 Şubat’ta verdi. Sonrasında Emniyet’te büyük görevden almalar yaşandı. Nihayetinde 17 Aralık yolsuzluk soruşturması, 11 ay süren incelemeden sonra 17 Ekim 2014’te takipsizlik kararıyla sonlandırıldı. Gerekçe, usule uygun delil toplanmaması, suçun unsurlarının oluşmaması. 25 Aralık yolsuzluk soruşturması içinse 2 Eylül 2014’te takipsizlik kararı verildi. Bilal Erdoğan da dahil 96 şüpheli hakkında kovuşturmaya yer olmadığı belirtildi.EMNİYET VE YARGI SİNDİRİLDİ, PEKİ MECLİS KOMİSYONU?İşte 14 Aralık’ta medyaya yapılan operasyonun kodları burada saklı. Çünkü yargı ve emniyet ayağı böyle sindirildi fakat 17-25 Aralık’a dair TBMM’de kurulan komisyon ilgilileri dinliyor. Gerçi TBMM tarihinde bir ilk yaşandı ve Cemil Çiçek’in başvurusuyla yayın yasağı getirildi ama anlatılanlar medyaya sızıyor. Tekrar kamuoyunda gündem oluyordu. 14 Aralık’ta yapılan operasyonla gündem, yolsuzluklardan çekilip paralel paranoyaya getirildi.Ak Saray için harcanan paralar ve imar tartışmalarıAk Saray, aslında Başbakanlık Konutu olarak yapıldı. Çünkü Kızılay’daki hizmet binası yetersiz kalıyordu. Birçok Başbakanlık birimi için Ankara’nın değişik yerlerinde ek hizmet binaları tutulmuştu. Bu sebeple 2006’da yeni bina için çalışmalar başlanmıştı. AOÇ’nin Beştepe mevkiinde başlanan inşaat, epey tartışmaya sebep oldu. İmarının hukuka aykırı olduğu, AOÇ’ye zarar verildiği gerekçesiyle açılan ve kesinleşen davalara rağmen yapıldı. Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı adaylığının kesinleşmesiyle konutun Cumhurbaşkanlığı’na ait olmasına karar verildi. Çankaya Köşkü içinse Ankara kulislerinde önce Başbakanlık’ın olacak diye konuşuldu sonra Cumhurbaşkanlığı’nda kalmasına karar verildi. Tartışma bunlarla da kalmadı: Sarayın kaçak olduğu iddiası, maliyeti ve tarafsız olması gereken Cumhurbaşkanı’nın konutunun adının Ak Saray olması....Soma’ya dair ne yapılıyor?13 Mayıs 2014’te, Soma’da, 301 madenci iş ve işçi güvenliğinin sağlanmadığı madende yaşanan kaza sonucu yaşamını yitirdi. Kaza, Türkiye’deki birçok yanlışı ortaya çıkardı. İşçilerin çalışma şartları, taşeron işçilik sisteminin garabetliği, maden işletmecilerine dair şaibeli durumlar, insan hayatının değersizliği... Türkiye ilk bir-iki ay bunları çok tartıştı. Peki, biliyor musunuz sonrasında ne oldu? İşçilerin özlük haklarında iyileştirilme yapıldı mı? Aileleri?.. Soma maden faciasına dair hazırlanan iddianamenin neden reddedildi? Bakanlıkların ilgili kamu görevlilerinin yargılanmasına izin vermediğini biliyorsunuzdur herhalde. Bir de Erdoğan’ı protesto eden işçiyi tekmeleyen müşaviri Yusuf Yerkel’e bu konuya dair bir yaptırım uygulandı mı? Soma’da yaşananlardan ders çıkartılmadığı, İstanbul’da bir inaşaatın 32. katından yere çakılan asansörle ortaya çıktı. Sorumlular hakkında ne yapılıyor, düzenlemeler oldu mu? Hükümetin o kadar verdiği sözün üzerinden çok geçmeden Ermenek’te olanlara ne demeli? Hesabını kim soracak?IŞİD isyanlarda: Bizi unuttunuz!Absürt haberler yapan internet sitesi Zaytung, iki gün önce bir haber geçti. “Eskisi kadar gündeme gelmeyi başaramayan IŞİD’de moraller bozuk: Sizin için bir hevesmişiz meğer, her şey gibi bizi de tükettiniz.” Bu absürt haber gerçeğe dair çarpıcı bir eleştiri aslında. Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgede önemli gelişmeler oluyor. Irak, Suriye, ABD, Rusya, İran ve bölge ülkelerinin yöneticileri sık sık Ankara’ya geliyor ama Türkiye’nin gündemi paralel paranoyaya kilitli kalmış. Aydın ve entelektüeller, iddiada bulunan iktidarın tüm devlet imkânlarını ortaya koymasına rağmen kanıtlayamadığı iddiaları konuşuyor.İç güvenlikSon 3 ayda Türkiye’de faili meçhul 63 cinayet oldu. Kurban Bayramı’nda yardım dağıtanlar linç edildi. Devlet halen bu vakaları çözemedi. Doğu ve Güneydoğu’da PKK yol kesiyor, kimlik soruyor. Polisin sokaklara girmemesi için şehir merkezlerine hendek kazıyor. Devlet memurları Doğu’da can güvenliklerinden endişe ettikği için dışarı çıkamıyor. Bölgede terör örgütünün kendi valisini atadığına dair cılız da olsa basına yansıyan haberler ve görüntüler var. ‘Çözüm süreci’ her kesimin desteklediği bir politika. Fakat içeriği, neyin ne olduğuna dair sürecin paydaşlarının bile tam olarak bilgisi yok. Kandil’den tehditler yapılıyor. Neyi ima ettiklerine dair medyada doyurucu nitelikte bir analiz veya haber yok. Kobani olayları neydi peki? Kobani’de IŞİD zulmündeki halk için yardım çağrısı yapmak maksadıyla ve peşmergelerin Türkiye’den geçmesi için koridor açılsın diye sokaklara çıktığını söyleyenler şehirleri yaktı yıktı. Bir anda başlayan olaylar bir anda sonlandı. Neydi arka planı? Neden bir anda sonlandı? Koridora hayır diyen devlet yöneticileri sonra neden izin verdi? Hâlâ Kobani’de mazlumlar zor durumda. Bunlar konuşulmuyor.VIP torpil, milyonluk Mercedes14 Aralık operasyonu olmazdan önce Türkiye iki konuyu konuşuyordu: Biri muhalefetin dile getirdiği VIP torpil iddiaları diğeri Diyanet İşleri Başkanı’nın yeni arabası. Diyanet Vakfı’nın mı yoksa devletin mi aldığı, fiyatını, din adamının pahalı bir makam aracını kullanmasının uygun olup olmadığı... Aslında bu tartışma buz dağının su yüzeyindeki kısmı. Çünkü her yılın bir süre Sayıştay’ın birçok kamu kuruluşunu ve yatırımlarını denetleyemediği tartışılıyor. Kim nereye ne kadar harcıyor bilinmiyor? Bilinenlerin de hesabı sorulamıyor. Torpil iddiaları havada kalıyor.

18 Aralık 2014 Perşembe

Binlerce, T.Uyar

BİNLERCE Binlerce pazartesi geçti ömrümde Hangisiydi o çıkaramıyorum Bir kiraz yediğimi hatırlıyorum kurtluydu Demek oldukça eski Bir de saçmasapan şeyler Bir kızın dizaltını örneğin Bir adamın çirkin sigara içişini Nasıl yaşanıyor bu vesayetli dünyada Hangi çılgınlar nasıl dayanıyor buna Kimsenin soyunu sopunu bulmak görevim değil Kendi öykümü düzenlemek yetiyor bana Güzel bir öğle vakti Eski güzel bir akşamı hatırlayarak Sonra dopdolu şeyler Damacanalar gibi İçim kabarıyor Sonu olsun diyorum Neyin sonu ama Hiç değilse bu taş basamakların

15 Aralık 2014 Pazartesi

Unutulan 12 milyon Euroluk garaj

Fransız girişimci Roger Baillon'un torunu, değeri 12 milyon euronun üzerindeki 1930-1950’li yıllarından kalma 60 eski otomobili ailesinin çiftliğinde buldu.

11 Aralık 2014 Perşembe

Kitap Yorumu: Zehir Ustası - Maria V. Snyder

İlk defa bir yoruma "Allahallahallah!" nidalarıyla girmek istiyorum. Feci heyecanlanıyorum; ne yazacağımı kestiremiyorum, parmaklarımın yapacağı şeylerden korkuyorum. Evet, Zehir Ustası'nı -sonunda- okudum. Mübalağayla birlikte yıllardır kitaplığımda bekliyordu serinin diğer kitaplarıyla beraber. Ne olmuş bitmiş bilmiyorum: Bir zamanların en çok okumak istediğim kitaplarındandı. Seriyi yayınevine bizzat ben önermiştim. (Hani alkış?) Sonra arada kaynamış kalmış öyle. Aslında iyi de olmuş. İlaç gibi geldi bana! Art arda ortalama ve altı kitaplar okuyunca Zehir Ustası adeta imdadıma yetişti, sardı sarmaladı beni.Önce şöyle kısaca bir konuyu anlatayım, sonra fangirl duygularımın dizginini bırakırım. Kitabın anlatıcısı Yelena, idamını bir yıla yakındır bekleyen bir mahkûm. Cinayetten hüküm giymiş olan Yelena'ya çeşnicilik teklif ediliyor. Yani, ya idamı seçecek ya da Ixia'nın komutanının yemeklerinde zehir var mı yok mu diye kontrol etmek. Hayatta kalma içgüdüsü galip gelen Yelena teklifi kabul ediyor. Böylece komutanın başmuhafızı Valek'in ona vereceği zorlu eğitime başlamış oluyor.Ixia ile ilgili biraz konuşmak istiyorum; çünkü Maria V. Snyder'ın kurguladığı bu ülke bir hayli dikkatimi cezbetti. Önceden krallıkla yönetilen ülke, Komutan Ambrose'un yönetime el koyup kralı ve tüm ailesini ortadan kaldırmasıyla askeri yönetime geçmiş. Ülke bölgelere ayrılmış ve her bölgeye bir komutan atanmış. Davranış Yönetmeliği adlı bir yasalar topluluğu oluşturulmuş ve bu yasaların dışına çıkılması katî suretle yasaklanmış. Yeni askeri düzenin hem iyi hem de kötü yanları olduğunu gördüm ben. Monarşiye göre daha insancıl mesela. Hizmetlilere köle muamelesi yapılmaması dikkatimi çekti. İşlerini bitirdikleri sürece kendilerine zaman ayırabiliyorlar. Ancak yasaların yaptırımı çok fazla. En ufak bir merhamet göstergesi bile kabul edilmiyor. Bunun yanında Komutan'ın tavırları beni okurken oldukça şaşırtmıştı. Oldukça duyarlı bir yönetici. Belli başlı kuralları ve korkuları var. Örneğin, büyüye tahammül edemiyor; onun dışında beklenmedik kadar iyi bir karakter olarak lanse edilmiş. Sonradan ortaya çıkan sırrı ise beni hem şok etti, hem de çok sevindirdi. Yazarın bu ters köşesi koltuklarımı kabarttı açıkçası.Ixia'nın güneyinde ise Sitia var. Eskiden fazlaca alışveriş içinde olan iki bölge, şimdi tamamen ayrı düşmüş durumda. Sitia, büyücülerin doğup büyüdüğü yer olarak biliyor. Bu nedenle onlarla hem ticarî hem de siyasî ilişkiler durdurulmuş durumda. Ixia'ya büyü girmesi yasak. Ama yasaklar delinmek için vardır, değil mi? Ortada görünmemeleri kaçınılmaz. Hem de Yelena'nın yanı başında.Kitabın kurgusunu çok çok beğendim. Baştan sona mantık çerçevesinden çıkmadı. Gereksiz diyaloglar olmamasına da ayrıca sevindim. Son zamanlarda öyle boş diyaloglar içeren kitaplara rast gelir olmuştum çünkü. Yelena karakteri, aradığım kadın karakterlerden biri olabilir. Hattâ evet, onlardan işte! Kitabın başındaki bitmiş hâlinde bile bir güç, farkındalık seziyor insan. Karakter gelişimi beni aşırı mutlu etti. İşte böyle bir kadın karaktere ihtiyacımız var, dedim. Lütfen çok sevgili  yazarlar, güçlü kadın karakterlerden mahrum bırakmayın bizi.Valek desen... Suikastçileri ne kadar sevdiğimi söylemiş miydim? Valek de bir suikastçi. Hem de komutanın sağ kolu sayılır. Yeteneği konusunda eline su dökülmez. Kamufle, dövüş ve hattâ siyaset. Adam hepsine hâkim! Üstelik deli gibi karizmatik! Üstelik über gizemli! Her sahnesini dört gözle bekledim. Hem bu kadar olgun hem de etkileyici karakter bulmak zor oldu günümüz kitaplarında. İstisnalar arasına girdiniz, Valek Bey. Selam verin lütfen!Yan karakterlerini ayrı ayrı sevdim. Ari ile Janco tam yemelik! Oğlum, siz asker adamlarsınız. Neden bu kadar sempatiksiniz? Nedir yani? Ne amaçla kendinizi bu kadar sevdiriyorsunuz? Ölüp mölmeyin de sonra...Yazarın büyüyü ve büyücülüğü ele alış biçimini son derece mantıklı buldum. Yetenekler öyle aşırıya kaçmamıştı. Her şeyin bir sınırı olması inandırıcılığını daha da artırmıştı.Yalnız kitabın genç yetişkin kategorisinde gözükmesi biraz kafamı karıştırdı. Bence bir hayli "sert" unsur vardı Zehir Ustası'nda. Bu da bu tür, hedef aldığı kitleye göre düzenlenmiş, kategorileri yeniden bir düşünmemi sağladı. Bazı kitaplar o kategorilere cidden sığmıyorlar zira. Bir yazar, neden sadece tek bir kitleye hitap etmek istesin ki? Yazarlık zaten bencil bir meslektir; fakat eğer illa bir gruba hitap etmesi gerekiyorsa, bu tüm insanlık olmalı diye düşünüyorum. Okumak isteyen herkes alıp okuyabilmeli kitabı. Tabii burada çocuk kitaplarını ve fazlasıyla yetişkin kitapları ayrı yere koyuyorum. Üzerinde durmak istediğim daha çok genç yetişkin edebiyatı. Bu konuda benimle görüşlerinizi paylaşırsanız sevinirim.Uzun lafın kısası; Zehir Ustası aradığım türde kitaplardan biri. Aksiyonu ayarında, kurgusu harika, romantizm kısmı illa arayanlara az kaçabilir ama bana yetti. Lâkin nedense yine cimriliğim tuttu o yüzden bir unicorn kırıyorum. Sorma nedenini, canım okuyucu. Arada oluyor böyle.Puan: 4

8 Aralık 2014 Pazartesi

Ojeli militarizm

Askerî üniformalı, çekici ve güzel kadınlardan oluşan mutlu mesut bir imaj sunuluyor fotoğraflarda. Kadının orduda, savaş meydanlarında oluşu kadın-erkek eşitliğine bağlanıyor. Fakat eline silah alınca kadınlar erkeklerle eşitleniyor mu yoksa savaş için reklam malzemesi olarak mı kullanılıyor? Her geçen gün medyaya servis edilen fotoğraflar tartışmayı derinleştiriyor.Birçok Kürt haber sitesinde, “Şimdi moda Kürt Kadını” başlığıyla yer veriliyor haberlere. Bazılarında Batı’nın meşhur moda dergilerinde çıkan makaleler gururla haberleştiriliyor: “Elle, peşmerge kadınları anlattı.” Maria Claire muhabiri ise Suriye’ye gidip bu kadınlarla bir hafta geçirdi. Her anlarını fotoğrafladı, hikâyelerini dinledi. IŞİD’e karşı savaşan kadınlar hakkında magazinel ve sansasyonel haberler de çıktı. Sansasyon, dünyaca ünlü İsveç markasının yeni koleksiyonunda yer verdiği peşmerge kıyafetine dair oldu. Daha doğrusu bu kıyafete Kürt entelektüeller, özellikle kadınlar ve feministler büyük tepki gösterdi. IŞİD’e karşı canını ortaya koymuş kadınların modaya malzeme olmasını hoş karşılamadılar. O kadınların özverilerine karşı yapılmış bir ayıp olarak gördüler. Marka özür dilemek zorunda kaldı. Fakat kafa kesen, kadın kaçıran, barbarca tecavüz eden karanlık bir terör örgütüne karşı savaşan kadınların varlığı Batı için egzotik ve masalsıydı. Binbir gece masallarının geçtiği diyarlarda, 21. yüzyıl amazonları yaşıyordu. Niye savaştıkları, ellerindeki ağır silahların ne anlama geldiğine çok da merakları yoktu. Zaten Batı medyasına yansıyan fotoğraflar son derece ‘keyifli’ydi. Ellerinde ağır silah bulunan bu savaşçı kadınlar tatlı tatlı gülüyordu da. Hatta peşmerge kadınların yanında bir hafta geçiren muhabir, onları savaş arasında kaşlarını alırken bile fotoğraflamıştı. Üniformalı, savaşın ortasında mutlu kadınlar... Hep gülüyorlar, üstelik bakımlılar…Amerika’da bu fotoğraf için yapılan yorum: ‘Dişli mutlu kadın askerler!’ Ordunun reklamını yapmak için kadın ve erkek askerlerin özel hayatı kullanılıyor. Haber sitelerindeki üniformasız hallerini gösteren foto galerileri gibi.Kadın askerler feministleri antimilitarist yaptı‘Kadın savaşçılar’ fenomeni Amerika’da, İsrail’de ve başka Batı ülkelerinde de kullanılan bir unsur. İsrail’de mesela, antimilitarist feminist hareketin doğuş sebebi kadınların da askere alınması oldu. Tabii militarizmin topluma yayılmasının insanların hayatını nasıl olumsuz etkilediğini bire bir tecrübe etmeleri de İsrailli antimilitaristleri harekete geçiren durumlardan biri oldu. Türkiye’ye de gelip antimilitarist hareketi anlatan edebiyatçı feminist Rela Mazali, sivil eylemlerle ülkesinde gündelik hayatın askerileşmesini yani militarizmi engellemeye çalışıyor. Mazali, ordunun iki şeye ihtiyacı olduğunu düşünüyor: Düşman ve kadın. Düşmanın varlığı ordunun varlığını meşrulaştırır; bir düşman yoksa da bu yaratılacaktır. Ordu koruması için bir kadının varlığına ihtiyaç duyar. Anavatan sözcüğü de vatanın feminen algılandığını gösterir. Mazali, hem düşmanın varlığını hem de kadının korunması gereken varlık olduğu anlayışını kabul etmediklerini söylüyor. Asıl olan insan hayatıdır. Korunması gereken de. Feminist düşünür Cynthia Enloe, kadınların milliyetçi hareketlere katılma yoluyla ev içine tıkılmaktan kendini kurtarıp kamusal yaşamda yer edindiklerini söylüyor: “Bu beni, sürecin ataerkini zayıflatan sonuçlarını daha dikkatli bir şekilde ele almaya zorluyor, gerçi tam bir özgürleşme gerçekleşmemiş ve kadınlar, kazanılan hakları ataerkil milliyetçi erkeklerle birlikte değil, onlara rağmen elde etmişlerdir.” Nitekim Rela Mazali, İsrail ordusunda yer alan kadın askerlerin yüzde 80’inin tacize uğradığını fakat şikayet etmekten, yüksek sesle dile getirmekten kaçındıklarını söylüyor. Bugün modern Amazonlar olarak lanse edilen Kürt savaşçı kadınların dağda yaşadıkları tecavüz vakaları, ailelerinden kaçırılmaları ya da ailelerindeki baskıdan kaçmak için dağa sığınmaları da zaman zaman basında yer almıştı. Tabii tüm bunlar ‘barbar ve katil bir terör örgütü karşısında savaşan kadınlar’ın etkileyiciliğini görmezden gelmeye sebep olamaz.Lemlem, Afrika’da Eritre direnişinin simgesi oldu. Bu fotoğrafı 1988 yılında çekildi. Bir gazeteci Lemlem için, “Güzellik ve şiddet... Kadınlık ve maçoluk... Hâlâ dünyanın birçok yerinde büyüleyecek çelişkiler…” diye yazdı.Savaşarak kamusal alana çıkma hakkını elde ediyorlarBu da gelecek eleştirileri engelleyemiyor. Nitekim Maria Claire’in sadece kadınlardan oluşan Kürt yapılanması YPJ’ye dair övgü dolu çalışmasında yer alan 12 ve 14 yaşındaki çocuklara dair sosyal medyada epey eleştiri geldi, hem dergiye hem de Kürt entelektüellere, feministlere, çocuk hakları savunucularına. Dergi editörleri haberin başına ‘Çocuk askerlerin kullanılmasına göz yummayız’ şeklinde bir açıklama eklemek zorunda kaldı.Kürt feminist kadınlar için, aslında Ortadoğu’daki kadınlar için, kadın savaşçı/asker figürü bir anlamda özgürleşme, savaşarak kamusal alana çıkmayı elde etme demek. Feminist düşünür Cynthia Enloe’in yukarıda işaret ettiği gibi. 1950’de de BM’nin, halkına sormadan aldığı bir kararla Afrika’daki Eritre bölgesinin Etiyopya’ya bağlanması üzerine halk ayaklanmıştı. Ayaklanma 1960’larda silahlı mücadeleye dönüşmüştü. 1993 yılına kadar devam eden bölgeyi kaosa ve sefalete sürükleyen 30 yılı aşkın süreli bu iç savaşta kadınlar da yer aldı. Bugün etkileyici pozlarıyla hatırlarda kalan kadın savaşçıların mücadelesi aslında sadece toprakları ve ülkelerinin yönetim hakları için değil, cinsiyet eşitliğiydi de. Ellerine silah alarak erkeklerle eşitlendiler. Bu ayaklanma kadınların içinde bulundukları toplumda kamusal alana çıkmaları ve haklarını elde etmeleri anlamına da geldi. Kürt kadınlar da PKK, PYD ve YPG’ye bu açıdan bakıyor. Ataerkil toplum yapısının bu mücadele döneminde dağıldığını, kadınların eş başkanlık, savaşçı kimlikleriyle birlikte ataerkil baskıdan kurtulduklarını düşünüyorlar. Bu yüzden Batılı gazetecilerin egzotik ve oryantalist yaklaşımını çok eleştir(e)miyorlar.Maria Claire’in YPJ’li kadın savaşçıları çektiği fotoğraflarda 12 yaşında olan bu eli silahlı çocuk epey tartışmaya sebep oldu. Eleştirilerden nasibini alanlar arasında feministler ve insan hakları savunucuları da var. Biz burada çok mutluyuz dostum!Afganistan’daki Amerikan kadın askerlerinin, Hollywood filmlerinden aşina olduğumuz üslupla, “Hey, biz burada çok mutluyuz dostum!” pozları ülkede tartışmaya sebep oldu. Dünyaya ‘barış’ götüren Amerikan ordusunun kadın askerlerini PR malzemesi olarak kullandığı söylendi. Yukarıda bahsi geçen tüm bu fotoğraflar ve haberler dünyada yeni bir tartışmayı başlattı: ‘Kadın ve militarizm’. Daha doğrusu kadın, savaşın, militarizmin PR nesnesi olarak mı kullanılıyor? ‘Üniformalı mutlu, güzel, çekici kadınlar’ savaşa özendirici hatta savaşı meşrulaştıran birer unsur halini mi aldı? Otomobil reklamlarında ve fuarlarında kullanılan kadınlar gibi ellerinde silahlarla, cephede veya gülerken fotoğraflanan kadınlar da mı reklam malzemesi olarak kullanılıyor? sorularını akla getirdi. Bu konuda en çarpıcı eleştiriyi bir Kürt feminist yapıyor: Dilar Dirik. Birçok haber sitesinde ve uluslararası medya kuruluşunda yer alan makalesinde medyanın IŞİD karşısında mücadele veren kadınlara yaklaşımını çılgınlık olarak görüyor. Oryantalist, tuhaf ve miyop bir bakışları olduğunu vurguluyor. Cambridge Üniversitesi’nde sosyoloji doktorası yapan Dirik’in, Kürt kadın hareketi üzerine araştırmaları var. Dirik, moda dergilerinde yer alan haberlerden dolayı ezilen ve mağduriyetlerinden dolayı silah altına giren bu kadınların yeni bir fenomen olarak sansasyonelleştirildiğini düşünüyor. Tuhaf oryantalist fantezilerin meşru mücadelelerini ucuzlattığını söylüyor. Bunların Kürt kadınlarının savaşmasına sebep olan motivasyonlarını aşırı derecede basitleştirdiği fikrinde. Dirik, makalesinde ana akım medyada yer alan haberlerden dolayı Kürt liderliğinin de çokça eleştirildiğine değiniyor. Kürt liderler, kadınları Batılı kamuoyunun sempatisini kazanma çabası içinde, halkla ilişkilerini kuvvetlendirme amacıyla kullandıkları yönünde suçlanıyor. Dirik, bu eleştirileri sıraladıktan sonra “Bazı durumlarda bu suçlamalarda bir doğruluk payı olabilir.” diyor. Ana akım medyada kadın savaşçıların yer alış şekillerinin onları metalaştırdığı ortak eleştiri. Fakat böyle düşünmeyenler de var. Kürt entelektüel Mina Khanlarzadeh gibi. Kürt liderlere yöneltilen eleştirileri haklı bulmuyor. Bu iddianın Kürt kadın savaşçıların siyasi isteklerinden mahrum, zapt edilmiş, Kürt erkeklerin siyasi hedeflerinin esiri olarak gösterilmesi anlamına geldiğini düşünüyor. Kadınların görünüşleri yüzünden medyanın ilgi odağı haline gelmediklerini söylüyor: “Direnişleri söz konusu olmasaydı, hiçbir güzellik yarışması onlarla ilgilenmezdi.” Medyanın ilgisini düşmanlarının çarpıcılığı, Batı’nın IŞİD’den korkmasına bağlıyor. Buna da delil olarak kadınların Kobani’de IŞİD’den önce başka gruplarla yaşadığı çatışmalardan hiç bahsedilmemesini gösteriyor.Ölen genç ve güzelse yas tutulurİlginçtir Batı medyasının Kürt kadın savaşçılara yoğun ilgi göstermesi üzerine Avrupa’da şöyle sesler çıkmaya başladı: Neden Kürt kadınlar moda dergilerini süslerken, Filistinli kadın savaşçılar hor görülüyor? Bu soru Türkiye’de sol medyada da yer aldı. Filistinli yazar Linah Alsaafin, esir alınmamak için kendini vuran 19 yaşındaki Kürt kızın, ‘cesur savaşçı’ ve ‘gözü pek’ olarak nitelenerek övülmesini “Heteroseksüel fantezinin zirve noktasını temsil ediyor.” diye yorumluyor. Güzel, elinde silah olan genç bir kadın… Malum kapitalist toplumlarda güzel olanın yası tutulur. Alsaafin, kadın savaşçıların nesneleştirildiğini anlattığı makalesinde Batı medyasında yer alış biçimlerine dair şunları söylüyor: “Bazıları saçını kısa kesmiş, bazıları ise uzun saçlarını çiçeklerle süsleyerek örmüş, asker giysili, eli silahlı kadınların dış görünüşünü kenara koyacak olursak, onları silaha sarılmaya iten nedenler ve tutumların ne olduğunun tasavvuru eksik kalacaktır.” İşte tam da bu konuda makaleler yayımlanır, tartışmalar yapılırken Amerikan ordusuna dair çok tıklanan bir foto galeri medyaya servis edilir: Askerlerin üniformalarını çıkardıklarındaki halleri. Bu sebeple ‘kadın ve militarizm’ tartışmaları Amerika’da daha yüksek sesle yapılıyor.Kadın, militarizmde de arzu nesnesi olarak kullanılıyorNecla Zarakol (Zarakol Halkla İlişkiler Sahibi): Herhangi bir ürün reklamında, tanıtımında olduğu gibi kadınlar militarizmde de bir ‘arzu nesnesi’ olarak kullanılıyor. Amerikan dizilerinde de kadın askerler ve kadın polisler adeta gerçek dışı güzellikte. Kadın derneklerinin reklamlarda kadını mutfağa hapseden anlayışa karşı çıkarken, bunun tam zıddı olan savaş çığırtkanlığı ya da asker olmanın çekiciliği konusunda kullanılmalarına neden karşı çıkmadığını anlamak mümkün değil. Galiba bu yaklaşımlar biz kadınları yumuşak karnımızdan -yani eksik etek olmamak, erkeklerin yapabildiği her şeyi yapabilmek- yakaladığı ve bu noktada ‘eşitmişiz gibi gösterdiği’ için bilinçaltımızda bu biçimlerdeki ‘kullanılma’ duygusunu atlıyoruz. Kadınlar dünyanın dikkatini çekmek için bu savaşa PR malzemesi olarak kullanılıyor. Hâlbuki Ortadoğu’da son 30 yılda bugünkü IŞİD terörü kadar dehşet verici olmasa da kanlı savaşlar oldu, o dönemlerde ne Kürt kadınlarının kendilerini ortaya atmak gibi bir derdi oldu, ne de Batılı ülkeler olup bitenlerle ilgilendi.Cici militarizm!Emine Uçak Erdoğan (Yazar): Gerilla, militarizm karşıtları için bile her zaman romantik ve kabul edilebilir görülür genellikle. Che fotoğraflarına bayılmayan bir militarist var mı mesela? Militarizmi sadece düzenli orduyla ilişkilendirmek ve sadece ona karşı çıkmak doğru bulmadığım bir durum. Cici militarizm olurmuş gibi davranılıyor, oysa nihayetinde bütün bunlar militarizmin içselleştirilmesinden, topluma sinmesinden başka bir şeye hizmet etmiyor. Bu konuda kafalar o kadar karışık ki, Boko Haram’ın kaçırdığı kızlara desteği sosyal medyada Rojava’dan 12-14 yaşlarındaki silahlı kız çocukları üzerinden gösteren bile vardı. Köleliğe karşı ‘özgür’ kızlar üzerinden.Kadın savaşçılarla savaş karşıtları ikna mı ediliyor?Turgay Oğur (İletişimci):IŞİD maalesef dünyanın en iyi algı yöneticileriyle çalışıyormuşçasına profesyonel bir iletişim stratejisi izliyor. Siyah savaş kostümleri kesinlikle gelişigüzel seçilmiş değil. Kafa kesme sahneleri Hollywood filmlerinden kesit gibi. Ganimet olarak elde ettiklerini söyledikleri son model arabalarla verdikleri pozlar sosyal medyada paylaşılıyor. Diğer taraftan en çok dünya gündemine geldikleri konu, ele geçirdikleri bölgelerdeki kadınları satmaları ya da cariye yapmaları. Kadın konusu IŞİD’in yaptıkları arasında dünyanın en nefret ettiği iş olduğu gibi, çeşitli ülkelerden genç savaşçıları cezbetmek için de en çok işe yarayan şey. İngiltere’den Ortadoğu’ya bakan öfkeli Müslüman genç için kadın, statü, zenginlik, sevap ve eğlence demek haline geliyor IŞİD. IŞİD’e karşı bu savaşı kadınların vermesi de iletişim stratejisi açısından çok akıllıca. Çünkü dünya kamuoyu bu topraklarda uzun yıllardır süren savaşlardan ürkmüş durumda. Irak işgali sonrası yükselen savaş karşıtı koalisyon en haklı savaşa bile tahammülü olmayan bir bilincin yükselmesini sağladı. Bu yüzden satılan kadınları kurtarmak için bile olsa Amerikan ya da herhangi bir yabancı ülkenin askerini kimse görmek istemiyor. Yerel erkek savaşçıların mağdur tarafı bile düşman kalbi yeme görüntüleriyle akıllara kazındı. O kadar kirli bir savaş ki bu kiri sadece kadın savaşçılar temizleyebilir diye düşünen bir iletişim aklı var ortada.

1 Aralık 2014 Pazartesi

Bir Ahmet Uluçay geçti bu diyardan

5 yıl önce tarihler bugünü gösterdiğinde bir yetenek yitip gitti aramızdan; Ahmet Uluçay. “Film çekmeseydim delirirdim.” diyecek kadar sinemaya âşık olan bir yönetmen. Kendisini anlamayanların deyimiyle bir hayalperest ya da adı her neyse işte.Olmayacak işler için boşuna uğraşmak için kullanılıyordu ‘Karpuz kabuğundan gemiler yapmak' tabiri. Ahmet Uluçay, çektiği ilk uzun metraj filmine bu ismi özellikle vermişti. Hayallerimizin sınırları var mıdır, yahut insan bir şeyin gerçekleşmesini ne kadar isteyebilir? O, bu soruları sorgulattı seyircilere. Bir gönül hikâyesine dokunuyordu Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filmi.Hüzün ve sinemayı sevmek de vardı. Uluçay, kendi çocukluğundan ve sinema sevdasından yola çıkarak yönettiği filmiyle hafızalarda silinmez bir yer edindi. Bugün hâlâ adı anıldığında usta kelimesi de geçiyorsa ve “Ah bir yaşasaydı var ya..” diye uzun olasılık cümleleri kuruluyorsa başardı demektir. Neyi başardığı ise 55 yıllık yaşam öyküsünde gizli.Köylü yönetmen, Anadolu köylüsü, hayalperest ya da deli… Uluçay'a onu bir türlü anlamayanların yakıştırdıkları sıfatlar. O, hayatı boyunca bu sözleri hep işitti. Çünkü altı yaşından beri bir sevdanın peşinden koşuyordu. Sinemaydı bu sevdanın adı. Ahmet Uluçay, 1954 yılında Kütahya'nın Tavşanlı ilçesine bağlı Tepecik beldesinde doğar. Vefat edene kadar tüm hayatını orada geçirir. Çocukluğundan kopamadığını sık sık itiraf eden Uluçay, filmlerinin hepsini doğduğu topraklarda çeker. Hayatı, 60'lı yıllarda seyyar bir sinemacının köylerine gelmesiyle değişir. Çöplerden topladığı makaralardan çıkardığı filmlerle vakit geçirmek en büyük mutluluğu olur. İlk film hayalini, 12 yaşında kurar. Artık o vakitten sonra sinemayı okur, yazar ve düşler. İki arkadaşını da ikna edip filmleri birleştirip ahırlarda köylülere göstermeye başlar. Küçük bir Anadolu köyünde, Tepecik Köyü Arkadaş Sinema Grubu'nu kurar. Köylüler şaşkındır. Uluçay'ın yaptıklarına birçoğu anlam veremez. Ancak Ahmet Uluçay, gözü kara bir sinema sevdalısıdır ve asla vazgeçmez. Kendi imkânlarıyla kısa filmler yapar ve festivallerden ödüller almaya başlar. Bazen şartlar onu o kadar zorlar ki kamerasının aküsü olmadığı için sadece elektrik olan yerlerde çekim yapabilir.Ona köy kahvesinin içine mezarlık seti kurduran da bu imkânsızlıklarıydı. Ama bir gün geldiğinde hem yurtiçinde hem de yurtdışında Uluçay'ı tanımayan yoktu. Robert De Niro'nun dahi 'Senin filminde oynamak isterim.' dediği adam olur çıkar. Küçük bir çocuğun hayali neleri başarır, işte bu yüzden Uluçay, çektiği ilk uzun metraj filmine ‘Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak' adını verdi. Kendi yaşamından esinlendiği film ona birçok ödül kazandırdı.Uluçay için şartlar dört dörtlük olmadığı gibi bu durum bazen sinemadan da onu ayırıyordu. Muavinlik, kamyon şoförlüğü ve tarım işçiliği yapıp bir yandan da geçimini sağlıyordu. Aynı zamanda edebiyata meraklıydı. Her usta yönetmenin içinde bir edebiyatçı yattığını bildiğimizden şaşırmıyoruz. Dağlar ardında, uzak bir köyde/ Küçük bir çocuktum, kışlar uzundu/ Ambarlarımız dolu, ocak başlarımız sıcak büyülü /Gece yarıları başlardı hayatı/ Masalların,efsanelerin..dizeleriyle anlatıyordu çocukluğunu.Şiirler ve yazılar yazıyor, bazılarını dergilere gönderiyordu. Uluçay, kendisi de bir dergi çıkarır. Hayatı boyunca yakasını bırakmayan maddî sıkıntılar buna da engel olur. ‘Türkümüz’ adıyla çıkan dergi, şartlar el vermeyince ikinci basımını yapamadan yayından kalkar.Uluçay, çocukken bağlandığı sinemaya hep sadık kaldı. Ölürken de o yolda hâlâ film çekmenin peşindeydi. Genç bir çoban olan Yakup'un öyküsünü anlatacağı filmini tamamlayamadan aramızdan ayrıldı. Beynindeki tümör ve zatürre nedeniyle uzun yıllar tedavi gören Uluçay, 30 Kasım 2009 tarihinde hastalığına yenildi. Akıllarda ise ‘Acaba filmi tamamlayabilseydi nasıl olurdu?' soruları kaldı. Değişmez bir kural; galiba sahip olduklarımızın değerlerini onları kaybedince anlıyoruz. Tepecik Hayal Okulu Güliz Sağlam’ın, yaşadığı yıllarda tanışma fırsatı bulduğu Ahmet Uluçay’ın hayatından ve eserlerinden yola çıkarak hazırladığı bir belgesel. ‘Tepecik Hayal Okulu’ geçtiğimiz günlerde 5. Malatya Uluslararası Film Festivali’nde En İyi Belgesel Ödülü’nü kazandı.

28 Kasım 2014 Cuma

No soy de aqui ni soy de alla - J. Cafrune

No soy de aquí, ni soy de allá / Ne buralıyım ne oralı

Severim güneşi, Alicia’yı ve güvercinleri, iyi bir sigara ve ispanyol gitarını, duvarlardan atlayarak pencereleri açmayı ne zaman bir kadın ağlarsa. Ne buralıyım ne oralı ne yaşım var ne geleceğim mutlu olmak rengidir kimliğimin. O kadar severim ki şarabı, çiçekleri tavşanları,yaşlı çobanları ev ekmeğini ve Dolores’in sesini ve ayaklarımı ıslatan denizi sevdiğim gibi. Ne buralıyım ne oralı ne yaşım var ne geleceğim mutlu olmak rengidir kimliğimin. Severim daima uzanmayı kumlarda ya da bisikletle kovalamayı Manuela’yı ya da bütün bir zaman yıldızlara bakmayı Mariayla buğday tarlasında. Ne buralıyım ne oralı ne yaşım var ne geleceğim mutlu olmak rengidir kimliğimin.

25 Kasım 2014 Salı

Maça Kızı, A.Puşkin

MAÇA KIZI

Maça kızı gizemli bir felaket habercisidir. -En yeni fal kitabından-Ve yağmurlu, kapanıkHavalarda sık sıkToplanırlardı;-Tanrı günahlarını bağışlasın!-Büyük kumar oynarlardı.Ve kazanırVe tebeşirleYazarlardı.Böylece, yağmurlu, kapanık havalardaCiddi bir tavırlaUğraşırlardı.Bir gün Atlı Birliği muhafızlarından Narumov'un salonunda iskambil oynuyorlardı. Uzun kış gecesi fark ettirmeden geçip gitti ve sabahın saat beşinde yemeğe oturuldu. Kazananlar büyük bir iştahla yiyor, yitirenler boş tabaklarının karşısında dalgın dalgın oturuyorlardı. Fakat şampanya ortaya çıkınca sohbet canlandı, herkes yiyip içmeye başladı. 

Ev sahibi:- Ne durumdasın Surin? diye sordu.- Her zamanki gibi yitirdim tabii. Şanssız olduğumu kabul etmeliyim:Mirandol zekice oynuyor, hiçbir zaman hırslanmıyor, hiçbir mantıksız davranışta bulunmuyorum. Ama yine de yitiriyorum işte!- Demek bir kerecik olsun ayartılmıyor, bir kerecik olsun floşa gideyim demiyorsun ha?.. Şaşıyorum şu senin iradene.Konuklardan biri, orada bulunan genç mühendisi göstererek:- Peki Hermann'a ne dersiniz! dedi. Ömründe eline iskambil kâğıdı almamış, ömründe ağzından bir "pot" sözü çıkmamış ama, saat beşlere kadar bizimle oturup oyunumuzu seyrediyor!Hermann:- Kumar çok ilgimi çekiyor, dedi. Fakat gereğinden daha çoğunu kazanmak ümidiyle kendime gerekli olanı gözden çıkarabilecek durumda değilim.Tomski:- Hermann Alman'dır, bu yüzden de hesabını bilir, işte hepsi bu! diyerek düşüncesini belirtti. Fakat aklımın ermediği biri varsa, o da büyükannem Kontes Anna Fedotovna'dır.- Nasıl? Ne bakımdan? diye bağrıştılar. Tomski:- Büyükannem nasıl oluyor da firavun oyununa katılmıyor, akıl erdiremiyorum! diye sürdürdü sözlerini.Narumov:- Şaşılacak ne var bunda? diye sordu. Seksen yaşındaki kocakarı da varsın kumar oynamayıversin!- Öyleyse onun hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz siz?- Yoo! Bir şey bildiğimiz yok doğrusu!- Sahi mi? Dinleyin öyleyse:"Büyükannemin bundan altmış yıl önce Paris'e gittiğini ve orada büyük bir hayranlık uyandırdığını bilmeniz gerek. La Venüs Moscovite'i (*) görmek için halk peşinden koşarmış. Richelieu de kur yaparmış ona. Büyükannemin yeminle anlattığına göre, yüz bulamadığı için, az kalsın canına kıyıyormuş adam. Kadınlar firavun oyunu oynarlarmış o zamanlar. Bir gün sarayda, söylendiğine göre, Orleans Dükü'ne büyük miktarda para ütülmüş büyükannem. Eve dönünce, yüzündeki yapma benleri ve jüponlu etekliğini çıkararak dedeme durumu anlatıp parayı ödemesini emretmiş. Merhum dedem, anımsayabildiğim kadarıyla, büyükannemin baş uşağı gibi bir şeydi. Yangından korkar gibi korkardı ondan. Fakat yitirilen miktarın korkunçluğunu görünce aklı başından gitmiş, koşup hesapları getirmiş, yirmi yıl içinde yarım milyon ruble harcadıklarını kanıtlayıp Paris çevresinde Moskova çevresi ve Saratov köylerine sahip bulunmadıklarını belirterek bu parayı ödemeyi kesinlikle reddetmiş. Büyükannem de ona bir şamar aşketmiş ve dedemin gözden düşüşünün bir belirtisi olarak o gece yalnız başına yatıp uyumuş. Verdiği bu ailevi cezanın onu yola getirdiğini umarak ertesi gün kocasını yanına çağırtmış ama, bakmış ki dedem Nuh diyor peygamber demiyor. Yaşamında ilk kez, kocasıyla mantık çerçevesi içinde konuşmaya ve ona açıklamalarda bulunmaya tenezzül etmiş. Alttan alarak, her borcun bir olmadığını, bir prensle bir arabacı arasında fark bulunduğunu kanıtlayıp onu utandıracağını umuyormuş. Nerdee! Dedem ayak diremekte devam etmiş. Olmaz da olmaz! Büyükannem ne yapacağını şaşırmış. Çok ilginç bir adamla şöyle bir tanışıklığı varmış. Hakkında bir sürü inanılmaz şey anlatılan Kont St. Germain'in adını işitmişsinizdir. Bu adamın, kendisine Gezginci Yahudi süsü verdiğini, kendisini yaşam iksiri, kimya taşı gibi şeylerin bulucusu olarak gösterdiğini bilirsiniz. (*) Onu bir şarlatan sayarak alaya alırlardı. Casanova da anılarında bu adamın casus olduğundan söz eder. Fakat St. Germain, bütün bu esrarengizliğine karşın, saygıdeğer bir görünüşe sahip ve topluluk içinde son derece centilmen bir kimseymiş. Büyükannem onu hâlâ deli gibi sever ve hakkında saygısızca bir söz edildiğini işittiği zaman öfkelenir. Büyükannem, St. Germain'in büyük bir servete sahip olduğunu biliyormuş. Ona başvurmaya karar vermiş ve bir pusula yazarak bir an önce gelmesini rica etmiş. Bu yaşlı ve tuhaf adam hemen gelmiş, gelir gelmez de büyükannemin sel gibi akan gözyaşlarıyla karşılaşmış. Büyükannem, kocasının barbarlığını en kara renklerle betimledikten sonra, konta, tüm ümidini onun dostluğuna ve centilmenliğine bağladığını bildirmiş. St. Germain düşünceye dalmış. Sonunda, büyükanneme şunları söylemiş:'Size bu miktarı sunarak hizmette bulunabilirim. Fakat borcunuzu ödemediğiniz sürece içinizin rahat etmeyeceğini biliyor, bu bakımdan da sizi yeni kaygılara düşürmek istemiyorum. Bir yol daha var: Yitirdiğiniz parayı yeniden kazanabilirsiniz.' Büyükannem: 'Fakat sayın kont, hiç paramız olmadığını söylüyorum size.' diye yanıtlamış onu. 

St. Germain:'Paraya gerek yok,' diye sözlerini sürdürmüş. 'Şimdi lütfen beni dinleyin.' Bunu söyledikten sonra da, herbirimizin sahip olmak için çok şey feda edebileceğimiz sırrını büyükanneme açmış..."Genç kumarcılar kulak kesildiler. Tomski çubuğunu ateşledi, bir nefes çekti ve sözlerini sürdürdü:"Büyükannem hemen o akşam Versailles'da, au jeu de la Reine (*) boy göstermiş. Kasa, Orleans Düküymüş. Büyükannem borcunu ödemediği için usulca özür dileyip bahane olarak uydurduğu küçük bir hikayeyi anlatmış ve dükün karşısına, oyuna oturmuş. Üç kart çekip birbiri arkasına sürmüş. Kartların üçü de kazanmış ve büyükannem zararını tamamen çıkarmış."Konuklardan biri:- Raslantı olmuştur! dedi. Hermann:- Uydurma! diyerek görüşünü belirtti. Bir üçüncüsü:- Kartlar hileli olamaz mı sanki? diye söze karıştı. Tomski ciddi bir tavırla:- Sanmam, diye karşılık verdi. Narumov:- Bak hele! dedi. Üst üste kazanacak üç kartı kestirebilen bir büyükannen var ve sen şimdiye kadar ondan sırrını elde edemedin ha?Tomski:- Nasıl elde edeceksin birader! diye karşılık verdi. Birisi de babam olmak üzere dört oğlu vardı büyükannemin. Dördü de iflah olmaz kumarcılar oldukları halde, sırrını hiçbirine açmadı. Herhalde onlar için, hatta benim için hiç de fena bir şey olmazdı bu. Fakat amcam Kont İvan İlyiç bana ne anlattı bakın, hem de şerefiyle temin ederek: Hani şu milyonlarca rubleyi batırarak yoksulluk içinde ölen merhum Çaplitski vardı ya, işte o, gençliğinde, galiba Zoriç'e, üç yüz bin lira kadar bir para ütülmüş. Ümitsizlik içinde kıvranıp duruyormuş. Gençlerin haylazlıklarını hiçbir zaman hoş görmeyen büyükannemin nedense Çaplitski'ye acıyacağı tutmuş. Ona, birbiri arkasına sürmesi gereken üç kart söylemiş ve bir daha ömrünün sonuna kadar kumar oynamayacağına şeref sözü almış. Çaplitski hemen alacaklısına koşmuş, oyuna oturmuşlar. Çaplitski birinci karta elli bin sürmüş ve kasayı kazanmış. Sonra bir pot, bir pot daha derken, zararını çıkardığı gibi üstelik kâra da geçmiş...- Fakat, yatalım artık: Saat altıya çeyrek var.Gerçekten de hava ağarmaya başlamıştı. Gençler son kadehlerini yuvarlayıp dağıldılar."Il parait que monsieur est decidement pour les suivantes." "Que voulesvous,madame? Elles sont plus fraiches." (*) -Sosyetede bir konuşma- 

Yaşlı kontes *** tuvalet odasında, aynanın karşısında oturuyordu. Üç odalık kız vardı çevresinde. Birisi allık şişesini, öteki firkete kutusunu, üçüncüsü de ateş kırmızısı şeritlerle kaplı hotozu tutmaktaydı. Çoktan solmuş olan güzelliği konusunda kontesin en ufak bir iddiası yoktu ama, yine de bütün gençlik alışkanlıklarını sürdürür; 1770 yıllarının modasını titizlikle izler ve tıpkı altmış yıl öncesi gibi, uzun uzun, özene bezene giyinirdi. Kontes'in beslemesi olan genç bir kız da pencere kıyısına oturmuş gergef işlemekteydi. Bu sırada içeri giren genç subay Tomski:- Merhaba grand'maman (**), bonjour, Madmoiselle Lise, dedi. Sizden bir dileğim var grand'maman.- Nedir o, Paul?- Size dostlarımdan birini takdim etmeme ve kendisini cuma günkü balonuza getirmeme izin verin.- Doğrudan doğruya baloya getir onu, bana da orada takdim edersin. Dün akşam ***'lerde miydin?- Elbette! Çok eğlendik. Saat beşe kadar dansettik. Yeletskaya o kadar güzeldi ki!- İnsaf et, iki gözüm! Neresi güzel onun? Büyükannesi Prenses DaryaPetrovna öylemiydi?.. Sahi, Prenses Petrovna şimdi çok yaşlanmış olmalı, öyle değil mi?Tomski dalgın bir tavırla:- Ne yaşlanması? diye karşılık verdi. Öleli yedi yıl oluyor.Genç kız başını kaldırıp delikanlıya bir işaret çaktı. Tomski, akranının ölümünün yaşlı kontesten gizlendiğini anımsayarak dudaklarını ısırdı. Fakat kontes, kendisi için yeni olan bu haber karşısında hiçbir aşırı tepki göstermedi.- Öldü ha! Bilmiyordum! Huzura onunla birlikte kabul olunmuştuk. Takdim edildiğimiz sırada çariçe...Ve kontes, hikayesini torununa yüzüncü kez anlattı. Sonra:- Haydi Paul, yardım et de kalkayım, dedi. Lizanka, enfiye kutum nerede? ve tuvaletini tamamlamak üzere odalıklanyla birlikte paravanın arkasına geçti. Tomski, genç kızla birlikte kaldı. Lizaveta İvanovna sessizce:- Kontese kimi takdim etmek istiyorsunuz? diye sordu.- Narumov'u. Kendisini tanır mısınız?- Hayır! Subay mı, sivil mi?- Subay.- Mühendis mi?- Hayır! Atlı Birliği Muhafızı. Mühendis olduğunu da nereden çıkardınız? Genç kız güldü ve bir karşılık vermedi.Kontes, paravanın arkasından:- Paul, diye seslendi. Yeni bir roman gönder bana. Fakat şimdikilerden olmasın lütfen.- Nasıl bir şey istiyorsunuz, grand'maman?- Öyle bir roman olsun ki, roman kahramanı ne babasını, ne de annesini boğup öldürmesin. Suda boğulmuş cesetlerden de söz edilmesin. Suda boğulmuş insanlardan ödüm kopuyor!- Bunların dışında roman yok şimdi. İster misiniz Rus romanlarından göndereyim size?- Rus romanı var mı sahiden?.. Gönder iki gözüm, hemen gönder.- Hoşça kalın, grand'maman, acele işim var... Hoşça kalın Lizaveta İvanovna!. Narumov'un mühendis olduğunu da nereden çıkardınız?Tomski bunları söyleyerek tuvalet odasından çıktı. Lizaveta İvanovna yalnız kalınca elindeki işi bırakıp pencereden dışarıya bakmaya başladı. Az sonra sokağın bir kıyısında köşedeki evin arkasından çıkan genç bir subay belirdi. Genç kızın yanakları kızardı ve yeniden işine koyulup başını kanaviçenin üzerine eğdi. Kontes de o sırada tamamen giyinmiş olarak çıktı ve Lizaveta'ya:- Lizanka, söyle de arabayı koşsunlar, gezmeye çıkalım, dedi. Lizaveta gergef işlemeyi bırakıp kalkarak işlerini toplamaya koyuldu. Kontes:- Ne o, anacağım! Yoksa sağır mı oldun! diye bağırdı. Git, çabucak arabayı koşmalarını emret.Genç kız usulca:- Başüstüne! dedi ve sofaya doğru koştu.Bir uşak içeri girerek Prens Pavel Aleksandroviç'in gönderdiği kitapları kontese verdi. Kontes:- Güzeel! dedi. Kendisine teşekkür ettiğimi söylersin. Lizanka. Lizanka!Nereye koşuyorsun, Allahaşkına?- Giyinmeye gidiyorum.- Giyinirsin anacığım, giyinirsin. Otur şuraya. Birinci cildi açıp yüksek sesle oku bakalım...Genç kız, kitabı alarak yüksek sesle birkaç satır okudu. Kontes:- Daha yüksek, daha yüksek! diye bağırdı. Ne oldu sana anacığım? Sesin mi kısıldı yoksa?.. Dur... Sandalyeni bana doğru yaklaştır bakayım... Biraz daha... Ha, oldu şimdi! Lizaveta İvanovna henüz iki sayfa okumuştu ki, kontes esnedi ve:- Bırak şu kitabı! dedi. Ne saçma şey! Prens Pavel'e geri gönderip teşekkürlerimi bildirsinler... Araba ne oldu?Lizaveta İvanovna sokağa göz atarak:- Hazırlanmış, dedi.- Niçin giyinik değilsin hâlâ? Her zaman beklemek zorunda bırakırsın beni!Artık bu kadarı da fazla kaçıyor anacığım.Liza odasına koştu. Henüz iki dakika geçmemişti ki kontes olanca gücüyle çıngırağı çalmaya başladı. Üç odalık kız kapıların birinde, uşak da öteki kapıdan koşarak içeri girdiler. Kontes onlara:- Çağrıldığınız zaman niçin gelmiyorsunuz? dedi. Lizaveta İvanovna'ya kendisini beklediğimi söyleyin. Lizaveta İvanovna sırtında açık bir giysi, başında şapkasıyla girdi. Kontes:- Nihayet gelebildiniz, anacığım! dedi. Fakat bu ne biçim kıyafet! Niçin süslendiniz böyle?.. Kimin hoşuna gitmek istiyorsunuz?.. Peki, hava nasıl? Rüzgâr var galiba?Uşak:- Hayır kontes hazretleri! diye karşılık verdi. Hava çok sakin!- Her zaman düşüncesizce konuşursunuz! Açın bakalım havalandırma penceresini! Gördünüz mü, rüzgâr esiyor işte! Hem soğuk var! Atlan çözsünler! Lizanka, gitmiyoruz. Boşu boşuna süslenmiş oldun. 

Lizaveta İvanovna: "İşte benim yaşamım!" diye düşündü. Gerçekten de çok mutsuz bir varlıktı o. Dante, "el ekmeği acı olur, yabancı bir eşiğin basamaklarını tırmanmak zordur!" (*) der. Bir genç kızdan daha iyi kim bilebilir bunu? Kontes kötü ruhlu bir insan değildi kuşkusuz. Fakat sosyetenin şımarttığı bir kadın olarak başına buyruk; sevgileri geçmişte kalan, bugüne yabancı bütün yaşlı insanlar gibi de pinti, en soğuk cinsinden bencil bir kimseydi. Yüksek sosyetenin bütün boş kaygılarına o da katılır, balolar için tasalanır, balo gecelerinde de allıklanmış, eski moda giyinmiş olarak, balo salonunun biçimsiz, gereksiz bir süsü gibi bir köşede otururdu. Konuklar geleneksel bir töreni uygularcasına kendisini yerlere kadar eğilip selamlayarak yanından geçerler, bir daha da kimse kontesle meşgul olmazdı. Kimseyi kişisel olarak tanımadan ve protokol kurallarını sıkıca izleyerek, bütün kenti salonunda kabul ederdi. Sofada ve kızlar odasında oturan çok sayıda hizmetçisi bu ölmekte olan kocakarıyı durmadan tırtıklayarak ve istedikleri gibi yaşayarak semirip yaşlanmaktaydılar. Lizaveta İvanovna, evin çilekeşiydi. Çayı o koyar ve şeker tüketiminin fazlalığından ötürü azar işitirdi. Kontese yüksek sesle roman okur, yazarın bütün hatalarının suçlusu o olurdu. Gezilerinde kontese eşlik eder, havanın ve kaldırımın bozukluğundan yine o sorumlu tutulurdu. Kendisine bir maaş saptanmıştı, fakat bu hiçbir zaman tam olarak ödenmezdi. Buna karşılık, herkes gibi, yani pek az kişinin giyinebileceği gibi giyinmesi istenirdi. Sosyetedeki durumu çok acıklıydı. Onu herkes tanır, fakat hiç kimse fark etmezdi. Balolarda vis-a-vis (*) eksik olduğu zaman danseder, kadınlar tuvaletlerindeki bir yeri düzeltmek için tuvalet odasına gidecekleri zaman koluna girip onu da götürürlerdi. Onurlu bir kızdı. Durumunu bütün derinliğiyle hissediyor, sabırsızlık içinde çevresine bakarak kurtarıcısını aranıyordu. Fakat hoppaca uçarılıkları içinde bile hesaplılığı elden bırakmayan delikanlılar, ilgileriyle şereflendirmiyorlardı onu. Oysa Lizaveta İvanovna bu delikanlıları çevresinde dolaştıran küstah ve soğuk genç kızlardan yüz kere daha tatlıydı. Çok kez cansıkıcı, görkemli salonları sessizce bırakarak, ağlamak için; bütün eşyası, üzeri duvar kâğıtlarıyla kaplanmış bir paravana, bir komodin, bir aynacık ve boyalı bir karyoladan ibaret olan, bakır şamdan içindeki yağlı bir mumun sönük sönük aydınlattığı odasına kapanırdı! Bu hikayenin başlangıç bölümünde anlattığımız akşamdan iki gün sonra ve şimdi anlatmakta olduğumuz sahneden bir hafta önce, Lizaveta İvanovna pencere kıyısında oturmuş gergef işlerken bir ara sokağa göz attı ve orada, gözlerini genç kızın penceresine dikmiş, hareket etmeden duran genç mühendisi gördü. Başını indirerek yeniden işiyle meşgul olmaya koyuldu. Beş dakika sonra yeniden göz attığında, genç subayın aynı yerde durmakta olduğunu gördü. Yoldan geçen subaylarla kırıştırmak gibi bir adeti olmadığı için sokağa bakmaktan vazgeçerek iki saat kadar başını kaldırmaksızın dikişiyle uğraştı. Öğle yemeğini getirdiler. Kalkıp gergefini toplarken gözü bir ara sokağa kaydığında subayın hâlâ orada durmakta olduğunu gördü. Çok tuhafına gitti bu. Yemekten sonra pencereye yaklaşarak bir çeşit tedirginlikle sokağa baktığı zaman, subay orada değildi artık. Genç kız da bir süre sonra bu olayı unuttu...İki gün sonra arabaya binmek üzere kontesle evden çıktıklarında delikanlıyı yeniden gördü. Yüzünü nohut renkli kaputunun yakasıyla siperlemiş olarak aynı kapı aralığında duruyor, şapkasının altında kara gözleri parlıyordu. Lizaveta İvanovna nedenini kendisi de bilmeden ürktü ve açıklanamaz bir yürek çarpıntısı içinde arabaya oturdu.Eve döner dönmez hemen pencereye koştu. Subay bakışlarını genç kıza dikmiş olarak aynı yerde durmaktaydı. Merak içinde kıvranarak ve kendisi için son derece yeni bir duyguyla heyecanlanarak geri çekildi. Artık ondan sonra gün geçmedi ki genç adam belirli saatte evin pencereleri altında görünmesin. Onunla gene kız arasında önceden kararlaştınlmamış ilişkiler kuruldu. Liza her zamanki yerine oturmuş çalışırken delikanlının yaklaştığını hissediyor, her gün daha uzun süre bakıyordu ona. Bunun genç adamı çok mutlu ettiği anlaşılıyordu. Liza,gençlere özgü o keskin bakışla, gözleri karşılaştığı zaman genç adamın solgun yanaklarının nasıl çarçabuk kızarıverdiğini görüyordu. Bir hafta sonra delikanlıya gülümsedi...Tomski bir dostunu takdim etmek üzere kontesten izin istediğinde zavallı genç kızın yüreği küt küt atmıştı. Fakat Narumov'un mühendis değil de atlı birliği muhafızı olduğunu öğrenince patavatsızca sorusuyla sırrını uçan Tomski'ye belli ettiği için üzülmüştü. Hermann, ona küçük bir kapital bırakarak ölen Ruslaşmış bir Alman'ın oğluydu. Bağımsızlığını pekiştirmek gerektiğine kuvvetle inanmış bir kimse olarak, parasının faizlerine de dokunmaz, sadece maaşıyla geçinir, en küçük geçici heveslere bile kapılmazdı. Fakat içine kapalı ve onurlu bir delikanlı olduğu için arkadaşlarının eline onun bu aşırı tutumluluğuyla alay etme fırsatı pek az geçerdi. Güçlü tutkuları, ateşli bir düş gücü vardı. Fakat onu gençlerin düştükleri alışılmamış yanılgılardan koruyan bir irade gücüne sahipti. Örneğin, kumara aşın bir düşkünlüğü vardı ama, kendi sözleriyle, durumun daha çok kazanmak ümidiyle kendisine gerekli olanı gözden çıkarmaya izin vermediği kanısında olduğu için elini hiçbir zaman iskambil kâğıtlanna sürmez, buna karşılık sabahlara kadar kumar masalannın arkasında oturarak hummalı bir heyecan içinde oyunun gidişini izlerdi. Üç kart hakkında anlatılan olay delikanlının muhayyilesini şiddetle etkiledi ve bütün bir gece aklından çıkmadı. Ertesi gün akşam üstü Petersburg'da dolaşırken de şu düşünceler geçiyordu aklından:"Yaşlı kontes bana sırrını açmaz mı acaba? Ya da, kazanacak olan o üç kartı söylemez mi ki? Niçin denemeyeyim şansımı?... Huzuruna çıkar, sevgisini kazanır, belki de sevgilisi olurum... Fakat hep zaman isteyen şeyler bunlar. Oysa kontes seksen yedi yaşında; bir hafta sonra, iki gün sonra ölebilir!... Ya hikayeye ne demeli? Böyle bir şeye inanılabilir mi? Hayır: Tutumluluk, ölçülülük ve çalışkanlık; işte benim üç güvenilir kartım! İşte servetimi üç katına, yedi katına çıkaracak, bana esneklik ve bağımsızlık getirecek olan şeyler!"İşte böylece fikir yürüte yürüte dolaşırken, Petersburg'un belli başlı sokaklarından birinde, eski yapı bir evin karşısında buldu kendini. Sokak arabalarla doluydu. Kupa arabaları evin aydınlatılmış kapısına yaklaşıyorlardı birbiri arkasına. Her dakika ya genç bir dilberin biçimli bacağı, ya şıngırdayan mahmuzuyla bir subay çizmesi ya da çizgili bir çorap ve bir diplomat fotini uzanıyordu. Heybetli bir tavırla dikilmekte olan kapıcının yanından kürkler ve mantolar çabuk çabuk geçip gidiyorlardı. Hermann durdu. Köşedeki bekçiye:- Kimin evi bu? diye sordu. Bekçi:- Kontes'in, diye karşılık verdi.Hermann titredi. O şaşırtıcı hikaye yeniden kafasında canlandı. Ev sahibesini ve onun inanılmaz yeteneğini düşünerek evin çevresinde dolaşmaya başladı. Kendi sakin köşesine gecenin geç saatlerinde döndü. Uzun süre uyuyamadı. Uykuya daldığı zamansa düşlerini iskambil kâğıtları, yeşil bir masa, banknot desteleri ve fiş yığınları doldurdu. Köşeleri güvenle dönerek kart üstüne kart sürüyor, durmadan kazanarak altınları önüne yığıyor, banknotları cebine yerleştiriyordu. Ertesi gün geç saatlerde uyandığında, düşsel zenginliğinin yitişine üzülerek yeniden kenttedolaşmaya çıktı ve kendini yeniden Kontes'in evinin karşısında buldu. Sanki anlaşılmaz bir güç onu oraya çekiyordu. Durup pencerelere bakmaya başladı. Bir kitap ya da bir iş üzerine eğildiği anlaşılan siyah saçlı bir başçık gördü bunlardan birinde. Başçık kalktı. Hermann körpe bir yüz ve bir çift siyah gözle karşılaştı. İşte o dakika, delikanlının alın yazısı belirlendi. "Vous m'ecrivez, mon ange, des lettres de quatre pages plus vite que je ne puis les lire." (*)-Bir Mektuplaşmadan-Lizaveta İvanovna giysisini ve şapkasını henüz çıkarmıştı ki kontes onu yeniden çağırttı, yeniden arabanın hazırlanmasını emretti. Evden çıktılar. Tam, iki uşak yaşlı kadını kaldırarak arabanın kapısından soktukları bir sırada, Lizaveta İvanovna tekerleğin yanıbaşında mühendisini gördü. Delikanlı, genç kızın elini yakaladı ve ödü kopan Lizaveta İvanovna dahakendini toparlayamadan gözden kayboldu. Bir mektup kalmıştı genç kızın elinde. Onu eldiveninin içine gizledi ve yol boyunca ne bir şey işitti, ne de gördü. Arabada giderken kontesin hiç durmadan soru sorma huyu vardı:- Demin karşılaştığımız kimdi? Bu köprünün adı ne? O tabelada ne yazıyor? Lizaveta İvanovna bu kez düşünmeden tutarsız karşılıklar vererek kontesi kızdırdı.- Ne oldu sana anacığım? Tetanosa mı tutuldun yoksa? İşitmiyor musun beni, anlamıyor musun?... Çok şükür, ne sesim hırıldıyor, ne de bunadım! Lizaveta İvanovna dinlemiyordu onu. Eve döner dönmez odasına koştu, mühürlenmemiş bir zarf içindeki mektubu eldiveninden çıkarıp okudu... Tatlı, saygılı, sözcüğü sözcüğüne Almanca romanların birinden alınmış bir aşk itirafıydı bu. Fakat Lizaveta İvanovna Almanca bilmiyordu ve mektup hoşuna gitti.Lakin bir yandan da tedirgindi. Genç bir erkekle ilk kez gizli, sıkı fıkı ilişkilere giriyordu. Durumun yakışıksızlığı korkutuyordu onu. Pervasız davranışından ötürü kendini azarlıyor, ne yapacağını bilemiyordu, pencere önüne oturmaktan vazgeçerek ve ilgisizlik göstererek genç subayın daha ileri gitme hevesini mi kırmalıydı? Mektubunu geri mi göndermeli, yoksa soğuk, kesin bir karşılık mı vermeliydi? Gidip kimseden akıl danışamıyordu. Ne bir dostu, ne de bir akıl hocası vardı. Sonunda, mektubu yanıtlamaya karar verdi.Yazı masasının başına geçip bir divit, bir kâğıt alarak düşünceye daldı. Mektubuna birkaç kez başlangıç yaptıysa da, hepsini yırtıp attı. İfadesini ya gereğinden çok hoşgörülü ya da gereğinden çok acımasız buluyordu. Sonunda kendisini hoşnut eden şu birkaç satın yazabildi: "Niyetinizin dürüstlüğüne ve düşüncesizce bir davranışla beni incitmek istemediğinize eminim. Fakat tanışıklığımız böyle bir biçimde başlamamalıdır. Mektubunuzu size geri gönderiyor, hak etmediğim bir saygısızlıktan ötürü bundan böyle yakınmak zorunda kalmayacağımı umuyorum."Ertesi gün Hermann'ın geldiğini gören Lizaveta İvanovna gergefinin başından kalkarak salona geçti, havalandırma penceresini açtı ve genç subayın çevikliğine güvenerek mektubu sokağa fırlattı. Hermann koşup geldi, mektubu yerden aldı ve gidip bir pastaneye oturdu. Mühürü kopararak, kendi mektubunu ve Lizaveta İvanovna'nın yanıtını gördü. Beklediği de buydu zaten. Kafası çevirdiği dolapla dolu olarak eve döndü. Bundan üç gün sonra, şeytan gözlü, küçük bir bayan, Lizaveta İvanovna'ya bir giyimevi mağazasının pusulasını getirdi. Lizaveta İvanovna yine bir masraf kapısıyla karşı karşıya olduğunu düşünerek kaygılı bir tavırla pusulayı açtı ve ansızın Hermann'ın yazısıyla burun buruna geldi.- Yanılmışsınız cancağızım, dedi. Bu pusula bana yazılmamış. Cesur kız, yüzündeki kurnaz gülümsemeyi gizlemeden:- Hayır, dosdoğru size yazıldı! dedi. Okuyun lütfen!Lizaveta İvanovna pusulaya hızla göz gezdirdi. Hermann, buluşmalarını istiyordu. Lizaveta İvanovna bu isteğin hem çabukluğundan, hem de ileri sürülüş tarzından ürkerek:- Olamaz! dedi. Hayır, gerçekten de bana yazılmamış bu! Ve mektubu küçücük parçalara ayınncaya kadar yırttı. Küçük bayan:- Eğer mektup size değildiyse, niçin yırttınız onu? dedi. Hiç olmazsa gönderene geri götürürdüm.Küçük kızın bu iması üzerine Lizaveta İvanovna kızardı ve:- Rica ederem cancağızım! dedi. Bundan böyle pusula taşımayın bana. Sizi buraya gönderene de, utanması gerektiğini söyleyin...Fakat Hermann yılmadı, Lizaveta İvanovna her gün çeşitli yollarla gönderilmiş mektuplar alıyordu ondan. Bunlar Almanca'dan çevrilmiyordu artık. Hermann, tutkusuyla esinlenerek onları bizzat yazıyor, kendine özgü bir dil kullanıyordu. Hem sarsılmaz bir istek, hem de azgın bir düşgücünün başıboşluğu ifade ediliyordu bu mektuplarda. Lizaveta İvanovna artık onları geri göndermeyi düşünmüyor, okumaktan büyük bir zevk duyuyordu. Sonra o da yazmaya başladı ve pusulaları, gittikçe daha uzun, daha yumuşak mektuplara dönüştü. Sonunda, pencereden şu mektubu attı delikanlıya:"Bugün elçisinin balosu var. Saat ikiye kadar orada kalacağız. İşte size benimle başbaşa kalmanız için fırsat. Kontes ayrılır ayrılmaz adamlarının her biri bir yere dağılır. Sofada sadece kapıcı kalır ama, o da genellikle odasına çekilir. Saat on bir buçukta gelin. Doğrudan doğruya basamakları tırmanın. Eğer dış sofada biriyle karşılaşacak olursanız, kontesin evde olup olmadığını sorun ona. Olmadığını söyleyeceklerdir. O zaman yapılacak bir şey yok. Geri dönmek zorunda kalacaksınız. Fakat büyük bir olasılıkla, kimse çıkmayacaktır karşınıza. Kızların hepsi bir odada toplanıp otururlar. Dış sofadan sola dönerek dosdoğru yürürseniz, kontesin yatak odasına gelirsiniz. Odadaki paravanın arkasında iki küçük kapı göreceksiniz. Sağdaki kapı, kontesin hiçbir zaman girmediği çalışma odasına açılır. Siz soldaki kapıdan geçerek bir koridora çıkacaksınız. Oradaki dar, kıvrımlı merdiven, sizi benim odama ulaştırır."Hermann belirli saatin gelmesini beklerken, bir kaplan gibi tir tir titriyordu. Saat akşamın onu olduğunda kontesin evinin önüne gelmişti bile. Berbat bir hava vardı. Rüzgâr uğulduyor, lapa lapa sulu bir kar yağıyordu. Fenerlerin donuk bir aydınlıkla parlattığı sokaklarda kimsecikler yoktu. Ara sıra, lagar beygirini sürerek, yolcu aranan, gecikmiş bir arabacının geçtiği oluyordu. Hermann'ın, sırtında sadece bir redingot vardı, fakat ne rüzgârı,ne de karı hissediyordu. Sonunda, kontesin kupa arabası getirildi. Hermann bir an için, samur bir kürke sarılı iki büklüm kocakarının, koluna giren uşaklar tarafından taşındığını; onun arkasından da; sırtına ince bir manto giymiş, saçları taze çiçeklerle süslenmiş olan besleme kızı gördü. Kapıları çarparak kapatılan araba, gevşek karın üzerinde ağır ağır yola koyuldu. Kapıcı evin kapısını örttü. Pencereler karardı. Hermann boşalan evin çevresinde dolaşmaya başladı. Fenere yaklaşarak gözlerini saatin yelkovanına dikip geri kalan dakikaların geçmesini bekledi. Hermann saat tam on bir buçukta evin kapısındaki basamakları tırmandı ve pırıl pırıl aydınlatılmış bir antreye girdi. Kapıcı yoktu. Merdivenleri koşarak çıktı ve dış sofaya açılan kapıyı açtığında, lambanın altında, eski moda, kirlenmiş koltuklara uzanmış uyuyan bir uşakla karşılaştı. Hermann hafif, güvenli adımlarla onun yanından geçti. Salon ve konuk odası karanlıktı. Sadece, dış sofadaki lambanın ışığında hafifçe aydınlanıyorlardı. Hermann yatak odasına girdi. Eski tasvirlerle dolu ikona mahfazasının önünde, altın bir kilise kandili ölgün ölgün yanmaktaydı. Kumaşlarının rengi atmış koltuklarla, yastıkları kuş tüyünden, yaldızlan dökülmüş divanlar, Çin işi duvar kâğıtlarıyla kaplı duvarların kıyısına içler acısı bir simetri anlayışı içinde dizilmişlerdi. Paris'te m-me Lebrun tarafından yapılmış iki portre asılıydı duvarlarda. Bunların birincisi, kırk yaşlarında, al yanaklı, tombul, parlak yeşil üniformalı ve göğsü nişanlı bir adamdı; ötekisiyse, kartal burunlu, şakaklarından arkaya doğru taranmış pudralı saçlarında bir gül bulunan genç bir dilberi canlandırıyordu. Odanın köşe bucağı, porselenden çobancıklar, ünlü Leroy tarafından yapılmış masa saatleri, kutucuklar, şerit metreler ve geçen yüzyılın sonunda Montgolfier balonu ve Mesmer manyetimasıyla birlikte icat olunmuş çeşitli kadın oyuncaklarıyla doluydu. Hermann paravanın arkasına geçti. Burada küçük, demir bir karyola ve sağdaki çalışma odasına, soldaki koridora açılan iki kapı vardı. Hermann soldaki kapıyı açtı ve zavallı beslemenin odasına çıkan, dar, kıvrımlı merdiveni gördü... Fakat geri dönerek karanlık çalışma odasına girdi.Zaman yavaş yavaş ilerliyordu. Her taraf sessizlik içindeydi. Konuk odasındaki saat on ikiyi vurdu. Bütün odalardaki saatler birbiri arkasına on ikiyi vurdular. Sonra yeniden her yer sessizliğe gömüldü. Hermann soğuk sobaya yaslanmış, öylece duruyordu. Sakindi. Tehlikeli fakat gerekli bir girişimde bulunmaya karar vermiş bir adam gibiydi, kalbi düzenle atıyordu. Saatler önce sabahın birini, sonra ikisini vurdular ve Hermann yaklaşan arabanın gürültüsünü işitti. Elinde olmaksızın heyecanlandı... Araba yaklaştı ve durdu. Hermann, arabanın basamakları açıldığında çıkan sesi duydu. Evden bir gürültü yükseldi. Koşuşmalar, bağrışmalar işitildi ve ev aydınlandı. Kontesin üç eski odalığı koşarak yatak odasına girdiler. Kontes de yarı canlı bir halde odaya girerek Volter tipi koltuğa çöktü. Gözünü bir deliğe uyduran Hermann, yanından Lizaveta İvanovna'nın geçtiğini gördü. Merdiven basamaklarında onun telaşlı ayak seslerini işitti. Yüreğinde vicdan azabına benzer bir duygu uyandıysa da, hemen söndü. Delikanlı yine kaskatı kesildi.Kontes aynanın önünde soyunmaya başladı. Güllerle süslü hotozunu çıkardılar. Firketeler yağmur gibi yağdı. Sırmalı, san giysisi şişmiş ayaklannın dibine düştü.Hermann kontesin tuvaletinin tüm iğrenç sırlanna tanık oldu. Yaşlı kadın sonunda bir gecelik gömleği ve bir gece hotozuyla kaldı. Yaşına başına çok daha uygun düşen bu giyim içinde, daha az korkunç, daha az biçimsiz görünüyordu.Bütün yaşlı insanlar gibi kontesin de uykusuzlukla başı dertteydi. Soyunduktan sonra pencere kıyısındaki Volter tipi koltuğa oturdu ve hizmetçileri gönderdi. Şamdanları götürdüler, oda yeniden tek bir kandilin aydınlığında kaldı. Kontes sapsan bir hayalet gibi, sarkık dudaklannı oynatarak ve sağa sola sallanarak öylece oturuyordu. Bulanık gözlerinde en ufak bir anlam kırıntısı okunmuyordu. İnsan ona bakınca, bu korkunç kocakarının kendi istemiyle değil de, gizli bir galvanik elektrik gücünün etkisiyle sallandığını düşünebilirdi.Bu ölü yüz, ansızın, anlatılmaz bir biçimde değişti. Dudaklannın kımıldaması durdu, gözleri canlandı. Yabancı bir erkek duruyordu kontesin karşısında. Adam hafif ve anlaşılır bir sesle:- Korkmayın, Tanrı aşkına korkmayın! dedi. Hiçbir kötü niyetim yok. Bir iyilikte bulunmanız için yalvarmaya geldim sadece. Yaşlı kadın susarak ona bakıyor, hiçbir şey işitmemiş gibi görünüyordu. Hermann onun sağır olabileceğini düşünerek bu kez kulağına eğilip aynı şeyleri tekrar etti. Kocakarı susmakta devam ediyordu. Hermann. - Kendinizden hiçbir şey yitirmeden, beni yaşamım boyunca mutlu kılabilirsiniz, diye sözlerini sürdürdü. Üst üste üç kartı tahmin edebileceğinizi biliyorum... Hermann durdu. Kontes kendisinden ne istendiğini anlamıştı galiba. Bir karşılık vermek için sözcük arıyor gibiydi. Sonunda:- Bir şakaydı bu! dedi. Yemin ederim ki bir şakaydı bu! Hermann sert bir tavırla:- Şakayla filan ilgisi yok bunun! diye karşı çıktı. Zararını çıkarmasına yardım ettiğiniz Çaplitski'yi anımsayın.Kontes gözle görülürcesine bozuldu.Yüz hatları, şiddetli bir iç sıkıntısı geçiriyormuşçasına karmakarışık oldu, Fakat yaşlı kadın az sonra yine eski duygusuzluğuna gömüldü. Hermann:- Bu üç güvenilir kartı söyler misiniz bana? diye sürdürdü sözlerini.- Kimin için saklıyorsunuz sırrınızı? Torunlarınız için mi? Onlar zaten zengin. Üstelik paranın değerini de bilmiyorlar. Sizin üç kartınız tutumsuz bir kimsenin ne işine yarar? Babasından kalan mirası korumasını bilmeyen insanı hiçbir şeytani güç yoksulluk içinde ölmekten kurtaramaz. Ben tutumsuz değilim. Paranın değerini bilirim. Kartlarınızı boşu boşuna kullanmış olmayacağım. Ne olur, söyleyin hadi!... Sustu ve heyecan içinde kontesin yanıtını bekledi. Kontes susuyordu. Hermann diz çöktü. 

- Eğer yüreğiniz bir zamanlar aşk duygusunu tattıysa, yeni doğmuş bir bebeğin ağlayışı sizi bir kerecik olsun gülümsettiyse, eğer göğsünüzde bir zamanlar insansal bir şeyler çarptıysa, bütün bunların adına; zevcelik, sevgililik, analık duyguları adına, yaşamda kutsal bildiğimiz ne varsa hepsinin adına yalvarırım, reddetmeyin beni! Açın sırrınızı! Gizlemekle ne geçecek elinize?.. Belki bu sır, korkunç bir günah, sonsuz bir lanet, şeytani bir antlaşma taşıyordur yedeğinde...Düşünün ki, yaşlısınız, uzun süre yaşayacak değilsiniz; ben sizin günahınızı kendi ruhuma üstlenmeye hazırım. Yeter ki sırrınızı açın bana. Düşünün ki, bir insanın mutluluğu sizin elinizde ve düşünün ki sadece ben değil, çocuklarım, torunlarım, torunlarımın torunları da sizi saygıyla anacak, bir azize gibi kutsayacaklar... Tek bir sözcük çıkmıyordu yaşlı kadının ağzından. Hermann kalktı. Dişlerini sıkarak:- İhtiyar cadaloz! dedi. Seni nasıl konuşturacağımı bilirim ben... Bu sözle birlikte cebinden bir tabanca çıkardı. Tabancayı görünce kontes ikinci bir şiddetli iç sarsıntısı daha geçirdi, atıştan sakınmak istercesine başını eğip kolunu siper etti... Sonra sırt üstü yuvarlandı., ve hareketsiz kaldı. Hermann yaşlı kadının elini tutarak: 

- Çocukluğu bırakın şimdi, dedi. Son olarak soruyorum: Bana bu üç kartı söyleyecek misiniz, söylemeyecek misiniz?Kontes karşılık vermedi. Hermann onun ölmüş olduğunu gördü. "7 Mai 18**Homme şans moeurs et şans religion!" (*) -Bir Mektuplaşmadan.- Lizaveta İvanovna sırtında henüz balo tuvaletiyle, derin düşünceler içinde odasında oturuyordu. Eve döner dönmez, gözlerinden uyku akarak hizmetine gelen odalık kızı kendi başına soyunacağını söyleyerek savmakta acele etmiş, yürek çarpıntıları içinde odasına çıkmıştı. Hermann'ı orada bulacağını umuyor, fakat istemiyordu bunu. Daha ilk bakışta, delikanlının gelmediğini anladı ve buluşmalarına engel olduğu için kadere teşekkür etti. Tuvaletini çıkarmadan oturarak bu kadar kısa bir zaman içinde kendisini böylesine uzaklara çeken olaylar dizisini anımsamaya çalıştı. Genç adamı pencereden ilk kez görüşünden bu yana üç hafta bile geçmemişti ama, çoktan mektuplaşmaya başlamıştı onunla; ve delikanlı bir gece buluşması elde etmeye kadar vardırabilmişti işi! Genç kız, sadece birkaç mektubundaki imzasından biliyordu onun adını. Ne konuşmuşlukları, ne sesini işitmişliği vardı... Ve bu akşama varıncaya kadar onun hakkında bir şey duymuş da değildi. Tuhaf şey! Aynı akşam baloda, her zamankinin aksine, kendisiyle değil de başkalarıyla kırıştıran genç Prenses Polina'ya karşı asık bir surat takınan Tomski, kayıtsızlık göstererek prensesten intikam almak için Lizaveta İvanovna'yı dansa kaldırmış, bitmek tükenmek bilmez bir dans olan mazurkaya başlamıştı onunla. Tomski dans boyunca, mühendis subaylara olan tutkunluğundan ötürü Lizaveta İvanovna'ya takılmış, onun tahmin edebileceğinden çok daha fazla şey bildiğini söyleyip durmuştu. Şakalardan bazıları öylesine isabetliydi ki, Liza, sırrının Tomski tarafından bilinip bilinmediği konusunda birkaç kere kuşkuya düşmüş ve gülerek:- Kimden öğrendiniz bütün bunları? diye sormuştu. Tomski:- Yabancı olmadığınız o bayın ahbabından; diye karşılık vermişti. Çok ilginç bir adamdan!- Kimmiş bu ilginç adam?- Adı Hermann'dır.Lizaveta İvanovna hiçbir şey söylememiş, fakat eli ayağı buz kesmişti...Tomski:- Gerçekten de romanlara yaraşır bir adamdır bu Hermann, diye sözlerini sürdürmüştü. Bir Napoleon profili, fakat bir Mephistopheles ruhu vardır onda. Eğer vicdanında en az üç cinayet yatmıyorsa, şaşarım doğrusu. Fakat, nasıl da sarardınız!...- Başım ağrıyor da... Hermann.. şey., işte, her kimse., o adam ne söyledi size?..- Hermann size yabancı olmayan ahbabının tutumundan hiç de hoşnut değil... Onun yerinde olsaymış, çok daha başka türlü davranırmış. Hatta bana öyle geliyor ki bu Hermann'ın sizde gözü var. Ahbabının sevda ah'larını hiç de kayıtsız dinlemiyor en azından!...- Peki, beni nerede görmüş ki?- Kilisede, belki de bir gezintide görmüştür!.. Kim bilir? Belki de siz uykudayken gelip odanızda görmüştür sizi; ondan her şey umulur... Bu sırada oubli ou regret (*) sorusuyla yanlarına üç bayan gelmiş, Lizaveta İvanovna'yı ıstırap verici ölçüde meraklandırmaya başlayan konuşma yanda kalmıştı.Fakat Tomski'nin seçtiği bayan, Prenses'ten başkası olmadı. Prenses, salonda fazladan bir tur atarak, bir kere de sandalyesinin önünde fazladan dönüş yaparak Tomski'yle anlaşmanın yolunu bulmuştu. Yerine dönen Tomski'nin aklına ne Hermann, ne de Lizaveta İvanovna geldi artık. Yanda kalan konuşmalarına yeniden başlamak arzusuyla genç kızın içi içine sığmıyordu ama; mazurka sona erdi, yaşlı kontes de az sonra eve dönmek üzere kalktı. Tomski'nin sözleri mazurka gevezeliğinden başka bir şey değildi ama, hayalci genç kızı allak bullak etmişti bunlar. Tomski'nin çiziştirdiği portreyle genç kızın hayalinde canlandırdığı portre benzeşiyor ve en yeni romanların yardımıyla artık hiçbir olağanüstülüğü kalmayan bu yüz, onun hayal gücünü hem ürkütüyor, hem büyülüyordu. Genç kız, çıplak kollarını haç biçiminde kavuşturmuş, henüz çiçeklerle süslü başını açık göğsüne eğmiş, öylece oturuyordu... Ansızın kapı açıldı ve Hermann içeri girdi. Liza titredi, ürkek bir fısıltıyla:- Neredeydiniz siz? diye sordu. Hermann:- Yaşlı kontesin yatak odasındaydım, diye yanıtladı onu. Şimdi onun yanından geliyorum. Kontes öldü.- Aman Allahım!... Neler söylüyorsunuz?.. Hermann:- Hem de benim yüzümden öldü galiba, diye sözlerini sürdürdü.Lizaveta İvanovna göz ucuyla delikanlıya baktı ve kulaklarında Tomski'nin sözleri çınladı: Bu adamın ruhunda en az üç cinayet yatmıyorsa, şaşarım doğrusu! Hermann pencere kıyısına, genç kızın yanına oturarak her şeyi olduğu gibi anlattı. Lizaveta İvanovna dehşet içinde dinliyordu onu. Bütün o tutkulu mektupların, o ateşli isteklerin, o küstahça ve inatçı kollamanın, bütün bunların nedeni aşk filan değildi demek! Demek tek düşündüğü şey paraydı bu adamın! Onun arzularının ve mutluluğunun Liza'yla bir ilgisi yoktu! Zavallı besleme, bir haydutun, onun yaşlı velinimetini öldüren bir katilin gözü bağlı bir yardakçısından başka bir şey değildi demek!... Gecikmiş ve yürek paralayıcı bir pişmanlık duygusu içinde hüngür hüngür ağlamaya başladı. Hermann bir şey söylemeden Liza'ya bakıyordu. O da ıstırap içindeydi. Fakat Hermann'ın katı yüreğine dokunan şey ne zavallı genç kızın gözyaşları, ne de acı çekerkenki o şaşılacak tatlılığıydı. Ölmüş kocakarıyı düşündükçe de vicdan azabı duymuyordu. Fenasına giden tek bir şey vardı: Ona zenginlik getirecek olan sırrın bir daha ele geçmezcesine yitip gidişi. 

Lizaveta İvanovna en sonunda:- Siz bir canavarsınız! dedi. 

Hermann:- Onun ölmesini istemiyordum, diye karşılık verdi. Tabancam dolu değildi. Sustular. Sabah oluyordu. Lizaveta İvanovna eriyip tükenmekte olan mumu söndürünce, odası solgun bir ışıkla aydınlandı. Genç kız, ağlamaktan kızarmış gözlerini kuruladı ve Hermann'a baktı. Delikanlı kollarını kavuşturmuş, yüzünden düşen bin parça, pencere kıyısında oturmaktaydı. Şaşılacak kadar Napoleon'un portresini andırıyordu bu görünüşü. Bu benzerlik Lizaveta İvanovna'yı bile şaşırttı. Genç kız en sonunda:

- Evden nasıl çıkacaksınız? diye sordu. Sizi gizli bir merdivenden göndermeyi düşünüyordum. Fakat bunun için yatak odasının yanından geçmek gerekiyor, ben korkarım.- Gizli merdiveni nasıl bulacağımı anlatın, ben kendim giderim. Lizaveta İvanovna kalktı, komodinden bir anahtar çıkararak Hermann'a verdi ve merdiveni bulması için gerekli bilgileri ayrıntılı olarak anlattı. Hermann onun soğuk, uysal elini sıktı, eğik başına bir öpücük kondurdu ve çıktı. Kıvrımlı merdivenden inerek yeniden kontesin yatak odasına girdi. Ölmüş kocakarı taş kesilmişcesine oturuyor, yüzünde derin bir dinginlik okunuyordu. Hermann onun karşısında durdu, korkunç gerçeğe iyice inanmak istercesine uzun süre kontese baktı. Sonunda, çalışma odasına girdi, duvar kâğıtlarının arkasından kapıyı el yardımıyla buldu ve garip duyguların etkisi altında heyecanlanarak karanlık merdivenden inmeye başladı. Belki de -diye düşünüyordu- bundan altmış beş yıl önce, yine bu saatte, yine bu merdivenden, kaftanı nakışlı saçları â l'oiseau royal (*) taranmış, -şimdi mezarında çoktan çürümüş olan-mutlu bir delikanlı üç köşeli şapkasını yüreğine bastırarak yine bu yatak odasına süzülmüştür... Onun yaşlanmış sevgilisinin yüreği de bugün çarpmaz olmuştu işte...Hermann merdivenin dibinde bir kapı gördü. Bu kapıyı da aynı anahtarla açınca, onu sokağa çıkaran bir aralıkta buldu kendini. "Bu gece merhum Barones von W göründü bana. Beyazlar içindeydi ve 'Merhaba, bay danışman!'dedi. Swedenborg" (*) Hermann o uğursuz geceden üç gün sonra, sabah saat dokuzda, kontesin ölüsüne yasin okunacak olan Manastıra gitti. Pişmanlık duymuyordu ama, ona "Kocakarının katili sensin!" diye seslenip durmakta olan vicdanının sesini büsbütün susturmak da elinde değildi. Dindar bir adam olmamakla birlikte, bir yığın kör inanca sahipti. Ölü kontesin ona bir kötülük yapabileceğine inanıyordu. Bu bakımdan, kendisini bağışlatmak için cenaze törenine katılmaya karar verdi.Kilise doluydu. Hermann kalabalık insan yığını arasından kendisine güçlükle yol açabildi. Tabut, sırma işlemeli kadifeden bir kumaşla kaplı, gösterişli bir katafalkın üzerinde duruyordu. Merhume, kollarını göğsünde kavuşturmuş, başında dantelalı bir hotoz ve sırtında beyaz, atlas bir giysiyle yatmaktaydı. Ev halkı kuşatmıştı çevresini. Omuzları şeritli siyah kaftanları ve ellerinde mumlarla uşaklar, derin bir matem içinde akrabaları; çocukları, torunlar ve çocukların torunları. Kimse ağlamıyordu. Gözyaşı dökmek une affectation (*) olurdu çünkü. Kontes o kadar yaşlıydı ki, ölümü kimseyi üzmezdi. Zaten akrabaları çoktandır ölü sayıyorlardı onu. Genç bir papaz, cenaze töreni söylevini iradetti. Uzun yıllar boyunca sessiz ve duygulandıncı bir biçimde Hıristiyanca bir ölüme hazırlanan bu dindar kadının semaya gürültüsüz patırtısız urucunu yalın ve dokunaklı sözcüklerle belirten vaiz; "O kutsal düşüncelere dalmış olarak karanlıklar içindeki güveyiyi beklerken, ölüm meleği gelip onu aldı." dedi. (**) Sıra o hazin göreve gelmişti.Ölüyle önce akrabaları vedalaştılar. Sonra, yıllardır onların ölümlü eğlentilerine katılmış olan kişinin önünde eğilmeye gelmiş bir sürü konuk harekete geçti. Sonra da sıra hizmetkarlara geldi. Katafalka en son yaklaşan kişi, merhumenin yaşıtı, yaşlı kahya kadın oldu. Koluna giren iki odalık kızın yardımıyla yürüyordu. Toprağa kadar eğilecek gücü yoktu. Fakat hanımının soğuk elini öperek birkaç damla gözyaşı akıtan tek kişi o oldu. Onun arkasından da Hermann tabuta yaklaşmaya kararverebildi. Toprağa eğildi ve çam dallarıyla kaplı soğuk döşemede bir süre öylece kaldı. Sonra merhumeninki kadar solgun bir yüzle kalkarak katafalkın basamaklarına yaklaştı ve başını eğdi... O anda ölü tek gözünü kırparak alaylı alaylı bakıyormuş gibi geldi ona. Hermann telaşla dönmeye çabaladı, ayağı sürçtü ve sırt üstü yere yuvarlandı. Gelip kaldırdılar. Aynı anda bayılan Lizaveta İvanovna'yı da kilise sahanlığına taşıdılar. Bu olay, kederli törenin görkemliliğini birkaç dakika için bozdu. Ziyaretçiler arasında boğuk bir mırıltı yükseldi. Merhumenin yakın akrabalarından zayıf bir mabeyinci, yanında duran bir İngiliz'in kulağına eğilerek, genç subayın kontesin gayrimeşru oğlu olduğunu fısıldadı. İngiliz de soğuk bir "Ya!" ile karşılık verdi buna.Hermann bütün gün kendini toparlayamadı. Yemeğini tenha bir meyhanede yiyerek, hiç adeti olmadığı halde, içindeki çarpıntıyı bastırabilmek için epeyce içki içti. Fakat şarap büsbütün karıştırdı aklını. Eve dönerek giysilerini bile çıkarmadan kendini yatağa attı ve derin bir uykuya daldı. Uyandığında geceydi. Odası ay ışığıyla aydınlanıyordu. Saate baktı: Üçe çeyrek vardı. Uykusu kaçmıştı. Karyolanın üzerine oturarak yaşlı kontesin cenaze törenini düşünmeye başladı. O sırada birisi sokaktan pencereye, Hermann'a baktı ve hemen kayboldu. Hermann'ın dikkatini bile çekmedi bu. Bir dakika sonra ön odanın kapısının açıldığını işitti. Hermann, her zamanki gibi kafayı tütsülemiş olan emirerinin gece gezintisinden döndüğünü düşündü. Fakat, yabancı bir ayak sesiydi bu. Birisi terliklerini sürüyerek geliyordu. Kapı açıldı, beyaz giysili bir kadın girdi içeri. Hermann yaşlı sütninesinin geldiğini sanarak onun bu saatte gelmesine şaşıp kaldı. Fakat beyazlı kadın kayarak ansızın Hermann'ın karşısında belirdi ve Hermann kontesi tanıdı: Kontes sert bir sesle:- Kendi istemine aykırı olarak geldim buraya, dedi. Dileğini yerine getirmem emredildi. Arka arkaya kazanacak olan üç kart; üçlü, yedili ve bey'dir. Fakat bir günde sadece tek bir kart sürecek, ondan sonra da ömrünün sonuna kadar kumar oynamayacaksın. Beslemem Lizaveta İvanovna'yla evlenmen şartıyla da ölümümü sana bağışlıyorum... Bu sözleri söyleyip sessizce döndü, kapıya vardı, terliklerini sürüyerek gözden yitip gitti. Hermann sofa kapısını çarparak kapanmasından çıkan sesi işitti ve birinin sokaktan, yeniden kendisine, pencereye baktığını gördü. Hermann uzun süre aklını başına toplayamadı. Sonra öteki odaya geçti. Emireri yere uzanmış uyuyordu. Hermann güçlükle uyandırabildi onu. Emireri her zamanki gibi sarhoştu, doğru dürüst bir şey öğrenme olanağı yoktu ondan. Sofa kapısı sürmeliydi. Hermann odasına döndü ve gördüğü düşü bir yere yazdı.- Bekleyin!- Bana bekleyin demeye nasıl cüret edersiniz?- Efendimiz, ben lütfen bekleyin dedim! (*) Fiziksel dünyada iki eşyanın aynı anda aynı yeri kaplayamaması gibi, insan aklında iki saplantı yanyana yaşayamaz. Üçlü, yedili ve bey düşüncesi Hermann'ın muhayyilesinde ölü kocakarının hayalini az sonra bastırdı. Üçlü, yedili, bey! Bunlar delikanlının aklından çıkmıyor, dilinden düşmüyordu. Genç bir kız gördü mü: "Ne güzel endamı var!" diyordu, "Gerçek bir kupa üçlüsü." Kendisine "Saat kaç?" diye sorulduğunda, "Yediliye beş var!" diye karşılık veriyordu. Her göbekli adam ona bey'i anımsatıyordu. Üçlü ve bey, kılıktan kılığa girerek Hermann'ı uykusunda da izliyorlardı. Üçlü, karşısında görkemli bir çiçek gibi açıyor; yedili, gotik avlu kapılan; bey, muazzam bir örümcek kılığına giriyordu. Sonunda bütün düşünceleri tek bir noktada toplandı. Kendisine çok pahalıya oturan bu sırdan yararlanmak. İstifa ederek seyahate çıkmayı düşünmeye başladı. Paris'in açık kumarhanelerinde, büyülenmiş kader tanrıçasından bir hazine koparmak istiyordu. Fakat olaylar onu sıkıntıya girmekten kurtardı.Zengin kumarcılar Moskova'da ünlü Çekalinski'nin başkanlığında bir dernek kurmuşlardı. Ömrünü kumar masalarında geçirmiş olan Çekalinski, kazandığında bono kabul ederek, yitirdikleriniyse peşin parayla ödeyerek bir zamanlar milyonlarca ruble kâr etmişti. Yıllar boyunca edindiği deneyim ona arkadaşlarının güvenini sağlamış; kapısının herkese açık olup becerikli aşçısı, sevimliliği ve güler yüzlülüğü sayesinde de halkın saygısını kazanmıştı.Çekalinski, Petersburg'a geldi. Kumar uğruna baloları unutan, firavun oyununun heyecanını çapkınlığın zevkine yeğleyen gençler akın akın ona koştular. Hermann'ı Çekalinski'ye Narumov götürdü. Terbiyeli garsonlarla dolu odalardan geçtiler. Birkaç general ve gizli danışman vist oynuyorlardı. Kumaş kaplı divanlara yan gelip oturmuş olan gençler yiyip içiyor, pipolarını tüttürüyorlardı. Ev sahibi konuk salonunda, çevresine yirmi kadar oyuncunun kümelendiği uzun bir masanın arkasına oturmuş banko tutuyordu. Son derece saygı değer görünüşlü, altmış yaşlarında bir adamdı bu. Başı gümüş aklığında saçlarla kaplıydı. Dolgun ve canlı yüzünden iyi yüreklilik okunuyordu. Devamlı bir gülümsemenin canlandırdığı gözleri pırıl pırıldı. Narumov ona Hermann'ı takdim etti. Çekalinski delikanlının elini dostça sıkarak kendi evindeymişçesine davranmasını rica etti ve yine kartları dağıtmaya koyuldu.Parti uzun sürdü. Otuzdan fazla kart vardı masada. Çekalinski her oyundan sonra oynucuların ellerini düzenlemelerine zaman bırakmak için bir süre duruyor, zararları not ediyor, oyuncuların isteklerini soruyor, nazik bir tavırla da bir kartın dalgın bir el tarafından kıvrılan ucunu düzeltiyordu. Nihayet parti sona erdi. Çekalinski kartları karıştırdı ve ikinci partiye hazırlandı. Hermann tam o sırada oynamakta olan şişman bir bayın arkasından elini uzatarak:- İzninizle bir kâğıt da ben çekeyim, dedi. Çekalinski gülümsedi ve emre amade olduğunu belirten bir tavırla, sessizce başını eğdi. Narumov uzun süren orucuna son verişinden ötürü Hermann'ı gülerek kutlayıp ona iyi bir başlangıç diledi. Hermann koyduğu paranın miktarını tebeşirle kartının üzerine yazarak:

-Tamam! dedi.Kasa sahibi gözlerini kırpıştırarak:- Ne kadar efendimiz? diye sordu. Özür dilerim efendimiz, iyice seçemiyorum da. Hermann:- Kırk yedi bin ruble! diye karşılık verdi.Bu sözler üzerine bütün başlar bir anda çevrildi, bütün bakışlar Hermann'ın üzerinde toplandı. Narumov, "Çıldırdı seninki!" diye düşündü. Çekalinski yüzünden hiç eksik olmayan gülümsemesiyle:- Özür dilerim, fakat biraz hızlı gittiniz, dedi. Kimse bir keresinde iki yüz yetmiş beş rubleyi aşmadı daha.Hermann:- Ne yapalım yani? diye karşı çıktı. Kartımı görüyor musunuz, görmüyor musunuz, onu söyleyin siz!Çekalinski aynı uysal kabullenmiş tavrıyla başını eğdi:- Size yalnız şunu bildirmek isterim ki, arkadaşlarımın güvenine layık bir kimse olarak sadece peşin parayla oynayabilirim. Sözünüz benim yönümden şüphesiz ki senet değerindedir, fakat oyunun ve hesapların düzeni bakımından parayı kartınızın üzerine koymanızı rica edeceğim. Hermann cebinden bir çek çıkararak Çekalinski'ye verdi. Çekalinski kaçamak bir göz attıktan sonra çeki Hermann'ın kartının üzerine koydu. Kartları açtı. Sağa dokuzlu, sola üçlü düştü. Hermann kartını göstererek:- Benimki kazandı! dedi.Oyuncular arasında bir mırıltı yükseldi. Çekalinski somurttu, fakat az sonra yeniden gülümser tavrını takındı. Hermann'a:- Paranızı hemen emreder misiniz? diye sordu.- Lütfedersiniz.Çekalinski cebinden birkaç banknot çıkararak hemen hesabını temizledi. Hermann paralarını alıp masadan ayrıldı. Narumov aklını başına toplayamıyordu. Hermann bir bardak limonata içti ve evine gitti.Ertesi gün akşam üstü yeniden Çekalinski'nin solundaydı. Ev sahibi kart dağıtıyordu.Hermann masaya yaklaştı. Oyuncular hemen yer açtılar. Çekalinski onu sevimli bir tavırla selamladı. Hermann yeni partinin başlamasını bekledi, kartını çekti ve üzerine kendi kırk yedi bin rublesiyle birlikte dünkü kazancını da koydu. Çekalinski kartları açtı, sağa vale, sola yedili düştü. Hermann yedilisini açtı. Herkesin ağzımda bir "Ah!" sesi yükseldi.Çekalinski açıkça bozuldu. Doksan dört bin rubleyi sayıp Hermann'a uzattı. Hermann paralan soğukkanlılıkla aldı ve hemen çıkıp gitti. Ertesi akşam yine masanın başına geldi. Herkes onu bekliyordu. Generaller ve gizli danışmanlar bu olağanüstü oyunu görmek için kendi vistlerini bırakmışlardı. Genç subaylar divanlardan sıçrayıp indiler. Garsonların hepsi konuk salonuna dolmuştu. Herkes Hermann'ın çevresini kuşattı. Öteki oyuncular kendi kartlarını sürmeyip sabırsızlık içinde oyunun nasıl sonuçlanacağını merakla beklemeye koyuldular. Hermann solgun, fakat hâlâ gülümsemekte olan Çekalinski'ye karşı tek başına oynamaya hazırlanarak masanın başında duruyordu. Her biri birer deste kart açtı. Çekalinski kartları karıştırdı. Hermann kartını çekti ve üstü banknotlarla dolu olarak sürdü. Bir düelloya benziyordu bu. Her tarafı derin bir sessizlik kapladı. Çekalinski elleri titreyerek kartları açtı. Sağa kız, sola bey düştü. Hermann:- Bey kazandı! diyerek kartını açtı. Çekalinski nazik bir tavırla:- Kızınız kaybetti, dedi.Hermann titredi. Önünde bey yerine bir maça kızı duruyordu gerçekten de. Gözlerine inanamıyor, nasıl olup da yanıldığına akıl erdiremiyordu.O anda maça kızı göz kırpıp gülümsüyormuş gibi geldi ona. Korkunç bir benzerlik karşısında sarsıldı ve dehşet içinde:- Kocakarı! diye haykırdı.Çekalinski yitirilmiş banknotları önüne çekti. Hermann kıpırdamadan öylece duruyordu. Neden sonra masadan ayrıldığında, oyuncular:Yaman oynadı! diye yüksek sesle düşüncelerini belirttiler. Çekalinski yeniden kartları karıştırdı. Oyun eski düzenini aldı.

SONUÇ 

Hermann aklını oynattı. Obuhov Hastanesi'nin 17 numaralı koğuşunda yatıyor ve hiçbir soruya karşılık vermeyip olağanüstü bir çabuklukla "Üçlü, yedili, bey! Üçlü, yedili, kız!" diyerek oynayıp duruyor. Lizaveta İvanovna çok sevimli bir delikanlıyla evlendi. Bir yerde memur olan bu gencin iyi bir geliri var. Kendisi yaşlı kontesin eski kahyasının oğludur. Lizaveta İvanovna yoksul bir akraba kızını yanına almış büyütüyor.Tomski süvari yüzbaşısı oldu, Prenses Polina ile evleniyor.

Küçüklerin de hakları büyük

İnsan hakları ile çocuk hakları birbirinden farklı değil. Bugünün çocuğu, yarının yetişkini. Hak kavramı gelişen çocuk, yarının demokratik ilişkiler geliştirebilen yetişkini olacak. Dolayısıyla insan haklarından önce çocuk haklarını ele alırsak insan hakları problemini tartışmayız.Türkiye’de çocuk haklarını korumaya yönelik çalışmalar 19. yüzyılda başlar. Mithat Paşa, Tuna eyaleti valisiyken çocuk ıslahhanelerine ait bir tüzük düzenler. Bu tüzük 1868’de Dahiliye Nezareti’nce (İçişleri Bakanlığı) bütün valiliklere gönderilir. 1890 yılında Sadrazam Halil Rıfat Paşa, dilenen çocukları ve düşkünleri kurtarmak için Darülaceze (düşkünler evi) kurulmasını önerir, 2. Abdülhamit’in emriyle bu fikir hayata geçirilir, dilenen çocuklara yardım eli uzatılır. Aynı yıllarda ‘Dilenciliğin Mealine Dair Tüzük’ çıkarılır.Cumhuriyet döneminde ise Medeni Yasa ile çocuk haklarının yasal bir zemine kavuşması sağlanırken, bu durumu genişletmek amacıyla tamamlayıcı nitelikte bazı düzenlemeler yapılır. 1949’da ‘Korunmaya Muhtaç Çocuklar Hakkında Kanun’ çıkarılır. 1982’de ‘Çocuk Mahkemelerinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’, 1983’te ‘Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanunu’ yürürlüğe girer. Asıl gelişme Türkiye’nin 1990 yılında Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin imzalanmasıyla yaşanır, bu sözleşme 1995’te yürürlüğe girer. Türkiye’nin sözleşmeyi onaylamasının üzerinden tam 20 yıl geçti. Peki, bunca yılın ardından Türkiye çocuk hakları konusunda nerede? Şüphesiz çocuklarımız birtakım sorunlarla karşı karşıya: Çocuk gelinler, çocuk işçiler, istismar, şiddet… TÜİK verileri de bu konuda iç karartıyor. Verilere göre Türkiye’de bir milyon çocuk işçi var. Yüzde 45’i tarım, yüzde 24’ü sanayi, yüzde 31’i de hizmet sektöründe çalışıyor. Çalışan çocukların yüzde 49,8’i aynı zamanda okula devam ederken, yüzde 50,2’si okula gitmiyor. Çalışırken hayatını kaybeden çocuk işçiler de hadisenin bir başka boyutu. Çalıştığı otelde bacadan sızan karbonmonoksit gazıyla zehirlenip ölen 16 yaşındaki Muhammet İsa Soysal… Ekmek parası için kâğıt toplarken bir kamyonetin altında kalarak can veren 6 yaşındaki Yücel Arı… Adana’da pres makinesine sıkışıp ölen 13 yaşındaki Ahmet Yıldız… Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, 2003-2013 yılları arasında 227 çocuk işçinin hayatını kaybettiğini, aynı dönemde 149 çocuk işçisinin iş kazası sonucu sürekli iş göremez hale geldiğini bildirmiş, 2014 yılının ilk 10 ayında da 46 çocuk işçi ölmüş.Çocuk gelin sorunu da kanayan bir diğer yara. Her yıl 40 bin kız çocuğu gelin oluyor. Gerçi Aile Hukuku Derneği Başkanı Prof. Dr. Bahadır Erdem, çocuk gelin kavramını yanlış buluyor. Ona göre gelin özendirici bir kavram ve güzel çağrışımları var. Ancak bu çocuklarımız gelin edilmiyor. 14-15 yaşındaki çocuk 30 yaşındaki biriyle evlendiriliyorsa biz buna ‘cinsel istismar’ diyoruz ve yasalar bu istismarın önüne geçecek yeterlilikte değil.Çocuk ve Haklarını Koruma Platformu kurucularından Yasemin Öney Cankurtaran’ın ifadesiyle, Türkiye’de çocuk gelinler sesini çıkaramıyor. Niğde’de 13 yaşında bir kız kendini öldürdü. Norveç’te ise 13 yaşında bir kız çocuğu kendi bloguna ‘Beni evlendirmek istiyorlar. Kurtarın beni’ yazdı ve Norveç ayağa kalktı. Bizim de devlet, sivil toplum kuruluşları, toplum ve vatandaş olarak çocuk haklarına sahip çıkmamız gerekiyor.‘Bu sözleşme devletleri bağlar mı?’ diye sorarsanız cevap verelim: Evet. 54 maddeyi imzalamış bulunan devletler, çocukları ayrımcılıktan, sömürüden, istismardan ve şiddetten korumakla kendilerini yükümlü kılıyor. Çocuklara ilişkin alınacak tüm önlemlerde çocukların söz söyleme hakkı ve onlara kulak verilmesi gerektiğinin de altı çiziliyor. Çocuk Hakları Zirvesi Kalkınma Derneği Başkanı Ebrize Çeltikçi, Türkiye’nin sözleşmeyi ilk imzalayan ülkeler arasında olduğunu hatırlatıyor ve “Dikkat ederseniz Türkiye birçok sözleşmeyi kabul eder ama teoridekini pratiğe dökemez. Amerika bu sözleşmeyi hâlâ onaylamış değil. Neden? Çünkü bilinçli bir anlayışa ve kurumsallaşmaya ihtiyaç var. Şartları oluşturmadan yürürlüğe girmesini istemezler. Biz ise kabul ediyoruz ama gereklerini yerine getirmiyoruz. Çocuk hakları konusunda mehteran gibi iki adım ileri gidiyorsak bir adım geri geliyoruz.” diyor. Çeltikçi’ye göre, devletler çeşitli taahhütleri yerine getirmek için karar alıyor, meclis onaylıyor, yürürlüğe giriyor ama icracı hükümetler birdenbire ve çocuklara danışmadan karar alıyor. Halbuki artık çocuklar konuşmalı, onların da fikri alınmalı. Örneğin Ukrayna’daki öğrenciler Milli Eğitim Bakanlığı’na çok rahat ulaşıyor, müfredata konulan seçmeli dersi istemiyorsa, ‘bu ders işimize yaramıyor’ deyip başka ders koydurabiliyor ve bu değişim anında sağlanıyor. Bizde ise, ‘Çocuğun hakkı mı olur? Hak tanırsak tepemize mi çıkar?’ anlayışı hâkim. Bu konuda bütünlük yok. Fakat çocuk haklarının bilincinde olursak ve bu sözleşme uygulanabilirse Türkiye, geleceğe dönük en büyük gücünü kazanmış olur. Kaldı ki insan haklarıyla çocuk hakları birbirinden farklı değil. Bugünün çocuğu yarının yetişkini. Hak kavramı gelişen çocuk, yarının demokratik ilişkiler geliştirebilen yetişkini olacak. Dolayısıyla insan haklarından önce çocuk haklarını ele alırsak insan haklarını problemini tartışmayız. Kadınların sorunlarını çözmek istiyorsak kız çocuğunun haklarından başlamalıyız mesela.“Çocuklar kendilerine ilgilendiren her türlü politikaya katılım hakkına sahip” diyen Çeltikçi, 81 il Okul Meclisi Başkanlarından oluşan Akil Çocuk Grubu’na TBMM’de Grup Odası tahsis edilmesini öneriyor. Zira çocuklar hayatlarına ve geleceklerine ilişkin karar oluşturmada ve politika belirlemede aktif rol alabilir. Çocuk Hakları Sözleşmesi de buna izin veriyor.DEMOKRATİK ÜLKE OLMANIN YOLU ÇOCUK HAKLARINDAN GEÇİYORÇocuk ve Haklarını Koruma Platformu Başkanı avukat Figen Özbek de “Sözleşmeyi imzalarsınız ama uygulamadığınızda ne faydası var?” diye soruyor. Bir sivil toplum kuruluşu olarak sözleşmenin uygulanabilir olması için çaba sarf edeceklerini kaydeden Özbek, toplumda çocuk hakları konusunda bir bilinç olmadığını ifade ediyor. Bu durumu ülkenin ekonomi ve eğitim düzeyiyle ilişkilendiren Özbek, Türkiye’nin tam olarak demokratikleşmesi için bir sürece ihtiyacı olduğunu düşünüyor. “Çocuklarımız haklarını bilirse demokratik bir ülkede yaşama umudumuz olur.” diyor.İstanbul Barosu Çocuk Hakları Merkezi Üyesi Seda Akço da Türkiye’de 23 milyon çocuk bulunduğunu ve 6 milyon çocuğun yoksulluk tehdidi altında olduğunu vurguluyor. Akço’nun ifadesiyle yoksulluk; yetersiz beslenme, öğrenme güçlüğü, eğitim hakkını kaybetme gibi sorunları da beraberinde getiriyor. Dolayısıyla çocuk hakları alanında çalışanların birinci önceliği, yoksulluğu önlemeye dair politikalar geliştirmek. Bunun yanı sıra sözleşme hükümlerini iç hukuk haline getirmek. Akço, sadece çocuktan sorumlu bakanlık kurulmasını öneriyor.Çocuk hakları uzmanı Nigel Cantwell, Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin potansiyel etkileme gücünün çok yüksek olduğunu anlatıyor ve bir benzetmede bulunuyor: Bir çekiç tek başına çivi çakamaz. Çekici eline alacak ve çiviyi çakacaksın. Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni de böyle algılamak gerekir. Onu alıp kullanacaksın.Çocukların haklarıÇocuk haklarına dair sözleşme, on sekiz yaşın altındakileri çocuk olarak tanımlayarak başlar. Sözleşmede ele alınan başlıca konular şunlar:Ana–babanın rolü ve sorumluluğu, bunun ihmal edildiği durumlarda ise devletin rolü ve sorumluluğuBir isme ve vatandaşlığa sahip olma ve bunu koruma hakkı.Yaşama ve gelişme hakkı.Sağlık hizmetlerine erişim hakkı.Eğitime erişim hakkı.İnsana yakışır bir yaşam standardına erişim hakkı.Eğlence, dinlenme ve kültürel etkinlikler için zamana sahip olma hakkı.İstismar ve ihmalden korunma hakkı.Uyuşturucu bağımlılığından korunma hakkı.Ekonomik sömürüden korunma hakkı.İfade özgürlüğü hakkı.Düşünce özgürlüğü hakkı.Dernek kurma özgürlükleri hakkı.Çocukların kendileriyle ilgili konularda görüşlerini dile getirme hakkı.Özel gereksinimleri olan çocukların hakları.Özürlü çocukların hakları.