28 Temmuz 2014 Pazartesi

Bu acıları ne ara unuttuk?

Soma’da 301 insanın ölümüne sebep olan ihmaller nasıl göz ardı edilip unutuldu? Musul’da IŞİD’in rehin aldığı 50’ye yakın vatandaştan günlerdir haber yok. Kim hesabını soruyor? Vatandaş, yolsuzluk ve rüşvet iddialarının üzerine neden gitmiyor? Ve daha nice toplumsal olay karşısında, toplum neden tepkisiz kalmayı tercih ediyor?“Dünyanın çok acı çektiğini görüyorum. Ama bunun nedeni, kötü insanların uyguladığı şiddet değil, iyi insanların suskunluğu.” diyor Napolyon Bonapart. Belki de tam olarak bugünler için söylenmiş bir söz. Bugünün insanı ucu kendisine dokunan dokunmayan birçok olay karşısında mücadele etmek yerine sessiz ve hareketsiz kalmayı tercih ediyor. Oysa bir toplumun devamlılığını sağlayan en önemli etmenlerden biri de yanlış olana ortak tepki gösterme ve sorunlar karşısında ortak akıl oluşturmak. Bugün için duyarsızlığı bir yaşam felsefesi haline getiren esas unsur benliklerin merkez olduğu insan hayatları ve toplumlar olsa gerek. Dillere pelesenk olan ve yadigar kalan ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın, Azıcık aşım kaygısız başım’ gibi atasözlerinden tutun da, ‘neme lazım’ ve ‘banane’ciliğe kadar varan, toplumsal bakışı gösteren bir yığın söz ve söz öbeği bu şekilde tevil edilebilir. Bugün Türkiye’de yaşanan birkaç toplumsal olaya bakınca, toplumda kayıtsızlık, duyarsızlık ve hissizlik halinin hâkim olduğunu görmek mümkün. Mesela IŞİD’in Musul Konsolosluğu’nu basıp, 49 konsolosluk çalışanını ve ailesini rehin almasının üzerinden 47 gün geçti. Maalesef bu olaya ortak tepki şimdiye kadar duyulmadı. Soma’da 301 madencinin ölümünün üzerinin kapatılmasına neden engel olunmadı? 4 bakan ve oğlunun karıştığı yolsuzluk ve rüşvet iddiaları toplumun vicdanını hiç mi rahatsız etmedi? Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ama asıl cevabı merak edilen, insanların neden ve nasıl duyarsız, hissiz ve kayıtsız hale geldiği. Böylesi bir toplumda tepkisizlik halinin ülkeyi sosyo-psikolojik olarak nasıl etkileyeceği. Soruların cevabı için sözü konunun uzmanlarına bırakmakta fayda var. Sosyolog Nil Mutluer, bu duyarsızlık halini, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana olan zihniyetin devamı olarak görüyor. Ona göre bu kayıtsızlık hali, Neoliberalizm ve yeni muhafazakârlıkla örtüşen bir durum. “Bugün Kemalizm’i eleştirip, bir eşik atladığımızı düşünüyor olsak da, yeni örülen iktidar ve iktidar ilişkileri hâlâ aynı yapıda devam ediyor. Yani, aktör değişirken, zihniyet devam ediyor.” diyen Mutluer, sorunu zihniyetin değişmemesine bağlıyor. Sosyal psikolog Lütfiye Kaya Cicerali toplumun bir kesiminin tepki verdiği kanaatinde. Gezi olaylarına, yolsuzluk-rüşvet skandallarına, Ergenekon/Balyoz davalarına, Soma felaketine ve IŞİD’in vatandaşları rehine alması konusunda da tepki gösteren yine aynı kesim. Yoğun baskılar yüzünden tepkilerin şeklinin değiştiğini, sıklığı ve şiddetinin azaldığını düşünen Kaya “İnsanlar can derdine düştü. Tepki gösterip genç yaşında ölenleri, ağır yaralananları, işsiz kalanları görmek doğal olarak diğer insanların davranışlarını etkiledi.” yorumunda bulunuyor. Uzman Psikolog Ruşen Nur Arıkan’a göre ise yaşadığımız yüzyılda insanoğlunun en önemli sorunu ‘kayıtsızlık’ yani ‘hissetmeme durumu’. Bugün eşe, sevgiye, ilgiye, şiddete, yaşananlara, emeğe ve memleket meselelerine kayıtsızlık ise had safhada.İnsanlar iktidarın kırmızı çizgilerini geçmeye korkuyorSosyolog Nil Mutluer: Daha önce içselleştirdiğimiz bütün korkular, baskılar devam ediyor. Sürekli devletin baskısının hissedildiği bir toplum var. İnsanlar refleks gösterebilir, ama gösteremiyor. Toplum sadece kendi gündelik hayatını kurmaya odaklanmış durumda. Neoliberalizm dediğimiz şey gündelik hayatta bizleri belli şeylere odakladı. Ekonomi ve gündelik hayata hapsolmuş durumdayız. Bunlarla uğraşmaktan toplumsal sorunlarla ilgilenemiyoruz. Birincisi baskı, ikinci olarak da gündelik hayat mücadelesi toplumsal sorunlarla ilgilenmenin, duyarlılığın önündeki engel. Bu, insanların duyarsız olduğu anlamına gelmesin. Toplum bundan sonra kendini kurmaya başlayacak. İnsanlar geçmişten bu yana yeni yeni bir araya gelmeye başladı. Müslüman, Laik, Kürt, Türk aynı çizgide buluşabildi. Ama aslolan bundan sonrası. Dediğim gibi devlet zihniyeti devam ediyor. Bu, alternatif üreterek yok edilebilir. Bunu Türkiye çeşitli yerlerde yeni yeni öğreniyor. Tepkiyle yıllar sonra ilk kez Gezi’de karşılaştı. 4 yıldır anayasasını yapamayan bu hükümet farklı olanları öyle bir ötekileştirdi ki, şimdi yeni ötekilerle alan açmaya çalışıyor. Kendini, iktidarını, gücünü kurtarmayı demokrasi sanıyor. İktidarın kırmızı çizgileri var, insanlar onu geçmeye korkuyor. Alanlar daraldıkça ve insanlar üzerinde daha çok baskı hissedince kendine küçük nefes alanları yarattığı için bu hiç çözülemeyebilir. Ama toplumu dışlamadan, toplumla beraber onların da ihtiyaçlarına göre yeni alternatif siyaset örülebilirse uzun vadede yol alınabilir. Ki şu an bunun ihtimali görünmüyor. Mesele yeni bir siyaset söyleminin varlığı. Egemen bir bürokratik zihniyet var. Bunun bedelleri de yıllardır ödeniyor. Baktığınızda hâlâ çözümü olmayan birçok sorun var. Müslüman olmayanlar ya da Aleviler hâlâ bu ülkede sorun yaşıyor. Mesela işçi ölümlerini konuşmuyoruz, sormuyoruz. Ve bunu konuşmak için alternatif arayanlar var. Bütün bunların oturup konuşulabileceği ortak alanlar geliştirmeli. Abant toplantıları ile bu ortak akıl kurulabiliyor ama yetmiyor. Zihniyeti değiştirmek için devlet algısını yıkmak lazım.Kayıtsızlık ‘hiçbir şeyi değiştiremem’ düşüncesinin ürünüUzman psikolog psikoterapist Ruşen Nur Arıkan: Yaşadığımız yüzyılda insanoğlunun en önemli sorunu ‘kayıtsızlık’ yani ‘hissetmeme durumu’. Son yıllarda ‘boşluk depresyonu’ diye adlandıracağımız sorunla profesyonellere başvuranların sayısı giderek artmakta, artık kişiler ‘anlam’ sorunuyla başvuruyor.Yaşamımızı anlamlı kılma çabamız ve anlam kaynaklarımız psikolojik gelişimimizi tamamlayan önemli bir basamaktır. Anlamlandırma duygumuzu kaybedersek yalnızlık, boşluk ve hiçlik duygumuz da büyür. Kayıtsızlık demek, hayatın anlamını yitirmesi demektir. Oysa günümüzde eşe, sevgiye kayıtsızlık, ilgiye kayıtsızlık, şiddete kayıtsızlık, yaşananlara kayıtsızlık, memleket meselelerine kayıtsızlık, emeğe kayıtsızlık hat safhadadır. Elbette gelinen nokta kendi isteklerine, ihtiyaçlarına, iç dünyasına, mutluluğuna kayıtsızlıktır. Yabancılaşma, içsel olarak yoksullaşma ve daha da acısı ‘duygulanımsızlık’ kişinin yaşama yetisinin de yitimine yol açar. Kayıtsızlık ve duygu eksikliği dünyayı tehdit algılayan birisi için bir savunmadır, kaygının üstesinden gelmek için bir savunma. Cansız, kuru benlikler çoğalmaya devam ediyor. Canlılık ise dünya ile ilişki kuran, dünyayı etkilemeye ve değiştirmeye çalışan ve dünyadan da etkilenen, heyecanlanan kişilerin olduğu yerde görülen bir durum. Kayıtsızlık “Hiçbirşeyi etkileyemem ve değiştiremem” düşüncesinin ürünüdür ve bu durum ilişkiler ve gelecek için en büyük tehdittir. “Hissetmediğimiz yaraları iyileştiremeyiz.” demiş S.R.Smalley. Başkalarından uzak durabilirsiniz ama kendinizden değil. İçinizdeki bildiğiniz değil, bilmediğiniz sizi yönetir. Önce içinize sonra çevrenize bakın ve ilgi gösterin; yıkıcı bir sona doğru gitmemek için!Tepkisizliğin nedeni korku ya da otoriteye karşı gelememeAdli ve sosyal-organizasyonel psikolog Lütfiye Kaya Cicerali: Toplumdaki olaylar karşısında tepki veren bir kesimin dışında, tepkisiz kalan kısmındaki durumun ahlak gelişimiyle bağlantılı görüyorum. Gelişim Psikoloğu Lawrence Kohlberg insanların ahlaki gelişiminin aşamalı olduğunu söylüyor. Ona göre birinci aşamada insanlar cezadan kaçmak ya da ödül almak için belli davranışları gerçekleştirir, kurallar kesindir, sorgulanamaz, ya uyarsın ya da cezalandırılırsın. Bu düzey ahlak anlayışı daha çok çocuklarda görülür, ama ahlaki gelişimleri bu düzeyde kalmış erişkinler de bulunur. Yalnız cennete gidip cehennemden kaçmak için belli davranışları göstermek buna örnek olarak gösterilebilir. İkinci aşama yine daha çok çocuklarda görülür. Bu aşamada karşılıklılık ve kişinin ihtiyaçları ön plandadır. Rüşvet karşılığında insanların hakkını yemek, kendi finansal durumu zarar görmesin diye kendisine doğrudan etki etmeyen bir suçu görmezden gelmek örnek olarak verilebilir. Bundan sonraki iki aşama sırasıyla toplumda iyi yurttaş diye tanınmak için belli davranışları benimsemek ve otoriteye saygı duyarak kanunlara ve toplumsal kurallara uymaktır. Son iki aşama ise toplumsal kuralların ve kanunların yalnızca farklı inanç, görüş, ideolojilere sahip tüm bireylerin hak ve özgürlükleriyle çatışmadığında makul olduğunu öngörür. İnsanın belli davranışları benimsemesinin nedeni o davranışların evrensel etik prensiplere uymasıdır. Evrensel etik değerler yalan söylememek, aldatmamak, dürüst olmak, altruist olmak (kendinden önce başkalarını düşümek), hümanizm, hayvanları korumak, çevreyi korumak gibi tartışmasız tüm dinlerden tüm coğrafyalardan insanların benimseyeceği üst değerlerdir. Ancak bu son iki aşamadaki insanlar evrensel değerlere karşı suç işlendiğinde tepki verir, diğerleri korkudan, çıkarlarına uymadığı için ya da otoriteye karşı gelemediklerinden tepki veremez. Ünlü Sosyal-Bilişsel Psikolog Albert Bandura “Bir toplumda kimin model olacağını kontrol eden, toplum davranışını kontrol ediyor demektir.” der. Kısacası ancak ve ancak evrensel etik prensipleri olan, yani ahlaki gelişimleri üst düzey insanları model olarak topluma tanıttığımızda toplumsal değişim sağlanabilir.

24 Temmuz 2014 Perşembe

Amaçsız Bir Gezgin, M.Altıok

AMAÇSIZ BİR GEZGİNÇıplak bir at, uzak, dizginsiz.O kuytu ve sıcak ev uzak;Uzak göğüme, denizlerime.Haydut bir gecedir bağlayan ellerimden,Beni bu atın yelelerine.Bir yenilginin geniş, barbar göğündeBaşımı usulca önüme eğdiğim,Atımı ürküten her şeydin.Ne iyiydin;Kemikli sırtıma paltom gibiydin.Böyle garip bencileyin,Böyle yayan yapıldak,Yani amaçsız bir gezgin.Geldiğim şu dağlar boyuydu,Yüzünüz kadar ırak gittiğim.

22 Temmuz 2014 Salı

Ankara Anıtı, Augustus Tapınağı

Monumentum Ancyranum, Augustus TapınağıMonumentum Ancyranum, Augustus TapınağıJean Baptiste Hilair, Monumentum Ancyranum, Augustus Tapınağı

ANKARA ANITI 

Ankara Anıtı'nın hazırlanmasında, MEB Latin Klasikleri dizisinde yayınlanan birincibaskısı temel alınmış ve çeviri dili günümüz Türkçesine uyarlanmıştır.Yayına hazırlayan : Egemen BerközDizgi : Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş.Baskı : Çağdaş Matbaacılık Yayıncılık Ltd. Şti.Ekim 1999AUGUSTUSANKARA ANITI(Monumentum Ancyranum)Çeviren: Hâmit DereliRemzi Oğuz Arık'ın incelemesiyle

BİRKAÇ SÖZAnkara'daki Hacı Bayram Camisi'ne bitişik olan ve "Ogüst Tapınağı" (August Tapınağı) adıyla tanıdığımız tapınağın duvarlarına kazınmış olan "Monumentum Ancyranum", şimdiye dek bulunan Latince yazıtların en uzunu, en önemlisi ve en ilgi çekenidir. Roma İmparatorluğu'nu kuran Augustus, İsa'nın doğumundan on dört yıl sonra öldü. Ölümünden biraz önce kaleme aldığı bu yazı, Senato'da okunduktan sonra Roma'da dikili iki tunç sütun üzerine kazdırılmıştı. Ayrıca kopyaları da imparatorluğun öteki eyaletlerindeki çeşitli tapınaklara konmuştu. Bugün bu kopyalardan biri, çok iyi korunmuş olarak Ankaramızda bulunuyor. Öteki iki kopyadan kimi parçalar Isparta ili içinde Antiochia (Yalvaç) ve Apollonia'da (Uluborlu) bulundu. Kalan kopyalarsa bütünüyle yok olmuştur.

Ankara'daki tapınakta bulunan yazıt, iki dilde kaleme alınmıştır. Latince metne, Yunanca konuşan eyaletlerdeki halkın okuması için, bir de Grekçe çevirisi eklenmiştir. Grekçe çeviri, metnin birkaç noktası dışında olmak üzere, yazıtı çözümleme ve açıklama bakımından pek az önemlidir. Mommsen ile Kaibel, çeviriyi yapanın bir Grek değil, bir Romalı olduğunu kesin olarak kanıtlamışlardır.

Tarihsel değeri, inanılmayacak denli büyük olan bu eşsiz anıtın Avrupa'ca tanınması, pek uzun bir zaman aldı. 16. yüzyıla dek Batı, böyle bir yazıtın varlığından bile haberli değildi. İlk kez 1555'te İmparator Ferdinand'ın yolladığı, Hollandalı Buysbecque'in başkanlığındaki bir kurul, seferde bulunan bir Türk padişahının yanından dönerken Ankara'da kaldıktan sonra, "exemplum Busbequianum" adlı bir kopyayla geri döndü. Ama, yazıttaki altı sütunun kopyasını çıkarma işi ayrı ayrı kişilere verilmişti. Yalnızca üçüncü ve dördüncü sütunlar tam olarak kopya edildi. Kalan dört sütunun kimi kısa parçaları okunabildi. Grekçe çeviri konusundaysa hiçbir araştırma yapılmadığı gibi, yapının dış yanındaki Grekçe yazının Latince yazıyla bir ilgisi olduğu, akla bile gelmedi. 1689'a dek bilginlerin elinde bu kabataslak kopyadan başka bir kopya yoktu. Ama o yıl, Cosson adında İzmirli bir tüccar, bugüne dek nasıl olduğu anlaşılmayan bir yolla eline bir başka kopya daha geçirdi. İlk kopyadaki kimi boşlukları doldurmasına karşın, bu da tam ve yetkin bir metin değildir.

1701'de XIV. Louis, Tournefort isminde bir Fransız bilgininin başkanlığında, Ankara'ya özel bir bilim kurulu gönderdi. Bu kurul "exemplum Tournefortianum" adı verilen üçüncü bir kopya çıkardı; ama bu da her bakımdan doyurucu bir kopya değildir. 1705'te Paul Lucas adında bir başka Fransız, yazıtın altı sütununun daha tam, daha özenli bir kopyasını çıkardı. Hemen hemen yüz elli yılda, bütün Avrupa bilginleri bu kopyayı araştırmalarına temel aldılar. Bugün bile önemini koruyor. Bundan sonra 1745'te Pocock, 1836'da Hamilton, Grekçe çeviriden Latince metnin bozuk yerlerini düzeltmeye çalıştılar. Ama, tapınağın "cella" duvarına yapışık olarak birtakım evlerin yapılmış olması, bu işi hemen hemen olanaksız duruma getirdi. 

1859'da Hamburglu Mordtmann, Grekçe metni ortaya çıkarmak ve Latince yazıtın tam bir metinini elde etmek üzere Ankara'ya geldi. Her iki amacına da erişemedi. 1861'de III. Napoléon, George Perrot ve Edmond Guillaume adında iki seçkin bilginin başkanlığında bir kurul gönderdi. Bunlar Latince metnin tamamını ve Grekçesinin de görülebilen bölümlerinin yeni ve doğru bir kopyasını çıkardılar. İşte bu kopya, Mommsen'in yayımladığı ilk basımın temelini oluşturdu. Yüzyıllarca birçok ülkenin bilginlerince üzerinde çalışılan ve iki bin yıla yakın bir zamandan beri dimdik duran bu anıtın üzerindeki yazıtın çevirisinde, özellikle şu kitaplardan yararlanılmıştır:

1. The Monumentum Ancyranum, E. G. Hardy, Oxford, 1923.2. Res gestae divi Augusti, Jean Gagé, Texte établi et commenté. Paris, 1935.Çevirinin sonuna konan ekler, metnin anlaşılması için gereken bilgileri vermektedir. Yapıtın iyice anlaşılması için, bunların yeterli olmadığı açıktır. Şunu da belirtmek gerekir ki, "Ogüst Tapınağı" diye anılan tapınak, Augustus'la bağlantılanmış olmakla birlikte, Augustus'tan çok önce de vardı. Son kazılarda ortaya çıkan temeller, bunu açıkça göstermektedir.Hâmit DERELİNot: Bu önsöz, 1939'da B. Sadık Şölen ile birlikte yayımladığımız Monumentum Ancyranum çevirisinin başında çıkmıştı. Kimi düzeltmeler yaparak yeniden yayımlamayı yararlı buldum.H. D.

ANKARA ANITI (Monumentum Ancyranum)

Tanrısal Augustus'un, yeryüzünü Roma halkının egemenliği altına almak için başardığı işleri, Roma Devleti ve halkı için yaptığı harcamaları gösteren belgenin bir kopyası aşağıdadır. Asıl belge Roma'da dikili iki sütun üzerine kazınmıştır. 

IOn dokuz yaşımda, kendi özel kararım ve özel harcamalarımla bir ordu kurdum. Bu orduyla devleti, altında ezilmekte olduğu partinin egemenliğinden kurtararak yeniden özgürlüğe kavuşturdum. Bunlardan dolayı Senato, C. Pansa ile L. Hirtius'un konsüllükleri zamanında (1), beni onurlandıran kararıyla üyeleri arasına kabul etti. Aynı zamanda, konsüllük yapmış olanlarla birlikte oy verme hakkını bağışladığı gibi, imperium (2) da verdi. Devletin bir zarara uğramasını önlemek için propraetor (3) niteliğiyle benim de konsüllerle birlikte önlem almamı buyurdu. Aynı yıl (4) her iki konsül de savaşta ölünce, halk beni konsül yaptı ve devlete yeniden düzen verecek üç kişiden biri olarak seçti. 

IIBabamı öldürenleri sürgüne gönderdim. Böylece yasaya uygun olarak kurulmuş mahkemelerle, cinayetlerinin öcünü aldım. Sonradan devlete karşı savaş açtılarsa da, onları savaş alanında iki kez yendim. 

IIIBütün dünyada, karada ve denizde, iç ve dış savaşlara giriştim. Utku kazanınca, sağ kalan bütün yurttaşlara acıdım. Tehlikesizce bağışlanabilecek olan yabancı ulusları yok etmektense korumayı yeğledim. Beş yüz bin kadar Romalı yurttaş, bana asker andıyla bağlandı. Hizmetleri sona erince, bunların üç yüz binden biraz çoğunu kolonilere yerleştirdim ya da kendi municipiumlarına (5) gönderdim. Hepsine de tarafımdan satın alınmış arazi yahut arazi yerine kendi servetimden para verdim. Üç sıra kürekli gemilerden (6) daha küçük olanları hesaba katılmamak üzere, altı yüz gemi ele geçirdim. 

IVİki kez ovatio (7) zafer alayı yaptım, üç kez de curulis zaferi (8) kutladım; yirmi bir kez "İmparator" diye selamlandım. Sonradan Senato'nun onuruma yapılmasına karar verdiği birçok zafer alayını kabul etmedim. Aynı biçimde, her savaşta adadığım adakları yerine getirirken defne dalından çelenkleri capitoliuma koydum. Tarafımdan ya da korumam altındaki legatlar tarafından karada ve denizlerde kazanılan zaferlerden dolayı, Senato elli beş kez ölümsüz tanrılara supplicatio (9) yapılmasına karar verdi. Zafer alaylarında arabamın önünde dokuz kralla kral çocuğu gidiyordu. Bu satırları yazmakta olduğum sırada, on üç kez konsül olmuştum. Tribünlük yetkimi otuz yedi yıldır kullanıyordum.(10)

VM. Marcellus ile L. Arruntius'un konsüllükleri zamanında (11), hem yokluğum sırasında, hem de Roma'da bulunduğumda, halk ve Senato tarafından önerilmiş olmasına karşın diktatörlüğü kabul etmedim. Son derece büyük bir yiyecek kıtlığında, "yiyecek sağlanması görevini"ni üstlenmekten çekinmedim. Bunu o denli başarıyla yönettim ki birkaç gün içinde harcadığım parayla bütün ulusu korkudan ve uğradığı yıkımdan kurtardım. Aynı zamanda, her yıl yenilenmek üzere yaşam boyu verilen konsüllük görevini kabul etmedim.

VIM. Vincus ile Q. Lucretius'un (12) ve yine P. ile Cn. Lentulus'un (13) ve üçüncü bir kez Paulus Fabius Maximus ile Q. Tubero'nun konsüllükleri zamanında (14), Senato ile Roma halkının elbirliğiyle, beni en geniş yetkiyle donatıp yasaların ve genel ahlakın koruyucusu olarak seçmeye karar vermiş olmalarına karşın, atalarımızın geleneklerine uygun olmayan bir memurluğu kabulden çekindim. Senato'nun, tarafımdan alınmasını dilediği önlemleri tribünlük yetkime dayanarak aldım. Bu yetkimde bana yardım etmek için beş kez Senato'dan bir çalışma arkadaşı istedim ve aldım.

VIIDevlete yeniden düzen vermek üzere kurulmuş olan Üçler Meclisi'nin aralıksız on yıl üyeliğini yaptım. Bu satırları yazmakta olduğum bugüne dek, tam kırk yıl princeps senatus (15) konumunda bulundum. Pontifex (16), augur (17), kutsal ayinlere bakan on beş üyeden biri, dinsel ziyaret hazırlayan yedi kişiden biri, Arval kardeşlerden (18), "titii sodales"lerden (19) biri ve fetialis (20) oldum.

VIIIBeşinci konsüllüğümde, halktan ve Senato'dan aldığım buyruk üzerine, soyluların sayısını artırdım. Üç kez Senato seçimi yaptım (21). Altıncı konsüllüğümde, çalışma arkadaşım M. Agrippa ile bir nüfus sayımı yaptırdım. Kırk bir yıllık bir aradan sonra, lustrum (22) yaptım. Bu lustrumda dört milyon altmış üç bin Romalı yurttaş sayıldı. İkinci kez C. Censorinus ile C. Asinius'un konsüllükleri sırasında, konsül yetkisiyle yalnız başıma bir lustrum yaptım. Bu ikinci lustrumda dört milyon iki yüz otuz üç bin Romalı yurttaş sayıldı. Üçüncü bir kez Sex. Pompeius ile Sex. Appuleius'un konsüllükleri sırasında, yine konsül yetkisiyle oğlum Tib. Caesar çalışma arkadaşım olduğu halde, lustrum yaptım. Bu üçüncü lustrumda dört milyon dokuz yüz otuz yedi bin Romalı yurttaş sayıldı. Yeni yasalar yaparak atalarımın eskiyerek uyulmaz duruma gelmiş olan birçok geleneğini yeniden canlandırdım. Kendim, bizden sonra gelecekler için öykünmeye değer birçok örnek bıraktım.

IXSenato, sağlığım için konsüller ve rahipler tarafından dört yılda bir adaklar sunulmasına karar verdi. Bu karara uygun olarak ben yaşarken, birçok kez, kimi zaman en yüksek dört rahip derneği tarafından, kimi zaman da konsüller tarafından oyunlar düzenlendi. Bunlardan başka, bütün yurttaşlar, özel olarak ya da kasaba kasaba, bütün tapınaklarda sağlığım için hiç durmadan kurban kestiler.

XSenato'nun kararıyla, adım salilerin (23) ilahilerine katıldı. Aynı zamanda bir yasa yapılarak kişiliğimin kutsal sayılması ve ömrümün sonuna dek tribünlük yetkisini taşımam karar altına alındı. Çalışma arkadaşım yaşarken, onun yerine pontifex maximus (24) seçilmek istemedim. Oysa, babamın elinde olan bu rahiplik konumunu halk bana veriyordu. Birkaç yıl sora, P. Culbicius ile C. Valgius'un konsüllükleri sırasında, iç savaşlarda bir fırsat bularak bu konuma geçmiş olan adam ölünce, rahipliği ben kabul ettim. Seçilmem için bütün İtalya'dan gelen kalabalık öyle büyüktü ki, Roma'da bu zamana dek böyle bir toplantı hiç görülmemişti. 

XIQ. Lucretius ile M. Vinicius'un konsüllükleri döneminde (25) Suriye'den döndüğümde, Senato dönüşümü kutlamak için, Porta Capena'daki Onur ve Erdem Tapınağı yakınında, yazgı tanrıçasına bir sunak yapılmasını, pontifexlerle Vesta kızlarının (26) onun üzerinde dönüş günümün (27) yıl dönümlerinde, her yıl kurban kesmelerini buyurdu ve bu güne, benim adım dolayısıyla Augustalia adını verdi. 

XIIAynı zamanda Senato kararıyla praetorlar ve halk tribünlerinden bir bölümü, konsül Q. Lucretius'la birlikte ve öteki ileri gelen kimseler Campania'ya kadar beni karşılamaya gönderildiler. Bu onur, o zamana dek benden başka kimseye verilmemişti. Tiberius Nero ile P. Quintilus'un konsüllükleri sırasında, İspanya ve Galia'dan, bu illerin işlerini başarıyla bitirdikten sonra dönerken, Senato dönüşümü kutlamak için, Campus Martius'ta (28) Pax Augusta'ya (29) bir sunak yaptırılması ve orada magistratların (30), rahiplerin, Vesta kızlarının her yıl bir kurban kesmeleri için buyruk verdi.

XIIIAtalarımız, her ne zaman Roma İmparatorluğu içinde, karada ve denizde kazanılan zaferler sonunda barış kuracak olursa, Ianus Quirinus Tapınağı kapılarının kapanmasını dilemişlerdi. Bunların ben doğmadan önce, Roma'nın kuruluşundan beri, yalnızca iki kez kapandığı söyleniyordu. Benim başkanlığım sırasında Senato üç kez bu kapıların kapanması için karar çıkardı. 

XIVSenato ve Roma halkı, bana karşı bir onur olmak üzere, talihin daha genç yaştayken elimden aldığı oğullarım Gaius ile Lucius Caesar'ı on beş yaşındalarken konsül yaptı ve beş yıl sonra magistratlık yaşamına girmelerine izin verdi. Senato, bundan başka onların Forum'a (31) götürüldükleri günden sonra, resmi tartışmalara katılmalarını karar altına aldı. Aynı zamanda, Roma şövalyelerinin hepsi oğullarıma gümüş kalkanlar ve mızraklar armağan ettiler ve onları principes juventutis (32) olarak selamladılar. 

XVBabamın vasiyetnamesine uyarak, Roma pleblerinden (33) her bireye üç yüz sestert (34) ödedim ve beşinci konsüllüğümde savaş ganimetlerinden her kişiye dört yüz sestert verdim. Onuncu konsüllüğümde, ikinci kez de kendi mirasımdan her kişiye dört yüz sestert tutarında bir congiarium (35) bağışladım. On birinci konsüllüğünde, kendi paramla satın aldığım yiyeceklerden on iki kez özel buğday dağıtımı yaptım. Tribünlük yetkimi aldığımın on ikinci yılı, üçüncü kez, kişi başına dört yüzer sestert verdim. Bu bağışlarım, hiçbir zaman iki yüz elli bin kişiden az kimseye verilmedi. Tribünlük yetkimin on sekizinci yılında ve on ikinci konsüllüğümde, kent pleblerinden üç yüz yirmi bin kişiden her birine altmışar dinar verdim. Beşinci konsüllüğümde, savaş ganimetlerinden sömürgelerde yerleşmiş olan askerlerimin her birine bin sestert bağışladım. Utkumu kutlamak için yapılan bu bağışımı, sömürgelerde, aşağı yukarı yüz yirmi bin kişi aldı. On üçüncü konsüllüğümde genel yiyecek dağıtımından yararlanan pleblerden her birine altmış dinar verdim. Bunu alanların sayısı iki yüz bin kişiden biraz çoktu. 

XVIDördüncü konsüllüğümde (İÖ 30) ve sonra M. Crassus ile Cn. Lentulus Augur'un konsüllükleri sırasında, municipiumlara askerlerime dağıtmış olduğum topraklara karşılık, birtakım paralar ödedim. Böylece ödenen paranın toplamı, İtalya toprakları için yaklaşık olarak altı yüz milyon sestert; eyalet toprakları için iki yüz altmış milyon sestertti. İtalya'da ya da eyaletlerde, şimdiye dek, askeri sömürgeler kuranlar arasında, yalnızca ben, ilk kez olarak bu biçimde davrandım. Sonradan Ti. Nero ile Cn. Piso ve C. Antistius ile D. Laelius; L. Pasienus ile C. Caluisius ve L. Lentulus ile M. Mesalla; L. Canius ile Q. Fabricius'un konsüllükleri zamanında, hizmetleri bittikten sonra kendi municipiumlarına gönderdiğim askerlere para ödülleri verdim. Ve bu amaçla, büyük bir eliaçıklıkla davranarak hemen hemen dört milyon sestert harcadım. 

XVIIDört kez devlet hazinesine kendi paramdan yardımda bulundum ve hazineye bakan memurlara, elimle yüz elli milyon sestert ödedim. M. Lapidus ile L. Aruntius'un konsüllükleri zamanında, yirmi yıl ya da daha çok hizmet etmiş askerlerime ödül verilmesi konusundaki tasarıma uygun olarak kurulmuş (36) olan asker hazinesine, babamdan kalan servetimden yüz yetmiş milyon sestert yatırdım.

XVIIICn. ile P. Lentulus'un konsül oldukları yıldan sonra, her ne zaman illerin vergileri eksik toplandıysa, kimi zaman yüz bin, kimi zaman daha çok kişiye, kendi tarlalarımdan kaldırdığım ürünle ya da kendi kişisel varlığımdan para yardımında bulundum.

XIXAşağıdaki yapılar, tarafımdan yaptırıldı: Senato ve yanındaki Minerva Chalkidicum Tapınağı; Palatan tepesinde revaklarıyla birlikte Apollon Tapınağı; tanrısal Iulius Tapınağı; bir Lupercal; Flaminius alanındaki portik (bunun aynı yerdeki daha eski bir portiği yapan adamın adından dolayı Octavius adıyla anılmasına izin verdim); Circus Maximus'ta bir tribün; Capitolium'da Iuppiter Tonans ve Iuppiter Feretrius için birer tapınak; Aventinus tepesinde Quinnus, Minerva ve Iuno Regina ve Iuppiter Libertas tapınakları; Via Sacra'nın (37) başlangıcında Lares Tapınağı; Velia'da Dei Penates Tapınağı; Palatiam tepesinde Iuventas ve Magna Mater tapınakları. 

XXGerek Capitolium Tapınağı'nı, gerekse Pompeius Tiyatrosu'nu büyük masraflar yaparak onarttım; her ikisinin üzerine de adımı yazdırmadım. Eskiliğinden dolayı birçok yerleri yıkılmaya yüz tutmuş olan su yollarını onarttım ve Marcius adıyla anılan su kemerlerindeki su miktarını, kanalına yeni bir kaynak daha katarak iki katına çıkardım. Babamın yapımına başlamış olduğu ve hemen hemen bitirilmiş olan Forum Iulium'u ve Castor Tapınağı'yla Saturnus Tapınağı arasında bulunan basilicayı (38) tamamladım. Aynı basilica yanınca, arsasını genişleterek üstüne oğullarımın adları kazınmak üzere yeniden yapımına başladım. Yaşarken bitiremezsem, vârislerimin tamamlaması için vasiyet ettim. Altıncı konsüllüğüm zamanında Senato'nun buyruğuyla, kentteki tanrıların seksen iki tapınağını onarttım. Bunlardan, o zaman da onarılması gereken hiçbirini onarmadan bırakmadım. Yedinci konsüllüğüm sırasında, Roma'dan Ariminium'a dek, Flaminius şosesini ve Mulvius ile Minucius köprüleri dışında olmak üzere, bütün köprüleri yeniden yaptırdım. 

XXIKendi özel toprağım üzerine ve savaş ganimetleriyle, Mars Ultor Tapınağını ve Augustus Forumu'nu yaptırdım. Apollon Tapınağına bitişik tiyatroyu; büyük bir bölümünü özel sahiplerinden satın aldığım arsa üzerine yaptırdım. Bunun üzerine, damadım M. Marcellus'un adı kazınacaktı. Captiolium Tapınağı'na ve tanrısal Iulius Tapınağı'na, Apollon, Vesta ve Mars Ultor tapınaklarına savaş ganimetlerinden yüz milyon sestert değerinde armağanlar verdim. Beşinci konsüllüğümde Aurum Coronarium (39) adı altında İtalya municium ve colonialarının zafer alayım için verdikleri otuz beş bin altını geri verdim; sonra da, her imparator olarak selamlanışımda municipium ve coloniaların, daha önce olduğu gibi, aynı eliaçıklıkla vermeyi karar altına almış olmalarına karşın, Aurum Coronarium'u kabul etmedim. 

XXIIÜç kez kendi adıma, beş kez de oğullarım ve torunlarım adına, gladiator oyunları düzenlettirdim; bu oyunlarda on bin kadar adam dövüştü. İki kez halk için kendi adıma, bir üçüncü kez de torunum adına, her yandan çağırılmış olan atletlere bir gösteri yaptırdım. Kendi adıma dört kez, başka magistratların yerineyse yirmi üç kez oyunlar düzenledim. Onbeşler Derneği'ni dernek başkanı olarak temsil edip M. Agrippa çalışma arkadaşım olduğu halde, C. Furnius ile C. Silanus'un konsüllükleri zamanında yüzyıl oyunları (40) düzenledim. On üçüncü konsüllüğümde, ilk kez olarak ben, Mars oyunları yaptırdım. O zamandan sonra konsüller, sonraki yıllarda düzenli olarak bunları yaptılar. Yirmi altı kez, halk için circusta ya da forumda ya da amphitheaterda kendi adıma ya da oğullarım ya da torunlarım adına vahşi Afrika hayvanlarıyla gösteriler yaptırdım. Bu gösterilerde üç bin beş yüz dolayında hayvan öldürüldü. 

XXIIIHalk için, Tiber ırmağının öte yanında, şimdi Caesarlar Koruluğu'nun bulunduğu yerde bir deniz savaşı gösterisi yaptırdım. Bu iş için bin sekiz yüz ayak uzunluğunda ve bin iki yüz ayak genişliğinde bir yerin toprağı kazıldı. Burada hepsi iki ya da üç çifte kürekli olan otuz kadar tığlı gemi ve diğer birçok küçük gemi birbirleriyle savaştılar. Savaşan filoların üzerinde, kürekçilerden başka, üç bin dolayında savaşçı vardı. 

XXIVZaferlerimden sonra, Asya eyaletinin bütün kentlerinde bulunan tapınaklara, savaş sırasında düşmanın tapınaklardan çalarak kişisel kullanımına geçirdiği süslemeleri geri verdim. Ayakta ya da at üzerinde ya da savaş arabası üzerine oturmuş durumda, kentte (Roma'da) dikilmiş seksen kadar gümüş yontumu kendim yıktırdım ve bunlardan elde edilen parayla Apollon Tapınağı'na kendi adıma ve beni bu yontularla onurlandırmış olanların adına, altından armağanlar koydum. 

XXVDenizleri korsanlardan kurtardım ve barışa kavuşturdum. Bu savaşta efendilerinin ellerinden kaçarak devlete karşı silaha sarılmış olan otuz bin dolayında köleyi cezalandırmak üzere efendilerine teslim ettim. Bütün İtalya kendiliğinden bana bağlılık andı içti ve Actium zaferiyle sonuçlanan savaşta, benim başkomutan olmamı istedi. Aynı yolda, Gallia, İspanya, Afrika, Sicilya ve Sardunya eyaletleri de bana ant içtiler. O dönemde, sancağım altında askerlik hizmetini yapmakta olanlar arasında yedi yüzden çok senatör vardı. Bunların içinden, o tarihten önce ya da sonra, bu satırların yazılmakta olduğu zamana dek, seksen üçü konsül oldular ve yüz yetmiş kadarı rahipliklere seçildiler. 

XXVIRoma halkının, imparatorluğumuza boyun eğmeyen komşu budunlarla sınırı olan bütün eyaletlerinin topraklarını genişlettim. Gallia ve İspanya eyaletlerinde, Germania'da, Gades'ten Elbe'nin ağzına dek okyanusla çevrilmiş olan bütün bölgelerde barışı kurdum. Adriyatik Denizi'nin hemen yakınlarındaki bölgeden Tirenyen Denizi'ne dek Alpler'de de güvenliği sağladım. Hiçbir budun, gereksiz yere tarafımızdan saldırıya uğrmadı. Donanmam, okyanus boyunca, Ren Irmağı ağzından doğuya, bu zamana dek hiçbir Romalının karadan ya da denizden gidememiş olduğu Kimberlerin sınırlarına dek gitti. Kimberler, Charydler, Semnonlar ve aynı bölgede oturan öteki Germen halkları, elçiler göndererek, Roma halkının ve benim dostluğumuzu aradılar. Buyruğumda ve korumam altında, hemen hemen aynı zamanda iki ordu, biri Habeşistan'a, öteki Arabistan'ın Felix (Mesut) denen bölgesine gönderildi. Her iki ırktan pek büyük düşman güçleri savaşta yok edildi ve birçok kasabaları ele geçirildi. Habeşistan'da ordu Meroe'ye en yakın kale olan Nabata'ya dek; Arabistan'daysa Sabaelerin toprağındaki Mariba kasabasına dek ilerledi. 

XXVIIMısır'ı Roma İmparatorluğu'na kattım. Büyük Ermenistan'ı, kralı Artaxes'in öldürülmesinden sonra, bir eyalet durumuna getirebilirdim, ama atalarımı örnek alarak, o zaman üvey oğlum bulunan Tiberius Nero aracılığıyla bir krallık olarak Kral Artavasdes'in oğlu ve Kral Tigranes'in torunu Tigranes'e vermeyi daha uygun buldum. Sonradan aynı ulus başkaldırınca, onları oğlum Gaius eliyle bastırarak Medlerin kralı, Artabazus'un oğlu Kral Ariobarzanes'e, onun ölümünden sonra da oğlu Artavasdes'e verdim. Bu sonuncu da ölünce, krallığa Ermenistan'ın krallık hanedanının bir üyesi olan Tigranes'i gönderdim. Adriyatik Denizi'nin öte yanında, doğuya doğru uzanan bütün eyaletleri ve bütün Kyrene'yi yeniden ele geçirdim. Oysa, bunlar o zamandan beri yabancı kralların elinde bulunuyordu. Daha önceleri Köleler Savaşı'nda işgal edilmiş olan Sicilya ve Sardunya'yı aynı biçimde geri aldım. 

XXVIIIAfrika'da, Sicilya'da, Makedonya'da, her iki İspanya eyaletinde, Achaia'da, Asya'da, Suriye'de, Gallia Narbonensis'te, Pisidia'da askeri sömürgeler kurdum. Bunlara ek olarak İtalya'da, korumam altında kurulmuş olan yirmi sekiz sömürgede, benim sağlığımda, büyük ve gönenç içinde bir nüfus yaşıyordu. 

XXIXÖteki komutanların yitirdiği askeri sancakları, düşmanları yendikten sonra İspanya'dan, Gallia'dan ve Dalmaçyalılardan yeniden geri aldım. Partları, üç Roma ordusunun ganimetlerini ve sancaklarını geri vermek ve yalvararak Roma halkının dostluğunu istemek zorunda bıraktım. Sancakları, Mars Ultor Tapınağı'nın içine koydurdum.

XXXBu zamanda hem üvey oğlum, hem de vekilim olan Tiberius Nero aracılığıyla Pannonia boylarını yenerek Roma halkının egemenliği altına aldım. Oysa, ben başkan olmadan önce hiçbir Roma ordusu oraya ayak basmamıştı ve ben Illyricum eyaletinin sınırlarını Tuna kıyılarına dek genişlettim. Dacialıların bir ordusu ırmağın bizde olan kıyısına geçtiğinde, komutanlarım tarafından yenildi ve yok edildi. Sonra da, ordum Tuna'yı geçerek Dacia boylarını Roma halkının buyruğuna boyun eğmek zorunda bıraktı. 

XXXIBana Hindistan'daki krallardan birçok kez elçiler gönderildi. Bunlar o zamana dek hiçbir Romalı komutanın ordugâhında görülmemişlerdi. Bastarnlar ile İskitler, Tanais Irmağı'nın her iki yanında yaşayan Sarmatların kralları, Albanlar, Iberler, Medlerin kralları, elçiler göndererek bizden dostluk dilediler. 

XXXIIKaçıp bana sığınan krallar arasında Part kralı Tridates ve sonradan Phraates'in oğlu Phraates; Medlerin kralı Artavasdes; Adiabenlerin kralı Artaxares; Britanların kralları Dumnobellaunus ile Tincommius; Sugamberlerin kralı Maelo ve Marcoman Sueblerin kralı ...rus vardı. Bundan başka, Partların kralı ve Orodes'in oğlu Phraates, bütün oğullarını ve torunlarını bana, İtalya'ya gönderdi. Bunu savaşta yenildiğinden dolayı değil, çocuklarının yaşamını tutuya koyarak dostluğumuzu kazanmak için yaptı. Başkanlığım zamanında, o döneme dek aramızda hiçbir diplomatik ilişki ya da dostluk olmayan birçok başka ulus, Roma halkının bağlılığını kazanmayı denediler. 

XXXIIIPart ve Med ulusları, kendi uluslarının ileri gelenlerini elçi göndererek benden kral istediler. Partlar, Kral Phraates'in oğlu Orodes'in torunu Vonones'i; Medler ise Kral Artavasdes'in oğlu ve Kral Ariobarzanes'in torunu Ariobarzanes'i kral olarak kabul ettiler. 

XXXIVAltıncı ve yedinci konsüllüklerimde, iç savaşları bastırdıktan sonra kamunun onayıyla bütün imparatorluğun en yüksek yetkisi bana verildiği halde, devleti kendi yönetimim altından Senato'nun ve Roma halkının özgür yönetimi altına devrettim. Bu davranışım için bana, Senato kararıyla Augustus sanı verildi; evimin kapı söveleri resmen defne dallarıyla süslendi. Kapımın üzerine yurttaşlık tacı (41) takıldı ve Iulius Senato yapısına altın bir kalkan konuldu. Kalkanın üzerindeki yazıdan da anlaşılacağı üzere, o bana Senato ile Roma halkı tarafından, erdemliliğim, acıyıcılığım, adaletim ve görevlerime bağlılığım için bağışlanmıştı. Bu zamandan sonra, saygınlık ve etkinlik sanları bakımından herkesten üstündüm; ama, yetki bakımından memurluk arkadaşım bulunanların hiçbirinden daha çok gücüm yoktu.

XXXVOn üçüncü konsüllüğümü yaparken, Senato, şövalyeler ve bütün Roma halkı, bana "Yurdun Babası" sanını verdi ve bu sanın, evimin kapısı üstüne ve Iulius Senato yapısına, Senato kararıyla Augustus Forumu'nda onuruma dikilmiş olan savaş arabasının altına kazınmasını ferman buyurdu. Bunları yazarken, yetmiş altı yaşındaydım.

EK IHazine'ye ya da Roma pleblerine ya da terhis olmuş askerlere verdiği paranın toplamı, altı yüz milyon dinara varıyordu.

EK IIAşağıdaki şu yeni yapıları yaptırdı: Mars, Iuppiter Tonans ve Iuppiter Feretrius, Apollon, Tanrısal Iulius, Quirinus, Minerva, Iuno Regina, Kurtarıcı Iuppiter, Lares, Tanrısal Penatlar, Gençlik Tanrıçası, Tanrıların Anası, Lupercal tapınakları; Circus'taki tapınak, yanı başındaki Minerva Tapınağı ile birlikte Senato yapısı; Augustus Forumu, Iuliusların basilicası, Marcellus Tiyatrosu, Revaklar.. Tiber Irmağı'nın öte yanındaki Caesarlar Korusu.

EK IIICapitolium'u, tanrıların seksen iki tapınağını, Pompeius Tiyatrosu'nun su kemerlerini ve Flaminius yolunu onarttırdı.

EK IVTiyatro gösterilerine, gladyatör oyunlarına, atletizm yarışmalarına, yabanıl hayvan dövüşlerine ve deniz savaşlarına (42); İtalya'da ve eyaletlerdeki deprem ya da yangınla yıkılmış olan olan kentlere yaptığı bağışlara; dostlarına ve yasal olarak istenen mülkleri tamamlamak için senatörlere yaptığı yardımlara gelince; bunlar için harcadığı tutar hesaplanamaz.

1. Augustus'un ilk dönemleri. İlk konsüllük ve "Üçler Meclisi"ne giriş.2. Sezar'ı "öldürenler"i cezalandırması.3. Savaşları.4. Zafer alayları ve konsüllükleri.5. ve 6. Geri çevirdiği mevkiler, görevler; tribünlük yetkisinin kullanılması.7. Unvanları ve dinsel konumları.8. Sansür çalışmaları.9. Onuruna yapılan dinsel törenler.10. Augustus'un kutsallığı ve başrahipliği.11. Yazgı Tanrıçası Sunağı ve Augustus günü.12. Pax Augustus (Augustus Barışı Sunağı) (Ünlü "Ara Pacis").13. Ianus Tapınağı'nın kapatılması.14. Augustus'un oğullarına verilen rütbeler.15. Roma halkına para ve yiyecek dağıtımı.16. Emekli askerlere verilen topraklar, ödüller.17. Devlet hazinesine yardım. Asker sandığının kurulması.18. İflas durumundaki devlet hazinesi yerine yapılan yardımlar.19. Devlet toprakları üstünde yeni yapılar.20. Halkın ve devletin yapılarının onarılması.21. Özel kişilerin toprakları üstünde yapılan yapılar. Tapınaklara yapılan bağışlar. Devletbaşkanına getirilen altınların geri verilmesi.22. Gösteriler ve oyunlar.23. Deniz savaşı gösterisi.24. Tapınakların zararlarının ödenmesi ve armağanlar verilmesi.25. Sicilya ve Actium savaşları ve İtalya'nın kurtarılması.26. İmparatorluğun genişlemesi ve uzak illerde seferlere girişilmesi.27. Mısır'ın imparatorluğa katılması. Ermenistan sorunu. Doğu eyaletlerinin geri alınması.28. Asker kolonileri.29. Daha önce düşmanların eline geçen bayrakların, armaların geri alınması.30. Tuna boyundaki zaferler.31. Uzak ülkelerdeki hükümdarların yolladığı elçiler.32. Roma'ya sığınan krallar. Partların verdiği rehineler (tutular).33. Başka kavimlere atadığı hükümdarlar.34. Augustus adının verilmesi.35. "Yurdun Babası" sanının verilmesi.

Neden kimse ses çıkarmıyor?

İsrail’in politikalarını eleştirdikleri gerekçesiyle tepki toplayan iki Yahudi; Rolf Verleger ve Kenneth Roth, Filistin’i savunanların anti-semitist olarak adlandırılmasını anlamsız buluyor.İnsanı bir başkaları ile kıyasladığında ‘daha konforlu’ kalan yaşantısından utandıran çok şey var bu dünyada. Tek bir haber bültenini bile başından sonuna kadar izlemek kâfi. O kadar acıya şahit olup da rahat bir uyku uyumak bile ayıp belki, bilemiyoruz. Filistin meselesi ise bir parça daha fazla utandırıyor insanlığımızdan. ‘Gün yüzü görmedim’ diyen bir ihtiyarın hayatı gibi. ‘Bu sefer bitti galiba’ derken başlayan yeni acılar. Birey olarak yapabileceklerimiz sınırlı. Haklı olarak devletlerden bekliyoruz asıl önleyici hamleyi. Müslüman ülkelerden bile yeterince ses çıkmazken Batı’nın sessizliğine çok kızıyoruz. Onlar ses çıkarırsa bu sorunun çözüleceğine dair bir his var içimizde çünkü. Oralarda ise durum biraz farklı. İsrail’i eleştirmek öyle kolay bir iş değil. II. Dünya Savaşı’nın izleri hâlâ çok baskın. Dile getirilen her eleştiri ‘anti-semitizm’ (Yahudi karşıtlığı) ya da önyargı yaftası yiyor. Geçmişte İsrail’in bazı politikalarını eleştirdikleri gerekçesiyle tepki toplayan iki Batılı Yahudi ile bu konuları konuştuk. Biri Almanya Lübeck Üniversitesi’nden Prof. Dr. Rolf Verleger. Psikolog Verleger, düşünceleri ve ‘İsrail’in Yanlış Yolu’ başlıklı kitabı yüzünden Yahudi cemaati tarafından dışlanmış bir isim. Bütün bunlara rağmen “Yahudi olarak İsrail’i eleştirmek daha kolay.” diyor. Çünkü bu insanlara ‘anti-semitist’ demek zor. Diğer isim İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch) Başkanı Kenneth Roth. İsrail’in yanı sıra Hamas’a da ciddi eleştiriler yöneltmesi İsrailli sivil toplum kuruluşları için yeterli görülmemiş. İsrail’e karşı önyagılı olmakla suçlanıyor.İsrail’i eleştirdiğinizde anti-semitist damgası yemeye hazır olunİsrail-Filistin meselesi ile ilgili yakından ilgilisiniz. Bu ilgi akademisyen kimliğinizden mi kaynaklanıyor?İsrail-Filistin sorununa ilgim Hitler Almanya’sı sonrası dönemde Yahudi olarak dünyaya gelen biri olmamla ilgili. Babam, karısı ve çocuklarını Auschwitz’de kaybeden biri. Daha sonra Estonya’ya sınır dışı edilen bir kadınla evlenmiş. Bütün bu insanlar ve daha bir sürü akrabası Nazi rejimi tarafından öldürülmüş. Babam yeniden çocuk sahibi olmak istemiş ve o çocuklardan biri de benim. İsrail’in son saldırılarını son derece insanlık dışı buluyorum ve Yahudi dininin ahlaki mirasına ihanet ettiğini düşünüyorum. 2008 -2009’da İsrail’in Gazzelilere yönelik (pogrom) katliam kadar rezalet ve utanç verici.Avrupa ülkelerinin İsrail-Filistin meselesine sessiz kaldığına dair eleştiriler var. Nedeni ne olabilir?Hamas’ın buralarda dostu yok. İslami geleneklerin demokrasiye entegre edilmesiyle kimse ilgilenmiyor. Bir tarafta Suudi Arabistan ve müttefikleri demokrasiden nefret ediyor diğer taraftan Avrupalılar akılcı bir politikadan ziyade önyargılar tarafından yönlendiriliyor.Sıradan vatandaşlarda durum nasıl?Doğrusunu isterseniz resmi görüşle halkın büyük çoğunluğunun görüşü arasında derin bir çatlak var. Bu Afganistan ve Ukrayna’ya dair dış politikamız için de geçerli. Filistin için de. 2010’da Konstanz Üniversitesi’nden Wilhelm Kempf ve meslektaşları tarafından yapılan bir araştırmaya göre Alman yetişkinlerin yüzde 45’i Filistin’i destekleme eğiliminde. Yüzde 30’u İsrail’i desteklerken aşırı sağ olarak tanımlayabileceğimiz yüzde 25’lik bir kesim ise hem İsrail hem Filistin hem de Müslümanları eleştiriyor. Yani çoğunluk Filistin’i destekliyor.Avrupa’da özellikle de Almanya’da İsrail’i eleştirmek hâlâ tabu. Yani İsrail’i bir şekilde eleştiren kişiler anti-semitist etiketiyle yaftalanabiliyor. Buna katılıyor musunuz? Sizce sıradan vatandaşların anti-semitist gibi etiketlenmeye dair bir endişeleri var mı?Evet İsrail’i eleştirdiğiniz zaman şu riskin farkında olmalısınız: İsrail yanlısı demagoglar ‘anti-semitist’ olduğunuzu söyleyecektir. Bazı kişilerin bu şekilde yaftalanmaktan endişe duydukları bir gerçek. Ama neden korktuklarını bilmiyorum. Sonuçta biz özgür bir ülkede yaşıyoruz. Asıl problem ana akım medyanın size dinlememesi. Filistin’i savunan insanların anti-semitist olarak adlandırılması anlamsız ve temelsiz. Zira az önce bahsettiğim Filistin’i destekleyen yüzde 45’lik kesim, ortalama olarak İsrail’i destekleyen yüzde 30’luk kesim ve tabii ki de her üç gruba da karşı çıkan yüzde 25’lik aşırı sağ kesiminden daha az anti-semitist.İsrail’in bazı politikalarını eleştirmeniz dolayısıyla Yahudi kuruluşları tarafından da büyük tepki gördünüz. O süreci biraz anlatabilir misiniz?1990’larda Lübeck’te Yahudi cemaati kurmak için büyük uğraş verdim. 2001’de cemaati kurduğumuzda yönetim kurulu üyesi oldum. 2005’te başkanı oldum. Ve aynı yıl Alman Yahudiler Merkez Konseyi’ne temsilci olarak atandım. 2006’da İsrail Lübnan’a saldırdı ve ben merkez konseyi başkanına açık bir mektup yazarak İsrail’in bu şekilde davranarak Museviliğin barış ve ahlak gibi değerlere önem verdiğini kimseyi inandıramayacağımızı söyledim. Konseyin birçok üyesi tarafından eleştirildim. Bunların birçoğu da önde gelen isimlerdi. Ve en iyi savunma saldırmaktır diye düşünerek ‘İsrail’in Yanlış Yolu’ (Bir İsrailli Bakışı) adlı bir kitap yazdım ve Almanya genelinde konferanslar verdim. Lübeck’teki cemaat benim yetki gücümü bölgesel birlikten çekti ancak yerel konseydeki bir meslektaşım desteğini sürdürdü ve onların merkez konseydeki temsilci pozisyonumu savundular. Böylece 2009’a kadar kalabildim. Ancak o da bir süre sonra protestolardan dolayı beni savunamaz hale geldi ve özellikle Alman Müslüman Gençlik Birliği’nde yaptığım konuşma dolayısıyla çok eleştirildim.Avrupa’da İsrail’e karşı sesini çıkaran entelektüellerin önemli bir kısmını da Yahudiler oluşturuyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?Medyada daha fazla yer bulabiliyoruz. Çünkü Yahudi olarak İsrail’i eleştirdiğimiz zaman bizim anti-semitist olduğumuzu iddia etmek daha güç hale geliyor. Bir de İsrail’in ‘Yahudilik nedir’i yorumlayış biçimi kimliğimizi doğrudan etkiliyor, o yüzden daha çok etkileniyoruz. Böylece bunları dile getirmede daha tutkulu olabiliyoruz.Aynı zamanda psikologsunuz. İkinci Dünya Savaşı’nda tarihin en büyük soykırımına maruz kalmış olan Yahudiler nasıl oluyor da bugün sivilleri hedef alabiliyor?Kurbanlar, kurban olmayanlardan daha iyi insan olmak zorunda değil. Hatta tersine çocukluğunda kötü muamele görmüş kişiler kendi çocuklarına da kötü davranma eğilimine girerler. Böyle insanlara yardım etmenin yolu onlara sınırsız özgürlük vermek değil aksine herkes için geçerli olan kuralların onlar için de geçerli olmasını sağlamak. Dolayısıyla Batılı ülkeler İsrail’in ‘her istediğini yapma özgürlüğünü’ durdurursa İsrail’e çok daha fazla yardım etmiş olurlar.Asıl önyargı, İsrail’i hatasız göstermekİnsan Hakları İzleme Örgütü başkanı olarak, Gazze’deki son olaylar hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu, diğerlerinden farklı bir saldırı mı?Üzgünüm çok da farklı değil. Hamas, İsrail’in merkezi yerlerine rastgele füze fırlatıyor. Ve bu, bir savaş suçu. İsrail de Hamas militanları olduğu iddia edilen kişilerin evleri gibi sivil yapılanmaları hedef almaya devam ediyor. Bu da bir savaş suçu. Uluslararası kanunlar açık, bir tarafın savaş suçu diğer tarafınkini haklı göstermez.Neden Avrupa ülkeleri İsrail’in Ortadoğu’daki haksız uygulamalarına karşı yeterince sesini çıkarmıyor?Bu olaya dışarıdan bakanların İsraillilerin ya da Filistinlilerin nasıl savaştıklarından ziyade savaşa gitme sebeplerine odaklanmak gibi bir eğilimi var. İsrail’i destekleyenler Hamas’ın füze saldırılarının hedefindeki sivilleri savunmaya odaklanırken, Filistin destekçileri Gazze’deki kuşatma ile Batı Şeria’daki işgalin bir an önce sonlandırılmasının önemi üzerinde duruyorlar. Bununla birlikte bir tarafın adalet algısı ona savaşa gitme için sebep sağlıyorsa bu yine de savaş suçunu haklı göstermez. Bu, sivilleri silahlı kuvvetlerin saldırısından korumayı amaçlayan savaş kanunlarına ciddi zarar verir.Ortadoğu meselesiyle yakından ilgili olan kesimlerin dillendirdiği üzere Avrupa’da özellikle de Almanya’da İsrail’i eleştirmek tabu. Yani İsrail’i bir şekilde eleştiren kişiler anti-semitist etiketiyle yaftalanabiliyor. Buna katılıyor musunuz?Anti-semitizmi İsrail’in suistimallerini eleştirmekle bir tutmak anti-semitizm kavramını ucuzlatan bir şey. Bazı İsrailli destekçiler, İsrail’in görevini kötüye kullanmasını eleştirenleri anti-semitist olmakla suçlayarak onları susturma eğilimine giriyor. Çünkü kimsenin anti-semitist olarak adlandırılmak istemediğini biliyorlar. Burada önemli olan, bu taktiğe direnmek. Anti-semitizm Yahudilere yönelik ayrımcılıkla ilgili bir şey. İsrail’in Filistinli sivillere yönelik saldırısını haklı çıkarmakla alakalı bir şey değil.Siz de daha önce bazı İsrail yanlısı sivil toplum kuruluşları tarafından İsrail’e karşı önyargılı olmakla eleştirildiniz. O süreçten biraz bahseder misiniz?Anti-semitizm ile ilgili bir durum yoksa, İsrail taraftarları ‘önyargı’ iddialarından bahsedip duruyorlar, sanki İsrail’in olumsuz davranışlarını eleştiren herkes önyargılı olmak zorundaymış gibi. Bu İsrail’in işlediği savaş suçlarının ve diğer suistimallerin kanıtlarıyla uğraşmaktan kaçınmanın ucuz bir yolu. İsrail taraftarı sivil toplum kuruluşları açık bir şekilde İsrail’in dünya tarihinde tek bir yanlış davranışı olmamış gibi lanse etmeye çalışıyor. Bu durumda kim önyargılı? İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün çalışmalarına gelince biz bilinçli bir şekilde hem İsrail hem de Filistin tarafının suistimallerini rapor etmeye çalışıyoruz. Bunu dünyadaki her türlü silahlı çatışma söz konusu olduğunda yapıyoruz.

Kitap Yorumu: Sinner - Maggie Stiefvater

Bu kitabı çok uzun zamandır bekliyordum. Çıkacağımı bilmediğim zamanlarda bile bekliyordum. Cole, The Wolves of Mercy Falls serisinde en sevdiğim karakterlerden biri olmuştur hep. Hem gizemli hem eğlenceli kişiliğiyle ve Cole St. Clair'a özgü karizmasıyla her zaman gerçek hikâyesini okuma isteğimi tetiklemiştir.İşte Sinner, Cole'un kitabı. Daha doğrusu Cole ve Isabel'in. Kitap, her ikisinin bakış açılarıyla anlatılıyor. İlk başta hem Cole'u okuyacağım hem de Sam ve Grace hakkında ufacık da olsa bir bilgi alabileceğim için heyecanlıydım. O ufacık bilgi gerçekten de "ufacık" kaldı. Maggie kitabı tamamen Cole ve Isabel'e adarken, sonlarından bihaber olduğumuz ilk göz ağrılarımız Sam ve Grace'den mahrum bırakmış bizi. Yalnızca bir yerde Grace'le telefonda konuşuyor Cole. Onun dışında üniversiteye gidiyor olduklarını, durumlarının iyi olduğunu ve birlikte mutlu olduklarını bilmenin bize yeteceğini düşünmüş herhalde Maggie. Eh, bir nevi yetiyor da. Cole ve Isabel çiftini okurken unutuyorsunuz hepsini.Sinner, tıpkı serinin diğer kitapları gibi kurtadam faktörünün yanında oldukça gerçekçi bir kitap. Hatta Cole dönüşümünü kontrol edebildiği için kurda dönüşme sahnesi oldukça az. Ama pek eksikliğini hissetmedim. Dediğim gibi çiftimizin gel-gitleri, Cole'un rock star hayatı derken aklınıza bile gelmiyor.Sinner, Forever'dan sonraki zaman dilimini kapsıyor. Bu kez mekanımız ise Minnesota değil. Los Angeles. Giriş cümlesi bile "I am a werewolf in L.A." Evet, Cole uzun zaman sonra bir zamanlar eski grubu NARKOTIKA'nın turu için geldiği L.A.'e geri dönüyor. Ama ne için? Elbette Isabel için!Isabel Culpaper, talihsizliğin peşini bırakmadığı kız, annesi ile beraber kaldığı L.A.'de hem çalışıyor hem de üniversite okuyor. Tek hedefi doktor olmak. Bir de yaşadığı her şeyi unutabilmek. Erkek kardeşi Jack'in dönüştüğü kurttan kurtulmak için ölüşünü, evinde çıplak bir genç adamın belirip kendisini öldürmesine yardım etmesi için yalvarışını, o genç adama aşık olduğu gerçeğini, ailesinin parçalanışını... Anlayacağınız Isabel'in her gün düşünmek zorunda olduğu çok şey var. Ama o her şeye rağmen gerçekte olduğu kız olmaya devam ediyor. Cole'u ona çeken en önemli şey de bu galiba.Cole ise Isabel için geldiği bu şehirde eski kimliğinden parçalar buluyor yavaş yavaş. İlk olarak Linger'da tanışmıştık Cole ile. Eski halinden kurtulmak için ölmeyi göze alan bir çocuktu. Aynı zamanda bir müzik ve bilim dehasıydı. Sinner'da ise onu Mercy Falls'a bir kurt olarak gitmeye iten şeyleri görüyoruz. Cole, NARKOTIKA'yı tekrar toplayıp müziğini tekrar yapmaya koyuluyor. “I can't change the way I'm made. I'm a performer, a singer, a werewolf, a sinner.” Cole ile beraber rock starlarının hayatlarına da ufak bir dalış yapıyoruz. Onu BBG misali sürekli takip eden Baby North isimli bir programcı var mesela. Hem sinir bozucu hem komik. Bunların üzerine Cole'un kendine has cevapları eklenince kitap oldukça eğlenceli hale geliyor. Zaten Maggie'nin tarzını çok seven biri olarak o tadı yeniden yakalayabilmek beni zevkten dört köşe etti anlayacağınız.Sinner'ın oldukça gerçekçi bir kitap olduğunu söylemiştim. Isabel'in sorunları, Cole'un ardı arkası gelmez problemleri var elbette. Bunun yanında Isabel'in kuzeni Sophie gibi gerçekçi karakterler de eklenmiş. Yine kendimden parçalar buldum, hüzünlendim, Cole/Isabel diyaloglarında bol bol sırıttım. Unutmadan Maggie'nin orijinal şarkı sözlerini bu kez Cole için yazdığını da belirteyim.Bu serinin kurtadamları bu kadar gerçekçi işleyişi hem hoşuma gidiyor hem de biraz üzüyor beni. Çünkü kurtadamları severim. Ancak Maggie onları her zaman insanın kişiliğinden ödün vermesine yol açan canavarlar olarak betimliyor. Haksız da değil. Öyle bir canavar ki insanın şuursuzca bedeninden sıyrılıp vahşi kimliğiyle çevresindekilere zarar vermesine yol açıyor. Isabel de bu yüzden Cole'dan olabildiğince uzak durmaya çalışıyor galiba. (Erkek kardeşinin bu yüzden öldüğü gerçeğini bir yana bırakırsak) Peki, başarılı oluyor mu? Elbette hayır.“Why did you even come here, Cole?”I touched her chin. This place, this beautiful place, this girl, this beautiful girl, this music, this life. “I came here for you.”Cole ile Isabel arasındaki elektriği zaten çok severdim, Sinner ile beraber ne kadar haklı olduğumu anladım. Görmüyoruz belki ama yan yana oldukları her an aralarındaki çekimi hissettiriyorlar. Birbirlerine deliler gibi âşıklar fakat ne kendilerine ne de birbirlerine itiraf edebiliyorlar.Sinner diğer Mercy Falls kitaplarından farklıydı doğal olarak. Ne var ki bu tarzı da bir hayli sevdim. Devamı olsa hemen okumaya başlardım. Ancak ne  yazık ki Maggie bu kitabı bile bir sürpriz yazarak ve biz hayranlarına adayarak yazdı. Yani yeni bir Mercy Falls kitabı gelmesi ihtimali biraz zor. Özellikle Sam ve Grace'in hikâyelerinin sona erdiğini söylemişti yazarımız.Her Stiefvater kitabında olduğu gibi bu yorumu da Maggieciğimin kendi elinden çıkma trailer ile bitiriyorum. Bu kadar yetenekli olma be kadın! (Bilmeyenler için: Çizimler, animasyon, müzik tamamen Maggie Stiefvater'a ait.)

Puan: 5

19 Temmuz 2014 Cumartesi

Kitap Yorumu: Avcı - Jennifer L. Armentrout

Bu kitapla beraber bir serinin daha sonuna gelmiş bulunuyoruz. Bu Jennifer'ın bitirdiğim ilk serisi. Aynı zamanda Melez de okuduğum ilk kitabıydı. İçimin buruk olması gerekir normalde ama nedense pek değil. Galiba içimdeki sıkıntının tek kaynağı Sethsizlik olacak. O konuya birazdan derinlemesine gireceğim.Benim için Melez Sözleşmeleri serisinin zirve kitabı Tanrı'dır. Onu nasıl deli gibi okuduğumu hâlâ hatırlarım. Tepeye çıktıktan sonra nedense beklentilerimin altına düştü hep. Avcı da aynen öyleydi. Aslında kitap çok uzun süre kitaplığımda sırasını bekledi. Canım okumak istemedi. Belki seri bitsin istemedim, belki gerçekten Jen'i okuyasım yoktu. Bilmiyorum. Sonuç olarak eve dönüş yolculuğum için seçtiğim kitap Avcı oldu. Biraz normalden uzun sürdü okumam. O yüzden de hafif önyargılı bakıyorum galiba.Serinin bu final kitabında Alex'in Ares'le son mücadelesine hazırlanışına tanık oluyoruz genel olarak. Okuyanlar biliyordur; Savaş Tanrısı Ares'in ortaya çıkmasından sonra dünyaya bir tür kaos hâkim olmuştu. Safkanlar ve Melezler de yaklaşan savaşın farkındaydılar. Avcı'nın henüz başlarında iken geçen kitapta Jennifer'a sövüp saymama yol açan olay açığa kavuştu. Ne hikmetse Seth'i birdenbire hain pozisyonuna sokmuş, hayallerimi bir güzel paramparça etmişti. Bu kitabın başlarında ise Seth'i tekrar görüyoruz. Ve ilk kitaplardaki kadar olmasa da favori karakterimi bir önceki kitaptan biraz daha fazla görmek kitap için artı puan olarak eklenebilir.Nerede kalmıştık? Seth'in geri dönmesi ile beraber Alex ve diğerlerinin planı da netleşiyor. Bu savaş ve yıkımı durdurmanın tek çaresi Ares'i ortadan kaldırmak. Ancak On İki'den birini yok etmek öyle kolay bir iş değil. Bu yüzden beklenmedik bir yardımcıya ihtiyaç duyuyorlar. Kitabın en şaşırtıcı olayı da bu oldu benim için. Böylece Alex, Aiden ve Seth Yeraltı Dünyası'nı bir kez daha ziyaret etmek durumunda kalıyor. Açıkçası Yunan Mitolojisini çok seven biri olarak en zevk aldığım kısımlardan biri hep Yeraltı Dünyası olmuştur. Her yazar farklı bir hayal dünyası seriyor önünüze ve bu çok hoşuma gidiyor.Beklenmedik yardımcının saflarına katılmasından sonra savaş çanları çalmaya başlıyor. Fikrimce, Alex ve Ares'in karşılaşması pek görkemli değildi. Hep derim, çok fazla aksiyon manyağı değilimdir ama iyi yazılmışlarını da takdir etmeyi bilirim. Jennifer'ın bu konuda biraz daha çalışmaya ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Çünkü o kısım ne etkileyici ne de tatmin ediciydi bana göre. Kitabın serinin altında kaldığını düşünmemin nedenlerinden biri bu. Diğeri de sonu. Sonunun zaten çok muhteşem olacağını beklemiyordum. Spoiler vermek niyetinde değilim, o yüzden bu kısım kitabı okumayanlar için anlamsız kalabilir. Her şey bittikten ve Alex'in kaderi belirlendikten sonra daha fazla duygu hissetmeyi dilerdim. Çünkü orada gerçekten büyük bir olay vardı ve benim de Alex gibi yıkılmış hissetmem gerekirdi. Bunu yaşayamadım, dolayısıyla kitap duygu yönünden sınıfta kaldı.Dolu dolu hissettiğim tek şey Seth'in fedakârlığıydı. Önyargılı olduğumu düşünebilirsiniz fakat ne olursa olsun Sethsiz bir Melez Sözleşmeleri benim için olmaz olası bir şey. Onun varlığı beni kitaba bağlıyor. Tüm kitap boyunca içinde bulunduğu ruh hâli, sondaki hareketinin sinyallerini veriyordu bence. Ne Alex ne Aiden. Serinin en büyük fedakârlığını ve büyüklüğünü Seth yaptı. Böylece Jennifer L. Armentrout bizi adeta Seth'in kendi serisine hazırlamış oldu. Teşekkürler Jen. Şimdi nasıl bekleyeceğimi bilmiyorum. Çok teşekkürler.Kısacası; Avcı beni çok tatmin etmedi ama seriyi okuduğuma da pişman falan değilim. Çok sevdiğim yerleri oldu. Yan karakterlerden aşırı tatlı olanlar vardı ve onlarla tanıştığıma memnunum. (Bknz: Deacon) Melez Sözleşmeleri benim için hep mitoloji tabanlı ancak mitolojiyi daha çok arka planda tutup ana karakterleri ve kendi kurgusunu önemseyen bir seri olmuştur. Yine de güzel bir maceraydı. Elveda çoğu zaman gıcık aldığım ancak arada sırada kanımın ısındığı Alex. Aiden'e elveda yok; çünkü hâlâ umurumda değil. Ve son olarak; seninle tekrar görüşmek için can atıyorum Seth. Umarım. En yakın zamanda. ;)Puan: 3

14 Temmuz 2014 Pazartesi

Atılay faciası: Türk denizciliğinin kara günü

1939’da inşa edilen Atılay, Cumhuriyet tarihinde batan ilk denizaltı. 39 askerimizin şehit olduğu bu elim kazanın yıldönümünde, mezkûr denizaltıyı hikâyesiyle anıyoruz.14 Temmuz 1942 tarihi, Türk denizciliğinin trajik günlerinden biri olarak kayıtlarda. Peki, ne olmuştur bugün? 80 metre boyunda, 52 mürettebat kapasiteli Atılay adlı denizaltı, mayına çarparak batar ve 39 askerimiz şehit düşer. Bu elim kazanın üzerinden 72 sene geçti; lakin bilhassa denizcilerin yüreklerindeki sızı dinmiş gibi değil. Şimdi dilerseniz Atılay’ın tarihine doğru kulaç atalım:Mustafa Kemal, 17 Ocak 1938’de dönemin başbakanı Celal Bayar’a, ki Bayar Atatürk’ün son başbakanıdır, denizaltılarla alakalı bir not gönderir, şöyle der: “Yeni dört denizaltımız için bildirdiğimiz isimler şunlardır: Saldıray, Batıray, Atılay, Yıldıray. Bunların manalarını izaha bile hacet olmadığı kanaatindeyim.Manaları, Türkçe olan kelimelerin kendisindedir.” Atılay, 14 Ağustos 1937 günü Haliç Tersanesi’nde Valide Kızakları’nın bulunduğu yerde Başbakan İsmet İnönü’nün de hazır bulunduğu törende kızağa konar. Bu işlemden 21 ay sonra, 19 Mayıs 1939’da İstanbul’da görkemli bir merasimle denize indirilir.Gemi, 14 Temmuz 1942’de yeni cihazların kontrolü maksadıyla Donanma Komutanlığı’ndan istenir. Bu, Moda açıklarından Çanakkale’ye doğru yola çıkan Atılay’ın son seferi olacaktır. Sabah saatlerinde verilen brifingde tecrübelerin nasıl yapılacağı anlatılır. Atılay, Binbaşı Sadi Gürcan komutasında 14.30’da Morto Koyu’nda dalışa geçer. Görevini icra etmek üzere Boğaz’dan çıkan Atılay’ı emniyet botu olarak Kartal römorkörü satıhtan takip etmeye çalışır. Ancak bu izleme, sertleşen hava muhalefeti nedeniyle devam edemez ve Atılay gözden kaybolur. Söz konusu olumsuz hale, denizaltının vakti zamanında dönmemesi de eklenince Çanakkale Deniz Komutanlığı’nda endişe hâsıl olur. Gümrük motorları ve Kartal römorkörü ile Atılay aranmaya başlanır. Aynı gece denizaltının battı şamandırası bulunur. Bu arada arama sırasında iki kez mayın patlaması yaşanır. Atılay’ın karanlık sulara gömülmesi gibi batış sebebi de açığa çıkmaz. Ama yaygın kanaat, Atılay’ın mayına çarparak battığıdır. Bu acıklı kazada 6 subay, 17 astsubay, 16 er olmak üzere toplam 39 askerimiz Hakk’ın rahmetine kavuşur. Kazadan bir tek 2000 yılında vefat eden Ahmet Bağdat kurtulur, o da olaydan bir gün önce izin almıştır. Bağdat, 1995 senesinde verdiği mülakatta Atılay’ın patlama sonucu sulara gömülmediğini söylemiştir. Buna gerekçe olarak da “Denizaltı mayına çarpmış olsaydı denizin üzerinde yağ ve mazot olurdu.” görüşünü dillendirmiştir. Ancak uzmanlar Boğaz’daki akıntı sebebiyle deniz üzerinde uzun süre mazot ve yağın duramayacağını söylemiştir.Atılay Denizaltısı Komutanı Güverte Binbaşı Sadi Gürcan, subay, astsubay ve erler gemi üzerinde toplu halde.‘Gitti de gelmeyiverdi’Atılay Denizaltısı’nın yeri, sualtı araştırmaları sonucunda kazadan yaklaşık 50 yıl sonra tespit edilir. Yapılan dalışlarda geminin sancak bordasında makine dairesi hizasında 180 cm yükseklik ve 40 cm eninde bir yara olduğu görülür. Batık çevresinin incelenmesi sonucu, geminin pupasından (arkasından) 80 metre mesafede kazaya sebep olan mayının bağlı olduğu ağırlık bulunur. Böylece Atılay’ın mayına çarparak battığı fikri kesinlik kazanmış olur. II. Dünya Savaşı sırasında böyle bir olayın meydana gelmesi Türk milletini yasa boğar. Şehit olan askerler arasında ses sanatçısı Hamiyet Yüceses’in eşi merhum astsubay Fethi Yüceses de vardır. Onların anısına Atılay Faciası’nı yâd etmek adına Yüceses’in uşşak makamında seslendirdiği ve bir Dede Efendi bestesi olan ‘Gitti de gelmeyiverdi’ ile hüznü hitama erdirelim: “Gitti de gelmeyiverdi/ Gözlerim yollarda kaldı/ Hele nazlım nerde kaldı/ Ne zaman ne zaman gelir/ Gel a nazlım lahuri şallım/ Sağı solu dolaşalım/ Ne zaman ne zaman gelir…”

11 Temmuz 2014 Cuma

10 Temmuz 2014 Perşembe

Franz Schubert - Piano Trio No. 2 in E flat major, D 929 (Op. 100)

“Kimse bir başkasının acısını, ötekinin neşesini anlayamaz. 

Benim müziğim benim yeteneklerimin ve benim ızdırabımın ürünüdür. 

Ve en büyük acılarla bestelediklerim, en çok beğenilenler oldu.”

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Bağzı mezuniyetler çok yeni

Öğrencilerin tribünde kendilerini izleyen yakınlarının önünden geçip gittiği ve sonunda kep fırlattığı klasik mezuniyet törenleri geride kaldı. Şimdi yeni moda, pankart açmak. ODTÜ’nün açtığı kervana diğer üniversiteler de katıldı. İşte pankartlı mezuniyet törenlerinin kısa tarihi.Gezi olayları Türkiye’de birçok şeyi değiştirdi fakat bunlar arasında en kalıcısı, sanırız gençler arasında yeni bir dil oluşturması oldu. Olaylar sırasında bazıları gerçekten ‘orantısız zeka ürünü’ diye nitelendirilebilecek çok özgün pankartlar açılırken, zaman zaman da bazı kesimleri incitebilecek söylemler ve ‘ulusalcı’ sloganlar dile getirildi. Çok beğenildiği de oldu eleştirildiği de. Fakat şöyle bir gerçek ortaya çıktı ki, bundan böyle ‘90’lılar ve sonrası’ olarak adlandırılan kuşak, siyasetçilere olan tepkilerini de kelime oyunlarından oluşan bu yeni dil ile yapacaktı, gündelik hayata dair esprilerini de. İşte Gezi olaylarından kısa bir süre sonra ODTÜ’nün mezuniyet töreninde yaşananlar, nurtopu gibi yeni bir trendimiz olduğuna işaret ediyordu: Mezuniyeti pankart açarak kutlamak. Evet, bu artık bir trend kıvamına geldi çünkü pankartlar ne ODTÜ ile sınırlı kaldı ne de 2013 ile. Takvimler bu yıl üniversitelerin kapanış tarihi olan haziran sonunu gösterdiğinde ODTÜ’nün mezuniyet törenlerinin yapıldığı Devrim Stadı’nda benzer içerikli pankartlar arz-ı endam etti. Boğaziçi Üniversitesi başta olmak üzere İTÜ ve Mersin üniversiteleri gibi birçok okuldan pankartlı mezuniyet töreni haberleri geldi.Hafıza tazelemek adına pankartlı mezuniyet törenlerinin başlangıç noktasını oluşturan 2013 ODTÜ mezuniyet törenlerine bir bakalım. Genelde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın söylemlerinden yola çıkarak üretilen sloganlar, ne hükümet yanlısı medyanın ‘yerin dibine soktuğu’ kadar olumsuz anlamlar içeriyordu ne de hükümet karşıtlarının dile getirdiği kadar ‘masum’du.ODTÜ zekasına fazla vurgu yapılması ‘kibir’ göstergesi sayıldı mesela. ‘Benim başörtülü bacıma integral aldırdılar’ pankartı en çok tepki çeken söylem oldu. Nitekim o günlerde ‘Kabataş Olayı’ olarak adlandırılan ve başörtülü bir kadının Gezi eylemcileri tarafından dövüldüğüne ilişkin iddia henüz kamera görüntüleri tarafından çürütülmemişti. Hükümet yanlısı kesimler ‘bir kadının acısı üzerinden espri üretilmesini’ eleştirdi.Pankartlarda Bilal erdoğan ve ayakkabı kutusu vurgusuPankartlar mezun olunan bölümlerle paralel söylemler içeriyordu. Uluslararası ilişkiler bölümü mezunları, ‘Dış mihraklarla ilişkimiz yoktur’ pankartı açarken, mimarlık bölümü mezunları ‘Bu stat çok büyük AVM yapalım’ diyordu. Uçak mühendisliği bölümünün açtığı ‘Helikopteri biber gazı atın diye mi yapıyoz la’ pankartı ile mühendislik öğrencilerinin ‘Laboratuvarlarda kızlı erkekli robot yapıyorlar’ sloganı, bazı kesimler tarafından ‘sanki ODTÜ mezunları sürekli helikopter, robot yapıyorlar’ gerekçesi sunularak fazla üsttenci bulundu. Gıda mühendisliği mezunlarının açtığı ‘Biz sana biber kullanma demedik, salça olarak yine kullan’ pankartı, gençlerin bu yeni jargonunun en bariz örneklerinden biri olduğu kadar hoş bir slogandı da.2014 mezuniyet törenlerine gelince, 2013’ten farklı olarak geçtiğimiz yıl o vakitlerde henüz varlığı bilinmeyen sıfırlama, ayakkabı kutusu ve Bilal Erdoğan üzerine espriler çoğunluktaydı. Soma faciası, Gezi’de hayatını kaybedenlere yapılan vurgular, haklı bir öfkenin tezahürü olarak öne çıkarken törende bandonun Gençlik Marşı ve İzmir Marşı çalması gibi fazlasıyla militarist içerikli gösteriler, törenlerin sivil tarafına gölge düşüren cinstendi. Yine geçen yıldan farklı olarak CHP ve MHP’nin cumhurbaşkanlığı için çatı adayı olarak gösterdikleri Ekmeleddin İhsanoğlu’nun ismini ti’ye alan pankartlar dikkat çekti. İrili ufaklı çok sayıda pankart, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun isminin telaffuzunun zorluğuna ilişkin kelime oyunları içeriyordu: ‘Bunca yıl metalurji diyemediniz, şimdi Ekmeleddin deyin bakalım’ ile ‘Bizim de çatı adayımız, Eklemettin, Ekleyemedin, Ekmeletfghj : ss’Diğer dikkat çeken sloganlar ise şunlar oldu: Başka ses kaydı yoksa biz mezun oluyoruz. / Bilal’e anlatır gibi anlat bize kimyayı öğretmenim. / Alo babacığım mikropları sıfırladık, sterilizasyon tamam. / Bizim elimizden kömür lekesi çıkar da, sizin elinizden kan lekesini hiçbir şey çıkaramaz. / Ayakkabı kutusundan ev yapmayı sizden öğrenecek değiliz.‘Mühendis damat arayan teyzeler biz buradayız’Twitter’da da defalarca dile getirilen siyasi içerikli bu pankartların yanı sıra bu yıl bölümlerin içeriklerine uygun ve siyasi söylemden tamamen bağımsız, özgün sloganlar da vardı ve kahkaha attırmasa da tebessüm ettirdi. İşte bazıları: ‘Mühendis damat arayan teyzeler biz buradayız’, ‘Hocam Melis’in saçı tornaya sıkıştı ağlıyor. Tuvalete gidebilir miyiz’, ‘Mezunmuşuz gibi çek panpa’. Mezuniyeti biraz uzun sürenler ‘Yalnız baya okuduk ha; 8,5 yıl’ diye pankart açarken, ‘Anneciğim seni çok seviyorum’ diye en samimi duygularını ifade eden mezunlar da vardı. Sosyal medyada da en çok ilgi çeken pankartlardan ‘Ooo devrem nasılsın? (N. Tesla)’ ise en hoş pankartlardan biriydi. Pankart geleneğine bu yıl katılan Boğaziçi mezunlarının ise ‘Çapulculuk genetiğimizde var’, ‘Kızlı erkekli mezun oluyoruz’ ‘Slogan yazacağız onu da çalacaklar’ gibi başbakanın söylemlerinden yola çıkarak üretilen pankartları basına ve sosyal medyaya yansıdı. Pankartlar saymakla bitecek gibi değil. Sloganlar, siyasi içeriklisinden mesaj kaygısızına, birazcık kibirlisinden olabildiğince masumuna çeşitlilik arz etse de değişmeyen bir gerçeğimiz var: Mezuniyette pankart yazmak in, kep fırlatmak out!