31 Ocak 2014 Cuma

20. ÜKG Blog Turu: Acıtan Güzellik - Georgia Cates

Tur Takvimi:

27.01 | Yorumbazz - Yorum + Alıntılar

27.01 | Kitab-ı Sevda - Ön Okuma

28.01 | Romancekolik - Karakter Söyleşi

28.01 | Sevgili Kitap - Yorum + Şarkı Listesi

29.01 | Kitap Esintisi - Yorum

29.01 | Zimlicious - Yazar Hakkında Bilgi

30.01 | Kitap Hayvanı'nın Günlüğü

Üç ay sürmesi konusunda anlaşmıslardı… Ama aşkları sınır tanımayacaktı.Jack McLachlan nam-ı diğer Mağara Adamı, Avusturalya’nın en gözde bekârlarından milyoner bir şarap üreticisiydi. Başarısı, ünü ve zenginliği, romantik ilişkilerini karmaşık ve sorunlu bir hale getiriyordu, bu yüzden basitliği seçiyordu: isimsiz, kısa ilişkiler.Bu onun oyunu ve kurallarıydı. Ta ki Laurelyn Prescott hayatına girene kadar.Ateşli oyunun kuralları değismek zorunda kaldı, çünkü genç kadın öncekilere hiç benzemiyordu. Amerikalı nefes kesici müzisyenle iliskisi basladığı andan itibaren Jack’in ayakları yerden kesildi. Hiçbir sey planladığı gibi gitmemeye basladı ve Jack kuralları birer birer kendi elleriyle yıkmak zorunda kaldı.Ve Laurelyn, mümkün olmayanı, mümkün kıldı.Kitap Hakkında Kısa Yorumum: Bu turda Beauty serisinin diğer kitaplarının tanıtımı yayınlama görevi bana düştü. Ama ondan önce kitap hakkındaki yorumumu kısacık da olsa bildireyim dedim. Genel olarak bakıldığında beğenmedim. Ben zaten iyi bir romance okuyucusu değilim. Sürekli zevk almıyorum bu türü okumaktan. Bazen, ilgimi çeken kitaplar olduğunda, okuyorum o kadar. Okuduklarımın da bana kendisini beğendirmesi için gerekli olan bazı unsurlar var. Kitabın esprili olması, diğerlerinden farklı unsurlar içermesi bunların başında geliyor. İlki konusunda bir şey diyemeyeceğim. Esprili yönleri vardı Acıtan Güzellik'in. Tabii yine de belirgin bir şekilde sırıttırmadı. Orijinallik konusunda ise kesinlikle benden eksi aldı. Fazla klişeye kaçılmıştı bence. Ve yazım tarzının sadeliği de ilgimi çekmemesini sağladı. Son derece basit cümleler, kelimeler kullanılarak yazılmış. Galiba bu tür kitaplarda az da olsa süslü kelimeler arıyorum. Son olarak karakterlere de pek ısınamadığımı belirteyim. Jack Henry'nin sır saklamasının altında yatan nedeni manasız buldum. Zaten bir kitabın karakterlerini sevmediğinizde kitabı sevmeniz de güçleşiyor. Anlayacağınız beni etkilemedi Acıtan Güzellik. Ancak türün sıkı takipçilerinin hoşuna gidecektir diye düşünüyorum.Beauty from Surrender (2. Kitap) O her söylediğin şarkıyken nasıl devam edebilirsin? Laurelyn Prescott hayatının aşkından uzaklaşmasından sonra, geriye kalan tek hayalinin peşinden koşmak üzere Nashville’e döner. Jack Henry’i kaybetmenin acısını bastırmak için kendini müziğine adar. Ama eski hayatıyla beraber eski tanıdıklar ve yeni umutlar da gelecektir. Laurelyn prodüktörünün rezil teklifini geri çevirince kendini işsiz bir hâlde bulur; ta ki beklenmedik bir fırsat kendini gösterene kadar. Buradan sonrası Laurelyn’in her zaman hayal ettiği şeyi gerçekleştiği bir ışık hızında bir seyahattir. Bu durum ona hak ettiği mutluluğu vermek için yeterli olacak mı? Ya da Jack Henry’nin yokluğu daha fazlasını istemesini sağlayacak mı?Jack Henry McLachlan, Laurelyn Prescott’e âşık olmayı hiç beklemiyordu; ama olmuştu. Laurelyn’in parmaklarının arasından kaymasına aptalca izin verdikten sonra üç ayını onu aramakla geçirir; ancak tekrar buluşmaları o kadar kolay olmayacaktır. Bulduğu kadın, ona veda bile etmeden hayatından uzaklaşan kadın ile aynı değildir. O artık Avustralya macerasındaki güvensiz kız değildir; bu Laurelyn gelecek vaat eden başarılı bir müzisyendir. Laurelyn’in hayalleri gerçek oluyordur ve Jack Amerikan kızının hayatında artık kendisine yer olmadığından korkuyordur. Laurelyn’i tersine inandırmak için bir ayı varken, bu süre onun lüks ve göz kamaştırıcılığın ötesindeki hayatı, içinde Jack Henry’nin de olduğu hayatı, görmesini sağlamaya yetecek midir?           Beauty from Love (3. Kitap) Amerikan güzeli ve onun Avustralyalısı arasındaki efsanevi aşk Beauty serisinin bu final kısmında devam ediyor.Jack McLachlan hayal edebileceğinden çok daha fazlasını başarmıştır. İstediğini ya da ihtiyacı olduğunu hiç bilmediği şeyleri Laurelyn Prescott’ta, son ve nihai kavalyesinde buluyordur. Yanındaki sevgilisiyle hayat son derece güzeldir ama evlilik sonrası mutlulukları Jack’in karanlık geçmişinin şu anki mutluluklarına sıçramasıyla kısa kesilir. Jack Laurelyn’i korumak istiyordur ancak dün’ün lekeleri Jack’i tekrar bulup yakalıyor ve tam tersini kanıtlıyor iken onu lekesiz bırakmak imkansızdır. Böylesine bir geçmişle ikisinin mutlu olması mümkün olacak mı?

F For Fake, O.Welles

"Eğer birileri sahteyi, yalanı kabullenecek ortamı yaratmıyorsa, yalan ve sahte var olmaz."

Bu yapı yüzyıllardır burada duruyor. Batı dünyasının belki de en eski yapısı. Ve üstüne bir imza bile atılmamış. Chartres. Tanrının azametinin ve insanın aczinin bir anıtı. Bugünlerde tüm sanatçılar yalnızca etten kemikten ibaret gibiler. Çıplak, yavan, meydanda. Artık bir anıt yaratmak isteyen kimse yok. Evrenimiz, (bilim adamlarının devamlı söylediği gibi) tek kullanımlık. Bütün yaptıklarımızın içinde belki de- bu anonim eser, bu taştan orman, bu epik ilahi, bu göz alıcı güzellik, bu şehadet sancağı, bütün şehirlerimiz yok olduktan sonra öylece el değmemiş bir şekilde ayakta kalır ve nereden geldiğimizi, neyi başardığımızı bize gösterir.

Yaptığımız bütün taş yapıtlar, resimler, yazılar birkaç yıl (belki de bin yıl) hayatta kalıyor, sonrasındaysa miladını doldurup nihayetinde de toprağa karışıyorlar. Zaferler ve hileler. Hazineler ve taklitler. Hayatın değişmeyen bir gerçeği. Hepimiz ölümü tadacağız."Gönlünüzü ferah tutun" diye sesleniyor bizlere geçmişten seslenen merhum sanatçılarımız. "Türkümüzü kimse söylemeyecek. Ama ne olmuş söylemeyecekse? Biz şarkımızı söylemeye devam edelim." Belki de bir kişinin adı o kadar da önemli değildir.

30 Ocak 2014 Perşembe

Kitap Yorumu: Ölümcül Merhamet - Robin LaFevers

Böyle bir dönem okumaya başlayıp yarım kitapların ne kadar iyi olduğunu görünce kendime nasıl sövüyorum anlatamam. Ama her kitabın zamanı cidden var galiba. O dönem okusam sevemeyeceğim bir kitap olabilir Ölümcül Merhamet. Gününü beklemiştir belki.Gelince de beni kendine hayran bırakmıştır hemen.İlk başta söylemem gerekir ki, çoğu kitapta olduğu gibi Ölümcül Merhamet'i okumadan önce de yanlış izlenimlere kapılmışım. Kötü anlamda değil elbette ama insan konuyu görünce kafasında ister istemez bir şeyler şekillendirir ya; benimki bayağı farklı bir şeydi. Assassin yani Suikastçi olayını çok severim. Ama öyle bir sevmek değil bu. Kadın Suikastçiler'e küçüklükten beri âşığım. Küçükken bir ara, elimde annemin şişleriyle adam öldürme taktiklerini çalıştığımı bile bilirim. Hattâ bir ara bu konuyla ilgili bir şeyler yazmaya kalkışmıştım. O konulara hiç girmeyelim şimdi. Anlayacağınız benim uzun zamandır ilgimi çeken bir konu bu ve hakkında yazılmış adam gibi eser bulamıyordum. Ölümcül Merhamet'i görünce balıklama dalışa geçmem bu yüzdendi. Geçtiğimiz günlerde önümde 14 saate yakın bir otobüs yolculuğu görününce 50 sayfasını bile okumadan elimden bıraktığımı hatırlayıp çantama atıverdim. İyi ki de yapmışım. O işkence gibi yolculuğu katlanılır kıldı kitap.Hani otobüste saat 8 oldu mu ışıklar kapanır, herkes uyku moduna geçer, televizyonlar açılır falan. Ben arkamdaki adamın bana sövdüğünü bile bile okuma ışığımı açtım ve saatlerce kitabın içine gömdüm kendimi. Kapağını bile kapatamadım. Molalarda kapatmak zorunda kaldığımda içimde burukluk oluştu. Gerçekten günümü kurtaran şeydi ve minnettarım Robin LeFevers'e. Aradığım kitabı değil belki ama ona yakın bir şeyi yazmış benim için.Kendi derdimi anlatmak kitabı anlatamadım. Şimdiye kadar bir tek suikastçi kısmını aktarabilmişim. Daha fazla kelimelerin içinde kendimi kaybetmeden başlayayım en iyisi.Ismae, genç bir kız. Ancak hayatının bir işkenceden farkı yok. Annesinin bile rahminden sökmek için uğraştığı, babası tarafından yıllarca ezilen ve en sonunda serserinin birine evlilik adı altında satılan Ismae Ölüm'ün kızıdır. Yani eski Tanrı Aziz Mortain'in seçtiği kızlardan biridir. Bir keşiş onu bu dehşetin içinden kurtarır ve Mortain'in hizmetindeki manastıra sağ salim teslim eder.Ismae Manastır'da kendi gibi Ölüm tarafından sahiplenilmiş kızlarla birlikte eğitim görür, kendini Aziz Mortain'in hizmetine adar. Bundan sonra onun emirleri doğrultusunda Ölüm'ün mutlak görevini yerine getirecektir. Ancak yeminlerini etmeden önce geçmesi gereken üç sınav vardır. Ve henüz ilkinden aksilikler başlar. Ismae, çok geçmeden kendini Bretanya'nın Düşesi'nin düşmanlarının karşısında ve bir sürü entrikanın içinde bulacaktır.Kitapta sevdiğim bir çok orijinal unsur var. Biri Orta Çağ'ı bizi tarihin içinde çok boğmadan aktarması. İkincisi Dukaları, hanedanları vs. kafanızı karıştırmadan aktarabilmesi. Ki burada kurgusal olarak yaratılmış ailelerden ve karakter kalabalığından bahsediyorum. Böyle bir şeyi doğru bir şekilde yazabildiği için Robin LeFevers bir alkışı hak ediyor. Diğeri de insana kendini sevdiren karakterler herhalde. Gerçi karakterlere sırılsıklam âşık olamadım. Ama çoğunu sevdim, nefret ettiklerimden de ölesiye nefret ettim.Ismae saraya gittikten sonra komploların, entrikaların göbeğine düşüyor adeta. Bunlar da oldukça iyi kurgulanmıştı. Sadece bu da değil, saray yaşamı ve günlük yaşam da güzel aktarılmıştı. Anlayacağınız kelimenin tam anlamıyla "iyi yazılmış" bir kitap Ölümcül Merhamet.Ama... Aması var elbette. Yoksa aşağıdaki puanı görüp akıl sağlığımdan şüphe etmeye başlardınız. Tam olarak ne olduğunu söyleyemeyeceğim, çünkü bilmiyorum, fakat kitabı bu kadar bayılarak okumama rağmen beni tam puan vermekten alıkoyan bir şeyler vardı. O yüzden 1 puan kırıyorum.Duval'ı neredeyse unutuyordum! Dış görünüşü çok anlatılmadan kendini sevdirmeyi başaran yegâne karakterlerden kendisi. Ismae ile aralarındaki ilişkiyi de çok sevdim. Birbirlerine duydukları güvenin gelişmesi bununla beraber değişen duygular... Duval'ın olduğu sahneleri iple çektim adeta.Puan: 4

27 Ocak 2014 Pazartesi

Vizesiz ülkelere uçuşun tam zamanı

Okullar yarıyıl tatiline girdi. Bunu fırsat bilenler tatile çıkmaya başladı. Siz hâlâ bu konuda plan yapmadıysanız ve özellikle yurtdışında güzel bir tatil düşünüyorsanız harekete geçmenin tam zamanı.Neden mi? Başta THY olmak üzere Pegasus, Atlasjet, Onur Air ve SunExpress, gibi havayolu şirketleri ve tur operatörleri özellikle vizesiz gidilebilen ülkelerin çoğuna cazip kampanyalar düzenliyor. Malum yurtdışında yeni yerler keşfetmek isteyenlerin en büyük sorunu pasaport ve vize işlemleri. Vizesiz ülkeler konusunda en popüler yerler Rusya, Ukrayna, Gürcistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve tabii ki Balkan ülkeleri. Kısa süreli seyahatle ulaşabileceğiniz bu tatil merkezleri, kültür ve sanat merkezlerinin yanı sıra tabiat varlıklarıyla da ilk akla gelen yerler arasında.Kış sezonunda özellikle kayak merkezlerine oldukça yoğun ilgi gösteriliyor. Havayolu şirketleri de artan talebi karşılamak amacıyla kayak merkezlerine gerçekleştirdiği uçuşlarda ya uçak tipini büyütüyor ya da ek sefer düzenliyor. Bu dönemde yurtiçinde Kars Sarıkamış, Kayseri Erciyes ve Erzurum Palandöken’e ya da vizesiz şekilde Makedonya’daki Üsküp Mavrovo, Rusya’daki Sochi, Ukrayna Lviv’deki Bukovel, Sırbistan’daki Belgrad Kapaonik, Saraybosna’daki Bjelasnica, Karadağ’daki Zabljak ve Kosova’daki Brezovica’daki kayak merkezlerine en uygun fiyatla gidebilirsiniz.VİZE EVRAKLARI BIKTIRDISon dakikada kabul edilmeyen vize başvuruları, tatilcileri hayal kırıklığına uğratmakla kalmıyor uçak bileti ve tatil rezervasyonlarının iptali nedeniyle ciddi maddi kayıplara neden oluyor. Tatilciler genel olarak vize işlemlerinin uzun sürmesi, istenen evrakların fazlalığı, yüksek vize ücreti ve görevlilerin kaba davranışlarından rahatsızlık duyuyor. Vize uygulamasının dolaşım özgürlüğünü kısıtladığını düşünen ve buna tepki gösteren tatilciler, Türkiye’nin de vize uygulayan ülkelere aynı şekilde karşılık vermesini istiyor.Türkiye’ye vize uygulayan ülkeler, bitmeyen istekleri nedeniyle tatilcileri bezdirdi. Seyahat severler arasında yapılan araştırmaya göre, her 4 kişiden biri yaşadığı sıkıntılar nedeniyle vize uygulayan ülkeye gitmek istemiyor. Uçak bileti, otel ve araba kiralama fiyatlarını aynı platformda karşılaştıran, uluslararası seyahat arama motoru Skyscanner’ın verilerine göre Türkler, vize uygulayan ülkelerden olabildiğince uzak duruyor.Türklere vize uygulamaya başlayan Hırvatistan’a Türkiye’den gerçekleştirilen uçak bileti aramalarında da yüzde 58 düşüş görüldü. Avrupa Birliği’ne geçen Hırvatistan, 1 Nisan 2013’te vize uygulamaya başladı. . Araştırmada, Türklerin yüzde 71’i, vize isteyen ülkeleri ziyaret etmeyi düşünmediğini ve seyahat planlarına dahil etmediklerini belirtti.Türkiye’ye vize uygulamayan ülkeler arasına Vanuatu da eklendi. Okyanusya’nın küçük ada ülkesi Vanuatu ile Türkiye arasında turistik seyahat amaçlı vizeler kaldırıldı. Böylece Türk vatandaşlarının vizesiz seyahat edebildiği ülke sayısı 60’a yükseldi. Resmi adıyla Vanuatu Cumhuriyeti, Güney Pasifik Okyanus’ta yer alan bir ada ülkesi. Türkiye’den direkt uçuşun bulunmadığı Vanuatu’ya Yeni Zelanda, Güney Kore ve Singapur üzerinden gidilebiliyor.Sabiha Gökçen’den paralı hızlı geçişİstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı işletmecisi İSG, daha hızlı ve konforlu işlem sağlayan ‘Fast Track’ hizmetini satışa sundu. İç hat yolcuları, ‘DOMFAST’ kodlu ürünle, terminalde CIP geçişinden hızlı geçiş yapabiliyor, DOMCIP kodlu ürünle LGM Lounge alanından yararlanabiliyor. Dış hat yolcuları da ‘INTFAST’ ürünüyle güvenlik ve pasaport kontrolünde CIP geçiş noktalarını kullanıyor. ‘INTCIP’ ürünüyle LGM Lounge’dan, ‘INTPLUS’ ile hem CIP geçişlerinden hem de LGM Lounge’dan faydalanılıyor.Pegasus umre izni bekliyorSuudi Arabistan havacılık otoritesinden umre uçuşları için izin alan Pegasus Havayolları, Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nden (SHGM) çıkacak onayın ardından charter (tarifesiz) uçuşlara başlayacak. Şirket, SHGM’den gerekli iznin çıkması halinde İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan Cidde’ye 7, Medine’ye 4 sefer olmak üzere kutsal topraklara haftada 11 uçuş düzenlemeyi planlıyor.

22 Ocak 2014 Çarşamba

Ayrılma vakti gelmiş Harem’den...

Harem ayrılıkların, kavuşmaların adıdır... Hüzündür, mutluluktur bazen de... Ev sahipliği yaptığı Yeşilçam filmleri bir yana; yatağı sırtında yolcular, yiyecek dolu bidonlar, tıka basa doldurulmuş çuvallar, hatta çamaşır makinesi gibi beyaz eşyalara bile burun kıvırmamış; taşımış, taşıtmıştır...İstanbul’un orta yerinde varlığını sürdüren ‘Harem Otogarı’nın alışılagelmiş manzarası yukarıda sıralananlar. İstanbul Boğazı’na en güzel yerden bakan ve 43 yıldır faaliyet gösteren bu mekân kapılarını kapatmaya hazırlanıyor.İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş geçtiğimiz günlerde açıklama yaparak, “Harem’i ve kent içi yoğunluğun oluşturduğu baskıyı kaldırmak için birtakım çalışmalarımız var.” demişti. Harem Otogar’ının yöneticileri ve çalışanları da daha iyi bir yere taşınmak istediklerini her fırsatta dile getirmişlerdi. Henüz netleşmiş bir proje olmadığından Harem Otogarı’nda şimdilik hayat devam ediyor. Yerine ne yapılır? Onu da şimdiden kestirmek güç.Harem Otogarı’ndan fiziki yetersizlik nedeni ile kış aylarında günde 500 ile 700, yaz aylarında ise 800-1.100 arasında otobüs kalkabiliyor. Bu otobüslerin çoğu pek tanınmayan küçük ölçekli firmalara ait. Otobüs filosu geniş olan büyük firmalar ise Ataşehir’in doğu ve batı kısmında geçici olarak yapılanmış durumda. İstanbul’daki toplam yolcu sayısının yüzde 66’sı Avrupa yakasından, yüzde 34’ü Anadolu yakasından hareket ediyor. Anadolu yakasının günlük yolcu hareketliliği; kışın 45 bin, yazın 65 bin civarında. İstanbul’un nüfusunun 2,5 milyon kadar olduğu tarihlerde açılan ve Anadolu’dan göçün sembolik durağı olan Harem Otogarı ve yolcular şimdilerde çıkacak kararı bekliyor.

21 Ocak 2014 Salı

Öğle uykusundan uyanırken, M.C.Anday

Öğle uykusundan uyanırken deniz yükselirdi, bilirdim, her gün o saatta yükselirdi. Kendimi büyümüş bulurdum. Birbiri arkasına uyanırdım. Koştuğumu anlamadan. Cilalı taş ormanları içinden geçerdim. Düş, doğaya dönüşürdü. Yoksa hangi çiçek büyüyebilir ki!

Uykunun çiçekli perdesi duvara vurmuştu ama o sabırsız, damıtık, büyü bilmez ışık, imgelemin bütün haritasını parça parça ediyordu. Her uyanışında dünyayı baştan yaratatan çocuğu Tanrı korusun! Parçaları toplamağa başladım ağır ağır.

Önce solumdaki duvarı gördüm, az sonra da tanıdım. Yatağıma arpa boyu uzaklıktaydı, boşalmış, yaşı olmayan pencere ile arasında tedirgin masa duruyordu, kapıya bitişikti. Derlenip toparlanan ölçüler içindeki konumundan ötürü de, alıştığı yeri alıverdi. Bellek bir kalıtımdır.

Eşya arasındaki anlaşmada hep bir giz bulmuşumdur. Bizimle birlikte uyuyup uyanırlar. Ama her uyanışta ya bir şey eksilir, ya da bilinmedik bir şey doğar. Kalanlar kapatır eksilenlerin yerini ve yenileri örter. Yoksa bir duvarı tanımak kolay değildir. Duvarlar bir dizge içinde anlam kazanırlar ancak. Var olanın gerçekliği, kendi soyundan başka gerçeklikleri gerektirir. Sayı bundan doğmuştur. Ne güç öğrendim! İnsan elinden çıkma şeylerin, doğal şeylere göre daha karmaşık bir yaşamları vardır. Atalarını bilmezler. Duvar geçmişi yadsır, zamanı hiçler. İnsanın en acımasız buluşudur o, özgürlüğümüzü tutuklar. Bütün elürünü varlıklar gibi öçle doludur ve öç duygusu kişiliğin kanıdır. Hiçbir duvar ötekine benzemez; kimi konuşur, kimi susar boyuna (konuşanlar genç, susanlar yaşlıdır), kimi içeri kapatır, kimi dışarı açar; kimi öldürür (ölümlerin çoğu bundandır), kimi yaşatır (bunu bilmek olanaksızdır). Kurşunlarla delik deşik olmuş, üstü yaralar ya da resimlerle dolu duvarlar vardır. Uruk'taki ilk kerpiç duvardan beri yazgımız değişti. Shih Huang Ti'nin büyük duvarı düşmana değil, halka karşı idi ve insanlarda hiçbir umut bırakmamıştı. Duvar ancak düşle aşılabilir. O gün ben de, bilinçsizce elbet, o atılımı denedim. Ama bunu kaç kez anlattımsa da kimseyi inandıramadım. Belki de hiç anlatmadım.

Çok duvar gördüm. Birinde Shakespeare'in ünlü sözü yazılı idi: "Olmak mı, olmamak mı?" Bunun altına bir başkası, belki de bir deli, sonradan deli olmuş biri, çünkü deliliğin öncesi yoktur, şu sözleri eklemişti: "Yalnız olmak mı, yalnız olmamak mı?" Şiirimi o sözden başlatır, sonra da bir duvar örmeğe başlardım belki, fakat onun altına bıçakla kazınmış şu sözleri okudum: "Var mıyım, yok muyum?" Shakespeare'in asıl söylemek istediği buydu, Hamlet'in onca zayıf istençli olması, varlığından kuşkuya düşmesi yüzündendir. Kuşlar uyurken anlar bunu. Hamlet kendine dışardan bakıyor, bu nedenle de yabancılık duyuyordu. Aynaları kırmak niçin uğursuzluk olsun? Bu duygu Hamlet'i eylemden alıkoyuyordu. (Gerçekte bahaneydi bu.) Çevresi içindeki konumunu yitirmişti. Onun bütün serüveni, şu bir türlü anlayamadığımız yalnızlıktır. (Duvarların en korktuğu. Kaç kez dinledim.) Babasını hortlatmasının nedeni başka türlü açıklanamaz. Bu gibi durumlarda düşle gerçek birbirine karışır, bundan ötürü de eylem, zaman zaman, kırlangıç yuvası gibi boş kalır. "Bir taş alıp attı" demekle, "Eline bir taş geçti" sözü arasındaki ayrım bunu gösterir. El midir iş gören, yoksa taş mı? Flaubert bu ayrımı anlamıştı.

Pencereyi, yaz güzünün giz bırakmayan ışını ile çoktan kaynaştığı için, daha da çabuk tanıdım. Yalnız değildi. Sesler geliyordu uzaktan. Ne kadar ses varsa toplanıp sokağın ucundaki parkta, çocukların anılarını kurmaya gitmişlerdi. Kuşları göremedim, belki de bahçelerin kuruluşunda görevliydiler. Bu görev asıl, ses ile sessizliğin ortak temeline dayanır ve çocuklar sadece biraradalığı tanıdıkları için dünyaya hiç yabancılık duymazlar. Kuş ve ağaç birdir onlar için. Duvar ve pencere bir. Bütün sorun, araya gizlice bir şey katabilmektedir. Gerçekte hiçbir şeyin tek başına anlamı yok. Ah konuşmanın anlamsızlıklardan doğduğunu bir anlasak. Onları yeni baştan toprağa dikip sulardım.

Bir süre kanımın gelgitinde sallandığımı algıladıktan sonra yatağımda doğruldum. İşte o zaman, odamın ucunda, pencerenin altında, dolapla duvarın yer çizgisi arasında bir altın külçenin parıldadığını gördüm. Bunu bir an çok olağan bulduğumu unutmuyorum. Olağanüstü değildir şaşırtan. Bir yandan da, beynimdeki düş zembereğinin bir aksaklığa uğradığını, az sonra bu imgenin yok olacağını düşünüyor, bilincin acelesinden ya da düşün tam zamanında yitmekte gecikmesinden ötürü ortaya çıkan bir tür Araf'ın gerçek varlığını tanımaya çalışıyordum. Araf hem inançsızlığımızın, hem de korkaklığımızın imidir, insan, cennetle cehennemden başka bir şey olsun istemiştir. Yaşamla ölüm arasında da böyle bir yer vardır. Karşıtlık yaratır onu, zaman yalnız orada işler, yaşamda ve ölümde değil. sürekli ile süreksizin arasında düştüm kaç kez. Durmak da, yürümek de şaşırtıcı idi.

Hiç istemeden kendini bana yakalatmış gizli bir dünya idi bu. (Sonraları bu dünyayı kaç kez gördüm, kaçırdım ve her görüşümde hasta düştüm. Belki de delilik budur, çünkü kimseyi inandıramazsınız, herkes sizden uzaklaşır. Oysa hepimiz o dünyada yaşamaktayız, ama "söz"ün yetersizliği bizi yenik ve mutsuz düşürüyor. Bir gün gerçek "söz" bulunacaktır.) Eskiden beri bildiğimiz iki gizsiz dünya, düş ve gerçek, arasında bir geçiş bozukluğu idi bu yeni dünya ile karşılaşmamaın nedeni. Çünkü ilk sayı "üç"tür. Ah ne duvarlar, ne pencereler, ne denizler, ne bahçeler, ne bitkiler, ne hayvanlar vardır, hem tanıdık hem ilk. Birinden ötekine geçilirken, en beklenmedik olanla karşılaşılır. Sokakları dolaşmayı sevdim. Değişme sonsuzdu. Öyle ki, kimsenin geçmediği sokaklar buldum.

Altın külçesinin parıltısı gibi ağırlığı da olmalı idi. Ağırlık, ölümün yaşlanmasıdır. Bir ölüyü bir kaç kişinin zar zor taşıyabildiğini unutmayalım. Dünya da gitgide ağırlaşıyor. Kıyamet, dünyayı artık taşıyamayacağımıza ilişkin bir tür önsezidir, bir tür geriye dönüş, bir anı. Kıyameti dört gözle bekliyorum. Çünkü ondan sonra yaşadım. Asıl dünyayı yaratmanın mutluluğu! Ben senin çocuğunum!

Çarçabuk üstüne atılsam, yüzde yüz, altın külçenin ağırlığını da duyumlayabilecek, böylece de elimin ve kolumun kaslarına can katmış olacaktım. Bizi olağanlıkların öldürdüğünü unutma! Ama parıltının da önce yok olacağı korkusu beni bundan alıkodu. O durumda sadece ağırlığı yakalamam, bilincimi de, düşümü de içinden çıkılmaz bir güçlüğe sokacaktı. (Bence parıltı idi önemli olan.) Nitekim önce ağırlığın yok olduğunu sezdim, parıltı bir an daha, tek başına, şaşkın, ürkek (dünyada onun yeri yoktu ki!) sürdü. Öz niteliklerin tümü tedirgindir. Ama kıyamet onlara zarar veremez. Yakalım onlardan başkasını!

Ancak bu olayda iyi anlayamadığım, daha doğrusu, inanılmayacağını sandığım için saklamayı yeğlediğim bir şey daha vardı. Asıl unutamadığım da odur. Hatta ben onunla çok daha önce de karşılaşmıştım gibime geliyor. Hiç ölmedim ki! Altın külçemin içinde, artık parıltı olmayan, belki de bu parıltıdan habersiz bir bölüm, sakin, kahramanca, yaşanan bir bölüm görüyordum. Burnumun dibinde. O kadar yakın. Ruh değil, (ne gerek var ona), belki de özdeğin ta kendisi. Hem yeni, hem tanıdıktı bu yer. Nedenini bilmediğim bir sevinç kaplamıştı içimi. Sevincin öğretilmemiş olanı. (Sonraları onu yaratmaya nasıl da çabaladım!) Yaşayabilirdim artık. Ben burada değil, orada olmalıyım duygusuna kapıldım. (Her şeyi bu duygu bozdu, bütün duygular gibi). Dahası yuvarlaklaştığı kuruntusuna bile kapıldım. Kısacık bir anda ne çok şey yaşanıyor! Ah, ben dışardayımdır! Olanın olduğu ile olmayanın olmadığı karşıt değildir. Olanı olumlamakla olmayanı olumsuzlamak yalnızca yinelemedir. Bütün önermeler duvardır. Bir önermeyi yatsımak bizi başka bir önermeye çıkarıyorsa kurtuluş yok demektir. Sözü yakmakla olur kurtuluş. Çekmecelere kilitlediklerimizi arıyoruz.

Sonra yatağımdan kalktım, gidip az önce altın külçenin bulunduğu yere ayağımı sürttüm. Yanlıştı bu, biliyorum. O sırada çocuklar evlerine dönüyorlardı. Tanrım, bizi çocuklar dünyaya getiriyor! Elimi de tahta taban üzerinde gezdirdim. Bir ağacı okşar gibi. Kaç kuş geçti pencerenin önünden, sayamadım. Nereye gidiyorlar? Parmaklarımda altın tozları aradım. Önce, bir iki tanecik görür gibi oldum, ama buna pek inanamıyorum. Belki de çocuklar ve kuşlar kapışmışlardı bütün o zerreleri. Kuşlar neden sokaklardan geçerler? Anlayamamışımdır. Koca bir dünya bu! O sırada, sanki neden aldandığımı göstermek istiyormuşçasına, ikindi güneşi parlayıverdi. Ah bu aydınlığın ağırlıksızlığı! Bir imgenin yerini beyaz bir ışık almıştı. Bilincim bana bu ışığın gerçek olduğunu söylüyordu. Çünkü ikisi de aynı mayadan yapılmıştı. Yaratmaların çoğu böyle yarıda kalmıştır. Lanet olsun! Sırasında çekilmeyi beceremeyen düş ise, başka bir gerçeği kaçırıvermişti elimden.

Gölge ve ışığın ilk bulucusu Platon'dur. (Hellen güneşine zeytin diplerinden gölgeler getirerek.) Bundan ötürü çok acı çektiğini sanırım. Bir olanı ikiye ayırmak acı vericidir. Mağarada doğduğum için bilirim, gölge ve ışık aynıdır. Gölge olmazsa, ışık da olmazdı. (Oysa bunun tersini öğrettiler bize.) Ben gölgemden çıktım. Onun için gölgem uzayıp kısalır. Kemiksiz. Platon, ışığı dışarda bırakıp gölgeyi mağaraya tıktı. Ne yanlış!

Güneşi her gün görüyorduk, öldürdüğü çocukları, nerde sakladığını bilemediğimiz kısır karısı, umutsuzca yeniliği (öyle ki, bu bir yenilik bile değildi, önü ardı kesik kalmaya yargılı olduğu için), zorunluluğu altındaki dayanılmaz bunalımı, her zaman koparılmış saçakları, yerini hep boş bırakan uyruksuz sopası, aynalara bakamayan kirpiksiz gözleri, düş bilmediği için hastalanmayan koca ciğeri, ayrımsız bir dünyadaki mutsuz kızı, orada burada unuttuğu saatları, dakikaları, saniyeleri, kömürü, dumanı, kokusu, soluğu ile. Pencerelerden giriyordu sesler gibi. Gerçi her gece düş de görüyorduk, ama düşlerin ölçülebilir bir niteliği yoktu. Onların hızını bulan hiçbir bilim adamı yetişmemiştir. Kaç saniyede, kaç imge geçer düşte? Hız ölüme yakın bir şeydir. Hızı ölçülemeyen düşler tam bir bilgiye elverişli değildir. Zamansız bir toprağın çocuklarıdır onlar. Başkaldırmaktır ödevleri. Başkaldırmadan yaşanamaz çünkü. Gece düşünde, ertesi gün sarhoş olacağını gören Mevlana, ertesi gün içmiş, sarhoş olmuş. Biz ancak uyanıkken gördüğümüz dünyaya inanıyoruz. Bana hiçbir şey gelmez ki! Herakleitos, "O hiçbir şey bilmez, gece ile gündüzün aynı olduğunu da" demiş, Hesiodos için. Ne geceden günü, ne de günden geceyi çıkarabildim. Payım yoksa ben de yokum. Ama Tanrı'ya hiç özenmedim. Yerinde sayan güneş, seni nasıl da çember içine aldık!

Gerçekte deneyim ve deney denli hiçbir şeye inanmamışımdır. Kaç kez denedim taşın düşüp düşmeyeceğini. Hatta ateşin yakıp yakmayacağını da. Bana ne yazılanlardan. Onlar sadece gün ve gecedir. Ah mağara, mağara! Benim bilgeliğim sensin! Engizisyon mahkemelerinin, insanları ateşe atmaları, bilime inandıklarından değildi. Tam tersine, onlar bilim adamlarını, düş görenleri, güneşi satılığa çıkaranları, suyu yakanları ve göğü toprağa karıştıranları yakıyorlardı. Maddeye inanmadıkları halde bunu yapmaları, kısaca dinsizliktir. Anlaşılıyor ki, kilise, öteki dünyaya, ruhun ölümsüzlüğüne de inanmıyordu. Çünkü ruhu yakmak için bir ateş bulamadı. (Bu ateş çok sonra bulunmuştur.) Sıcakla soğuğun aynı olduğuna kim inanır! Sayı şaşırttı bizi. Eskiden sayı yoktu, nitelikler de. Yalnızca yaratma vardı. Ah geride kalan mutluluk! Ben de soğukta kaç kez çıplak dolaştım, üşüdüm. Neden üşüdüğümü bilemem. Hiçbir şey bilmem ki! Belki ateşte ısınmaya alıştığımdandır. Ölülere elimi sürdüm, toprak gibiydiler. Buna ölüm denebilir mi? Çiçek büyütülebilir bir ölümün etinde. Ama bu iş için bir canlıyı seçmenin daha doğru olabileceği kanısına vardım. Bunu kendimde deneyemezdim, kimseyi inandıramazdım, çıbanlarımdan kokrup kaçarlardı. Kısacası, ben bir bilimseverim.

Altın külçenin önce ağırlığını, sonra parıltısını yitirmesi, elbette canımı sıkmıştı. Oysa güneş ışığı orada, köşede vurup duruyordu. Her şeyin benden "önce" olduğu düşüncesi, beni sadece şaşırtmakla kalmaz, varlığımdan kuşkuya da düşürür. Güneş doğmadan önce uyansam (kaç kez yaptım bunu, develer cıgara içiyorlardı), ayaklarımı nasıl unutabilirim. Çocuklarımız bizden önce vardı. Akıl konusunda ise, insan hazıra konmuştur. Küçük sinirlerimden biri titrese, düşünceler bulurum. Söz ondan da eskidir. Ama kutsal kitabı onunla başlatanlar bilmiyorlardı bunu. Kulağa değil, ağza önem veriyorlardı. Duymadır ilk olan. Kral Midas'a bunu Apollon öğretmişti, o ise eşek olduğunu sandı. Hayvanların en büyük korkusu insan olmaktır. Bunca acıyı nasıl barındırdım. Tümü mutlu ölen hayvanlar birbirlerini tanımazlar. Bense başkasını tanırsam kendime acıyorum. Yanyana duruyoruz. Elden ne gelir ki! Başkasını yaratmak gerek. Başkasını yaratmak gerek.

20 Ocak 2014 Pazartesi

Meleğin Selamı

Hazırım kanat çırpmaya "Dönsem", derim, "dönsem geriye" Bir an daha kalırsam burada Korkarım hiç dönemem diye.Gerhard Scholem, "Meleğin Selamı" Paul Klee - Angelus Novus

Klee'nin "Angelus Novus" adlı bir tablosu var. Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir ediyor: Gözleri faltaşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü de ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Biraz daha kalmak isterdi melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek... Ama Cennet'ten kopup gelen bir fırtına kanatlarını öyle şiddetle yakalamıştır ki, bir daha kapayamaz onları. Yıkıntılar gözlerinin önünde göğe doğru yükselirken, fırtınayla birlikte çaresiz, sırtını döndüğü geleceğe sürüklenir. İşte ilerleme dediğimiz şey, bu fırtınadır.  

Walter Benjamin (Tarih kavramı üzerine, IX.)

‘İslamcı’ların devletle imtihanı

AK Parti kuruluşunda kendini muhafazakâr ve demokrat olarak tanımlamış olsa da, partinin kurucularının ve geniş tabanının ‘İslamcı’ gelenekten beslendiği biliniyor. Bu yönüyle 11 yıldır devlet yönetme tecrübesi yaşayan ‘İslamcıların’ devletle imtihanı ne durumda? Şimdilerde devleti kutsayan, onun bekası için evlatlar feda edenler, geçmişte devleti nasıl tanımlıyordu?Türkiye’de ‘İslamcı’ gelenekten gelen, kendini muhafazakâr-demokrat olarak tanımlayan bir iktidar var. Kısa süreli Erbakan hükümetinin yanı sıra son 11 yılda da, AK Parti’nin devlet yönetme tecrübesine şahitlik ediyoruz. İktidar, baştan itibaren parti kimliğini İslamcı olarak ifade etmediği için, ilk etapta ‘İslamcı’ denilemez. Ancak parti programı itibarıyla ‘İslamcı’ olmasa bile, parti kurucularının da, geniş tabanının da büyük ölçüde ‘İslamcı’ gelenekten beslendiği aşikâr. Özellikle son birkaç yıla bakılırsa, AK Parti geniş bir yelpaze olan ‘İslamcılığın’ liberal ucunda dursa da, ‘İslamcılık’la sürekli haberleşiyor, paslaşıyordu. Hep bir kenarında yer alıyor, bir ayağı içeride bir ayağı dışarıda duruyordu. Bir ayağını dışarıda tutan en önemli faktör ise şüphesiz AB üyeliği çabalarıydı. Son zamanlarda AB’den rotasını çeviren, Şanghay’a göz kırpan, liberal ve demokrat gömleğini üzerinden yavaş yavaş çıkaran bir AK Parti olduğu yorumları yapılıyor. Özellikle 2010 referandumunda AK Parti’yi destekleyen farklı kesimler bütün bu yaşananlara ve bir partinin 3 yılda bu kadar değişmiş olabileceğine inanmak istemiyor. Hal böyle olunca ‘Muhafazakâr tabanlı iktidar, partisi aracılığıyla kendisini devletle mi özdeşleştiriyor? AK Parti devletiyle olan imtihanları ne durumda?’ gibi sorular akıllara geliyor. Tüm bunlar ve merak edilen başka soruların cevabını işin ehillerinden dinledik. Yanı sıra geçmişte İslamcılık çizgisinde duran, her fırsatta devleti eleştiren, hatta “Devletin ‘İslamcılar’ için bir tabu” olduğunu söyleyen ama şimdilerde hem iktidar içinde hem de dışarıdaki liberal-demokrat-muhafazakâr kimliğiyle boy gösteren isimlerin geçmiş söylemlerini, zamanında neler yazıp çizdiklerini araştırdık.Devleti ele geçirdiklerini düşündüler ama devlet onları ele geçirdiİslamcılık söz konusu olduğunda, otorite olarak bilinen bir isim yazar-sosyolog Ali Bulaç. Soruları cevaplarken AK Parti’nin İslamcı bir parti olmadığı, kurulurken ve kamuoyuna programını deklare ederken ‘dini referans almadığı, İslamcı bir parti olmadığı’ beyanını hatırlatıyor. AK Parti’nin siyasi reform haritasını AB yol haritası, ekonomik politikalarını Kemal Derviş’in programı, siyasi görüşünü liberalizmin belirlediği, muhafazakâr demokrasi kimliğinin de bununla ilgili olduğu üzerinde duruyor. Bulaç, bugün eleştiri yapmadan önce, İslamcıların devletle ilişkilerindeki üç ana aşamayı anlatıyor: “1850-1924 arası ilk İslamcı nesiller devleti kurtarmak üzere yola çıkmışlardı. Zira Osmanlı Devleti, kurucu ideolojisi İslam olan bir devletti. Yozlaşması, zayıflaması veya İslam’dan uzaklaşması onun İslam’dan radikal kopuşunu ifade etmez. İlk nesil İslamcılara göre eğer devlet İslam’ın asli kaynaklarına dönerse kurtulur, toplum da ıslah olur. 1950-1997 arası ikinci İslamcı nesiller yeni bir devlet kurmak istiyorlardı. Onlara göre ortada İslami bir devlet yoktu. Eğer İslam devleti kurulursa İslam ve Müslümanlar da kurtulur, ne var ki kurmayı hedefledikleri devlet modern ulus devletti, zaman içinde modernite ve ulusalcılık Müslümanların zihnini dönüştürdü. 1997 ile başlayan üçüncü nesil İslamcıların devleti yeniden tanımlamaları beklenirdi. Ancak ikinci neslin İslamcıları, İslamcılığı bırakıp muhafazakâr demokrasi kimliği benimsedi, 2002’de iktidar oldu. Devleti ele geçirdiklerini düşündüler ama hakikatte devlet onları ele geçirdi, zihinlerini, ruhlarını dönüştürdü. Yaşama biçimlerini kökten değiştirdi. Şimdi herkesten çok kendilerinin felsefi ve politik temellerini atmadıkları bir devlete cansiperane sahip çıkıyorlar. Bu İslamcılığın değil, İslamcılığı terk edenlerin trajedisidir.” AK Parti Amasya Milletvekili Prof. Dr. M. Naci Bostancı da AK Parti’nin, ‘İslamcılık’ iddiasının olmadığını söylüyor. Ancak, “İslami referanslar partiyi oluşturan kadrolarda baskındır. Bu ‘İslamcı’ kimlik, başkalarını da aynı istikamette otoriter bir şekilde dönüştürmeye kesinlikle kapalıdır, daha çok içe dönüktür.” diyor. Sonra partinin kimliğindeki muhafazakâr vurgusuna değiniyor. Bostancı’ya göre bu, ülkenin moral değerlerini verili bir set olarak alan, sivil bir anlayışla geliştirilmesinin gerekli olduğu vurgusu. AK Parti’nin devlete biçtiği rol, yol gösterici, denetleyici, belirleyici değil, aksine hizmet edici, sivil inisiyatiflere ve özgürlüklere alan açıcı bir rol. İslamcılık tartışmalarının önemli isimlerinden olan Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne ise muhalif bir karakter taşıyan İslamcılığın, kaza ile iktidara geldiği zaman hemen dönüştüğünü ve İslamcılıktan hızla uzaklaştığını ileri sürüyor ve Türkiye’de böyle olduğunu vurguluyor. Ortaya esnek ve pragmatik bir muhafazakar ideoloji çıktığını söyleyen Türköne, “İslamcılar iktidarı ele geçirdiklerinde kimse onlar kadar hızlı ve kökten devletçi olamaz. Yani motor artık devletten aldığı enerji ile çalışmaya başlar.” diyor.Devlet de servet gibi insanı azdırırİktidarın devlet ile olan ilişkilerinde son yıllarda nasıl bir yol izlediği ve devletle olan sınavda ne durumda oldukları sorusuna Ali Bulaç, “Postmodern dünyada yeni bir politik kültür arayışı varken hâlâ muhafazakâr demokratlıktan söz etmek bana tuhaf geliyor. Bunların devletin eteğine sımsıkı sarılmaktan başka seçenekleri yok zaten.” cevabını veriyor. Bulaç’a göre, devlet onlara kibri, iktidarı, başkalarına buyurmayı, dağıtma imkânını, hükmetme duygusunu, rakiplerini tasfiye etme, kontrol ettikleri güçle ötekileştirip ezme hissini tattırıyor. “Dünün devlet muhalifi İslamcılarının tamamı bugün devletçi.” diyen Mümtaz ‘er Türköne, iktidarın devleti kutsadığına, devlete muhalefeti mahkûm ettiğine, bunun ise doğal bir süreç olduğuna dikkat çekiyor. Türköne’ye göre, iktidara zamanında zulmeden kahhar ve kerim devlet, bu sefer onların ellerinde. Bu durumu idealize etmenin ise bir mantığı yok. Yoksulların eline para geçince bu sefer fukaraya tepeden bakmaları gibi bir durum bu. Servete kondular ve bahtiyar oldular. Devlet etimolojik olarak saadet anlamına gelir. Servet insanı azdırır. Devlet de öyle. Prof. Dr. Naci Bostancı ise zamanında İslamcı geleneğin devlete ilişkin olarak söylediği bir ‘şey’ olduğunu ama bunun uzun süre, devleti kesinlikle soyut düzeyde İslamileştirmenin vesayetçi bir yapısı olarak hayal etmek şeklinde kaldığını söylüyor. Bostancı, “Son otuz yıllık dönem içinde İslam coğrafyasındaki daha demokratik gelişmeler, halk katmanlarının siyasette daha etkin olmaları, İslamcı geleneği de çeşitli şekillerde iktidara eklemledi.” diyor. Bunun beraberinde devleti İslamileştirmenin vesayetçi yapısı olarak hayal etmenin kaldırıldığını, onun yerine asayişin, toplumsal dengesizlikleri gidermenin, özgürlükleri sağlamanın etkin aracı olarak yeniden konumlanmasını sağladığını ekliyor.Bugün devleti kutsayanların dünüŞimdilerde devleti kutsayan, devletin gücünden ve birtakım sırları olabileceğinden bahseden bazı isimlerin geçmişteki devlet anlayış ve söylemleri doğrusu ilginç. Zamanında “Bu ülkede cuma namazı kılınmaz, burası dar-ül harptir.” diyen, “Devletten maaş almak caiz mi? Hukuk okumak, avukat olmak caiz mi?” tartışmaları yapan bazı ‘İslamcı’ entelektüellerin ya da siyasilerin devletin gücü ve kutsallığından dem vurması şaşırtıyor.Mesela şimdilerde AK Parti’nin Adıyaman milletvekili Mehmet Metiner’in geçmişteki devlet söylemleri... Metiner’in genel yayın editörlüğünü yaptığı Girişim dergisinin 1990 Ocak tarihli 52. sayısında ‘Değişimi anlamak’ başlıklı yazısına bakalım.“Devletin giderek azmanlaşan ve üstün çıkarları (!) için bireyi ve toplumu gerektiğinde feda eden bir konuma bürünmesini istemedikleri insanlar sokaklara dökülüyorlar…”“Devletin maslahatı için birey ve toplum feda edilir” anlayışı saltanat kültürünün bir sonucudur. Ve ne yazık ki bugün aynı anlayışı bir kısım İslamcılar da paylaşmaktadır. Devlet, İslamcılar nezdinde de adeta bir tabudur.”Yine Mehmet Metiner’in yayın yönetmeni, Başbakan’ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan’ın da yayın yönetmen yardımcısı olduğu, Ergün Yıldırım, Abdurrahman Dilipak, Ahmet Taşgetiren gibi isimlerin de yazılar yazdığı Yeni Zemin dergisinin Ekim 1993 tarihli sayısına bakalım. Metiner’in Atasoy Müftüoğlu ile yaptığı dört sayfalık devlet, Müslümanlık, iktidar, vesayet konulu röportajda Müftüoğlu “...Bugün maalesef Müslüman halklar için devlet hâlâ büyük bir puttur.” diye sert bir devlet eleştirisi yapıyor.Hüsnü Aktaş, Ali Bulaç, Selahaddin Eş Çakırgil, Sedat Yenigün, Yılmaz Yalçıner, M. Beşir Eryarsoy, Ali Ünal (Fatih Selim), Sami Adil (Sami Şener), Ömer Yorulmaz, Mekki Yassıkaya gibi isimlerin çıkardığı Hicret dergisinin 1979 tarihli ilk sayısında Hüsnü Aktaş’ın ‘Hicret olayı ve ilk cuma namazı’ başlıklı yazısına bakalım.“Nitekim Hanefi mezhebine göre, cuma namazı bir ‘Devlet’ namazı hükmündedir, ya Halife bizzat kendisi veya görevlendirdiği bir kimse tarafından kılınabilir. Ayrıca, cuma namazı hür insanlar üzerine farzdır…”Ali Bulaç - Döndük 2003’ün başınaAK Parti’nin reformlardaki yol haritası AB idi, fakat AB müktesebatı çeşitli reformlara kaynaklık ettiyse de toplumsal çözülmeye, ahlakî yozlaşmaya da yol açtı. Ortadoğu’ya model ülke olma idealiyle bölgeye girdiğinde bu çözülmeyle bölgeyi etkileyemeyeceğini, içeride de çözülmeyi durduramayacağını anladı ve bir miktar frene basmak istedi. Ancak siyasi bağlantıları dolayısıyla küresel güçler, sponsorları tarafından şiddetli bir tepkiyle karşılaştı. Gezi olayları bunun ilk denemesiydi. AK Parti tepki gördükçe içine kapandı, Brüksel’i bıraktı, Ankara’ya yöneldi. Brüksel yağmurdan kaçmaktı, Ankara ise doluya tutulmaktır. Brüksel ve Ankara dışında başka bir referans mümkündü, bu bana göre Medine’dir, ama AK Parti’yi kuran zihinlerin ne din ne medeniyet tasavvurları sağlam bir bilgi ve fikir temeline dayanmadığından çok sürmeden boşluğa düşmüş oldular. Geldikleri noktada tabiatı gereği eşitsiz, adaletsiz bir iktidarı var güçleriyle savunmaktan başka bir şey düşünemez oldular. Geniş toplumsal kesimlerin desteğiyle elde edilen sınırlı kazanımları bile geri vermeye başladılar, çaresizlik onları eski Türkiye ile uzlaşma noktasına sürükledi. AK Partililer kesinlikle yönettikleri devleti iyi tanımıyor. Kim onu ele geçirdiğini düşünüyorsa onun eline geçmiştir. MİT, YÖK, kamu bütçesi, eğitim, yasama gücü vb. kurumlar devletin hazineleridir, partiler, sınıflar, zümreler, gruplar bunları ele geçirmek ister, fakat bunlar dönüşümlü olarak iktidar partilerine sadece asıllarını, fonksiyonlarını korumak üzere emanet edilir, yed-i emin olmayan hiçbir parti iktidar olamaz. Bu devletin hiçbir zaman alternatif veya paralel devleti olmadı, hep kendisi oldu ama kendini değişik kimliklere, gruplara, sınıf ve zümrelere emanet ediyormuş hissini vererek korudu, gücüne güç kattı. ‘Milli orduya karşı kumpas kuruldu’ dedikleri anda o hep varlığını koruyan bürokratik merkezin kalbindeki sert çekirdeğin kumpasına geldiler. Döndük 2003’ün başına.Naci Bostancı - Devletlû olmak AK Partililerin kabul edebileceği bir nitelik değilAK Parti’nin göreve geldiği ilk yıllardaki reformcu kimliğinden uzaklaşarak devletleştiği/Ankaralaştığı iddiaları son birkaç yıldır yoğunlaştı. Buradaki kasıt, AK Parti’nin daha devletlû bir görünüm kazandığı. Eleştirileri önemli ölçüde AK Parti’ye yönelik muhalif enerjinin çaresizliğinden üretilmiş bir strateji olarak görüyorum. O kadar güçlü bir iktidar ve siyaset alanının tüm rasyonel konuları üzerine o kadar geniş sahiplenmesi söz konusu ki, bunun karşısında bir muhalif strateji geliştirmek ve buradan bir iktidar ümidi üretmek mümkün gözükmüyor. Bu durumda AK Parti’nin ‘içine’ seslenmenin, ondaki egemen değerlere yaslanan bir eleştiri getirmenin işe yarayacağı düşünülüyor. Devletlû olmak hiçbir AK Partilinin kabul edebileceği bir nitelik değildir. Öte yandan on bir yıllık dönem içinde sandık harici çeşitli yöntemlerle kendisine karşı ittifaklar oluşturulmuş, seferberlik düzenlenmiş, gayri meşru yollarla önü kesilmek istenmiş bir iktidardan bahsediyoruz. Sırtında yumurta küfesi olmayanların sözel reformculuklarıyla istikrarsızlıklara açık, halen iktidar ilişkileri yeterince şeffaflaşmamış bir siyasal toplumsal ortamda reformculuk yapmanın arasında hayli geniş bir makas vardır. AK Parti bu ülkede en reformcu iktidardır. Ayrıca yabancı basında Türkiye’nin Arap ülkelerine benzediği yönündeki makalelerdeki söylemler çok yanlış ve haksız bir yargı. Demokrasi geleneği olmayan ülkelerde sokak siyasetinin asli mekânı olarak bir anlam kazanabilir ama siyasal yolların açık olduğu bir ülkede sokağa böyle bir anlam veremezsiniz. Verirseniz doğrudan bu tavır halk iradesiyle çelişir.Mümtaz’er Türköne - Reformlar AK Parti için bir iktidar aracıydıAnkaralaşmak tabirini hep ‘angaralaşmak’ yani biraz taşralaşmak olarak anlıyorum. Bürokrasi ile kazanılan, sonradan kazanılma gibi bir statü veriyor Ankara. Reformlar AK Parti için bir iktidar aracı idi. Sandıktan aldıkları devlet iktidarı karşısındaki yargı ve asker vesayetini reformlarla bertaraf edebildiler. Daha fazlası, bu sefer ellerinde olan iktidarın sınırlanması demek. Neden reform yapsınlar? Bu noktada İslamcıların mesafeli oldukları MİT, YÖK gibi kurumlarla yakınlaşmasında MİT’in çok önemsememesi gerekir. Devlet kimin elinde ise diğer bürokratik birimler gibi onlara uyar. Ancak YÖK önemli. YÖK’ün başında Türkiye’nin en parlak sosyal bilimcilerinden biri var ama üniversiteleri o yönetmiyor. Üniversiteler Milli Eğitim müdürlükleri gibi hükümete doğrudan bağlı. Sorulması gereken şu, İslamcıların üniversite ufku neydi? Akademik vizyonları, bilime bakışları... İslamcılar diğer sağ iktidarlar gibi sadece üniversite binası inşa ediyor. İçine konulan bilimle kimsenin ilgilendiği yok. Birkaç yıl önce yabancı basında Türkiye, Arap Baharı ülkelerine örnek gösterilirken şimdilerde Türkiye’nin Arap ülkelerine benzediği yönünde makaleler çıkıyor. Daha ötesi var. Arap Baharı bir kışa dönüştü. Her şey değişiyor. Bugün İslam dünyasında radikal eğilimler güçleniyor. Türkiye ise bu mevsime iktidarda İslamcılığı tüketerek giriyor. İslamcılık en azından Türkiye’yi İslam dünyasına daha sıkı bağlıyordu. İslamcılık tükenince bu köprü de kalkmış olacak.Kâğıt üstünde kalan söylemlerİnsan değişken bir varlık olması hasebiyle fikirlerinde de yıllar içinde değişiklik olması elbette mümkün. Ama birtakım söylemlerin üzerinden çok değil henüz birkaç yıl bile geçmemiş, söylenenlerin yazılanların mürekkebi bile kurumamışken, bugün söylediklerinin tersi şekilde davranıyor olmaları sadece şaşırtmıyor, bir akıl tutulmasını yaşandığını gösteriyor. Prof. Dr. Yasin Aktay’ın başkanlığını yaptığı Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE)’nün yeni anayasa çalışması ve devlet tanımlamaları başlıklı Mayıs 2011 raporundaki devlet söylemi ve tanımlarına bakılınca, o söylemlerin bugünle çelişki içinde olduğu görülebilir.“Tarafsızlık ilkesinin gereği olarak devlet kamu istihdamında dine, inanca, mezhebe, kanaate ve felsefi görüşe bağlı tercihleri ve pratikleri nedeniyle hiç kimseye ayırımcılık yapamaz. Bu güvence kamu hizmetlerinden yararlananlar için de geçerlidir.”Hazırladığı raporlarla çelişen bir diğer düşünce vakfı ise Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA). Dershanelerin kapatılması mevzuunda, ‘Kesinlikle kapatılmalı’ şeklinde bir tavır bürünen SETA’nın daha iki yıl önce hazırladığı bir raporda ‘Seçme sınavının olduğu her sistemde dershanecilik kaçınılmaz olarak var olmaktadır’ tespiti dikkat çekiyor. Dershaneler konusundaki tavrını 5 Nisan 2012 tarihli ‘Yeni anayasaya doğru vatandaşlık’ raporunda da görmek mümkün.“Birey-devlet ilişkilerinin devlet eksenli olarak tanımlandığı bu tür siyasi rejimlerde vatandaşlar, devletin varlığı ve bekası karşısında değersiz ve önemsiz nesneler olarak kabul edilirler.”“Birey-devlet ilişkilerinde devleti önceleyen, korumasız ve güvencesiz bıraktığı birey karşısında devleti kutsayan, kutsadığı devlete insan haklarını kurban eden özgürlük karşıtı ve anti-demokratik bir anayasa olmuştur.”Devlet kendini Allah’ın sıfatlarıyla özdeş görmemeliBaşbakanın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan, 2000 yılında Şehir Yayınları’ndan çıkan ‘Hayatı ve Siyaseti Yeniden Düşünmek’ isimli kitabının ‘Devlet Yaklaşımları/Niçin ve Nasıl Bir Devlet?’ bölümünde devlet tanımlaması yapıyor.“Devletin her alana nüfuz etmesi halkın itikadi yapısına müdahil olması ve belli bir din yorumunu empoze etmesi doğru değil. Devlet kendisini ilahi ve kutsal bir konuma oturtmamalı ve Allah’ın sıfatlarıyla kendisini özdeş görmemeli. Modern dönemde devlet kendisini rızkın bilginini adaletin kaynağı olarak görmüş ve içerdiği kutsiyetle halktan özerk ve bağımsız (sorgulanamayan) bir yapıya oturmuştur. Devlet kutsal değildir ancak kutsala olan bağıyla meşruiyet sahibidir. Devlet dinin koruyucusu ve yaşatıcısı değildir.”Bugüne baktığımızda ise, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın ‘Allah şirk, devler, şerik kabul etmez’ yorumunun yanı sıra AK Parti Düzce Milletvekili Fevai Arslan’ın, Başbakan için, “Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde toplayan bir lider var.” yorumu Akdoğan’ın yıllar önce ‘Allah’ın sıfatlarıyla kendini özdeş görmemeli’ tanımına taban tabana zıt bir anlayışın sergilendiğini gösteriyor.Devletin bekası, ancak insanın bekasıyla olur“Devletle bilek güreşi yapılmaz. Devlet için evlatlar bile feda edilir.” diyerek devleti kutsayan ve bekasının her şeyden önemli olduğunu söyleyen Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun çok yakın bir tarihte dile getirdiği düşüncelerinin, bu kadar kısa sürede değişmesi, konjonktüre göre ‘devlet’ tanımı yapıldığını akıllara getiriyor. Bakan Davutoğlu’nun 3 Ekim 2013 CNN Türk röportajından...“Devletin güvenliği dahi temelde bireylerin o devlete rıza ile bağlanması da sağlanabilir. Yoksa her bir bireyin fişlenmesiyle kontrol altında tutulmasıyla, özgürlük alanlarını, dillerini, lehçelerini kullanmasını engellemesiyle sağlayamazsınız. Devlet vatandaşının her birinin yerine kendisini koyarak düşünmek durumunda. O zaman devlet ol devlet olur Şeyh Edebali’nin ifadesiyle.”Ahmet Davutoğlu’nun 3 Mayıs 2013’te düzenlenen ‘Büyük restorasyon ve Türkiye’nin yükselişi’ konulu konferanstaki bir başka ifadesi.“Devletin bekası ancak ve ancak insanın bekasıyla olur. İnsanı yaşat ki devlet yaşasın sözü sadece flamalarda kalmamalı.” Davutoğlu’nun 1997’de Divan Dergisi’nin 3. sayısında yayınlanan ‘Medeniyetlerin Ben İdraki’ isimli makalesinde ise insan iradesinin ve bireyin devlete ve devleti tanımlayan güç merkezlerine feda edilmesini, faşist ve sosyalist ideolojilerin bir neticesi olduğunu anlatıyor.“Bilim adamlarını kiliseye feda eden kilise anlayışı ile, insan iradesini ve bireyi devlete, dolayısıyla devleti tanımlayan güç merkezlerine, adayan faşist ve sosyalist ideolojiler arasında zıtlık gibi görünen gizli bir iç tutarlılık vardı.”

15 Ocak 2014 Çarşamba

ÜKG Kapak Tanıtımı: Acıtan Güzellik - Georgia Cates

ÜKG 5.kez Kapak Tanıtımı postuyla karşınızda!

Facebook sayfamızı takip edenler, eminiz ki şu an ''Yeter, sadede gellllll'' modundadır. Çok beklettiğimizin farkındayız. Ama artık yavaş yavaş bu sürecin sonuna gelmeye başlıyor ve bugün kitabımızın ismini ve kapak görselini yayınlıyoruz!

Karşınızda Acıtan Güzellik! 

Üç ay sürmesi konusunda anlaşmışlardı… ama aşkları sınır tanımayacaktı.

Jack McLachlan nam-ı diğer Mağara Adamı, Avusturalya’nın en gözde bekârlarından milyoner bir şarap üreticisiydi. Başarısı, ünü ve zenginliği, romantik ilişkilerini karmaşık ve sorunlu bir hale getiriyordu, bu yüzden basitliği seçiyordu: isimsiz, kısa ilişkiler.

Bu onun oyunu ve kurallarıydı. Ta ki Laurelyn Prescott hayatına girene kadar. Ateşli oyunun kuralları değişmek zorunda kaldı, çünkü genç kadın öncekilere hiç benzemiyordu. Amerikalı nefes kesici müzisyenle ilişkisi başladığı andan itibaren Jack’in ayakları yerden kesildi. Hiçbir şey planladığı gibi gitmemeye başladı ve Jack oyunun kurallarını birer birer kendi elleriyle yıkmak zorunda kaldı. Ve Laurelyn, Jack’in asla tahmin etmediği, mümkün olmayanı, mümkün kıldı.

Serinin diğer kitapları:

Beauty from Surrender (Beauty, #2)Beauty from Love (Beauty, #3)

 Acıtan Güzellik, Goodreads'teki okurlar tarafından yapılan oylamada 4.41 puan almış, türü içindeki iddialı kitaplardan biri. Kitap DEX Plus etiketiyle yakında okuruyla buluşacak.Ve turu elbette ÜKG tarafından yapılacak!

Romantik, seksi ve aynı zamanda dokunaklı bir hikayeye ve Avustralya'nın en çekici yaratığı Jack Henry'e hazırsanız, ÜKG'yi bekleyin!

13 Ocak 2014 Pazartesi

TARİH TEKERRÜR MÜ EDİYOR?

Burhan Kuzu'nun gündeme getirdiği "2 bin kişilik istihbarat raporu", akıllara Bediüzzaman ve talebelerine yönelik il il yapılan fişlemeleri getirdi. Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu ve 28 Şubat davasına bakan mahkemeye gönderilen belgeler de fişleme tarihçesine ışık tutuyor. 2010 referandumuyla anayasal suç haline gelen ve 'İstihbarat raporu' adı altında yapılan fişlemelerin bu belgelerdekilerle birebir aynı olması "Tarih tekerrür mü ediyor?" dedirtiyor.Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’nun tweet’iyle gündeme gelen ve aralarında akademisyen, işadamı, gazeteci, savcı ve polislerin bulunduğu “2 bin kişilik istihbarat raporu”nun varlığı Menderes döneminde Bediüzzaman ve talebelerine yönelik il il yapılan fişlemeleri hatırlattı. Her ne kadar Başbakan bu iddiaları yalanlasa da ‘Öyleyse tasfiyeler neye göre yapılıyor?’ sorusu akıllara soru işareti bırakıyor. Sabah Gazetesi Özel İstihbarat Şefi Abdurrahman Şimşek de katıldığı bir televizyon programında “Biz Türkiye’deki bütün imamları biliyoruz. Devlet de biliyor.” diyerek 2010 referandumuyla anayasal bir suç haline gelen fişlemelerin bütün iller bazında yapıldığını itiraf etti.‘İstihbarat raporu’ adı altında yapılan fişlemelerin geçmişteki örnekleriyle birebir aynı olması ‘Tarih tekerrür mü ediyor?’ sorusunu akla getiriyor. Geçmişteki raporlardan Üstad’ın talebelerinden Sait Özdemir, Abdulkadir Badıllı, Mustafa Sungur, Hulusi Yahyagil ve Zübeyir Gündüzalp gibi isimlerin adım adım takip edildiği anlaşılıyor.Bediüzzaman’ın talebelerine il il fişlemeDevlet arşivlerine göre Bediüzzaman Said Nursi., 1925’ten itibaren takibe alınmış. Gittiği bakkaldan, yanına gelen ziyaretçilere kadar birçok kişi tek tek fişlenmiş. Bu fişlemeler doğrultusunda da uygulamaya geçilmiş ve bu kişiler hakkında işlem yapılmış, devlet memuru olanların işine son verilmiş. Arşivlerden çıkan belgelerde valilerden de her ay düzenli olarak İçişleri Bakanlığı’na fişleme raporları gittiği anlaşılıyor. Bu raporlar üzerinden birçok kişi de tutuklanmış.Fişleme raporları, Bediüzzaman’ın vefatından yıllar sonra Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’na gelen evraklar arasında yer aldı. Fişlemeler Bediüzzaman ve talebelerinin Emniyet, Jandarma ve MİT tarafından adım adım takip edildiğini gösteriyor. Daha önce Habertürk TV Haber Koordinatörü Abdullah Kılıç’ın ortaya çıkardığı belgelerde Bediüzzaman ve talebelerine yönelik il il fişleme raporları yer alıyor. ‘Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’ndeki ‘Cumhuriyet Arşivi’nden çıkan “Nurcuların Muhtelif Vilayetlerdeki Temsilcileri” başlıklı belgede Ankara’da Sait Özdemir ve Hüsrev Altınbaşak; Erzurum’da Mehmet Kırkıncı; Isparta’da Mustafa Sungur, Kadir Çalışkan, Ziver Gündüzalp, B. Yüksek; İstanbul’da Necip Fazıl, Cahit Türkmenoğlu; Urfa’da Abdullah Yeğin, Abdulkadir Badıllı; İzmir’de Salih Özcan, Muzaffer Arslan, Mustafa Birlik; Konya’da Sabri Halıcı; Adıyaman’da Mahmut Tanrıverdi; Diyarbakır’da Mehmet Kayalar; Gümüşhane’de Milletvekili Ekrem Koçak isimlerine yer veriliyor.Darbeleri Araştırma Komisyonu’na ulaşan belgeler arasında Bediüzzaman’ın orduya sızmaya çalıştığına dair de raporlar düzenlenmiş. Buna yönelik de Bediüzzaman ve talebeleriyle görüşen bütün ordu mensupları tek tek kayda geçirilmiş. Bütün il valiliklerinden bu konuda kapsamlı çalışma yapmaları istenmiş.Ankara Valiliği’nin “31/5/960” tarihli yazısına karşılık “Dahiliye Vekaletine” verilen bir cevabi yazıda “Vilayetimiz dahilinde nurculuk faaliyetinden dolayı haklarında kanuni tatbikat yapılan askeri personel yoktur. Ancak nurcularla sıkı temasları görülen aşağıda adresleri yazılı askeri personellerin ise durumları sıkı bir surette takip edilmektedir.” denilerek; Abdulkadir Badıllı, Salih Özcan ve Ahmet Çelebi isimleri veriliyor.‘Nurculukla İlgili Tesbit Olunan Ordu Mensupları’ isimli bir başka listede ise Elazığ’da emekli Albay Hulusi Yahyagil, Konya’da emekli Dr. Binbaşı Sadullah Nutku, emekli Yzb. Mehmet Kayalar isimlerine yer veriliyor. Başka bir bilgi notunda da Doğu, Güneydoğu ve Batı Anadolu’da gezi yapan birinin verdiği bilgilere yer veriliyor ve şöyle deniyor: “Yaşları 17-18 arasında olan bu vaizlerin hurafelerle dolu konuşmalarını kısmen cahil, kısmen tarikatçı olan halk huşu içinde dinlemektedir.”Milletvekilleri de fişleme raporlarındaIsparta Valisi Mazlum Yegül tarafından ‘Dahiliye Vekaleti’ne yazılan 30/1/1959 tarihli yazıya binaen verilmiş cevabi yazıda “İsmail Hakkı Bayraktaroğlu, 30 Kasım 1958 günü şehrimize gelerek, nuroğlullarından dolayı durumu takip edilmekte olan Nuri Benli’ye ait Saray Palas otelinde bir gece kalıp, Said-i Nursi (Bediüzzaman) ve bu şahsın hizmetkarlığını yapan Mustafa Sungur, Tahir Mutlu, Kadir (Ceylan) Çalışkan, Ziver (Zübeyir) Gündüzalp ile iki defa buluşup konuştuktan sonra şehrimizden ayrıldığı tesbit edilmiştir.” ifadeleri yer alıyor. Amasya Valisi Mehmet Varinli tarafından hazırlanan 4/11/1960 tarihli raporda ilde Risale-i Nur okuyanlar tek tek adresleriyle birlikte belirtiliyor. Ankara Valiliği’nin 12/1/1960 tarihli yazıya binaen verdiği cevapta da Başvekil ile görüşmek için bir grup Said Nursi talebesinin Ankara’ya geldiği ifade ediliyor. Üç gün farklı otellerde kaldıkları belirtilen şahısların ayrıca zaman zaman bir lokantanın üzerindeki binada beşer-onar kişilik gruplarla bir araya geldikleri dile getiriliyor ve “Devlet Vekili İzzet Akçal’ı ziyaret ettikleri görülmüştür.” deniliyor. Fişleme dosyaları arasında Bediüzzaman’ın talebelerine gönderdiği mektuplar ile talebelerinin mektuplarının suretleri de bulunuyor.Bediüzzaman’a 750 dava açıldı, ‘gizli cemiyet kurmak’la suçlandıBediüzzaman Said Nursi’ye hayatı boyunca farklı gerekçelerle 750’den fazla dava açıldı. Hakkında ‘Cumhuriyet düşmanı’, ‘Dinî rejim kurmak istiyor’, ‘Dini siyasete alet etti’, ‘Kürt ırkçısıdır’, ‘Gizli cemiyet kurdu’, “Dini istismar ediyor”, “Çevresindekileri kandırıyor” gibi iftiralar atıldı. 1958 yılında Bediüzzaman Said Nursi ve talebelerinin avukatlığını yapmaya başlayan Avukat Bekir Berk, Bediüzzaman hakkındaki 750 davanın beraatle sonuçlanmasına vesile oldu. Bunun dışında da Bediüzzaman’ın talebelerine yönelik birçok dava açılmıştı.Darbeleri Araştırma Komisyonu’na gelen belgeler arasında ‘Nurcuların Muhtelif Vilayetlerdeki Temsilcileri’ ve ‘Nurculukla İlgili Tespit Olunan Ordu Mensupları’ isimli fişleme raporları da yer alıyor.28 Şubat’ta öğrenci evleri bile fişlenmişti28 Şubat davasını yürüten Ankara 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilen ‘İstihbarat Raporları’nda, tarihe ‘postmodern darbe’ olarak geçen döneme dair il il yapılan fişlemeler yer alıyor. ‘İl Hadimleri’ isimli klasör içerisinde yer alan “Fethullah Gülen Cemaatinin Yurtiçi Yapılanması” başlıklı ‘GİZLİ’ ibareli belgede, il il farklı kişilerin isim, adres ve şahsi bilgilerine yer veriliyor. İsmi belirtilen kişilerle ilgili özel notlar düşülmüş. Listede kişilerin üye oldukları derneklerin isimlerine de yer veriliyor. Fişlemelerde “F. Gülen grubuna maddi destek sağlayanlar arasındadır.”, “İldeki cemaat üzerinde etkindir.” ve “Dershaneler sorumlusu” gibi ifadeler yer alıyor. ‘Öğrenci Evi’ isimli başka bir klasörde ise öğrenci evlerinin ‘Işık Evi’ adıyla il il fişlendiği görülüyor. Listelerde ev adreslerinin yanı sıra evlerde kalanların isimlerine de yer veriliyor.

6 Ocak 2014 Pazartesi

Meğer ‘dış mihrak’lar neler yapmış neler!

Eskimeyen hatta her fırsatta tekerrür eden ‘dış mihrak’ söylemi bugünlerde dillerden düşmüyor. Her zamanki gibi yine hangi taş kaldırılsa altından o çıkıyor. Ülkenin düzenini bozmakla kalmıyor, adıyla bile topluma korku salmaya yetiyor. Kim bu dış mihrak? Tarih boyunca kimler hangi olaylarda diline dolamış kimliği meçhul bu zat-ı muhteremi?Dış mihraklar tarihine yolculuk‘Dış mihraklar, iç ve dış güçler, hainler, çeteler, uluslararası komplolar, faiz lobisi, Yahudi lobisi ve bunlar hep İsrail’in, ABD’nin, Acem’in oyunu’ söylemleri aslında sürekli var olan, Gezi Parkı olaylarıyla artan, şimdilerde dilden düşmeyen komplo teorileri. Dilden düşmeme sebebi, büyük bir ucu bakanlara, bakan çocuklarına ve devletin bankasına kadar uzanan yolsuzluk iddiasıyla düzenlenen bir operasyon. Her ne kadar operasyon için “İnanmayın, bunların hepsi dış mihrak” denilse de, öncelikle sorgulanması ve cevap verilmesi gereken iddialar dururken, ‘dış mihrak’ söylemine sarılmanın ne kadar doğru olduğu tartışılıyor. Bu durumda akıllara Mehmet Akif Ersoy’un “Girmeden tefrika bir millete düşman giremez. / Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez!” dizeleri geliyor. Yakın tarihte yaşanan her önemli siyasi ve toplumsal olayda bir dış mihrak bulunduğu hatta cezalandırıldığını söylesek abartmış olmayız. Öncelikle, bugüne kadar dış mihrak söylemiyle gündeme gelen yakın tarih olayları nelerdir, dünyada bu söyleme itibar ediliyor mu, bugün ‘dış güçler’ söylemini geliştirenler hakkında ne gibi teoriler gündeme gelmişti? İşte kısa bir ‘dış mihrak’ tarihi.Kim bu dış mihraklar?Türkiye’de yaşanan olaylara baktığımızda her olumsuzluğun sorumlusu, kimliği meçhul zat-ı muhteremlerin bu ‘dış mihraklar ve güçler’ olduğu görülüyor. Kemalist eğitim sisteminin empoze ettiği, her sorunda dillerden düşmeyen kelime öbeği ‘dış mihrak’. Çirkin iddiaların ardından sığınılacak limanların adresi İsrail, ABD ve İran’ı işaret eden bayatlamış siyaset dili. Dış mihraklar söyleminin tarihini ve bizde nasıl kullanıldığını Ankara Stratejisi Enstitüsü’nden Doç Dr. Haluk Özdemir şöyle anlatıyor:“Dış mihrak ya da bunu kapsayan komplo söylemleri, çoğulcu demokrasiye sahip olmayan ve iktidarın bir kişi veya grup tarafından kontrol edildiği Ortadoğu gibi coğrafyalarda daha yaygın. Özellikle eğitim düzeyinin düşük olduğu, eleştirel düşünce ve sorgulama alışkanlığının gelişmediği yerlerde insanların olaylara yaklaşımını komplolar şekillendiriyor. Bu anlamda Türkiye diğer Ortadoğu ülkelerinden farklı değil. Biz de komplo teorilerini seviyoruz.”Haluk Özdemir, komplo teorilerinin en sık kullandığı kavramlardan olan ‘dış güçler ve dış mihraklar’ın belirsiz kavramlar olduğuna dikkat çekiyor. Ona göre komplo teorileri insanların korku ve duygularına hitap ederek onları kışkırtır ve bu yolla istenen şekilde yönlendirilmelerini, hedeften saptırılarak manipüle edilmelerini sağlar. Bunun yanı sıra elbette ‘Dünyada komplo yok, her şey, herkes masum’ demek mümkün değil. İstihbarat örgütleri, beşinci kol faaliyetleri, provokasyonlar şüphesiz var. Hatta konuya dair bilgi almak için, en son bir gazetenin manşetten duyurduğu ‘AK Parti’nin içindeki İran böcekleri’ başlıklı habere bakılabilir. Habere göre parti içinde kritik görevler üstlenen iki kadın, yerleştirdikleri ‘böcek’lerle Başbakanlık’taki daire başkanlıklarını dinleyip, İran için istihbarat toplamış.Yolsuzluk iddialarının gündeme gelmesiyle beraber, kamuoyunu tek meşgul eden elbette ‘dış mihraklar’ söylemi değildi. Bazı medya grupları olayın üstünü örtbas etmek, dış güçlere dikkat çekmek için hiç gecikmeden karalama kampanyasına başladı. Onlardan biri ise en akıl almaz olanıydı. “ABD Elçisi Türkiye’nin İran’la ticaretinden rahatsız olan ABD ve İsrail’in içerideki işbirlikçileriyle iktidara karşı bir darbe girişiminde bulunuyordu.” Sürekli tekrar edilen bu iddiaya toplumu inandırmak için 3-4 gazete aynı gün ABD Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone’nin iddia edilen şu sözlerini manşetten duyurdu: 17 Aralık’ta operasyonun hemen ardından GYV Başkanı Mustafa Yeşil’in de aralarında bulunduğu, AB büyükelçileriyle bir araya geldiği söylenen Ricciardone, “Halkbank’ın İran’la ilişkilerinin kesilmesini istedik. Dinlemediler. Bir imparatorluğun çöküşünü izliyorsunuz.”diyor. Gazetelerden biri, operasyonu itiraf eden ABD elçisine ‘çek git’ diyor ve Dışişleri’nin de uyaracağını yazıyordu. Haber yayımlanır yayımlanmaz Büyükelçi haberi yalanladı: “Böyle bir toplantı yapılmadığı gibi, haberdeki iddiaların tümü tamamen yalan ve iftiradır.” GYV ise “Vakfımız Başkanı, Geleneksel Avrupa Birliği Ülkeleri Büyükelçileri Öğle Yemeği Buluşması’na AB’nin dönem başkanı Litvanya tarafından davet edilmiştir. Vatan hainliği ve casusluk iddiaları iftiradır.” açıklamasını yaptı. Sonra AK Parti’den Hüseyin Çelik, elçinin beyanını doğru kabul ettiklerini açıklarken, “ABD Büyükelçisi’nin açıklamasını yeterli buluyoruz.” diyen Dışişleri ise ülkeden kovmak veya nota vermek bir yana elçinin Bakanlığa çağrılmasının bile söz konusu olmadığını duyurdu.Bu mihraklar hep Türkiye’de mi?Pop kültürün yaygınlaşması ve iletişim teknolojilerindeki ilerlemeyle birlikte her kültür kendi komplo teorilerini geliştirir. Fakat bunun derecesi ve konusu ülkeden ülkeye değişir. Örneğin ABD’de komplo teorilerinin ağırlıklı konusu UFO’larken, Ortadoğu’da komplo teorilerinin baş aktörü ABD ve CIA’dir. Orta Afrika’daki gibi, üçüncü dünya ülkelerinde, diktatör rejimin rakipsiz ismi Arjantin’de ve pek inanılmasa da bazı AB ülkelerinde bu tarz söylemlere rastlamak mümkün. Ama biz ülke olarak her olayın altında dış mihrakları arıyoruz. Bazı ülkeler ve siyasiler ise bu söylemlere asla prim vermiyor.BELÇİKABelçika’da ülkeyi etkileyen olayların dış güçlere, uluslararası komplolara bağlandığı olaylar neredeyse yok. Belçika’nın NATO ana karargâhına ve AB’ye ev sahipliği yapıyor olmasından dolayı ‘dış güçler’, tabiri caizse zaten ülkenin başkentinde yerini alıyor. Ancak Belçika dış mihraklar olarak Moskova ya da Çin kastedildiğinde olaya hemen müdahale ediyor. Bununla beraber tüm bu küresel konjonktür hiçbir şekilde ulusal ya da federatif Belçika siyasetinde dile getirilmediği gibi, getirilse de halk nezdinde kimse itibar etmiyor.ÇİNUygurların ve Tibetlilerin bağımsızlık istediğini ve vatanı bölmeyi amaçladığını savunan Pekin yönetimi, etnik çatışmalarda dış güçleri suçlayabiliyor. Ancak ülkedeki diğer sorunlarda böyle bir söyleme başvurmuyor.FRANSAMayıs 2013’te Counterpoint isimli araştırma merkezi tarafından yayınlanan araştırmaya göre, Fransızların yüzde 51’i ülkenin hükümet tarafından değil, uluslararası sermaye, medya, rakip ülkeler, masonlar ve dini gruplar tarafından yönetildiğini düşünüyor. Ancak, bu teorilere inananların büyük çoğunluğu aşırı sağın lideri Marine Le Pen ya da aşırı solun lideri Jean Luc Melenchon’a oy verenler. Komplo teorileri siyaset sahnesinde de yine daha çok aşırı sağ ve aşırı sol partiler tarafından dile getiriliyor. Marine Le Pen, en çok Fransa’nın Müslümanlar tarafından işgal edildiği ve 50 yıl içinde Fransa’nın Müslüman bir ülke olacağı tezini işliyor. Her ülkede olduğu gibi Fransızlar da birçok komplo teorisine sahip. Ancak bu tezler bugüne kadar iktidara gelmiş merkez sağ ve sol partilerde yetkili isimler tarafından nadiren dile getiriliyor.Bitmek bilmeyen dış mihraklar tarihiSerbest Cumhuriyet Fırkası’nın (SCF) kuruluşu: Resmi rejimin ilk güdümlü muhalif hareketi Serbest Fırka’nın kuruluşunda ‘Türk Münevverleri’ imzasıyla dağıtılan el ilanlarında “Bu, kovduğumuz Ermeni’yi, Rum’u tekrar başa getirmek için yapılan bir tertiptir” yazısı, dönemin dış mihrak söylemi olduğunu gösteriyor. Bu olay o dönem ‘Türk-Gayri Türk’ çekişmesi olarak anılıyor. Dönemin Cumhuriyet ve Anadolu gazetelerinde SCF’nin listesinde altı Rum, dört Ermeni ve üç Yahudi olmasından bahisle, gayrimüslimlerin ‘Türklük karşıtlığı’ esasında SCF etrafında toplandığı, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın listesinde ise sadece Türklerin olduğu anlatılarak kadim gayrimüslim düşmanlığından medet umulur.Dersim: İngilizler-Fransızlar çıkarttıDersim katliamı sözde Hatay’ı geri almak isteyen Fransa ve Fransa’nın mandası altındaki Suriye tarafından kışkırtılmasından kaynaklıyordu. Gerçeğin ne olduğunu ise dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın, o yıllarda medyaya verdiği ve yıllar sonra ortaya çıkan andıçtan öğreniyoruz. Dersim’in Kayıp Kızları belgeselini çeken Nezahat-Kazım Gündoğan, andıcın Meclis’teki belgesinde yer alan bir bilgiyi aktarıyor: “Dersim’de bir harekât olacak ve bu hiçbir biçimde sızmayacak.” Daha sonra uluslararası kamuoyunda olay bir şekilde duyuluyor. Ama 1937’de beş bin insanın öldüğü yönünde. İran’dan tepki geldiği yönünde telgraflar var. “İngiltere, Türkiye’ye soruyor, Dersim’de ne oluyor diye. ‘Orada Rusların kışkırtması sonucu bazı hareketler var, bastırıyoruz’. Rusya soruyor, ne oluyor? Onlara da ‘Orada Fransızların ve İngilizlerin kışkırtması sonucu bazı feodal ayaklanmalar var, ilerici cumhuriyet bastırıyor.’ diyor.” Bu sözler Dersim’in sanıldığı gibi Fransız’ın İngiliz’in oyunu ya da sanıldığı gibi dış güçlerin etkisi olmadığını gösteriyor.6-7 Eylül: Komünistlerin parmağı var6-7 Eylül’ü dönemin hükümet yetkilileri ilk olarak ‘Türk halkının kendiliğinden oluşan tepkisi’ olarak açıklarken, olayda iki gün sonra kökü dışarıda komünist parmağı tezi ortaya atılır. Fuat Köprülü TBMM’deki açıklamasında “Olaylar Pearl Harbor baskını gibidir. Hazırlıksız yakalandık. Komünistler halkı kandırdı ve aralarına karışıp, halkı kışkırttı. Bu olsa olsa ancak bir komünist komplosu olur.” der. Daha sonra 7 Eylül 1955’te aralarında 45 ‘tescilli’ komünist adliyeye getirilip, bunlardan 19’u tutuklanır. Tutuklananlar arasında Aziz Nesin, Kemal Tahir gibi ünlü isimler vardır. Aralık ayında ise hükümet bu suçlamadan vazgeçmek ve tutukluları salıvermek zorunda kalır. Zamanında komünistlere yıkılan 6-7 Eylül’ün nasıl gerçekleştiğini yıllar sonra orgeneral rütbesinden emekli olmuş, tuğgenerallik rütbesinde Özel Harp Dairesi (ÖHD) başkanlığı yapmış, bu konuda eserleri olan, Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı ve Milli Güvenlik Kurulu’nda üst düzey görevlerde bulunmuş Sabri Yirmibeşoğlu’nun gazeteci Fatih Güllapoğlu’na söylediklerinden öğreniriz: “6-7 Eylül de, bir Özel Harp işiydi ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı. Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?”1 Mayıs (1977): Bir ABD komplosuHer yıl olaylı ‘İşçi Bayramı’ olarak anılan, kanlı olarak tarihe geçen 1 Mayıs da dış güçler söyleminde nasibini alır. 17 Mayıs 1977 tarihli Vatan Gazetesi’ndeki köşesinde gazeteci İlhami Soysal, “O gün İstanbul’dan Ankara’ya 15 Amerikalı uçtu. Bu Amerikalılar neyin nesi, kimin fesiydi?” sözleriyle bunun bir uluslararası komplo olduğunu belirtir. Olaya dair en çarpıcı açıklamayı ise yıllar sonra eski başbakan Bülent Ecevit, 17 Kasım 1990’da Cumhuriyet Gazetesi’ne verdiği röportajda yapar. Ecevit 1 Mayıs’ın arkasında dış mihraklar değil de, Özel Harp Dairesi olduğunu şu sözlerle işaret eder: “Biz o sırada anamuhalefet partisiydik. Bu olayları soruşturmak üzere bir araştırma komisyonu kurduk. Ama bir noktadan sonra izler kayboluyordu. Adeta bir bilgi boşluğu ile direnişlerle karşılaşıyorduk. Yıllarca üzerinde durduğumuz halde, Taksim olayının içyüzü anlaşılamadı. O olayın faillerinin saklanmak istendiği daha ilk günlerde belli olmuştu ve çok acayip bir şekilde tezgâhlanan bir olay olduğu görülüyordu. Onun için benim aklıma bir olasılık olarak, bunun Özel Harp Dairesi’nin sivil uzantısı ile bağlantısı olabileceği olasılığı geldi.”Maraş olayları (19 Aralık 1978):Avrupa, büyük bir Türkiye istemedi‘Mezhep çatışması’ diye çıkarılan Maraş ve Çorum olayları da ‘dış mihraklar’ söylemine maruz kalan yakın tarihin ciddi olaylarından. Bugün hâlâ “Olaylarda dış servisler önemli rol oynadı ve Marksist örgütler kullanıldı” teorileri konuşuluyor. Sözde Türkiye’nin kalkınmasını Avrupa’nın kesinlikle istemediği için, parçalama ve dağıtma yöntemine başvuruyor. Bütün bu olaylar dış güçler tarafından organize ediliyor. Yıllar sonra, olaylara bilerek müdahalenin geciktirildiğini, başından beri MİT’in olaya zemin hazırladığını hatta komünist tertibi olarak gösterdiği raporlara geçer. ‘Milliyetçi Türkiye, Komünistler Moskova’ya! Alevilerin, solcuların cenaze namazı kılınmaz. Aleviler komünistler camilere bomba atıyor!’ sloganlarının bir grup milliyetçi genç organize edilerek söyletildiğini öğreniyoruz. Başbakan Bülent Ecevit ise kendisinden uzun zamandır sıkıyönetim talebi olduğunu, bunu kabul etmediği için bu olayların Kontrgerilla tarafından bilerek çıkarıldığını söyler: “1978 başında hükümeti kurduğum andan itibaren sıkıyönetim ilanına zorlandım. Ama bunun doğurabileceği sonuçlardan dolayı kaygı duyduğum için kabul etmedim. Onun üzerine, 78 sonlarında bu çok acı Kahramanmaraş olayları meydana getirildi. Öyle inanıyorum ki, bu beni sıkıyönetim ilanına mecbur etmek için sorumsuzca yaratılmış bir olaydı.”Çorum olayları (28 Mayıs 1980): Çorum’da bir CIA ajanı! Mezhep eksenli kıyımlar zincirinin son halkası Çorum olayları. Maraş’taki kıyımdan alınan cesaretle, mezhepleşme mayasını tutturanların diğer rotası Çorum olur. Aynı tezgâh burada düzenlenir. İç dengeler sağlanmaya çalışılırken, dönemin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’in Robert Alexsandr Peck isimli Amerikan elçilik görevlisi görünümlü CIA ajanının Çorum’a geldiği ve toplumda Alevi Sünni sağ-sol kutuplaşmasına ilişkin sondaj yaptığını söylemesi aranan dış mihrakların bulunduğunu gösteriyor. Ancak zamanla Çorum’un da aslında bir Alevi-Sünni, sağ-sol meselesi olmadığı, 12 Eylül darbesine zemin hazırlanan, darbe koşullarının olgunlaştırıldığı bir olay olduğu anlaşılıyor. Alevi ve Sünnilerin birlikte yaşadığı, Orta ve Doğu Anadolu bölgelerinde milliyetçi çevrelerin önderliğinde ‘iç savaş’ koşullarını hazırlamak üzere, ordu ve bazı milliyetçi grupların görevlendirildiği ortaya çıkıyor.12 Eylül 1980 Kenan Evren: Milli birlik ve beraberliğimize kastedenler, dış mihraklar, kandırılan masum gençler12 Eylül 1980 darbesinin mimarı Kenan Evren ve generallerinin de aynı söylemleri dilinden düşürmediği görülüyor. Askeri diktatörlüğü meşru hale getirmek için, ‘dış güç ve beşinci kol faaliyeti’ söylemleri kullanılıyor. İşin içinden çıkamadıklarında Almanya’ya sataştıkları, Fransa’ya ani ve anlamsız çıkışları, zaman zaman Kürt sorununu alevlendirdikleri tarih sayfalarında yer alıyor. Ayrıca 1 Mayıs, Çorum, Maraş’ın vazgeçilmez unsuru olan 3K stratejisi (Kızılbaş, Kürt, Komünist) ile katliama av aranırken, bu olayların aslında 12 Eylül’e zemin hazırlama ve şartları olgunlaştırma girişimi olduğu sonradan ortaya çıkıyor. Kenan Evren’in cumhurbaşkanı olduğu dönemde Türkiye’nin başta Fransa olmak üzere Batılı ülkelere defalarca nota verdiği görülüyor. Kenan Evren’in belli gezi ve mitinglerde sıklıkla üzerinde durduğu ‘Milli birlik ve beraberliğimize kastedenler’, ‘dış mihraklar’, ‘kandırılan masum gençler’ konulu cümlelerden bazıları:“Düşüncelerimiz, dinimiz üzerinde ve akla gelebilen her konuda dış ve iç kaynaklı bölücü ve yıkıcı faaliyetler bütün şiddetiyle...” (12 Eylül 1980 RadyoTV konuşması)“Yalnız dış güçler değil, içimizde dolaşan ve bu dış güçlere yardakçılık yapanlar da az değildir. Bunlar müsait zaman kollarlar...” (14 Ekim 1980-Diyarbakır)“Milletimizin istikbali olan gençlerimizin ne kadar ihmal edildiği, ne derece kendi haline bırakıldığı, bunlardan bir kısmının maalesef nasıl iç ve dış düşmanlarımıza kaptırıldığı, şimdi artık hepimizin içini yakan bir acı olarak açıkça itiraf edilmelidir.” (3 Kasım 1982–Edirne)“Düşman, hudutlardan saldırmıyor. Hedefi olan toplumun içine nüfuz ederek, ayrılıkçı, bölücü, milli bağları ve dayanışmaları tahrip edici ve milleti içinden parçalayıcı mihraklar ve unsurlar halinde hedef ülkenin, halkın ve devletin içinde belirip ortaya çıkıyor.” (5 Kasım 1982-Radyo TV konuşması)Bir dış mihrak olarak AK Parti!Bugünlerde AK Parti, başkalarını büyük bir komplonun parçası olmakla suçluyor. Yaşanan olaylarda ‘dış mihrakları’ ABD’yi, İran’ı, İsrail’i işaret eden uluslararası bir komplo arayan iktidar partisinin eskiden beri uluslararası komploların bir parçası olmakla suçlandığını hatırlamakta fayda var. “AKP Türkiye’yi bölmek için dışarıdan oluşturulmuş bir projedir. AKP Amerika güdümlü, İsrail uşağı, Erdoğan ve Gül’ü millet değil Yahudi lobisi seçti” gibi…AK Parti, Amerika güdümlü mü?11 yıl öncesine bakalım. AK Parti’nin 3 Kasım 2002 seçimlerini kazanıp iktidara gelmesi başta ordu içinde ve ulusalcılar olmak üzere bir kesimde endişeye sebep olur. İlk uydurulan kılıf haliyle AK Parti’nin ‘Amerikan yandaşı’ ‘Amerika güdümlü Parti’ olur. Sonra Irak krizi konusunda hükümet 25 Şubat 2003’te TBMM’ye “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması için Hükümet’e yetki verilmesine ilişkin Başbakanlık tezkeresi olan 1 Mart tezkeresini sunar. O dönemde TSK ‘anti-tezkere ya da ‘anti-ABD’ci gibi bir tavır sergilese de, içten içe tezkerenin kabul edilmesini destekler hatta kesinlikle kabul edileceğini umar. Böylece hem kendi istekleri gerçekleşmiş olacak hem de hükümetin ‘Amerikan uşaklığı’ yönündeki ulusalcı propagandaya hız verilebilecektir. Derken ABD’nin ve aslında askerin istediği 1 Mart 2003 tezkeresi Meclis’ten geçmez.İsrail uşağı mı?Ulusalcıların AK Parti’nin genel olarak dış mihraklar güdümünde olduğuna yönelik yaptığı çalışmanın bir diğer söylemi ise ‘AK Parti’nin İsrail uşağı olduğu.’ Ancak yaşananlar bu teoriyi doğrulamıyor. Herkesin bildiği ‘one minute’ krizi akabinde Türk büyükelçisinin tanık olduğu alçak koltuk krizi... Mavi Marmara olayıyla Türk-İsrail ilişkilerinin sonsuza kadar unutulmayacak bir yara aldığını da not etmek gerekiyor.‘Millet değil, Yahudi lobisi seçti’AK Parti’ye karşı yürütülen bir diğer söylem ise Yahudi lobisi maşalığıydı. Bu iddiaya göre Tayyip Erdoğan İsrail karşıtı görüntü vererek Müslüman dünyada etkili olmaya çalışır. Bu siyaset aslında Erdoğan’ın, Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi eşbaşkanı olmasından kaynaklanır. AKP’nin kuruluş aşamasından beri Amerika’daki Yahudi lobisi ve Yahudi örgütleri AKP için çalışır. Hatta Erdoğan’ı ve Abdullah Gül’ü Amerika’nın Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz keşfetmiştir. Erdoğan, başbakan olması durumunda Amerika’nın her isteğini yerine getireceğine söz verir. AK Parti’nin Yahudi lobisi tarafından yönetildiğini öne süren teoriler sadece sözde kalmaz. Ergun Poyraz’ın Musa’nın Gül’ü, Musa’nın Çocukları, Musa’nın Mücahidi, Musa’nın AKP’si isimli kitapları şimdilerde Başbakan Erdoğan’ın ve devlet bakanlarının dilinden düşürmediği Yahudi lobisi yakıştırmasının zamanında kendileri için yazıldığını gösteriyor.Dış mihrak söylemi demokratikleştirmez, otoriterleştirirDoç. Dr. Haluk Özdemir (Ankara Strateji Enstitüsü): ‘İsrail ve ABD’nin oyunu’ ya da ‘Türkiye üzerinde oynanan oyunlar’ türü söylemler, insanların dikkatini çekmesi ve bilinçaltlarındaki korkulara hitap etmesi nedeniyle sık sık kullanılır. Korku ve duyguları kışkırtılan insanların manipülasyonu çok kolaydır. Özellikle siyasi kontrolü elinde bulundurmayan ya da bu kontrolü kaybetmeye başlayanlar, halkı komplo teorileriyle korkutarak siyasal destek oluşturmaya çalışır. Bu teorilerin amacı gerçek arayışı ve ne olduğunu anlama çabası değil, siyasal manipülasyondur. En önemli sakıncalarından biri, sorunların temeline inmemizi engellemesi. Her şeyi dış güçlere bağlarsak asıl neden ve önemli dinamikleri göremeyebiliriz. İkinci sorun, insanları paranoyak hale getirmesi ve dış dünyayla sağlıklı iletişim kurmasını engellemesidir. Komplo teorilerinin üçüncü tehlikesi devreye girer. O da demokratikleşme yerine otoriterleşmedir. Dış güçlere karşı koymak için insanlara belirli bir siyasi güç arkasında birleşme ve birlikte hareket etmeleri gerektiği telkin edilir. Bu da otoriter eğilimleri artırır. Otoriteye karşı çıkan herkes, komplonun bir parçası olmakla suçlanma riskini de almış olur. Dolayısıyla komplocu düşüncenin hakim olduğu toplumlarda muhalefet yapamazsınız ve politikaları eleştiremezsiniz.

1 Ocak 2014 Çarşamba

Kitap Yorumu: Fracture Me - Tahereh Mafi

Serinin önceki kitapları:

Bana Dokunma/Shatter Me (#1)

Destroy Me (#1,5)

Beni Bırakma/Unravel Me (#2)

Fracture Me, serinin Beni Bırakma/Unravel Me'nın son bölümlerinden başlayıp devam eden ve bu kez Adam Kent'in bakış açısıyla anlatılan ikinci novellası.

Adam, Juliette'in ilk aşkı bildiğiniz gibi ancak kendisini ilk kitaptan beri sevemedim. İkinci adam rolündeki (kime göre neye göre?) Warner'ı daha yakından tanıdıkça da açıkçası sevmeye çalışmaya zahmet bile etmedim. 

İkinci kitabı okurken bayağı bir soğumuştum kendisinden; çünkü fazla sönük bir karakter olmaya devam ediyordu. Buhranlı, Juliette'e âşık olduğunu söyleyen ama yeri geldiğinde kızı zerre kadar umursamayan ve aslında onu hiç tanımayan bir tip Adam. Beni Bırakma'nın son bölümlerinde savaş sırasında yaptığı tercihle gözümden bir güzel düşmüştü artık. Ayağa kalkamayacak kadar. Bu novellayı okurken çok daha iyi anladım neden Adam'ı değil de Warner'ı sevdiğimi.

Öncelikle, Tahereh'e bu novellayı yazdığı için teşekkür mü etmeliyim kararsızım. Çünkü Adam'ın yüzünü iyice görmemi sağladı. Hani birazcık seveceğim varsa da artık yok. Kararsız olmamım sebebi de neden bu kadar boş karaktere novella yazma gereği duyduğunu anlayamamam. Okumuşsanız anlayacaksınızdır, Adam'ın iç dünyası ne çok ilgi çekici, ne eğlenceli ne de üzücü. Bence Adam ile ilgili en güzel şey erkek kardeşi James.

Bu çocuğu sevmemem için çok neden var. Fracture Me'de de bunu iyice gösterdi bana. Bir kere Adam'ın aşkına inanmıyorum ben. En azından Warner'ınki kadar güçlü değil. İkinci olarak insanı bunaltan bir karakter. Tahereh'in tarzını çok seviyorum ama ilk defa onu okurken bu kadar sıkıldım. Bir diğer neden de Adam'ın Juliette hakkındaki düşünceleri.

Juliette'nin güçlerini kullanmada hâlâ yeteri kadar iyi olmadığını hepimiz biliyoruz. Ancak Adam onun tamamen güçsüz olduğunu ve savaşmayı bilmediğinden geride durması gerektiğini düşünüyor. Ona göre Juliette James'le falan beraber sığınakta kalmalı. Bir karşılaştırma yapmak gerekirse; Warner'ın bakış açısı bunun tam tersi. O Juliette'in gücüne hayran, onu geliştirmek ve kullanmak istiyor. Ve Juliette'in kendisinin de ne kadar güçlü olduğunu biliyor. Aradaki farkı anlatabilmişimdir umarım.

Anlayacağınız pek zevk almadım okurken. Sebebi de kesinlikle Adam. Tahereh'in kalemini ise özlemişim. Galiba bu novellanın en sevdiğim kısmı sondaki Ignite Me ön okumasıydı. Juliette'in bakış açısını ve "Warner" yazısını görünce yaşadığım sevinç ve rahatlamayı görmeliydiniz! Ah, bir an önce çıksa da aralarındaki ilişkiyi okuyup kendimden geçsem. Bu sırada Adam da James'le beraber istediği gibi yaşayabilir.

Galiba 2013'ün son yazısı bu oldu. Eh, herkese şimdiden mutlu yıllar. İçinizdeki kitap hayvanlarının hiç ölmemesi dileğiyle!

Puan: 3